VEZİRLİK-SADRAZAMLIK
Vezir Kelimesi ve Vezirlik Müessesesinin Kökeni
Vezir kelimesinin orijini hakkında kesin bir görüş birliğine ulaşılabilmiş değildir. Bazı araştırmacılar vezirlik müessesesinin Abbâsîler (750-1258) zamanında Sâsânî (226-651) devlet teşkilatından alındığı kanaatine dayanarak vezir kelimesinin de Farsça olduğunu ve daha sonra Arapçalaştırıldığını ileri sürmektedirler (“Vezîr”, İA, 1986: 309, 310). Sourdel ve Goitein’in başını çektiği birçok araştırmacı ise vezir kelimesinin Abbâsîler’den önce de bilindiğine dair delillerle bu görüşe karşı çıkmakta ve vezir kelimesinin Arapça kökenli olduğunu iddia etmektedirler. Bu araştırmacılar, kelimenin Kur’ân-ı Kerim (Tâhâ, 20/29; Furkân, 25/35), hadisler (Ebû Davud, Harâc, 4, no: 2932) ve birçok şiirde açık bir şekilde kullanıldığını, Hz. Ebû Bekir, Ziyâd b. Ebîh, Muhtâr es-Sekafî gibi bazı şahıslara da vezir unvanı verildiğini ifade ederek görüşlerini delillendirmektedirler (Sourdel, 1959: 50 vd.; Goitein, 1968: 172-173, 194-196; Yüzbekî, 1970: 18 vd.; Kürevî, 1989: 14 vd.). Erken dönem sözlükleri ve müessese tarihleriyle ilgili kaynaklarda da “vezîr” kelimesinin Arapça üç farklı kökten gelmiş olabileceği ifade edilmektedir: Buna göre vezir, sığınılacak yer manasındaki “vezer” veya ağır yük, günah, sorumluluk gibi anlamlara gelen “vizr” ya da güç, kuvvet ve dayanak anlamlarını taşıyan “ezr” kökünden türemiştir (Ezherî, 2001: IV/3883; Cevherî, 2008: 1136; Mâverdî, 1978: 61-62; Nüveyrî, ts.: VI/93). Hadis ve şiirlerde bu kelimenin geçmesi, bahsi geçen kimselere vezir denmesi gibi deliller, bunları nakleden müelliflerin kendi dönemlerinde mevcut olanı daha önceye taşımış olabilecekleri ihtimaliyle zayıf görülebilir. Ancak vezirin Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmiş olması, bu sözcüğün Araplar arasında çok önceden beri biliniyor olduğunu ortaya koyar mahiyettedir. Dolayısıyla vezir kelimesinin Arapça kökenli olduğunu söyleyen araştırmacıların görüşü hem bu bakımdan hem de erken dönem sözlük ve müessese tarihi kaynaklarının yaklaşımından hareketle tercihe şayandır.
Vezir kelimesinin kökeniyle ilgili tartışmalar, müessesenin orijini hususunda da söz konusudur. Araştırmacıların büyük bir kısmı hilafetin Emevîler’den (661-750) Abbâsîler’e geçmesiyle birlikte devlet teşkilatlanmasının tamamında İran tesirinin öne çıktığını dikkate alarak bu müessesenin Sâsânî kökenli olduğu kanaatini taşımaktadırlar (Zeydân, ts.: I/151; Watt, 1968: 80; Hitti, 1989: I/452, 490). Bazı araştırmacılara göre, İslâm devletlerindeki tefvîz veziri veya vezir-i a’zamın konumu ile Sâsânîler’deki hükümdarın mührünü taşıyan “wazurg-framâahâr” adındaki mutlak vekilin konumu tamamı ile aynıdır (Köprülü, 1981: 45).
Goitein ise vezir kelimesinin Arapça kökenli olduğu iddiasını müessesenin orijini için de sürdürerek vezirliğin Arap kabile geleneğinin bir uzantısı kabul edilebileceğini ileri sürmektedir. Goitein bu noktada, vezirliğin daha sonra bir müessese olarak alacağı şeklin temellerini atan Abbâsî halifesi Mansur’un (754-775) faaliyetlerini örnek göstermektedir. Bu halifenin, Arap geleneğinde olduğu gibi, veliaht oğlunu yetiştirmek ve işlerini yürütmek üzere bu veliahtın halife olmasından sonra vezirlik görevine getirilecek olan tecrübeli bir adamını görevlendirdiğini belirten araştırmacı, Mansur’un haleflerinin de bu uygulamayı sürdürdüğüne işarete ederek müessesenin gelişiminde ve etkinliğinde bunun önemli rol oynadığını ifade etmektedir. Diğer taraftan Goitein, müessesenin Sâsânî orijinli olduğunu reddediyor olmasının, bazı açılardan İranî izler taşıdığı ihtimalini de yok saymak anlamına gelmediğini söylemektedir. Ancak bu izlerin kendisinin iddiasını ispat için yaptığı gibi teferruatlı bir şekilde araştırılarak ortaya konulması gerektiğinin de altını çizmektedir (1959: 191-193). Sourdel de özellikle Arap geleneği hususunda Goitein’in iddiasına benzer görüşler serdetmekle birlikte, ilk Abbâsî vezirlerinin İran kökenli olmasından hareketle vezirlik müessesesinin Sâsânî tesirinde şekillendiğine daha fazla vurgu yapmaktadır. Araştırmacı, bunun basit bir şekilde Sâsânî idare geleneğini taklit olmadığını ifade etmekte, dolayısıyla bu durumun Abbâsîler’in aynı idarî ihtiyaçlara karşı benzer bir kurumsal yapıyla çare bulma arayışı olarak değerlendirilebileceğini söylemektedir (1968: 59 vd.; ayrıca bk. Kimber, 1992: 66).
Esasen tartışma, Arapların önceden beri bildikleri “yardımcı” manasındaki vezir ile Abbâsîlerle birlikte başlayan kurumsal bir yapının temsilcisi konumundaki kâtip sınıfından gelen ve “temsilci” veya “vekil” olarak nitelendirilen vezirin aynı olup olmadıkları, bir başka ifadeyle bu ikincisinin daha önceki vezirin devamı kabul edilip edilmeyeceği hususundadır. Bu noktada Dûrî’nin, ilk Abbâsî veziri Ebû Seleme el-Hallâl’ın üstlendiği vazifelerin son Emevî kâtibi Abdülhamid el-Kâtib ile benzer olduğu, bu bakımdan Abbâsîler’in özü itibariyle yeni bir müessese ihdas etmedikleri şeklindeki iddiasına dikkat çekilmelidir. Mes‘ûdî’nin (ö. 345/956), “Abbâsîler kâtibi vezir olarak isimlendirmeyi tercih etmişti” ifadesinin (1893: 340) bunu teyit ettiğini belirten Dûrî, Fârisî unsurun da katkısıyla zaman içerisinde son hâlini alan ve Abbâsî idarî yapısının temel taşlarından olan vezirlik müessesesinin teşekkül ettiğini ilâve etmektedir (Dûrî, 1997: 51-52). Kaynaklarda Dûrî’nin bu görüşünü teyit eder mahiyette bazı kayıtlara da rastlanmaktadır. Mesela Cehşiyârî’nin (ö. 331/742) Kitâbü’l-Vüzerâ’da Abbâsî vezirlerini anlatmadan bir giriş mahiyetinde kaleme aldığı kısımda önce kâtiplik konusunu ele alarak İslâm öncesi ve sonrası bu kurumun gelişiminden bahsetmesi, son Emevî kâtibi Abdülhamid el-Kâtib’i vezir olarak nitelendiren bir rivayete yer vermesi (1980: 1-86, 83) bunlardandır. Yine, Mes‘ûdî’nin, vezir kelimesinin yardımlaşma manasına gelen bir kökten türediğine işaret ederek halifelik makamının buna ihtiyaç duymayacak kadar ulu olduğunu söyleyen Emevîler’in, kâtiplerine vezir unvanı vermekten kaçındıklarına dair nakli (1893: 339), bu kayıtlardandır. İbn Haldûn’un (ö. 808/1406) Abbâsîler döneminde klasik şeklini almakla birlikte vezirlik müessesesinin Emevîler’de de mevcut olduğuna dair tespitleri (2001: I/295-297) bu tür örnekler arasında zikredilmelidir. Ayrıca Dûrî’nin iddiasının kısmen Sourdel’in kanaatiyle örtüştüğüne de işaret etmek gerekir. Sonuç itibariyle, vezirliğin önceki geleneğin devamı olduğu ya da Sâsânî devlet teşkilatından alındığı şeklindeki mevcut görüşler arasında eldeki bilgilere göre bir tercih yapmak pek mümkün gözükmemektedir.
Istılah olarak vezir, vezirlik müessesesinin başında bulunan, halife veya sultanın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdarlıkla ilgili meselelerde görüş ve idaresi ile kendisine yardımcı olan kimseye verilen isimdir (Ahmed Âsım Efendi, 1304-1305: II/142). En yüksek devlet memuru konumunda olan vezir, aynı zamanda icraî, teşriî ve kazaî salahiyetleri kayıtsız ve şartsız elinde bulundurarak, hükümdarın vekili sıfatı ile devletin bütün işlerini sevk ve idare eden kimsedir (“Vezir”, İA, 1986: 309; Kazıcı, 1991: 70).
Tarihî Gelişim
Abbâsîler dönemine kadar tam teşkilatlı bir müessesenin başında ve vezir unvanını taşıyan bir kimsenin bulunmadığı genellikle kabul gören bir düşüncedir. Ancak bu süreçte devleti idare eden kimseye yardımcı konumunda olan kişilerin varlığına rastlamak daima mümkündür. Mesela Hz. Peygamber’in sürekli olarak özel ve genel işlerinde sahabe ile istişareyi prensip haline getirdiği bilinmektedir. Hatta Rasulüllah’ın bu istişareler esnasında öncelik verdiği ve bazen de görüşü doğrultusunda kararlar aldığı Hz. Ebû Bekir vezir olarak isimlendirilmekteydi. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Hz. Ömer, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde de Hz. Osman ve Hz. Ali de bu konumda kabul edilmekteydi (İbn Haldûn, 2001: I/295). Emevîler döneminde her ne kadar halifeler, devlet işlerinde görüşlerine başvuracakları ve idarede kendilerine yardımcı olacak “kâtip” isminde görevliler tayin etmişlerse de, bunlara resmî anlamda vezir ismini vermekten kaçınmışlardı. Bununla birlikte Emevîler döneminde bazı kimselerin vezir lâkabıyla anıldıklarını belirtmek gerekir. Muâviye b. Ebû Süfyân (661-680) döneminde Ziyâd b. Ebîh, Abdülmelik b. Mervân (685-705) döneminde Ravh b. Zinba‘ el-Cüzâmî bu lâkapla anılan kimseler arasındaydı (Hasan İbrahim Hasan, 1991-1992: II/137).
Abbâsîler dönemine kadar geçen süreçte bu kâtipler veya halifenin danışmanı (müşîr) konumundaki kimselerin mevcudiyeti, bilinen anlamıyla müesses bir vezirliğin ortaya çıkmasını sağlayamamıştır. Bundan dolayı genel kanaat olarak bu müessesenin İslâm tarihinde bilinen hâliyle ilk defa Abbâsîler döneminde ortaya çıktığı ifade edilmektedir (İbnü’t-Tıktakâ, ts.: 153; Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan, ts.: 115; Rayyıs, 1995: 241; “Vezîr”, İA, 1986: 310). Birinci Abbâsî halifesi Seffah’a (750-754) vezirlik yapmış olan Ebû Seleme el-Hallâl İslâm tarihinde bu lâkabı taşıyan ilk kişi olarak nitelendirilmektedir (Ebû Hanife ed-Dîneverî, 1960: 370; Mes‘ûdî, 1966-1979: IV/115; Kudâî, 1995: 394; İbn Hallikân, 1978: II/195; krş. Ya‘kûbî, 1995: II/352-353; Taberî, ts.: VII/450).
Diğer taraftan Abbâsîler zamanında vezirlik müessesesinin gelişmesi, vezirlerin sadece etkili bir danışman konumundan çıkarak hakikî manada yetki sahibi ve teşkilatı yerleşmiş ayrı bir kurumun başındaki kişiler haline gelmelerinin Halife Mehdî (775-785) zamanında gerçekleştiği görülmektedir (Bk. Taberî, ts.: VIII/136, 156 vd.; İbnü’t-Tıktakâ, ts.: 181; Zaman, 2002: 185). İlk iki halife Seffah ve Mansur dönemlerinde bu göreve getirilmiş olan kimselerin biri hariç çeşitli sebeplerle ölüm cezasına çarptırılmış olması, özellikle Mansur’un idareyi tam manasıyla kendi kontrolünde tutmak istemesi bu müessesenin başlangıçtaki gelişimini engelleyen önemli bir etken kabul edilebilir. Bununla birlikte siyasî ve idarî istikrarın büyük ölçüde sağlanmasıyla Halife Mehdî ve ondan sonra gelen ilk dönem Abbâsî halifeleri, devlet idaresi ve yönetimiyle ilgili bütün işleri vezirlere havale etmekten çekinmemişlerdi. Cehşiyârî’nin, Hârûnürreşîd’in (786-809) veziri Yahya b. Halid el-Bermekî hakkında aktardıklarından ilk dönem vezirlerinin çok geniş yetkilere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Halife adına devletin yönetimi, valilerin tayin ve azilleri, vergilerin tarh ve toplanması, devlet gelirlerinin denetlenmesi, dîvânü’r-resâilin idaresi, sivil ve askerî idareyi elinde bulundurması ve hatta öğütleri ile halifeye yol göstermesi bu dönem vezirlerinin sahip olduğu nüfuz ve geniş yetkileri göstermektedir (1980: 177). Ancak başta Yahya olmak üzere Bermekîler bu nüfuz ve yetkilerine rağmen yönetimi tekellerinde tutma gayretleri ve büyük bir servete sahip olmaları gibi tepki çeken icraatları sebebiyle ağır bir şekilde cezalandırıldılar. Bu dönemde, vezirlerin çoğunun devletin kuruluşuna büyük katkıları olan Fars asıllı kimselerden seçildiği de belirtilmelidir.
847 yılında Abbâsîler’de ilk dönemin sona ermesiyle, Halife Mansur zamanından başlayarak orduda istihdam edilen Türkler, komutan ve yönetici sıfatıyla idarede söz sahibi olmuşlar, bundan sonra vezirlerin nüfuz ve yetkileri azalmıştır. Ancak bu durum uzun sürmemiş, üçüncü asrın sonlarından itibaren vezirler daha sınırlı da olsa yeniden güç kazanmaya başlamışlardır. Vezirliğin tekrar önem kazanmasında bu dönemde yönetim bakımından zayıf olan halifelerin iş başına geçmesinin de önemli rolü vardır. Ne var ki söz konusu dönemde halef-selef vezirler arasındaki mücadeleler, harcamaların artmasına mukabil gelirlerin azalması ve idarî bürokrasideki genel bozulma sadece devletin değil vezirliğin de gerilemesini beraberinde getirmiştir. 936 yılında emîrü’l-ümerâlık müessesesinin ortaya çıkışı ile birlikte vezirlerin bu geçici parlak dönemi sona ermiştir (Zaman, 2002: 186).
Emîrü’l-ümerâlık müessesesinin ihdasından sonra, vezirlerin görevlerinin tamamı, veziri tayin ve azletme yetkisi de kendisine bırakılmış olan, söz konusu emîrü’l-ümerâlar tarafından yerine getirilmeye başladı. Vezirlik, vezâret alâmetleri olan siyah elbiseyi giyip, kılıç ve kuşak takınarak hilafet sarayındaki merasimlere katılmaktan ibaret bir görev haline geldi (İbnü’t-Tıktakâ, ts.: 282; Mez, 2000: 116). Söz konusu gelişmenin ardından 946 yılından 1055 yılına kadar Büveyhîlerin (932-1062), 1055’ten 1136 yılına kadar ise Büyük Selçukluların (1038-1157) nüfuzu altında kalan Abbâsî Devleti’nde, bu iki hâkim gücün vezirlerinin idarede büyük bir yetkiye sahip oldukları görülmektedir (Bk. Zehrânî, 1986: 71 vd.; 119 vd.). Büveyhî ve Selçuklu nüfuz dönemlerinin ardından VI. (XII.) asırda Abbâsî hilafetinin belirli bölgelerde otoritesini yeniden tesis etmesiyle birlikte Abbâsî vezirliği de canlanmış, bazı etkili vezirler ortaya çıkmıştır. Muktefî-Liemrillâh’ın (1136-1160) vezirlerinden Avnüddin Ebü’l-Muzaffer İbn Hübeyre, Müstazî-Biemrillâh’ın (1170-1180) vezirlerinden Adudüddin Ebü’l-Ferec İbn Reîsü’r-rüesâ ve son Abbâsî veziri İbnü’l-Alkamî bunlar arasında zikredilmelidir.
Nazarî açıdan bakıldığında Mâverdî’nin (ö. 450/1058) tasnifine göre Abbâsîler’de tefvîz ve tenfîz olmak üzere iki çeşit vezirlik uygulaması bulunduğu anlaşılmaktadır. Tam ve neredeyse sınırsız yetkilere sahip olan, halife adına devletin bütün işlerini yürüten birinci gruptaki vezirler, halifenin nâibi sıfatıyla hilafet mührünü taşıyorlardı. Yetkileri daha kısıtlı olan tenfîz vezirleri ise, yalnızca kendileri için belirlenen görev alanlarında söz sahibi idiler. Yetkileri yürütme ile sınırlı olup, halifenin verdiği emirleri yerine getirmekten sorumluydular. Tefvîz veziri bir tane olurken, tenfîz vezirlerinin sayısı zamana ve işlere göre değişebiliyordu (1985: 25-32).
Vezirin Tayini, Görevleri Gelirleri ve Makamı
Abbâsîler döneminde vezirliğe tayin hususî bir merasimle yapılıyor ve bu göreve atanan kişi vezirlere has bazı alametleri taşıyordu. Vezirliğe tayini kararlaştırılan kişiye halife tarafından bazı görevlilerle bir mektup gönderilirdi. Mektubu alan namzet, beraberinde kadılar, inşâ kâtibi gibi ileri gelen görevlilerle birlikte saraya gider, halifeyle bir süre görüşür, daha sonra cüppe, sarık, kılıç ve divitten mürekkep vezâret hil’at ve alametlerini giymek ve almak üzere başka bir salona geçerdi. Bunun ardından tekrar halifenin huzuruna çıkardı. Saraydan ayrılırken kendisi için hazırlanan süslü bir ata biner, önünde ileri gelen devlet adamlarıyla birlikte vezâret makamına giderdi. Burada kendisini karşılayanlar ve beraberindeki görevlilerin huzurunda tayin yazısı okunur ve böylece göreve başlamış olurdu (bk. Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan, ts.: 116). Makamına giden vezire daha sonra halifenin yiyecek, giyecek ve para gibi çeşitli hediyeler yolladığı da rivayet edilir (Sâbî, 1904: 31; krş. İbn Miskeveyh, 2001: V/260-261).
Abbâsî Devleti’nde vezirlerin siyasî, askerî, iktisadî ve idarî sahalarda birçok görevi deruhte ettikleri anlaşılmaktadır. Mesela Hârûnürreşîd, iktidarını borçlu olduğu Bermekî ailesinden Yahya b. Halid’e emîrlik payesi ve sınırsız yetkiler vermiş, dîvân-ı hâtem hariç bütün divanların kontrolünü ona tevdi etmişti. Yahya ve oğulları tam manasıyla devleti yöneten aile haline gelmişlerdi. Me’mûn’un (813-833) veziri Fazl b. Sehl de siyasî ve askerî yetkilerin tamamını elinde bulunduruyordu. Halife bizzat yazdığı bir tevkî ile ona çok geniş yetkiler vermiş, devletin yönetimini ona bırakmıştı (Cehşiyârî, 1980: 177 vd., 305, 306). Abbâsîler’in son dönemlerine doğru vezirlik yapanlardan İbn Hübeyre de askerî, siyasî ve malî konularda geniş yetkilere sahip olan vezirlerdendir. Yine Abbâsîler’in son veziri İbnü’l-Alkamî uzun süren görevi sırasında mutlak yetkiyle devlet işlerini uhdesine almış ve dilediği tasarrufta bulunmuştur (İbnü’t-Tıktakâ, ts.: 312-315, 338).
Abbâsî vezirlerinin gelirleri halife ve vezire göre değişmektedir. Mesela Muktedir-Billâh’ın (908-932) zamanında nafakalar hariç vezirlere tahsis edilen iktâ gelirleri 170.000 dinardı. Bu halifenin vezirlerinden Ebü’l-Hasen Ali İbnü’l-Cerrâh’a ise aylık 5.000 dinar maaş bağlanmıştı. IV. (X.) asırda vezirler maaş ve iktâ dışında halife, ümera ve diğer devlet görevlileri tarafından gönderilen hediyelerle de destekleniyor ve çocuklarına da büyük miktarlarda aylık ve yıllık ödeme yapılıyordu (Dûrî, 1995: 276 vd.). Daha sonraki asırlarda mesela Muktefî-Liemrillâh’ın veziri Avnüddin İbn Hübeyre’ye yıllık 100.000 dinar ödeme yapıldığı tespit edilmektedir (İbnü’t-Tıktakâ, ts.: 312).
Vezirlerin görevlerini deruhte ettikleri yerlere gelince, bunların zaman içerisinde değişiklik arz ettiği tespit edilmektedir. Önceleri halifenin sarayında, yardımcıları ve hizmetçileri ile birlikte özel bir makamı bulunan vezirler, daha sonra yine sarayda hâcibe ait olan bir başka daireye taşınmışlardı (Sâbî, 1904: 268). Kaynaklarda Muktedir-Billâh’ın vezirlerinden İbnü’l-Furât el-Âkûlî’nin Muharrim denilen yerde bulunan ve halife tarafından kendisine tahsis edilen bir ikametgâhından bahsedilmektedir (Bk. İbn Miskeveyh, 2001: V/96, 149; Sâbî, 1904: 23). Bu ikametgâhın Kâhir-Billâh (932-934) zamanında satıldığı ve vezirlere Muktedir-Billâh’ın oğluna ait bir evin tahsis edildiği tespit edilmektedir. Son dönem Abbâsî vezirlerinin ise Mu‘temid-Alellâh’ın (870-892) Huld Sarayı’nı terk ederek yerleştiği Bağdat’ın doğu yakasında bulunan ve bundan sonra dârülhilâfe olarak şöhret kazanan sarayın bâbünnûbî isimli kapısının karşısında yer alan “dârülvizâre”de görev yaptıkları anlaşılmaktadır (bk. Sıbt İbnü’l-Cevzî, 1951-1952: VIII/2, 451).
Abbâsîler döneminde vezirlere çeşitli şeref unvanları ve lâkaplar verildiği de görülmektedir. Mesela Me’mûn’un, veziri Fazl b. Sehl’e verdiği askerî ve siyasî konulardaki yetkisine işarete eden “zü’r-riyâseteyn” unvanı burada zikredilmelidir. Cehşiyârî, onun kendisine lâkap verilen ilk vezir olduğunu söyler (1980: 305, 306). Vezirlere daha sonra “veliyyüddevle”, “amîdüddevle” gibi birtakım lâkaplar verildiği de kaydedilmektedir (Sâbî, 1986: 130).
Abbâsîler döneminde kurulan birçok Müslüman devlette vezirlerin mevcut olduğu ve Abbâsîler’deki konumunu devam ettirdiği tespit edilmektedir. Abbâsî Devleti’nin doğusunda kurulan devletlerden, özellikle öne çıkan Sâmânîler’de (819-1005), Abbâsîler’in divan teşkilatı örnek alınmış, II. Nasr b. Ahmed’in (914-943) veziri Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ceyhânî’nin gayretleriyle yapılan düzenlemede dîvân-ı vezâret diğer divanların üstünde bir konuma getirilmiştir. Vezirler de büyük yetkilerle tayin edilmiş, mesela I. Nuh b. Nasr’ın (943-954) veziri Ebü’l-Fazl Muhammed Hâkim eş-Şehîd devlet işlerinin tamamını üstlenmişti (Nerşahî, 1965: 18, 137; Sem‘ânî, 1988: III/477). Sâmânîler’in son hükümdarlarından II. Nuh b. Mansûr (976-997) dönemindeki vezirlerin de idarede hâkimiyet kurdukları ve sadece sivil değil askerî alanda da söz sahibi oldukları görülmektedir (İbnü’l-Esîr, 1979: IX/10, 27, 28; Barthold, 1990: 271; Usta, 2007: 370-371). Vezirler her ne kadar idarenin başında bulunuyorlarsa da zaman zaman hâciplerin ön plana çıkarak yönetimi ellerine aldıkları ve vezir tayinlerine müdahale ettikleri dönemler de söz konusudur (Barthold, 1990: 283, 284, 285; Usta, 2007: 372). Sâmânî vezirlerinin Ceyhânî, Ebü’l-Fazl Bel‘amî ve Hâkim eş-Şehîd başta olmak önemli bir kısmının tarih, fıkıh, inşâ (kitâbet) gibi sahalarda temayüz etmiş ve eser vermiş ilim adamları arasından seçildiği tespit edilmektedir.
Batıda, Endülüs Emevî Devleti’nde (756-1031) vezir önceleri Abbâsî uygulamasındaki gibi yönetimde ikinci adam konumunu muhafaza ediyordu. Ancak II. Abdurrahman (822-852) dönemiyle birlikte vezir bu konumunu hâcibe terk etmek zorunda kalmıştır (Özdemir, 1997: 130). II. Abdurrahman, daha önce birle sınırlı olan vezir sayısını artırarak her birini farklı alanlarda görevlendirdi (İbnü’l-Kûtiyye, 1989: 77; Özdemir, 1997: 130). Makkarî’nin (ö. 1041/1632) Endülüs Emevî Devleti’nde vezirlik görevinin bir heyet tarafından müştereken yürütüldüğüne dair ifadeleri, muhtemelen II. Abdurrahman dönemi ve sonrasındaki uygulamayla ilgilidir. Bu tarihçi, söz konusu heyetteki vezirlerin hükümdar tarafından ihtiyaç halinde görüşlerine başvurma amacıyla tayin edildiklerini, hükümdarın onları hususî meclisine çağırarak devlet işlerini müzakere ettiğini söylemektedir. Makkarî, hükümdarın bunlardan birini daha çok vezir olarak isimlendirilen “nâib” makamına getirdiğini ve ona “hâcib” unvanı verdiğini de ifade etmektedir. Bu heyetteki vezirlerin belirli ailelerden olduğunu belirten tarihçi, kurul üyeliğinin tevarüs yoluyla aynı ailelerin çocuklarına geçtiğini ve bunun Mülûkü’t-tavâif (1031-1090) dönemine kadar devam ettiğini de eklemektedir (1968: I/216). Anlaşıldığı kadarıyla bu devletteki hâcibin konumu Abbâsîler döneminde vezirin konumuyla aynıdır. Vezirler ise bu hâcibin murakabesi ve idaresi altında kendilerine mahsus alanda vazife gören tâli görevlilerdir (bk. İbn Haldûn, 2001: I/298; Özdemir, 1997: 130; Nureddin Âl-i Ali, 2010: 264). Ancak bu durum Murâbıtlar ve Muvahhidler’in Endülüs’e hâkim oldukları dönemde (1090-1229) değişmiş, vezirler tekrar eski konumlarını kazanmışlardır. Daha sonra Nasrîler/Benî Ahmer (1238-1492) zamanında vezirler diplomasi dâhil sivil ve askerî idareyi tamamen ellerine almışlar, devlet yönetiminde hükümdardan sonraki en yetkili görevliler konumuna yükselmişlerdir (Özdemir, 1997: 131, 132).
Endülüs Emevî Devleti’nde vezirler zaman zaman konum olarak hâcibin gerisinde kalmışlarsa da usul olarak hâciplerin daha önce vezir unvanı taşıyan kimseler arasından seçilmesi açısından ehemmiyetlerini nispeten muhafaza etmişlerdir. Edebî ve idarî sahada bilgili ve tecrübeli kimseler arasından seçilen vezirler hükümdarın sarayında kendilerine tahsis edilen bölümlerde görev yaparlardı (bk. İbn Haldûn, 2001: I/298; Nureddin Âl-i Ali, 2010: 264).
Abbâsî Devleti’nin batısında, Mısır’da, vezirlik müessesesinin ortaya çıkışını, Tolunoğulları (868-905) dönemine kadar geriye götürmek mümkündür. Devletin kurucusu Ahmed b. Tolun’un (868-884) döneminde Ahmed b. Muhammed el-Vâsıtî, hem önemli bir konuma sahip olmuş hem de vezirin üstlenmesi gereken görevlerin tamamını kâtip sıfatıyla yürütmüştür. Ahmed b. Tolun’un Bağdat ve Sâmerrâ’daki şahsî tecrübelerine istinaden vezir tayini cihetine gitmeyerek bütün yetkileri elinde topladığı da ifade edilmektedir (Ensârî, 1997: 104-105). İbn Tolun’un oğlu Humâreveyh (884-896), zamanında ise Ali b. Ahmed el-Mâzerâî’nin vezir sıfatıyla ve tam yetkiyle görev yaptığı bilinmektedir. (bk. Makrîzî, 1991: VI/234). Daha sonra bu bölgede kurulmuş olan İhşidîler Devleti’nde de (935-969) vezirlik uygulaması devam etmiştir. Bu devlette vezirler devlet başkanının yardımcısı konumunda sayılmaktaysalar da “müdebbirüddevle” unvanlı Kâfûr onlardan daha yetkili olup icranın başı olarak görev yapmıştır (Özkuyumcu, 2002: 54). İbn Hinzâbe adıyla bilinen Ebü’l-Fazl Cafer b. Fazl bu dönemin en önde gelen veziri sayılmaktadır Bu vezir Kâfûr’un ölümünden sonra idareyi tamamen eline almış ve müstakil hareket etmeye başlamıştır (İbn Hallikân, 1978: I/347).
Fatımîler (909-1171) dönemi, bu bölgede vezirlik müessesesinin en etkin biçimde uygulandığı devreyi teşkil eder. İfrîkıye’de kurulmuş olan Fatımî Devleti’nde vezirlik müessesinin ortaya çıkışı, 969 yılında Mısır’ı ele geçirmelerinden sonra gerçekleşmiştir. Bundan dört yıl sonra Mısır’a gelen ve buraya yerleşen Halife Muiz-Lidînillâh (953-975), hiç kimseyle yetki ve otoritesini paylaşmak istemediğinden bütün devlet işlerini kendisi bizzat yürütüyordu (İbnü’s-Sayrafî, 1923: 19). Bununla birlikte kendisiyle halk arasında aracılık vazifesini yürüten “vesâta” adını vermiş olduğu bir kurum geliştirmişti. Mısır’da hüküm süren ikinci Fatımî Halifesi Aziz-Billâh’ın (975-996), 979 yılında Yakub b. Killis’e “el-vezîrü’l-ecel” lâkabını vermesiyle kullanılmaya başlayan vezirlik tabiri, dördüncü Halife ez-Zâhir-Lii’zâzidînillâh (1021-1036) döneminde 1027 yılında Ebü’l-Kasım el-Cercerâî’nin vezirlik görevine getirilmesiyle resmî bir görev hâline gelmiş ve “rütbe” adıyla anılmaya başlamıştır. Vezirlik, özellikle askerî sınıfın elindeyse en yüksek rütbeli vazife kabul ediliyor ve vezirler askerî ve sivil bürokrasiye tam manasıyla hâkim oluyordu (İbnü’t-Tuveyr, 1992: 120).
Abbâsîler’de olduğu gibi Fatımîler’de de iki türlü vezirliğin uygulandığı anlaşılmaktadır. Ancak isimlendirme açısından farklılık olduğu da belirtilmelidir. İbnü’t-Tuveyr (ö. 617/1220), Fâtımî vezirlerini öncelikle mensubiyetlerine göre erbâb-ı aklâm ve erbâb-ı süyûftan olanlar şeklinde ikiye ayırmakta, daha sonra bu görevin yetkilerine göre vezâret-i tâmme ve vesâta biçiminde ikinci bir tasnif yapmaktadır. Tarihçi vesâtanın vezirlikten daha aşağı bir paye olduğuna da işaret etmektedir (1992: 105). Kalkaşendî (ö. 821/1418), bu ikinci tasnife daha da açıklık getirmekte, erbâb-ı aklâm veya erbâb-ı süyûftan olması fark etmeksizin etkin bir mevkie sahip olan vezirlerin kendi zamanındaki sultanlığa denk gelen tefvîz veziri sayıldıklarını, bu takdirde onların vazifeleri için “vezâret” tabirinin kullanıldığını ifade eder. Etkinliği sınırlı olan vezirler için ise vesâta tabirinin kullanıldığını da ilâve eder (1963: III/478-479). Bu iki sınıfa mensup vezirler arasında birçok gayrimüslimin de bulunduğuna işaret edilmelidir (Münâvî, ts.: 38-39, 297-304). Bedr el-Cemâlî’ye kadar görev yapmış olan vezirler tenfîz veziri olarak kabul edilirler. Bunlar sınırlı bazı yetkileri olan yardımcı vezirlerdi ve halife onların bütün işlerini denetleyebilirdi. Halife Müstansır-Billâh’ın (1036-1094) 1074 yılında bütün yetkilerini devlette düzeni yeniden sağlayan Bedr el-Cemâlî’ye devretmesiyle birlikte vezirlik saltanat makamı yerine geçerek, tefvîz vezirliğine dönüşmüştü. Devletin idaresi tamamen Bedr el-Cemâlî’ye bırakılmış, askerî ve sivil bürokrasi de emrine verilmişti. Kâdılkudâtlık ve dâi’d-duâtlık gibi bu devlette fevkalade öneme sahip görevler için gerekli tayinlere yetkili kılındığı gibi, bu görevleri üstlenenler de onun nâibi olarak vazife görmüşlerdi. Bedr el-Cemâlî ve ondan sonra bu göreve getirilenlere “emîrü’l-cüyûş” unvanı verilmiş, vezâret ismi terk edilmişti. “el-Melikü’l-Efdal”, “el-Melikü’l-Mansûr” gibi sultanlara has unvanlar verilen bu vezirler, gerçekten bir hükümdar gibi müstakil hareket etme salahiyetini kazanmışlar, devlet idaresinde istediklerini yapabilmişlerdi (Makrîzî, ts.: I/440). Fevkalade bir konum elde eden bu vezirler mezâlim toplantılarına başkanlık etme ayrıcalığına da sahip idiler.
Abbâsîler dönemindeki gibi hil’at giydirilerek atanan Fâtımî vezirlerine “sicillü’l-vizâre” denilen bir görevlendirme yazısı da veriliyordu. Vezirlik alâmetleri de genelde cübbe veya pelerin, sarık, kolye, kılıç ve divit idi. Vezirlerin asker ve sivil kökenli oluşlarına göre birtakım farklılıklar bulunmakla birlikte kendilerine has kıyafetleri vardı. Fâtımî vezirleri, iktâlar hariç aylık 5.000 dinar maaş alıyorlardı. Çocukları ve kardeşlerine 200-300 dinar, yardımcıları ve maiyetine ise sayılarına bağlı olarak 300-500 dinar arası aylık tahsis ediliyordu (İbnü’t-Tuveyr, 1992: 83; Münâvî, ts.: 82 vd.). Vezirlerin görevlerini ifa ettikleri resmî ikametgâhlarının ilki halifelerin yaşadıkları “el-Kasru’l-Kebîr” isimli sarayın civarında bulunan “Dârülvizâretilkübrâ” idi. Bedr el-Cemâlî’nin inşa ettirdiği ve görevi süresince kaldığı bu konak, ondan sonra oğlu el-Melikü’l-Efdal Şehinşâh tarafından ilâvelerle yenilendi ve bahsi geçen isim verildi. Ancak kendisi burada fazla kalmadı ve Nil kenarında başka bir konak inşa ettirerek oraya yerleşti. Ondan sonra vezirlik makamına getirilen Me’mûn el-Batâihî “Dârülvizâretilkübrâ”ya geri döndü ve burası Fâtımîlerin yıkılışına kadar geçen süreçte vezirlik yapanların resmî makamı haline geldi (bk. Kalkaşendî, 1963: III/347; Makrîzî, ts.: I/438, 483; Münâvî, ts.: 94 vd.).
Dostları ilə paylaş: |