Müslüman Türk Devletlerinde Vezirlik
Karahanlılar (840-1212) döneminde “yuğruş” adı verilen vezir, hükümdar adına devlet işlerini yürütürdü. Başlıca vazifeleri ülkenin düzenini, halkın huzurunu temin etmek, devletin genişlemesi için gayret göstermek ve hazineyi zenginleştirmeye çalışmaktı. Önemli bir vazife olarak nitelenen vezârete akıllı, becerikli, hesaptan anlayan, dürüst, dindar, bilgili ve asil bir aileye mensup kimselerin atanması gerekli kabul edilirdi. Bu göreve tayin edilen kişiye unvan, mühür, tuğ, davul, zırh, hil‘at, eyer takımı, at, siyah ipekten çetr ve dirlik verilirdi. Hükümdar adına ülkenin çeşitli bölgelerini yöneten hanedan mensuplarının da kethüdâ denilen vezirleri bulunurdu (Özaydın, 2013: 82; ayrıca bk. Koca, 2002: 156).
Gazneliler’de (963-1186) vezir (hâce-i büzürg) idarede sultandan sonra en yetkili kimse konumundaydı. Divanlar arasında koordinasyonun sağlanması ve murakabeleri gibi genel anlamda devletin idaresi vezire aitti. Hükümdarın özel mülkleri, vergilerin toplanması ve gerekli yerlere sarfı gibi malî görevler, askerleri idare eden ârız gibi birçok yöneticinin tayin ve azli şeklinde sıralanabilecek vazifeler de vezirin uhdesindeydi (Merçil, 2007: 95-96, 97; ayrıca bk. Palabıyık, 2002: 35-36; Özaydın, 2013: 82-83). Mutlak yetkilere sahip olan hatta mezâlim oturumlarına başkanlık yapan ve askerî seferlere komuta eden Gazneli vezirler, bu geniş yetkilerin getirdiği tehlikeleri bertaraf etmek için göreve başlamadan evvel hükümdarla “muvâzaa” adı verilen bir anlaşma imzalarlardı. Bunun ardından da vezâret hil’atini giyerler, huzura çıkıp bizzat hükümdarın elinden “enguşter-i memleket” denilen vezâret yüzüğünü (mührünü) alarak resmen görevlerine başlarlardı. Bunların dışında tıraz, divit ve sarık gibi sembolleri bulunan vezirlerin gelirleri, vergi ve ganimetlerden müteşekkil genel varidattan hisselerine düşen pay ile yüksek miktarlardaki maaşlarıydı. Görev yerleri ise saraydaki dîvân-ı vezâret adlı özel bölüm ve şahsî meskenleri idi (Nuhoğlu, 2002: 294, 295; Palabıyık, 2002: 36; Gazneli vezirlerinin bir listesi ve ilgili kaynaklar için bk. Merçil, 2007: 106-108).
Büyük Selçuklular’daki vezirlik müessesesi Abbâsî uygulamasının bir devamı gibidir. Bunun en önemli sebebi Selçuklu vezirlerinin de İran asıllı olmalarıdır. Sâhib-i Dîvân-ı Saltanat veya Hâce-i Büzürg unvanı verilen vezirin (Uzunçarşılı, 1988: 46; Merçil, 2009: 390) görevleri devlet işlerinin görüşüldüğü dîvân-ı a‘lâ/dîvân-ı vezâret adı verilen büyük divana başkanlık etmek, halifeler ve yabancı hükümdarlarla olan münasebetleri düzenlemek, hazinenin gelir ve giderlerini tanzim etmek, vergilerleri belirlemek ve toplamak, olağanüstü durumlar için gerekli tedbirleri almak, memurların maaşlarını ve hükümdarın maiyetinin erzakını tespit etmek, iktâ tevcihinde bulunmaktı (Özaydın, 2013: 83; ayrıca bk. Sevim-Merçil, 1995: 508 vd.). Vezirlerin yabancı hükümdarlarla yapılan yazışmalardan mezalim divanlarına katılmaya kadar pek çok alanda Selçuklu sultanlarının vekili olarak görev almaları onların yetkilerinin genişliğini göstermektedir. Nitekim Sultan Melikşah (1072-1092), ordunun üzerindeki etkisini artırmak amacıyla meşhur veziri Nizâmülmülk’ü büyük yetkilerle donatarak ona dilediğini yapabilme serbestîsi tanımış ve “atabek” unvanını vermiştir (İbnü’l-Esîr, 1979: X/79-80). Vezirler bütün harcamaları kontrol yetkileri dolayısıyla orduyu denetleme imkânına da sahipti. Kendilerine verilen kılıç onların askerî sahadaki yetkilerine de işaret ediyordu. Sultanların yanında seferlere katıldıkları gibi bazen bizzat kumandanlık görevini de yürütüyorlardı. Bazı vezirlerin gulâmlardan müteşekkil hususî birlikleri vardı (Özaydın, 2013: 83, 84). Bu yetkilerinin yanı sıra tâbi hükümdarlar ile önemli devlet görevlilerinin tayinlerinde de rol oynarlardı (İbnü’l-Esîr, 1979: X/70, 185; İbn Hallikân, 1978: IV/217; Özaydın, 2013: 83).
Tuğrâîlik ve müstevfîlik gibi önemli vazifeleri üstlenenler arasından seçilen vezirler menşûr-ı vezâret denilen fermanla göreve başlarlardı. Kendilerine hil‘at, mühür, altın divit takımı, kılıç, mesned (minder), nevbet gibi alâmetler verilirdi (Özaydın, 2013: 83, 84; Uzunçarşılı, 1988: 39, 46). Vezirler maaşlarının yanı sıra yüklü geliri olan iktâlar, ganimet payları, hediyeler vb. varidata sahiplerdi. Bunlardan başka rüşvet ve müsadereler gibi gelir kaynakları da söz konusuydu. Görev yerlerine de “dârü’l-vizâre”, “dergâh-ı vezâret”, “saray” ve “serâperde” (çadır) denilirdi (Özaydın, 2013: 84). Anadolu (Türkiye) Selçukluları Devleti’ndeki (1075-1308) vezirlik teşkilatı da Büyük Selçuklu Devleti vezâretiyle büyük ölçüde aynıdır (Ayrıntılı bilgi için bk. Turan, 1995: tür.yer.; Taneri, 1974: 13-31; Uzunçarşılı, 1988: 90-92; Özaydın, 2013: 85: Kazıcı, 2009: 151).
Hârizmşahlar da (1097-1231) vezirlik konusunda Selçuklular’ı örnek alan Müslüman Türk devletlerindendir. Merkezî idarenin başında hâce-i büzürg ve nizâmü’l-mülk lâkaplarını taşıyan vezir bulunurdu (Taneri, 1997: 230). Hâce-i cihân da denilen vezirler hükümdarın mutlak vekilleri idi. İdarî, askerî, malî ve adlî bürokrasi onlara bağlıydı. Selçuklu vezirleriyle benzer alâmetlere sahip olan Hârizmşah vezirleri maaş ve iktâ dışında sultanın özel mülkleri dâhil birçok araziden a‘şâr gelirine de sahiplerdi (ayrıntılı bilgi için bk. Taneri, 1977: 17-54; Özaydın, 2013: 85-86; Kazıcı, 2009: 151-152).
Eyyûbî Devleti’nin (1171-1462) kuruluş yıllarında vezir unvanlı bir görevliye rastlanmamaktadır. Devletin kurucusu el-Melikü’n-Nâsır Selâhaddin Eyyûbî’nin (1171-1193) kendisi de bir Fâtımî veziri olmakla birlikte Eyyûbî devlet teşkilatında bu unvana sahip resmî bir görevliye yer vermediği anlaşılmaktadır. Şeşen, Selâhaddin Eyyûbî’nin Fâtımî veziriyken en yakın adamı olan Sır Kâtibi ve Dîvan-ı İnşâ Başkanı Kâdî el-Fâzıl’ı istiklalini ilan ettikten sonra da aynı konumda tuttuğundan ayrıca bir vezir tayinine ihtiyaç duymadığı kanaatindedir (2000: 247, 248). Kâdî el-Fâzıl’ın bir vezirin yerine getirmesi gereken görevlerin tamamını üstlendiği kanaatine iştirak eden Anne-Marie Eddé, Selâhaddin Eyyûbî’nin resmî bir vezir tayin etmemesinde kendisinin Fâtımî vezirliği döneminde yaşamış olduğu tecrübenin etkili olduğu düşüncesindedir (2001: 190). Selâhaddin Eyyûbî her ne kadar merkez teşkilatında ve diğer bölgelerde resmî olarak vezir unvanlı bir görevli tayin etmemişse de onun döneminde kendisine tâbi olan ikinci derecede hükümdârların bu unvanı da taşıyan vezirleri bulunuyordu. Kardeşi el-Melikü’l-Âdil Seyfeddin (1200-1218) ve onun oğlu el-Melikü’l-Kâmil Nâsıruddin’in (1218-1238) meşhur veziri Safiyyüddin b. Şükr bu dönemde tayin edilen vezirlerdendir. Daha sonraki dönemlerde de bu uygulama devam etmiş, Eyyûbîler’in Mısır ve Suriye kollarının her birinde ayrı ayrı vezirler görevlendirilmiştir.
Eyyûbîler döneminde vezir, sultanın en önemli yardımcısı ve bürokrasinin başı konumundaydı. Bürokrasinin merkezi olan Dîvân-ı İnşâ’nın yönetimini de elinde tutuyordu. Hatta zaman zaman Dîvân-ı Ceyş üzerinde dahi tasarruf sahibi olabiliyordu. Eyyûbî hanedanının hüküm sürdüğü Mısır, Şam, Hama gibi bölge ve şehirlerde Safiyyüddin b. Şükr kadar olmasa da ona yakın yetkilere sahip olan birçok vezire rastlamak mümkündür. Bunlar arasında yakınlıkları nedeniyle sultanlar üzerinde büyük tesiri bulunanlar, yaşı küçük veya genç olan sultanların adına idareyi üstlenenler, güçlü bir emîrle birlikte yönetimi paylaşanlar, sultan adına barış görüşmeleri veya yazışmalarını yürütenler ve sefere çıkanlar da vardı. Kalkaşendî’nin naklettiği ve Eyyûbîler zamanında yazıldığı anlaşılan bir vezâret tevkîinde (görevlendirme yazısı), orduların hazırlanması, hatta seçiminde dahi vezirin yetkili olduğuna işaret edilmektedir (1963: XI/40). Sultanın en önemli yardımcısı olarak sivil bürokrasiyi yöneten Eyyûbî vezirleri, öncelikle malî yapıdan sorumluydu (Rabie, 1972: 144: Eddé, 2001: 191). Kalkaşendî’nin naklettiği vezâret tevkîinde de vergilerin tahsili, gelir getiren yerlerin yöneticilerinin teftişi gibi vezirin dikkat etmesi gereken malî hususlara özellikle vurgu yapılmaktadır. Diğer kaynaklarda da Eyyûbî vezirlerinin maliyenin idaresinden birinci derecede sorumlu olduklarına dair birçok örnek mevcuttur. (örnek olarak bk. Mekîn b. el-Amîd, 1955-1957: 142).
Eyyûbî vezirlerinin büyük çoğunluğu sivil kökenli olup kalemiyye veya ulema sınıfından yetişmiş kimselerdir (Şeşen, 2007: 287-290; Eddé, 2001: 190, 191). Bu sebeple onlar için “es-sâhib” lâkabı kullanılmıştır (Hasan el-Bâşâ, ts.: III/1333). Eyyûbîler döneminde vezirlik alâmetlerinin mühür, divit, sarık cübbe (hil‘at) vb. şeylerden müteşekkil olduğu belirtilmektedir (Şeşen, 2007: 287).
Memlük Devleti’ndeki (1250-1517) vezirlik müessesesi selefleri Eyyûbîler’den intikal eden kurumlar arasındadır. Nitekim ilk Memlük vezirleri Fâizî ve Taceddin b. bintü’l-Eaz daha önce Eyyûbîler döneminde vezirlerin idaresindeki malî divanlarda önemli görevler üstlenmiş, dolayısıyla bu dönemdeki vezâret müessesesinin işleyişini bilen kimselerdir. Ancak Eyyûbîler döneminde sultanın herhangi bir nedenle başkentten ayrılması durumunda işlev gören saltanat nâibliği vazifesinin Memlükler zamanında devamlı bir görev hâline gelmesiyle vezirlik müessesesi ikinci plâna itilmiştir. Vezirlerin yetki alanı daralmış ve genelde maliye ile sınırlı kalmıştır. Memlük vezirleri, Fâizî, Bahaeddin b. Hinnâ, İbnü’s-Sel’ûs ve bazı asker kökenli vezirler hariç hiçbir zaman ümeranın üstünde bir güce sahip olamamış ve kendi görev alanları dışındaki idarî mekanizmaya müdahale edememişlerdir.
Memlükler döneminde vezirlik birbirinden farklı üç dönem geçirmiş ve her dönemde biraz daha önemini yitirmiştir. Devletin kuruluşundan el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun’un üçüncü saltanatına kadar olan devreyi kapsayan ilk dönemin (1250-1309) vezirleri başta Fâizî, Bahaeddin b. Hinnâ ve İbnü’s-Sel’ûs olmak üzere diğer dönemlerdekilere nispetle daha etkin görev yapmışlardır. Sır kâtipliği vazifesinin ihdas edilmesiyle (1280) Dîvân-ı İnşâ’yı idare görevleri ellerinden alınmışsa da henüz hâs nâzırlığı ortaya çıkmadığından sultanın has arazileri ve ticaret mallarından elde edilen gelirleri idare etmek, vezâret divanının varidatı ve harcamaları ile ilgilenmek, söz konusu divandan elde edilen gelirlerle ümera, sultan memlükleri ve devlet görevlilerinin maaşlarını, yiyeceklerini dağıtmak ve sultanın her türlü harcamalarını karşılamak gibi geniş bir alana yayılan malî görevler üstlenmişlerdir (Ayaz, 2009: 65, 189-212, 231).
Muhammed b. Kalavun’un üçüncü saltanatından Çerkez Memlükler dönemine kadar devam eden ikinci dönemde (1309-1382) ise önceleri vezirlerin üstlendiği has arazileri ve ticaret mallarıyla ilgilenme vazifesini uhdesine alan hâs nâzırlığı görevinin ihdasıyla vezirlik büyük ölçüde güç kaybetmiştir. Hatta gereksiz görülen vezirlik 1313-1323 ve 1329-1341 yılları arasında aralıklarla iki defa ortadan kaldırılmış, ona ait görevler nâzırü’d-devle ve şâddü’d-devâvîn vasıtasıyla yürütülmüştür (Ayaz, 2009: 68-69, 75-77). Muhammed b. Kalavun’un vefatından sonra yeniden ihdas edildiğinde ise bir daha eski önemine ulaşamamıştır (Kalkaşendî, 1963: IV/29). Vezirliğin bu ikinci dönemdeki gerilemesi vezirlerin yetersizliği, aşırı harcamalar, malî dengenin bozulması gibi sebeplerden de kaynaklanmaktadır (Ayaz, 2009: 92-99).
Memlük vezirliğinin üçüncü safhasını teşkil eden Çerkez Memlükler döneminde (1382-1517) Dîvân-ı Müfred’in ihdas edilmesi bu müesseseye ciddî bir darbe vurmuştur. Çerkez Memlükler döneminin ilk sultanı el-Melikü’z-Zâhir Berkuk (1382-1389, 1390-1399), önceden vezirlerin üstlendiği sultan memlüklerinin maaşlarını verme işini bu divana bağlamış ve bunun için muhtemelen bir kısmı vezâret divanına ait birçok beldenin gelirlerini bu yeni divana tahsis etmiştir. Bu, Dîvân-ı Müfredin başkanı üstâdârın (saray ağası) önem kazanmasını, buna karşılık hem görev alanı daha da daralan hem de gelirleri azalan vezirin önemsiz bir görevli durumuna düşmesini beraberinde getirmiştir. Artık vezirler vezâret divanına ait birkaç bölgeden ve meks denilen gayr-ı şer’î (örfî) vergilerden elde edilen gelirleri emîrler, sultan memlükleri ve devlet görevlilerinin et ve yiyecek istihkaklarına harcamakla yükümlü görevliler hâline gelmişlerdir. Asker kökenli vezirlerin de özellikle bu dönemin sonuna doğru yoğunlaştığı tespit edilmektedir. Yine bu dönemde vezirlik, büyük emîrlerin devâdârlık, üstâdârlık gibi önemli görevlerinin yanı sıra üstlendikleri üçüncü, dördüncü sırada bir vazife haline gelmiştir. Hatta bunlardan Yeşbek min Mehdî, vezirlik görevini uzunca bir süre nâibleri vasıtasıyla yürütmüştür (Bk. Hatîb el-Cevherî, 1970: 216, 470; İbn İyâs, 1982-1984, III/82). Bu dönemde mükerrer vezirlikler artmış, kısa aralıklarla peş peşe vezirler tayin edilmiş ve üç, dört hatta altı defa bu göreve getirilenler olmuştur (Ayaz, 2009: 103 vd.).
Memlükler döneminde vezirlere sultan tarafından vezâret alâmeti olarak taklîd, hil‘at veya teşrîf, divit ve katır verildiği anlaşılmaktadır. Taklîd adı verilen görevlendirme yazılarından yedi tanesi Nüveyrî ve Kalkaşendî vasıtasıyla zamanımıza ulaşmıştır (Bk. Nüveyrî, 1992: XXIX/462-465; Kalkaşendî, 1963: XI/148-153, 270-293). Hitap şekilleri, vezirlere mahsus lâkaplar zaman içerisinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte taklîd verilerek atanma âdeti devam etmiştir. Bu taklîdler umuma açık bir yerde okunmak suretiyle halka da ilan edilmiştir. Vezirlere bu taklîdlerin yanında ayrıca hil’at veya teşrîf verilmesi de âdettendi. Hatta Memlük kaynaklarının verdikleri bilgilerden bu göreve resmen tayinin ancak taklîd ve hil‘at verilmek suretiyle gerçekleştiği anlaşılmaktadır (Bk. Nüveyrî, 1992: XXXI/188, 189). Göreve tayin edilen vezire divit ve katır verilir, azledildiğinde ise divit alınırdı (Bk. Baybars el-Mansûrî, 1998: 276; Nüveyrî, 1997: XXXIII/57; Makrîzî, 1956-1973: II/1, 26, III/2, 447, 486).
Vezirlerin maiyetinde nâibü’l-vezîr, vezîrü’s-sohbe, nâzırü’d-devle, şâddü’d-devâvîn, müstevfi’s-sohbe, müstevfi’d-devle, nâzırü beytilmâl, nâzırü’l-ehrâ, nâzırü’l-hâsılât, nâzırü’l-mevârîsi’l-haşriyye ve mukaddemü’d-devle şeklinde sıralanabilecek çok sayıda yardımcı görevli istihdam edilmiştir (Kalkaşendî, 1963: IV/22, 29-30, 31, 32, 33). Ayrıca hâcib, devâdâr, hâmilü mizre gibi vezirlerin şahsî hizmetleriyle ilgilenen görevliler de bulunmaktadır (Ayaz, 2009: 218-230). Memlükler döneminde toplam yüz vezir görev yapmıştır. Bunların otuz yedisi askerî sınıftan, kalan altmış üç tanesi de sivil bürokrasidendir. Bunlardan Taceddin b. bintü’l-Eaz, Bedreddin es-Sincârî, Burhaneddin es-Sincârî ve Takıyyüddin b. bintü’l-Eaz başkadılık görevini yürütmüş, ilmiye sınıfına mensup kimselerdir. Vezirlerin tamamı Müslüman olmakla birlikte otuz sekizi Kıptî asıllıdır (Ayaz, 2009: 235).
Osmanlılar’da (1300-1922) vezirlik Selçuklu ve ilk dönemlerde Memlük devletlerindeki uygulamalarla benzerlik arz eden bir yapıya sahipti. Osmanlı vezâret kurumu, vezirlerin padişahın mutlak vekili olmaları bakımından Selçuklular’daki başvezirliğin devamı olarak kabul edilirken (İpşirli, 2008: 414-415; krş. Taneri, 1974: 13, 33), ilk dönemlerde askerî işlerden ziyade idarî konulardan sorumlu olması sebebiyle de İlhanlılar (1256-1353) ve Memlük Devleti uygulamasına benzetilmektedir (Uzunçarşılı, 1988²: 111). Osmanlı kaynaklarında “paşa”, “sâhib”, âsaf”, “vekîl”, “nâzır” ve “lala” kelimeleri vezirle eş anlamlı olarak kullanılmıştır (İnalcık, 2013: 90; krş. Uzunçarşılı, 1988²: 111; Taneri, 1974: 70-71).
Osmanlı vezirliği vezirlerin kökeni, vezâretin mahiyeti ve isimlendirilmesi gibi açılardan farklı dönemlere ayrılmaktadır. Kuruluş döneminden Fatih Sultan Mehmed’e (1444-1446, 1451-1481) kadarki süreçte vezirler genellikle Türk kökenli olup ulema sınıfından seçilmiş, Fatih döneminden itibaren de çoğunlukla devşirme kökenli askerler bu göreve tayin edilmiştir (bk. Taneri, 1974: 34-36; İnalcık, 2013: 90, 91; İpşirli, 2008: 415). I. Murad (1362-1389) dönemine kadar olan süreçte vezirlerin daha ziyade idarî meselelerle ilgilendikleri görülmektedir. Ancak bu dönemde Çandarlı Kara Halil Hayreddin’in Rumeli fütûhatında etkin rol alması idarî ve askerî görevlerin tek elde toplanmasını gerekli kılmış ve bundan sonraki süreçte birinci vezirler askerî işleri de uhdelerine almışlardır. Yine bahsi geçen sultan zamanında vezirlerin sayısı artmaya başlamış, 1385 senesinde tam yetkiyle vezir tayin edilen Kara Halil Hayreddin (İnalcık, 2013: 90) ilk vezîriâzam kabul edilmiştir (Uzunçarşılı, 1988²: 111-112; krş. Taneri, 1974: 40, 43). Osmanlı Devleti’nde vezâret müessesesinin isimlendirilmesi de dönemlere göre farklılık arz etmektedir. İlk dönemlerde bir tane vezir bulunduğundan yalnız “vezir” unvanı kullanılmıştır. Sayı artmaya başlayınca birinci vezire “vezîr-i a‘zam” unvanı verilmiş, on yedinci asırdan itibaren de “sadr-ı a‘zam” unvanı yaygınlık kazanmıştır. II. Mahmud’un (1808-1839) devlet teşkilatında 1838 yılında gerçekleştirdiği değişikliklerin bir neticesi olarak sadrazamlar “başvekîl” şeklinde isimlendirilmeye başlamışlardır. Bununla birlikte sadrazam veya başvekillerin kendilerine ait olan ve isimlerinin yazılı bulunduğu resmî mühürlerinde daima “vezîr-i a‘zam” tabiri yer almış ve bu usul saltanatın kaldırılmasına kadar da böyle devam etmiştir (Uzunçarşılı, 1988²: 111, 177). Nitekim “başvekîl” isimlendirmesinin de II. Mahmud döneminden sonra yerini tekrar “sadrazam”a bıraktığı belirtilmektedir (İpşirli, 2008: 419; Uzunçarşılı, 1988²: 179). Nihayet 4 Kasım 1922 tarihinde son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa’nın istifası ile sadrazamlık müessesesi fiilen kalkmış, bu vazifeyi Ankara hükümetinin başvekili devralmıştır (İpşirli, 2008: 419).
Osmanlılar döneminde vezirlerin sayısı da dönemlere göre farklılıklar arz etmektedir. Kuruluş yıllarında bir vezir bulunurken, I. Murad zamanından itibaren sayı artmaya başlamıştır. Vezîriâzam birinci vezir kabul edilirken diğerleri ikinci, üçüncü vezir şeklinde isimlendirilmişlerdir. Daha sonra vezir sayısının artmasına paralel olarak yeni bir tasnif ortaya çıkmış, kubbe vezirleri “dâhil vezirleri”, eyalet vezirleri de “hâriç vezirleri” şeklinde isimlendirilmişlerdir. Zamanla istisnalar ortaya çıkmışsa da usul, vezîriâzamlığa giden yolun kubbe vezirliğinden geçmesidir. Nazarî olarak kubbe vezirleri de vezîriâzamın hak ve yetkilerine sahiptir. “Kubbenişîn” de denilen kubbe vezirlerinin sayısı genelde üç-dokuz arasında değişirken, bu sayının bazı dönemlerde on, on birlere ulaştığı görülmektedir (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 186-213; Taneri, 1974: 42 vd.; Mumcu, 1986: 44-46; İnalcık, 2013: 92).
Osmanlılar döneminde vezîriâzam/sadrazamların tayini padişah fermanıyla (hatt-ı hümâyun) gerçekleşirdi. Sadrazamların tayin veya azillerinde sembol, “mühr-i hümâyun” denilen altın tuğralı yüzük şeklindeki padişah mührünün verilmesi veya geri alınmasıydı. Bu mühür sadrazam adayına ya Dîvan-ı Hümâyun’a gönderilerek ya da huzura çağrılarak bizzat padişah tarafından verilirdi. Aday payitaht dışındaysa “kapıcılar kethüdâsı” veya “mîrâhur” kalabalık bir alayla giderek mührü ona teslim ederlerdi. Adayın payitahta gelişi de verilen ziyafetlerden, bineklerine ve karşılayacak görevliye kadar belirli usullere göre gerçekleşirdi. XVIII. asırdan itibaren dışarıya mühür gönderme usulü terk edilmiş, mühür adayın dönüşünde huzura kabulüyle bizzat padişah tarafından kendisine tevdi edilmeye başlanmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren yeni sadrazamın huzura kabulünde şeyhulislâmın da bulunması âdet hâline gelmiştir. Sadarazamlığa tayin edilen kişiye mühür verildikten sonra iki adet kürk giydirilir, Paşakapısı’na geldiğinde önde gelen devlet ricali kendisini tebrik ederdi. O da icap edenlere hil‘at verirdi. (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 117-120, 123-127; İpşirli, 2008: 416). Göreve tayin edilen vezîriâzam/sadrazamların kendilerine has alâmetleri bulunurdu. Bunlar lâkab ve unvanlarının yanı sıra mühr-i hümâyun, vezâret hil‘ati, divit, kılıç, üç tuğ, çadır, nevbet vb. şeylerdi (bk. Taneri, 1974: 70-73; İnalcık, 2013: 91).
Vezâret müessesesi Osmanlılar döneminde padişahın mutlak vekilliği olarak görüldüğünden büyük yetkilere ve geniş bir görev sahasına sahiptir. Fatih Kanunnamesi’nde (Kânunnâme-i Âl-i Osman) (1330: 10) yer alan “Bilgil ki vüzerâ ve ümerânın vezîriâzam başıdır, cümlenin ulusudur, cümle ümûrun vekîl-i mutlakıdır ve malımın vekîli defterdârımdır ve ol vezîriâzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezîriâzam cümleden mukaddemdir” ifadeleri birinci vezir olan vezîriâzamın mutlak yetkilerine ve geniş görev sahasına işaret etmektedir. Hatta vezîriâzamlar padişahın payitahttan çeşitli sebeplerle uzaklaşması durumunda “kaymakam” olarak devletin başı olurlardı. Osmanlı vezîriâzamlarının görev ve yetkilerini idarî-diplomatik, malî, hukukî (kazâî) ve askerî olmak üzere dört ana başlık altında toplamak mümkündür. Vezîriâzam/sadrazamların idarî görevlerinin başında şüphesiz divan başkanlığı gelir. Bu da devletin bütün meselelerinin görüşülüp karara bağlandığı, önemli tayinlerin (tevcîhât) yapıldığı organ olan ve kanunlarıyla birlikte tam teşkilatlı bir şekilde Fatih zamanında ortaya çıkmış bulunan Dîvan-ı Hümâyun’a padişah namına riyaset etme vazifesidir. Bundan dolayı sadrazamlar devletin bütün idarî kadroları üzerinde büyük bir otorite sahibi olup, dilediği kimseleri buralara tayin edebilir veya bu mansıplardan azledebilirlerdi. Şüphesiz bunun istisnaları ve dönemlere göre değişen birtakım farklılıkları bulunuyordu. Nitekim sarayın “enderûn” çalışanlarının terfileri ve “şeyhulislâmlık” vazifesinin öneminin artmasından sonra ilmiye sınıfıyla ilgili yapılan tayinlerin üçlü (şeyhulislâm-sadrazam-padişah) onaya tâbi olması böyledir. Padişahların şahsî müdahaleleri ve usul dışı başka icraatları da bu istisnalar arasına katılabilir. Altı bin akçeye kadar tımar tevcihleri de sadrazamların yetkisi dâhilindeydi. Yine bazı vakıfların idaresi de onlara bırakılmıştı. Dâhilî meseleler kadar haricî münasebetler de sadrazamların görev sahasındaydı. Onların özellikle ilk dönemlerde yabancı devlet yetkilileriyle devlet adına görüşmeler yaptıkları, alınan kararlarda mühim rol oynadıkları bilinen bir husustur. Sadrazamların malî görevleri ise daha önce ifade edilen tımar tevcihleri, gelir ve vergilerin düzenli bir şekilde teminine nezâret etme, devlet görevlilerinin maaşlarının dağıtılması, narhlar ve fiyatların teftişi gibi vazifelerdi. Sadrazamların hukukî vazifelerinin başında mezâlim davalarına bakmak gelirdi. Nitekim onlar Dîvan-ı Hümâyun’a iletilen bütün şikâyetleri mahiyetlerine göre taksim ederler, örfî-idarî olanları kendileri karara bağlar, hukukî olanları da kazaskerlere havale ederlerdi. İdarecilerin teftişi, ticaret erbabının denetlenmesi de sadrazamların önemli hukukî vazifeleri arasında zikredilebilir. “Serdâr-ı ekrem” unvanını da taşıyan sadrazamlar sefer ve savaş dönemlerinde askerî konularda tam yetkiye sahiplerdi. Padişahın iştirak etmediği seferlerde başkomutan olarak görev yaparlardı. Bu sırada idarî, hukukî ve malî konularda serbestçe hareket etmeleri için onlara tuğralı boş kâğıtlar verilir, ancak dönüşlerinde padişaha hesap vermek zorunda da kalabilirlerdi (ayrıntılı bilgi için bk. Uzunçarşılı, 1988²: 112-163; Taneri, 1974: 39-63; İpşirli, 2008: 416-417; İnalcık, 2013: 91).
Sadrazamlar bu yetki ve vazifelerinin gereğini çeşitli divanlar aracılığıyla yerine getirirlerdi. Bunların başında Dîvan-ı Hümâyun gelmektedir. Haftada dört gün toplanan bu divan esas itibariyle sultan divanı olduğundan sadrazamların bundan sonra konaklarında ikindi namazını müteakip akdettikleri “İkindi Divanı” kendi divanları olup burada Dîvan-ı Hümâyun’da görüşülmesine gerek olmayan işler ve mezalim meseleleri halledilirdi. Yine Paşakapısı Divanhânesi’nde cuma sabahı Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle müştereken akdettikleri şer‘î-örfî davalarla ilmiyeye ait meselelerin görüşüldüğü “Cuma Divanı” mevcuttu. Asayiş ve güvenliği temin etmek amacıyla çarşamba sabahları bazı kadılarla toplandıkları “Çarşamba Divanı” da bunlara eklenmelidir (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 136-140; İpşirli, 2008: 417: Kazıcı, 2009: 157-158, 174-179). Sadrazamlar bu görevleriyle ilgili iki tür karar yazısı yazarlardı. Padişaha sundukları onay türü yazılarına “telhîs” veya “takrîr”, diğer devlet ricali ve idarecilere gönderdiklerine ise “buyruldu” denirdi. Önde gelen idareciler telhislerini padişaha ancak sadrazam vasıtasıyla iletebilirlerdi. Sadrazamın doğrudan padişaha hitaben telhîs gönderme usulü II. Mahmud döneminden itibaren kaldırılmıştır (Uzunçarşılı, 1988²: 132-136; İpşirli, 2008: 417-418). Bahsi geçen büyük yetki ve çok çeşitli görevleri yürüten sadrazamların prokoldeki önceliklerinin yanı sıra bu hususta sadece kendilerine mahsus birtakım teftişlere çıkmak, divan akdetmek gibi ayrıcalıklarının olduğuna da işaret edilmelidir (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 114-115; Taneri, 1974: 65 vd.).
Vezîriâzam/sadrazamlar sayılan görevleri yerine getirmek için büyük bir yardımcı kadroyla çalışmışlardır. Dîvan-ı Hümâyun azası olup sadrazamlara yardımcı olan “nişancı” gibi önde gelen görevliler, kubbe vezirleri ve kendilerinin sefer sebebiyle payitaht dışına çıktıklarında yerlerine geçen sadaret kaymakamı (kaymakam-ı rikâb-ı hümâyun/kaymakam-ı âsitâne-i saâdet) denilen vezir dışında vezîriâzam ve vezirlerin “kapı halkı” denilen çok kalabalık maiyetleri bulunurdu. Bu maiyet iç ve dış halkı ile kendilerine mahsus askerî kuvvetlerden müteşekkildi. Mesela on yedinci asrın başlarında sadrazam olan Nasuh Paşa’nın bin bir, ikinci vezir Mehmed Paşa’nın dokuz yüz kişilik bir maiyetinden bahsedilir ki bu, vezirlerin ne kadar kalabalık bir maiyete sahip olduğunu ortaya koymaktadır (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 168-173, 180-185; Taneri, 1974: 73-74; İnalcık, 2013: 91, 92). Osmanlı Devleti’nde vezir ve sadrazamların görevleriyle mütenasip büyük gelirleri vardı. Sadarazamların has denilen yıllık hâsılatı çok yüksek iktâ gelirleri bulunurdu. Bunun dışında pîşkeş (özellikle padişaha gelen hediyeler) gelirlerinden kendilerine ayrılanlar, câize (tayinlere karşılık ödenen para) ve hediyeler ile ganimetten aldıkları paylar da onların varidatı arasındaydı. Bunlar çok büyük rakamlara ulaşan gelirlerdi. Bundan dolayı padişahtan sonra ülkenin en zenginleri sadrazamlardan çıkıyordu. Tanzimat döneminde 1843 senesinde bu gelir kalemleri ortadan kaldırılarak sadrazamlara hazineden maaş bağlanması kararlaştırılmıştır. Sadarazamlar ve vezirler emekli olduklarında kendilerine dönemlere göre değişen miktarlarda yüklü maaşlar tahsis ediliyordu (bk. Uzunçarşılı, 1988²: 164-168; Taneri, 1974: 79-83; İpşirli, 2008: 418; İnalcık, 2013: 92). Sadrazamların görev yaptıkları yere Paşakapısı ya da Sadâret Dairesi denirdi. Yaklaşık XIX. asra kadar resmî manada ikametleri ve devlet işlerini yürütmeleri için belli bir yerleri bulunmadığından Topkapı Sarayı’na yakınlığı sebebiyle günümüzdeki Bâbıâli çevresinde çeşitli konak ve binaları bu amaçla kullanıyorlardı. Bu yüzyıldan itibaren Bâbıâli bahçesi ve binaları Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar Sadâret Dairesi olarak hizmet görmüştür (İpşirli, 1991, 379).
Dostları ilə paylaş: |