MGK'nın Kısa Tarihi
1961 yılında MGK oluşturulmadan onun önceli sayılabilecek kimi oluşumlar vardır. Bunlardan ilki 1922'de kurulan Harp Encümenidir. Harp Encümeni Başkomutana bağlı, onun seçtiği kişilerden oluşan ve TBMM'ye talimat gönderme yetkisine sahip bir savaş kabinesi olma ve kendinden sonraki tüm milli güvenlik düzenlemelerine kaynaklık etme özelliği taşıyordu. 1933 tarihinde kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi, Bakanlar Kuruluna Genelkurmay Başkanının da katılmasıyla, Başbakanın başkanlığında toplanan bir çeşit genişletilmiş Bakanlar Kuruludur. Cumhurbaşkanının da dilediğinde başkanlık yapacağı hükümetten ayrı bir kabinedir. 1949' da yürürlüğe giren Yüksek Savunma Kurulu ise "devlet işlerinin en başında gelen milli savunma görevlerini" yerine getirmek amacıyla başbakanın başkanlığında Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Başbakanın teklifiyle Bakanlar Kurulunun seçeceği bakanlardan oluşturulmuştur. Görüldüğü gibi MGK’dan önce de asker ve sivil bürokrasiden oluşan ve politikaya müdahale eden üst yönetim mekanizmaları vardır. MGK ile bu daha derli toplu bir hale getirilmiş, ordunun politikaya etki alanı genişletilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
Milli Güvenlik kavramı etrafında düzenlenen MGK yasada "milli güvenlik siyaseti"nin tayini, tespiti ve uygulamasıyla ilgili gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, "devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını gerekli gördüğü tedbirlere ait tavsiye kararları Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır," biçiminde belirtilen amacı bu programın bir parçasını oluşturmaktadır.
Bir iç Savaş Kurmayı Olarak MGK
MGK savaş rejimi içinde bir iç savaş kurmayıdır. Emperyalizmin ülkeye giriş biçimlerinden biri.olan gizli işgal biçiminin yarattığı sonuç, ev sahibi ülkenin ordusunun bir iç savaş ordusuna dönüşmesidir. Bunun anlamı kendi halkına savaş açmış ve yürüttüğü bu savaşa göre de kendisini donatmış bir devletle karşı karşıya kalındığıdır. MGK de ordunun iktidardaki fiili temsilcisi ve ordunun rejimle kurduğu ilişkide onun meşruiyetini sağlayan kurumlardan birisi olması nedeniyle bir iç savaş kurmayıdır. MGK kendisinden önceki kurumlarda olduğu gibi açık darbe dönemleri dışında kalan dönemlerde merkezi devletin yukarıdan aşağıya biçimlenen güçleri adına siyaseti denetlemenin aracı haline gelmiştir. Savaş rejiminin MGK’ya verdiği bu yeni işlev sürekli darbeyi kurumsallaştırması, olağanüstü halleri olağanlaştırmasıdır.
En küçük muhalefetten gerilla tarzı ayaklanmalara kadar her türlü toplumsal karşı duruşları savaş kapsamına alan, açık, fiili askeri darbeler yerine sürekli bir savaş halini tercih eden, devleti ve toplumu da buna göre yeniden örgütleyen savaş rejimi MGK’yı de yeniden işlevlendirmiştir. Buna göre MGK sürekli darbeyi olağan kılan bir kurum haline dönüşmüştü/. Son yıllarda MGK’nın her toplantısının darbe şiddetinde bir etki yaratması bunun bir sonucudur. Her toplantısı, her kararı bir muhtıra etkisi yaratmıştır. Attığı her adım bir kriz yaratmış, bu kriz içinde rejim yeniden yapılandırılmış ve kurumsallaştırmıştır. Olağanüstü halleri olağanlaştıracak, sürekli darbeyi gerçek kılacak MGK’nın bir iç savaş örgütü olduğuna dair en iyi örnek 1997 yılında yürürlüğe giren Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezidir.
MGK Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan BKYM kriz durumlarında faaliyet gösterecek bir oluşumdur. Krizden kasıt temel olarak devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışlar, anayasa ile kurulan hür demokrasi düzeni veya hak ve hürriyetlerini kaldırmaya yönelik şiddet hareketleridir. Kriz yönetimini gerektiren haller ise iç ve dış güvenlik ana başlıkları altında terör olayları, kanunsuz grev lokavt ve iş bırakma eylemleri, etnik yapı, din ve mezhep farklılığından kaynaklanan olaylardır. Açık biçimde en basit ve en demokratik hak talepleri ve bunlara dair yapılacak meşru eylemler ve muhalefetler kriz kapsamına alınarak halka savaş açılmıştır. Kriz adıyla tabir edilen durumlar önlenemediği takdirde, bu kuruma olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş ilan etme yetkisi tanınmıştır. Dolayısıyla açık askeri darbeler yapılmadan da darbenin koşulları sağlanmış oluyor. Ancak askeri darbe dönemlerinde görülebilecek olağanüstü yönetim usulleri sağlanmış oluyor. Her an anti demokratik yönetim usulleri ile yönetilme beklentisi toplumda yaygınlaştırılıp meşrulaştırılıyor.
MGK Savaş Rejimini Örgütlüyor
Son zamanlarda, egemenler, rejimin yeniden yapılandırılmasında yeni bir iktidar odağı yaratmaya çalışmaktadır. Bu eksen, aynı zamanda, "başkanlık sistemi" tartışmalarıyla gündeme gelen yeniden yapılanma sürecinin de köşe taşı olma özeliğini taşıyor.
28 Şubat'tan bu yana din ve dinsel gericilik üzerinden yapılan tartışmanın iki hedefi vardı. İlki bu tartışma sayesinde devletin yeniden yapılandırılmasını sağlamak, ikincisi ise, yeni iktidar biçiminde ordu-parlamento-siya-sal partiler ilişkisinin nasıl düzenleneceği idi.
Laiklik üzerinden yoğun olarak yürütülen siyasal süreç, yaratılan laik anti laik kamplaşması ile parlamentoda ve onun dışında kalan tüm toplumsal kesimlerde belli bir noktaya gelmiş bulunuyor. Ordu ve MGK, Refah Partisi'nden beklemediği kadar ılımlı tepkilerle karşılaştı. Bunun karşısında planlarının işlemesi için gerekli olan gerilimi acilen yarattı ve ardından Sincan olayları gelişti. Şevki Yılmaz'ın , Abdullah Gül'ün, Şükrü Karatepe'nin "infial" yaratan video kasetleri yayınlandı. Gelinen nokta, İslami kesimin temsilcisi sayılan Refah Partisi'nin kapatılmasıyla İslamcı kesimin geriletilmesi, İmam Hatip Liselerinin kapatılması ile kısmen denetim dışı kalan unsurların dizginlenmesi, MÜSİAD'a yönelik baskıcı tutumlarla islami sermayenin denetim altına alınması, dolayısıyla "şeriat tehlikesinin" savuşturulmasıydı. Yani laiklik üzerinden işletilmeye çalışılan süreç belli bir olgunluğa ve doygunluğa erişti. Fakat ordu ile parlamento ve siyasi partiler arasındaki gerilim hala yürürlükte.
Milli Güvenlikten Milli Mutabakata: Faşizmin Yeni Kitle Temeli
Yeni dönemin 28 Şubat sürecinden devraldığı ve yeni dönemde daha sistemli ve da ha programatik tarzda işletmeyi örfüne koyduğu önemli bir şey ise beşli inisiyatiftir. Yani laik anti laik kamplaşmasının yaratılmasında ve ("milli mutabakatın" sağlanmasında çok önemli bir işleve sahip olan DİSK, TÜRK-İŞ, TOBB, TİSK ve TESK inisiyatifidir. 3563 sayılı Harp Akademileri Kanununun üçüncü maddesiyle Harp Akademileri Komutanlığına bağlı olarak kurulan Milli Güvenlik Akademisi, silahlı kuvvetlerde, kamu kurum ve kuruluşlarında, özel kesimde görevli ve görev almaya aday yöneticilere milli güvenlik konuların da bilgi ve yetenek kazandırmak niyetiyle oluşturulmuştur.Yani vali, kaymakam gibi devlet görevlilerinden, basına kadar isteyen her kes bilgilendirilip, yönlendirilebilir.' Bu yönüyle MGA, MGK'nın belirlediği siyasetlerin, aldığı kararların toplumsallaşmasına dönük bir
girişimdir. Aslında tam da kontrgerilla tarzına denk düşen MGA'nın yapmayı planladığı
şey bugün farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. .
Ülkede bugün bir temsil krizi yaşanıyor. Ortalama yılda bir hükümet devriliyor yerine başka hükümet kuruluyor. Çoğu zaman bu hükümetler tek bir siyasi partinin iktidarında bile olamayıp, koalisyon biçimlerinde ortaya çıkıyor. Bu kriz, iktidarın yürütülememesine kaynaklık ediyor. Dolayısıyla savaş rejiminin bugün için önünde duran en temel problem, "parlamenter demokratik" sistemi kendi iktidar biçimine uygun bir hale getirebilmektir.
SAVAŞ REJİMİ VE İSLAM
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan beri islamla bazen küs bazen barışık olmuştur. Devlet kah istiklal mahkemelerinde yargılamış islamcıları, kah Kanlı Pazarları ortak örgütlemiştir. Devlet laiklik adı altında başından beri resmi bir devlet dini yaratmaya çalışmıştır. Diyanetiyle ekonomik ilişki ağıyla, ders müfredatıyla, "Türk milletinin karakterine en uygun din olan islam" komünizmin panzehiri olarak kullanılmıştır.
Kapalı cemaat ilişkileri örerek gelişen islami tarikatlar, 80 sonrasında hem darbecilerin hem de Özal'ın sunduğu olanaklarla Cumhuriyet sonrasındaki en gelişkin seviyelerine ulaştılar. Bu gelişkinlik ilk dönemlerde siyasal temsiliyette Özal'da bütünleştiğinden sistem açısından tehlike değil, besleyici bir güç konumundaydı. Özal ardından gelişen süreçte, ekonomik gücü gün geçtikçe artan islamcılar, siyasal temsilci olarak mücahit Erbakan'a yöneldiler. Bu yönelim RP'nin geleneksel mutaassıp tabanının dışına çıkmasını zorlamış ve kısa bir sürede RP'yi ülkenin birinci partisi haline getirmiştir. Bu yükselişin temelinde, sermayenin halka saldırı siyasetini diğer sistem partileriyle aynı oranda onaylamasına rağmen, diğer sistem partilerinin kokuşmuşluğunun had safhaya ulaşması ve halkın sorunlarını dile getiren başka bir parti olmaması yatmaktadır. Bu yükseliş kriz içerisinde boğulan ülkenin siyasal temsil krizini derinleştirmiştir. Ülkedeki rant sömürüsüne ortak istemeyen tekelci sermaye ve Kemalist ordu, 28 Şubat sonrasında toplumu "anti şeriatçı histeri" etrafında örgütlemiştir. Yaratılan laik-şeriatçı kamplaşması içerisinde, devlet kriz içinde yeniden yapılanma politikalarını hayata geçirme olanağı bulmuştur.
İslamcılar ise başlayan yoğun bombardıman altında, sistemin sınırlarına çıkan kısımların devlet tarafından törpülenmesine ellerinden gelen yardımı yapmaktadırlar. Böylece devletin çelik çekirdeğine "bizi yanlış anladın" mesajları göndermektedirler.
Devlet yeniden yapılanma siyaseti içerisinde İslama devletçi bir düzenleme yapmaktadır-ve "laik bir islam" yaratmanın adımlarını atmaktadır. %99'u müslüman olan bir ülkede ordunun hedefi, kendi adına fetva verecek din adamları tarafından yönetilen sünni ve devletçi bir islam oluşturmaktır.
DÜŞÜK YOĞUNLUKLU ÇATIŞMA SÜRÜYOR
SAVAŞTA YENİ ADAMLAR
Kemalist devletin 75 yıldır değişmeyen geleneklerinin başında, sorunlara gerçek çözümler bulma yerine baskı, asimilasyon, terör, demagoji vb. yöntemlerle sorunu erteleme/ yok sayma gelmektedir. Komünistler, Kürtler, şeriatçılar her daim Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne sorun olmuşlar veya devlet kendi devamlılığı için bu güçleri düşman ilan etmiştir. Devlet hem sorunun çıban başlarını yok etmeye çalışırken hem de oluşan sistem karşıtı tepkiyi sistem içine çekecek örgütlenmelere gitmiştir. Memlekete komünist parti, Kürt partisi veya islamcı bir parti "gerekiyorsa" onu da Kemalist cumhuriyetin sadık kulları kuracaktır elbette.
Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti Devletine her dönem "sorun" olmuşlardır. Oluşan Cumhuriyet te kendi kimlikleriyle temsil yetkilerinin ellerinden alınması, ekonomik kalkınma politikalarından uzak tutulması, coğrafi ve politik gerekçelerle Kürt illerinin geri bıraktırılması, devletin mevcut kapitalizm öncesi ilişkileri pekiştiren yaklaşımları vb. birçok gerekçe ile bölgede birçok isyan yaşanmıştır.
TC. Kürtler'i oluşturduğu devlet kalıpları i-çerisine sığdırmayı başaramamış, ağa-aşiret ilişkileri ve jandarma ile iktidarını bölgede oturtmaya çalışmıştır.
Türkiye çarpık kapitalistleşmiş yeni sömürge bir ülke olarak, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin siyasal iktidarının devamı ve güçlenmesi için halka saldırı politikalarını her düzeyden hayata geçirmiştir. Devlet bu dönemde, Kürt illerinde kapitalizm öncesi unsurların devamını sağlayan bir güç olarak da bulunmuştur. Bu unsurlar ise devlet iktidarında bölgenin doğal temsilcileri olarak yer almışlardır.
80 sonrasında tekelci sermayenin ülke siyasetini belirlemede tam egemenliğini ilan etmesi, sanayi ve köylülük arasındaki ilişkinin köylülük aleyhine uçurumlar yaratarak gelişmesini sağlamıştır. Böylece Kürt illerindeki kapitalizm öncesi unsurların, devlet içerisindeki etkinliği yok olmaya başlamış, gayri resmi düzeyden de olsa bölgenin siyasal iktidar içindeki temsili minumum düzeye inmiştir.
Aynı dönemde Kürt illerinde silahlı kurtuluş mücadelesi yükselmeye başlamıştır. Bu yükselişin temelinde, 80 sonrası yeni sağ politikalarla köylü emeği ve ürünü üzerindeki sömürünün katmerleştirmesi yer almıştır. Zaten ağa ve jandarma zulmü ile ezilmiş Kürt köylüleri için yeni dönemin katlanılacak yanı kalmamıştır. Bu tepki kısa sürede Kürt ulusu içindeki ulusal bilincin artmasını ve Kürt ulusal mücadelesinin tarihindeki en üst noktasına gelmesini sağlamıştır. Devletin resmi ağızlarından açıklanan "hava karardıktan sonra bölgede devletin etkisinin yok olması" mücadelenin Kürtler açısından en ileri noktasını oluşturmuştur. Kurtarılmış bölgelerde ayrı bir hayatın örgütlenmesi bu dönemde yaşanmıştır.
Devlet cephesinde ise yoğun tartışmalar yaşanmaktaydı. Bu dönemde bir yandan Özal özel danışmanları ile "siyasi çözümü" yoklarken diğer yandan dönemin başbakanı Demirel "Kürt realitesini" tanıdıklarını açıklıyordu. Kürt illerindeki savaşın yürütücüsü generaller ise "dört ay eğitim almış askerin" gerilla karşısında başarısız olmasının tesadüf olmadığını açıklayarak "özel kuvvetlerin" kurulması gerekliliğine vurgu yapıyorlardı. Bu dönemde süren ve halka zulüm açısından değişmeyen kontrgerilla yöntemlerine dair tartışma, Ersever ve Eşref Bitlis'in öldürülmesi ile yeni bir evresine girmişti. Özal'ın ölümü sonrasında ise savaşan generaller Kürt sorununda tek merci haline gelmiştir. Savaşan generaller adına bu savaşa adını veren ise Doğan Güreş olmuştur: Düşük Yoğunluklu Çatışma.
ClA'in, silahlı halk muhalefeti karşısındaki çatışma konseptlerinden birisi olan "düşük yoğunluklu savaş" veya "bataklığın kurutulması" yöntemi ile kirli savaşın dozajı tüm bölgeye yayılırken, özel tim, JİTEM vb. kontrgerilla örgütlenmeleri savaşın birincil gücü haline getirilmişlerdir. Yayla yasakları, gıda ambargoları, zorla göç ettirmeler, ekili alanların yakılması, köylülere dışkı yedirme, katletme ve her türlü insanlık dışı uygulamalar, düşük yoğunluklu savaş konsepti içerisinde uygulanmıştır. Düşük yoğunluklu çatışmanın metropollere yansıması bir yönüyle dönemin başbakanı Çiller'in Kürt işadamlarının listesini yayınlaması sonrasında girişilen katliamlarla yaşanırken diğer yandan yargısız infazlar ve toplumsal muhalefet üzerinde artırılan baskı ile hayata geçmiştir.
Devlet, halka savaş siyaseti çerçevesinde ve savaşan generallerin direktifleri ile yeniden örgütlenmiş, OHAL'in sınırları tüm ülkeyi kapsar hale gelmiştir. 93 sonrası yaşanan dizginsiz savaş siyaseti, bir yanıyla ülke ekonomisini çökertirken diğer yanıyla da egemenlerin krizini derinleştirmiştir. Garnizon yazarlarından M. Ali Kışlalı, askerlerin düşük yoğunluklu çatışmada başarılı olup PKK'yi bitirdiğine işaret ederek, artık "özel kuvvetlerle planlanmış hedeflere" saldırılması dönemine girildiğini söylemektedir.' "Başarı" köylerin yok edilmesi, zorla göç ettirme politikaları ile bölgenin insansızlaştırılması ise bu konudaki askerlerin "başarısı" ortada. Ancak bundan çıkacak sonuç, PKK'nin bitirildiği değil sorunun pratik çatışma düzlemlerinin (son Newroz görüntülerinde olduğu gibi) başka mecralara kaydığıdır.
susurluk sonrasında yapılan eylemlere ilk döneminde ordu lojmanlarından yanıt gelmesi, birçok kesimde ordu tavrı konusunda birçok hararetli tartışmanın yaşanmasına neden olmuştu. Ordunun bu tavrının bir demokratikleşme adımı olmadığını kısa sürede görüldü.
Askerler, her yıl olduğundan farklı olarak . Semdin Sakık operasyonu ile başlayan süreç sonrasında daha özelleşmiş bir psikolojik savaş yürütmektedirler. Sakık operasyonu, askerlerin yürütülen savaşta psikolojik üstünlük elde etmesinin ötesinde, savaşan generallerin Kürt sorunundaki yaklaşımını da açığa vurmaktadır. Bu yaklaşım, Akın Birdal'a sıkılan kurşunla barış talebini yok etmeyi hedeflemenin ötesinde, Cengiz Candar ve M. Ali Bi-rand'ı dahi cezalandıran bir mahiyettedir. Askerler bir yandan Kürt illerine ekonomik yatırımlardan bahsederken, diğer yandan bu adımlarının "yanlış" algılanmaması yani birilerinin askerlerin "siyasi çözüme" yaklaştığını düşünmemesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devletin Kürt sorunu konusundaki çözüm ufkunun değiştiğini söylemek ve demokratik açılımlar beklemek büyük bir yanılsamadan ibarettir. Son gelişmelerin gösterdiği yaklaşımlar tam da devletin "memlekette bir Kürt sorunu varsa onu da sadece ben çözerim" mantığını yansıtır niteliğindedir. Bu noktada Kürt sorununda; çatışma düzleminin farklı mecralara kaydığı, bu nedenle çatışmanın dozajı ve yöntemlerinin savaşan iki güç açısından da bir değişime/kırılmaya uğrayacağı bir döneme girildiğini söylemek daha doğru olacaktır.
SERMAYENİN HALKA TOPYEKÜN SAVAŞINDA: SATILIK
SERMAYENİN HALKA TOPYEKÜN SAVAŞINDA: SATILIK
Özelleştirme, kavram olarak, kamu mülkiyetindeki üretim araçlarının özel kesime devri anlamına gelmektedir. Yaygın olarak görülen mülkiyet devri uygulaması yanında, işletme hakkının devri, yönetim yetkisinin devri de özelleştirme kapsamı içinde yer almaktadır. Piyasa için mal üreten kamu iktisadi teşekküllerinin özel kesime devri; üretim araçlarının, mülkiyeti kamu kesiminde kalarak, uzun dönem kira sözleşmeleri ile özel şirketlere devredilmesi ve çöp toplama, yolcu taşıma, elektrik dağıtımı gibi hizmetlerin özel şirketlere devri bu kategorideki özelleştirmenin örneğini oluşturmaktadır. Diğer bir özelleştirme alanı ise, bedel karşılığı sunulabilecek bazı kamu hizmetleridir. Bu kategorideki özelleştirme ile, hizmetin üretimi özel kesime geçmese de, bu hizmetler topluma para karşılığında sunulur. Eğitim ve sağlık alanındaki uygulamalar bu tip özelleştirmeye iyi bir örnek oluşturur.
Özelleştirmenin dünya gündemine girmesi, 1970'lerde İngiltere'de başlayan ve 1980'li yıllarda Arjantin, Şili ve Meksika gibi azgelişmiş ülkelerde yoğun olarak görülen özelleştirme uygulamalarıyla oldu. Özelleştirme politikalarının hayata geçirilmesinin gerekçesi ise, 1970'lerdeki petrol kriziyle iyice belirginleşen, kapitalist sistemin kriziydi. Sermayenin. 2. Dünya Savaşı sonrasında devletçi politikalar sayesinde ulaştığı tekelleşme düzeyi; dünyayı 1970'lerin başından itibaren derin bir ekonomik bunalıma sürükledi. Gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere çok sayıdaki ülkede büyüme hızlarındaki düşme, enflasyon ve işsizlik gibi sorunların birlikte yaşanması sonucu ortaya çıkan kriz yeni önlemlerin alınmasını zorunlu kıldı. Keynesçi politikaların belirlediği sermayenin uluslararası birikim süreci tıkandığından; sermaye yeni çözümü 1980'lere damgasını vuran özelleştirme politikalarını da içeren neo-liberal politikalarda aramaktadır.
Bu neo-liberal politikalar, az gelişmiş ülkelerin, (1970'lere kadar devletleştirme uygulamalarıyla oluşturulan kamu iktisadi teşekkülleri sisteminden ve ithal ikameci politikalar doğrultusunda gerçekleştirilen yabancı yatırımlardan oluşan) kapitalistleştirilmesi programında da topyekün bir değişime neden olmuştur. Sermayenin yapısal krizinin bir parçası olan bütçe açıkları, astronomik rakamlara ulaşan enflasyon oranları, ödenemeyecek boyutlardaki dış borçlarla yüz yüze kalan azgelişmiş ülkelere Dünya Bankası ve IMF reçeteleriyle KİT'lerini yabancı sermayeye açmaları dayatıldı. Özelleştirmenin önünün açılmasını sağlayacak son gelişme ise, ilk olarak 1995'te O-ECD ülkelerinde tartışılmaya başlanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması'dır (MAI). Sermayenin "küresel" anayasası olarak adlandırılan MAl'ya göre, devlet hiçbir yatırımda çoğunluk hissesine sahip olamayacak ve anlaşmayla ilgili hükümlerin uygulanmasında doğacak uyuşmazlıklardan ulusal yargı değil, uluslararası tahkim kurulu ve şirketler yetkili olacaktır.
Türkiye de 24 Ocak kararlarıyla başlayan ve 1984 de Özal iktidarı ile ilk meyvelerini veren bir toplumsal-ekonomik değişimle merkezinde özelleştirmenin bulunduğu bu yeni sermaye saldırısından nasibini almaktadır.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de özelleştirme lehinde ileri sürülen gerekçelerle bu saldırı programına meşruluk kazandırılmak istendi. İlk olarak kamu bütçesinin yükünün hafifletilmesi gerekçe gösterilerek zarar eden KİT'lerin elden çıkarılması programa alındı. KİT'lerin zarar etme gerekçesi ise, 1980'den beri KİT'lere yatırım yaptırılmaması, bütün iktidarların bu kurumları arpalık olarak kullanıp KIT kadrolarını şişirmesi ve yüksek faizli kredi kullandırılarak KİT'lerin büyük miktarlarda borçlandırılmasıdır. Tüm kasıtlı uygulamalara rağmen kar etmekte olan Çitosan, SEK, PTT'nin T'si ve Çay-Kur gibi işletmelerin özelleştirilmesi, devlet tarafından ileri sürülen gerekçenin gerçeğe ne kadar uzak olduğunun göstergesidir. Egemenlerin özelleştirmeyi savunmak için ileri sürdükleri diğer bir gerekçe ise. özelleştirme ile mülkiyetin tabana yayılacağı ve toplumdaki gelir dağılımında adalet sağlanacağıydı. Ancak, Teletaş'ın Fransız kökenli bir çok uluslu şirket olan Alcatel'e, Netaş'ın kamu hisselerinin Northern Telecom'a, Et ve Balık ve Kardemir Karabük işletmelerinin yerli tekelci sermaye gruplarına (Koç,Sabancı vb.) satılması gibi uygulamalarında da görülen, hisselerin blok satışı gibi yöntemlerle, kar eden bu kuruluşlar ulusal ve uluslararası sermayeye peşkeş çekilmiştir. Bugün ise, İş Bankası'nın ve elektrik santrallerinin özelleştirilmesi uygulamalarında görüldüğü üzere, bu soygun programı, özelleştirmenin "faydalı" olduğu propagandasına bile gerek duyulmadan, büyük bir fütursuzlukla hayata geçirilmektedir.Toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliğini körükleyen bu özelleştirme uygulamalarının yanı sıra, toplumsal düzenin çöküşünü hazırlayan diğer bir gelişme ise "devletin küçülmesi" olarak ifade edilen politikalarla "sosyal devlet" olgusunun ortadan kaldırılması ekseninde gelişen ve özellikle eğitim, sağlık gibi temel hizmet sektörlerindeki özelleştirme çabalarıdır. SSK gibi kurumların işlemesinin devlet eliyle engellenerek sosyal güvenlik alanının da özel sektöre devredilmesi, sermayenin özelleştirme saldırısı programının diğer bir parçasıdır. Özelleştirmeyle devlet, yüksek kar ve yayılma olanağı veren sektörlerden elini çekmekte, ama bu sektörleri devralan sermaye gruplarını desteklemeye yönelik harcamaları artırmaktadır. Çimento fabrikalarının satışından 775 milyar lira gelir sağlayan devlet, sadece satıştan sonraki bir yıl içinde satın alan gruplara 1.5 trilyon lira teşvik sağlamıştır. Yeni vergi yasaları ile sermaye üzerindeki vergi yükünün çok düşük düzeylere çekilmesiyle, sermaye gruplarına verilen bu teşviklerin en önemli kaynağını emekçilerden alınan vergiler oluşturmaktadır.
Mal ve hizmet üretimi alanlarının özel sermayeye devredilmesinin politik sonuçlarından biri ise, devletin sermayenin mutlak çıkarlarına uygun bir tarzda işletilen çıplak bir zor aygıtına dönüştürülmesidir. Devlet, başta emek kesimi olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin sermayenin dayattığı sömürü sisteminin gerekleri uyarınca disipline edilmesinde öncü bir rol üstlenmektedir. Yeni Dünya Düzeni'nin "iç güvenlik doktrini" esasına dayanarak geliştirilen yeni ceza yasalarıyla, özelleştirme merkezli yeni sermaye saldırısının karşısında olan bütün emek hareketleri ve toplumsal hareketleri "terörist" kapsamına alınarak, bu hareketlerin sindirilmesi hedeflenmektedir.
Özelleştirme, sınırlar mücadelesinin tarihsel bir döneminde sermayenin uygulamaya koyduğu ekonomik, politik, ve ideolojik nitelikli bir terör programıdır ve ekonomik-politik egemenlik ilişkilerinin ayrılığını göz ardı eden bir devlet terörü biçiminde gerçekleştirilmektedir. Başta özelleştirme olmak üzere, bu topyekün saldırı programının tüm unsurlarına karşı yürütülecek toplumsal bir mücadele, ekonomik ve politik mücadelenin bütünselliği üzerinden yükselen; kapitalizme, yani ücretli emek ve sermaye egemenliği sistemine karşı toplumsal kurtuluşu hedefleyen bir mücadele olmak zorundadır.
Sermayenin mutlak egemenliğini tesis etmek için yürütülen özelleştirme merkezli saldırı programıyla oluşturulan yeni sömürü ilişkileri, bütün toplum kesimlerinin sorunlarını daha fazla ortaklaştırmaktadır. Sermaye, bütün emek kesimlerini ve toplumsal kesimleri ortak bir saldırıya maruz bırakırken, ortak bir mücadelenin geliştirilememesi, herhangi bir toplumsal kesimin kendi öznel sorunlarının da çözülememesi anlamına gelecektir. Bu nedenle, işçiler kamu çalışanları, kadınlar, öğrenciler, kent/kır yoksulları gibi tüm toplumsal muhalefet güçlerinin muhalefet programlarını ve eylemlerini bütünleştirebilecek bir mücadele ve örgütlenme tarzının yaratılması gereklidir.
Dostları ilə paylaş: |