Özgürlük ve Sosyalizm Mücadelesinde
DEVRİMCİ GENÇLİK
Sayı: 8
• Baş Yazı - GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİ İÇİN İLERİ !
• Manşet - YÖK’E SAVAŞA VE SÖMÜRGE ÜNİVERSİTESİNE KARŞI MÜCADELEYE!
• “DEMOKRATİKLEŞEN” YÖK VE YENİ YASA TASARISI
• PİYASANIN EGEMENLİĞİ ALTINDA SÖMÜRGE TİPİ ÜNİVERSİTELER
• Orta Sayfa - SÖMÜRGE ÜNİVERSİTESİ VE POLİTİK BİR ÜNİVERSİTE HAREKETİNE DOĞRU
• ÖNCE SİZ ATEŞ EDİN MÖSYÖ BURJUVAZİ
• ÜNİVERSİTE SANAYİ İŞBİRLİĞİ MASALININ ARKASINDAKİ SUÇ ÇETESİ : DEVYET- SERMAYE - ÜNİVERSİTE YÖNETİMİ
• SAVAŞ BAŞLADI İLK BOMBA EZİLEN HALKLARA
• ÜLKEDEN KAÇIŞ EYLEMİ : BEYİN GÖÇÜ
• HER YERDE DİRENİŞ : SERMAYEYE RAHAT YOK !.
• GENÇLİK HAYKIRIYOR : SAVAŞA HAYIR!
• Arka Kapak - ÜNİVERSİTELİLERİN KAHRAMANLARA İHTİYACI YOK
• HABERLER...
GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİ İÇİN İLERİ !
Savaşın ve sömürgeciliğin tarihi halkların köleleştirilmesinin tarihidir. Yine savaşın ve sömürgeciliğin kol gezdiği bir ortamda üniversiteler bir öğretim dönemine daha resmi törenlerle açıldı. Ve yine üniversitelilerin alınmadığı törenlerde, "Türk Üniversitesi"inin bir yıllık "programı", üniversiteden beklentiler, "istek ve temenniler" dile getirildi. İdarecilerin ağlama nöbetleri sonucunda, bu umutsuz törenler "toplu moral bozma ayinleri"ne dönüştü.
Egemenlerin "bu yıllık" eğitim ve bilim politikalarının köşe taşları belirginleşti. Emperyalizmin hizmetinde bir sömürge üniversitesi sayesinde "Türkiye'nin ve Türk halkının elde edeceği kazançlar" ve hatta bunun için üniversitenin savaşta emperyalistlerin yanında yer alması gerektiği yönünde bir tavır belirlendi. Elbette bu "kutsal savaş"ın zorlukları olacaktı ve gerekirse, "aç-susuz, çetin kış koşullarına karşı soğukta ve hatta fakülteleri kapatarak" bu zorlu seferberliği yürütecekleri yönünde iman tazelediler.
Görünüşe bakılırsa, her şey düşünülmüştü. Onları bu "kutsal dava"larında yoldan çıkarmak isteyen "öğrenci kılığına bürünmüş bir avuç terör çetesi"ne kaşı, MGK, polis, jandarma, YÖK, idare ve onların "öğretmen kılığına bürünmüş" tetikçilerinin işbirliğiyle ve hele hele "aileleri" (!) de yanlarına alarak mücadele kararlılığı göstereceklerine ant içtiler.
Evet, işte, "daha fazla kar" için, halka, bilime ve üniversiteye ihaneti yücelten egemen politika bu temellere dayanmaktadır: Küresel diktatörlüğünü ilan eden mali sermaye ve onun uluslararası tahakküm kurumlarıyla daha sıkı işbirliğine gidilmesi; üniversitenin sömürgeleştirilmesininde derinleştirici adımların atılması; bunun bedelinin halka, öğretim elemanlarına, üniversite çalışanlarına ve öğrencilere ödettirilmesi; bunun sonucunda kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak muhalefetin faşist terörle bastırılması.
Bunu Asla Başaramayacaklar!
Devrimci rüzgarların esmediği dönemlerde, üniversitelerin, toplumsal düzeni ve egemen politikaları, bütün haksızlık ve adaletsizlikleriyle birlikte savunmuş olmaları ve meşru kılmaları onlara cesaret veriyor olabilir. Yaşam koşullarının ağırlaşması, geleceksizleştirme politikaları gibi nedenlerden "üniversiteden kaçış" eğilimleri artmış olabilir. Öğretimin kısırlaşması ve üretimin donma noktasına gelmesiyle derinleşen üniversite krizi üniversitenin sahiplenilmesini engelliyor olabilir.
Bütün bunlar, üniversitenin bütün hücrelerine kadar uzanan sermayenin yayılmacı hırsından doğan yıkımlar ve bu yıkıma karşı tepkinin somut bir biçimleridir. Asıl ciddiye alınması gereken bu kendiliğinden tepkilerin nasıl bir toplumsal hareketlenme oluşturabileceği ve bunlara nasıl yaklaşılması gerektiğidir. Elbete uzun yıllardır istila edilmiş olmanın getirdiği uyuşuklukla üniversite kendini yönetme yeteneğini geçici olarak kaybetti. Buna karşın, Amerika ve Avrupa toplumları açısından bile hala uygulanması ciddi pürüzler taşıyan, bizim toplumsal niteliğimize son derece uzak Amerikan model üniversitenin "bir YÖK projesi" olarak uygulanması kesinlikle mümkün değildir. Daha şimdiden ortaya belli belirsiz çıkan negatif tepkiler, hoşnutsuzluk gösterileri ve sızlanmalar bile bu politikaların uygulanmasını ciddi ölçüde zorlaştırmaktadır.
Köklü bir düşünce/bilim özgürlüğü geleneğinin olmamasından kaynaklı halkımıza bu kadar yabancı uygulamalar şimdilik sadece sektörel çıkarlar çerçevesinde eleştirilmektedir. Bu yüzden üniversite özerkliği hep mesleki çıkarların sınırları çerçevesinde düşünülmüş ve araştırma özgürlüğünün zırhı olarak algılanmamıştır. Üniversite özerkliği üniversitelilerin ve üniversiteli üretimin özgürlüğüdür. Ve bu özgürlük üniversitenin somut devrimci eylemine yol göstermeye devam etmektedir.
Halkın katılımına açık olmayan, toplumun yaratıcı potansiyelini kapsayamayan, üniversitenin, bilimin ve gençliğin devrimci potansiyelini içermeyen programların yaşama geçme şansı yoktur. Bunu çok iyi bildiklerinden, ülkeye ve üniversiteye dayatılan bu sömürgeci politikaları tam teşekküllü faşist politikalarla destekleyerek uygulamaya çalışıyorlar. Devletin bütün faşist olanakları, savaş hali fırsatlarından da yararlanılarak bir terör sistemi olarak gençliğe ve üniversiteye savaş ilan etmiş bulunmaktadır. Emperyalist saldırganlığının bilimsel destekli füzeleri, Afgan halkına fırlatılmadan çok önce yine o füzelerin tasarlandığını bizim kampuslarımız bombardıman edildi bile. Savaş çığırtkanlığını yapan bu "ölüm bilimciler" gençlik hareketini bir avuç komplocu teröristin işi olarak göstermeye çalışıyorlar. Dünyanın hiçbir halkına meşru gösteremedikleri savaş politikaları ve üniversitenin sömürgeleştirilmesi politikaları başarısızlığa uğradıkça da, onlar, daha fazla saldırganlaşmaktadırlar. Öğrencilerini polis işkencesine, hücre tipi hapishanelere gönderen bu engizitör "hocalar" hazırlansınlar, polise bundan sonra daha çok ihtiyaç duyacaklar!
Öğrenci gençliğin savaş karşıtı hareketlerini unutmayın! Her kirli savaş pratiğinden öğrenci gençlik mutlaka özgün devrimci bir hareket çıkarmayı başarmıştır. Bu son kirli savaş da bu yönde ciddi olanaklar sunmaktadır. Her şeyden önce, 11 Eylülde Amerikanın vurulması, öğrenci hareketinin çok iyi bildiği gibi, "bir imkansıza saldırıydı." Eylemin niteliği bir yana (Burada eylemin genel niteliğini savunmuyor, yol açtığı sonuçları değerlendiriyoruz), eylem, ezilen halkların kendine güvensizliğini, düşmanın yenilmezliği ve yenilgi psikolojisini vurmuştur. Daha da önemlisi, eylem, üniversiteli gençliğin hayalgücünü tetiklemiştir. Arkasından koparılan yaygara, kitle terörü yaratarak kaybettikleri moral üstünlüğün ezilenlerin eline geçmesini engellemek için koparılan yalancı fırtınadan başka bir şey değildir.
Onların bu gördükleri, bir avuç komplocunun işi değil, gençliğin politik kitle hareketinin terör koşullarında var olmayı başarabilmiş öncü bilenmiş adımlarıdır. Devrimci gençlik, halkının özgür varoluşuna açılmış bir savaş olan terörü ve teröristi çok iyi tanımaktadır. Öğrenci gençliğin demokratik, özgürlükçü değerlerini temsil ediyor olmanın sağladığı meşruiyetle, kendini savunma hakkını kullanacak ve gençliğin etkin direnme çizgisini yaratacaktır. Sürekli terör ve baskı koşullarında yaratılan gençliğin bir toplumsal devrim halini alan isyanı, üniversiteden bağlayarak bütün halkı saracaktır.
Öğrencilerin Devrimci Potansiyelini Küçümsemeyin !
Öğrenci isyanları evrenseldir. şimdiki hareketin toplumsal/tarihsel açıdan bir ortak paydasını bulmak anlamsız görünebilir. Ama üniversitelerden yükselen isyancı ruhun her yerde, her kuşakta bir ortak özelliği var: ödün vermez bir cesaret, şaşırtıcı bir eylem istenci ve değişimin olanaklarına dair gene aynı ölçüde şaşırtıcı bir kendine güven. İşte bu yetenekler, somut tarihsel koşullarda sürükleyici bir isyan dinamizmiyle birleşmektedir. Her ne kadar bunu engellemek için, tıpkı bugünlerde olduğu gibi, sürekli bir yenilgi psikoloji yaratsalar da, gençliğin dinamizmi stratejik olarak engellenemez. Hücre tipi hapishaneler karşıtı muhalefetin yenilgisinin sonucunda açığa çıkan yıpranma ve kendine güvensizlik, savaş terörüyle birleşince, "düşmanı yücelten" katmerli bir yenilgi psikolojisi ortalığı kaplamış görünüyor. Bu terörist hırçınlık, onların zayıfladığının kanıtıdır. Attıkları bombaların ve kurdukları hücrelerin oyuklarında kazdıkları kendi mezarları olacaktır. Halkların, devrimci tutsakların "yenilgisi", asla egemenlerin zaferi olarak algılanmamalıdır. Onların üç kuruşa küresel pazarlarda sattıkları onurları, Afgan dağlarında, hapishane hücrelerinde ve özgür kampuslarda insanlık onuru tarafından çoktan teslim alındı bile.
Üniversiteler Emperyalistlerin Sadık Ajanları ve Halkların Barışının Katilleri Olmayacak!
Devrimci gençliğin özgücüne ve yaratıcılığına güveniyoruz. Saldırı ne kadar sistematik olursa olsun, mutlaka, sermayenin "sınırsız" akışı, isyanın sınırsız hareketine dönüşmektedir. Sermayenin, devletin ve YÖK'ün işgaline karşı en gerisinden en devletçisine, özelleştirme karşıtından sektörel çıkarlara kadar üniversiteden yükselen direnişin gençliğin devrimci eylem çizgisiyle buluşma temelleri her geçen gün büyümektedir. Üniversitenin toplumsal yaşamı tamamıyla ve doğrudan sınıf mücadelesinin konusu olmaktadır. Bu da gençliğin politikleşme olanaklarının ve öğretim elemanı, çalışan ve öğrenci olmak üzere bütün üniversitelilerin birleşik eylem olanaklarının daha fazla genişlemesi anlamına gelmektedir. Yemek ya da yurt boykotu gibi geleneksel anlamda "politik olmayan" eylemlerin, öğrenci kitlesini devrimci öncülerin arkasında toplama bunun göstergelerindendir. Üniversiteden yükselen bu direnme eğilimleri, kendiliğinden de olsalar, yeni bir öğrenci hareketinin somut tarihsel bir biçiminden başka bir şey değildir.
Bazı ilkel tepkilere bakarak, öğrenci hareketi, "tıpkı dünyanın öteki uygarlaşmanın kabileleri gibi bilim ve teknoloji karşıtı" olarak gösterilmektedir. Gelişmenin ve ilerlemenin karşısında değiliz. Sorun, olanakların nasıl kullanılması gerektiğinde düğümleniyor. Bilimsel teknolojik üretimin karşısında değiliz. Biz "zekanın aristokrasisi"ne karşıyız! insanların muazzam birikiminin sömürgeleştirilmesine karşıyız.
Gençliğin devrimci eylemi, sermayenin kar, emperyalizmin sömürgecilik ve savaş, faşizmin şiddet politikalarını yenebilecek mi? Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Şimdilik, negatif direniş dönemini yaşayan üniversiteli gençlik, özgün pozitif öğrenci hareketi niteliğine mutlaka ulaşacaktır. Ve ulaşılan yerde görülecek ki, istenmeyen şey, bilimsel ve teknolojik üretim ya da proleterleşmek değil, bu muazzam kültürel birikimin halka ve üniversiteye karşı bir saldırı aracına dönüştürülmesidir. İşte gençliğin kitlesel devrimci bir güç haline gelmesi bu amaçlar çerçevesinde anlam kazanmaktadır.
YÖK’E SAVAŞA VE SÖMÜRGE ÜNİVERSİTESİNE KARŞI MÜCADELEYE!
"Türkiye'nin de içinde bulunduğu medeni ve hür dünyaya karşı işlenen tüm vahşi suçlara yönelik olarak hayata geçirilecek tüm girişimlerin gönülden desteklenmesi, bu amaçla dost ve müttefik ABD'nin yanında olduğumuzun kesin ve net bir dille tüm açılış törenlerinde dile getirilmesini takdirlerinize sunarım." (Kemal Gürüz, YÖK Başkanı)
Üniversiteye yakışmayan bir idarecinin, bir üniversite açılış töreninde söylediği bu sözler, ne yazık ki, siyasal iktidarın, önümüzdeki dönem eğitim, bilim ve üniversite politikasını yansıtmaktadır. Üniversite, bir kez daha, sömürgeciliğin en kirli savaşlarına alet edilmek istenmektedir. insanlık tarihinin bu muazzam bilimsel, teknolojik ve kültürel birikimi, bir kez daha, yoksul ezilen halklara karşı kullanılmak istenmektedir. Bilimsel ve teknolojik devrimden beri, olanakları sayesinde itibarı yükselen üniversite, gerek savaş aletleri tasarlayarak/üreterek, gerekse savaşı halk nazarında haklı çıkarmak için propagandacı olarak hep savaşın hizmetine sokulmuştur.
Bir yandan, sosyologlar, siyaset bilimciler, psikologlar kitle iletişim araçlarını kullanarak, konferanslar, toplantılar düzenleyerek, üniversite açılışlarında savaş kışkırtıcılığı yaparak adeta istihbaratçı/polis ağzıyla halkı inandırma operasyonu düzenliyorlar; öte yandan üniversite idarecileri, savaş ortamını muhalefeti bastırmak için kullanmaya çalışıyor. Tipik ülkenin her yanında olduğu gibi, üniversite de savaş uygulamalarına cevval bir şekilde geçiş yaptı. Böylece üniversitelerdeki saldırı ve baskılar daha fazla artmış oldu. İTÜ İşletme Fakültesi dekanının dediği gibi, "emir geldi, sakın sesinizi çıkarmayın!"
1870 yenilgisinin ardından, "Fransa'yı Alman orduları değil, Alman üniversitesi yendi" demişti Renan. Fransız filozof, bir yandan o yıllarda, Alman üniversitesindeki düşünce özgürlüğü ortamını överken, aslında öte yandan örtük bir savaş eleştirisi de yapmaktadır. İşte bir düşünüre yakışan bir savaş eleştirisi ve üniversite savunusu. Kaldı ki, aslında ne zaman üniversitenin savaşa alet edilmesi politikası gündeme gelse, buna karşı üniversitede bir savaş karşıtı hareket de yükselmiştir. Zaten, en etkili öğrenci hareketlerinden biri olan "68 öğrenci hareketi"nin sıçrama tahtası, ABD'nin Vietnam işgaliydi. Bütün polis saldırılarına ve karşı propagandaya rağmen, halkın çoğunluğunu ikna edemedikleri "Afganistan Savaşı"nda, savaş karşıtları harekete geçmeye başladı. Bunlar henüz savaş karşıtı bir kitle hareketi boyutunda değiller; ancak, üniversitenin halkların barışına ve halka karşı saldırıya karşı kolektif yapıcı tutumu açısından umut vermektedir.
Günaydın Sayan Rektör, Hayırlı İşler Üniversite !..
Sosyolog Max Weber, 20.yüzyılın başlarında, "Lahana satar gibi bilgi satan Amerikan üniversiteleri"ni görüp şaşkınlığının gizleyememişti. Bizim üniversitelerimize "Lahana satar gibi bilgi satan Amerikan üniversitelerini" örnek model olarak dayatan Kemal Gürüz, savaşı ve bilgiyi pazar olarak kullanan Amerikalara kendisini öylesine kaptırmış ki, üniversiteden yükselen yardım çığlıklarını "duymuyor" (!) bile. Bir sömürge valisi yaklaşımıyla, adaşı Kemal Derviş gibi, savaş dahil her fırsatı kullanarak ülkeyi ve üniversiteyi doğrudan emperyalist odaklara bağlama çabasına girişiyorlar.
Mali sermaye patentli Amerika'dan devşirme bu üniversite modeline karşı tepkiler her geçen gün daha yükselmektedir. Bütçedeki eğitimin payı sürekli azaltılmaktadır. Devlet üniversiteden desteğini kestikçe ayakta kalabilmek için üniversitelilere (öğrenci, öğretim üyesi, çalışanlar) yüklenen rektörler, üniversitelere kaynak oluşturmakta zorluk çekiyorlar. Daha şimdiden, bırakınız bilimsel kaygıları, elektrik, su, doğalgaz, binaların tadilatı gibi "sıradan" sorunların altında ezilmektedirler. Üniversitede şirket modeline geçişin en fanatik savunucuları bile şimdiye dek devlet zırhı arkasında çalışmış olmanın avantajlarını mumla arıyorlar. Bu süreci, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Sabih Tansal, özlü biçimde şöyle dile getiriyor: "Kaynaklarımızı daha rahat harcayabilmek için katma bütçeden vazgeçilmesini istiyoruz. Ayrıca öğrenci harçları artırılmalı - Bugünkü uygulamada fakirden alıp zengine veriyoruz. Verebilecek olandan alınır, bedelini veremeyecek olana burs sağlar. Diğer taraftan devlet üniversiteleri çeşitli maddi sıkıntılar yaşarken, vakıf üniversitelere aktarılan para haksızlıktır." Ayrıca, "Bazı üniversite rektörlerinin 'ilk 100 ya da 500'e giren gelsin çekini alsın' şeklinde beyanatları var.Rektörler 3-5 milyarlık ödüllerden bahsediyor. Üniversitelerin öğrencileri parayla çekmeye çalışmaları, bir zayıflık gösteriyor." Günaydın Sayın Rektör, iyi uykular üniversite!..
"Kendi nefsime düşkün olduğum düşünülmesin; ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, kümesler köyün dışında olmalı" der meşhur kıssada Kurnaz Tilki.
Kimi idarecilerin kafasında "kırk tilki" dolaşıyor. "Üniversitelere bürokratik yönetim engeline takılmadan görevini yerine getirirken yeni girişimlerde bulunma gücü ve daha çok özerklik verilmesi...yasaların, öğretim üye ve üniversitelere kendi şirketlerini kurmalarına olanak verecek şekilde değiştirilmesi gerekir." Bu sözler, "yeni üniversite yasa tasarısı"ndan beklentileri yansıtmaktadır.
Rektörlerin mali özerklik talebi YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün "tüm sorunlarımızı aşacağız" mesajıyla gündeme soktuğu "YÖK Kanunu'nda Değişiklik Öngören Yasa Tasarısı'yla" karşılanacak. Yeni yasa tasarısı 1/1/2001 tarihinde her üniversite ve ileri teknoloji enstitüsünde bir işletme hesabı açılmasını ve üniversitenin her türlü fiziki imkan ve tesisinin, insan gücü ve bilgi birikiminin değerlendirilmesinde üreteceği hizmet ve mallarından gelecek gelirlerin bu hesapta toplanmasını öngören tasarıda, açılan işletme hesabının kullanımı ve yönlendirilmesindeki özne üniversite rektörlüğü olarak belirlenmiş. Tasarıda öngörülen uygulamalardan biri de 'araştırma profesörlüğü uygulaması'. Kadrolu öğretim üyeleri arasından masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan hizmetlerde sözleşmeli olarak çalışması planlanan öğretim üyeleri 'kiralandıkları' süre boyunca öğrencilere ders verme ve eğitim konusunda çalışmayacaklar. ODTÜ rektörünün konu hakkındaki görüşü; tüm hocaların bilimsel araştırma yapma konusunda yeterli olmayacağı kimilerinin ise çok başarılı olabileceği ve dolayısıyla üniversitelerdeki bilimcilerin kafa emeğinin verimli kullanımı noktasında derslere girenler ve laboratuvarlarda çalışanlar olmak üzere ayrıma gidilmesinin çok yararlı olacağı. Sadece araştırma yapmakla görevli istihdam edilen profesörler diğer meslektaşlarından altı kat daha fazla maaş alabilecek. Harç ücretlerinin büyük ölçüde rektörlüğe bağlanması, birinin paralı olması koşuluyla başlatılan çift lisans eğitim hakkı uygulaması, tezsiz paralı yüksek lisans 'kurs'larının açılması gibi düzenlemeleri içeren yasa tasarısı tek cümleyle: Üniversitelerin barındırdığı tüm toplumsal niteliklerinin soyulup soğana çevrilmesi anlamına geliyor.
"Ortaçağ espirisinin yeniden doğuşunu hissediyoruz"
1988'de 30 bin öğrenci kesilen burs ve kredilere karşı Parlamento'ya yürüyüş yaptıkları zaman, öğrencilerle öğretim üyelerinin el ele yürüdükleri bu korporatist direnişe bakarak, Avrupalı Rektörler Konferansın Başkanı J.Brical bu sözleri söylemiş.
Bir yanıyla rektöre hak vermemek elde değil. Üniversitelilerin "mesleki çıkarları" için yürüyüş yapmaları Ortaçağ "lonca üniversite"lerini anımsatıyor. Dünyanın bütün rektörleri birbirine benziyor. Ortaçağ sistemini pek benimsemiş olacaklar ki, hepsi birden topluca Robin Hood kesildiler. Kemal Gürüz'den Sabih Tansal'a kadar hepsi "zenginden alıp fakire vermek" üzerine bir üniversiter adalet ilkesi geliştirmeye çalışıyor. Güya, "eğitimden devlet desteğini kesip harçları artırarak ve parası olmayanlara ise burs vererek adalet sağlanıyor"muş. Evet, YÖK sisteminin Ortaçağ'la önemli bir benzerliği var: Her ikisi de soyarak adaleti sağlamaktadır. Tek fakla ki, biri kral adına, öteki sermaye adına soygun yapmaktadır. Boşuna dememişler, "kapitalizm paranın krallığıdır" diye.
YÖK'çülerin benimsedikleri Robin Hood stili çalışma tarzının da tek amacı yeni düzenlemelerle fiilen eğitim hakları ellerinden alınan pek çok yoksul gençten sermaye için verimli olacağı düşünülenlerden 'birkaçının' üniversitenin arka kapılarından içeriye alınması anlamına geliyor. Bu söylemle bir taşla iki kuş vuracak olan YÖK'çüler zengin öğrencilerden alacakları paraları burs olarak neye göre karar verilecekleri belli olmayan ama azınlık olacağı kesin olan yoksul gençlere vererek hem eğitimin paralılaştırılmasındaki bu önemli adamın yıkımlarının açığa çıkmaması için göz boyayacak hem de burslandırma metoduyla eğitim hakkı tanıdığı gençlerin geleceklerini ipotek altına alacaklar.
"Rektörler, disiplin kurallarını uygulayan; üniversitenin mensupları hakkında MGK'ya periyodik raporlar gönderiniz."
Daha bu talimatnamenin mürekkebi kurumadan Alemdaroğlu'dan ilk linç girişimi geldi bile. Bu linç girişimiyle Alemdaroğlu, hem akademisyen pazarını disiplin altına almak istiyor, hem de idari otoritesini sağlamlaştırmak istiyor. İdareciler, Prof. Bülent Tanör'ü üniversiteden atamaya çalışıyorlar. Tanör, "YÖK'ün ve Alemdaroğlu'nun denetimi dışındanda TÜSİAD'dan para aldığı" bahanesiyle soruşturmaya uğramaktadır. TÜSIAD danışmanlarından YÖK'ün tepesine atanan ve büyük patronlardan bir hayli ekmek yemiş olan Gürüz bu illeri çok iyi bilir. Onlara kalırsa, aslında Tanör’ün tek hatası, işi kitabına uydurmamış olmak; zira, yeni bir üniversite modeline geçilmektedir. Ve hesap kitap işleri artık değişmektedir.
YÖK'ün bilimcilere yönelik haksız, pervasız, çifte standartlı yaklaşımı üniversitenin üzerine düşen kara bir leke olarak hep artmaktadır. Soruşturma mekanizması bu kez bir hukukçu hocamızı peşinen infaz etti. Ama aslında verilecek karar bir yana; açılış törenlerinde kanlı savaş boyalarını süren, Azerbeycan'daki darbe girişimine katıldığı ve MİT ajanı olduğu bilinen Ferman Demirkol'un üniversitedeki koltuğunu sağlamlaştıran YÖK düzeni üniversiteye ve bilimin tüm ilerici unsurlarına dair kararını çoktan ortaya koydu bile. Tam da YÖK demokratikleşiyor yaygaralarının koparıldığı son bir iki yıldır, üniversite öğrencilerine ve öğretim görevlilerine karşı soruşturma ve disiplin yönetmelikleri daha fazla işlevlendiriliyor. İTÜ rektörlüğünün de belirttiği üzere YÖK'ün dönem başında gönderdiği talimatname doğrultusunda artık üniversitelerdeki 'çatlak' seslere müsama gösterilmeyecek. Bu hususta işbirliği yapabilecek tüm birimlerin (polis teşkilatı, yerel denetim ve gözetim mekanizmaları) uyumlu çalışması sonucu, her türlü siyasal ortamda egemenliğini güçlendirmek için bir yol bulan YÖK'çüler 'teröre karşı küresel mücadelenin' Türkiye üniversitelerindeki ayağını örgütlerken aslında yeni dönemde üniversiteler üzerinden örgütlenecek yeni çıkar ilişkilerinin zeminindeki potansiyel pürüzlere 'yol vermeyi' amaçlıyor. 11 Eylül'deki saldırı eyleminin arkasından ABD Başkanının tüm dünya halklarına kaşı savurduğu "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" tehditinin 25 Ekim günü İTÜ Maçka kampusunda paralı eğitim uygulamalarına dair bildiri dağıtmak isteyen üniversite öğrencilerine dayağı, gözaltına yani şiddeti dayatan üniversite yönetiminin gözaltılar sırasında açıkça bağıra çağıra savurduğu tehditle aynı olması şaşırtıcı değil.
Üniversitenin, Paradan ve Ünvandan Çok Onura İhtiyacı Var!
"Bilim yuvaları olarak adlandırılan üniversiteler, üzerine atılı görevleri yerine getiremezlerse, hele bilime ulaşmanın olmazsa olmaz konulu olan araştırma yapmasına olanak verilmezse, var olan kıt olanakları da elinden alınırsa, o zaman bu yerlere bilim yuvası demek doğru olmaz."
Üniversitelerin tekrar bilim yuvaları niteliğine bürünmeleri, üniversiteye biçilen yeni dönem misyonun kırılmasına bağlıdır. Gerçek temsilcileri, üniversitelerin savaşa ve sömürgeciliğe peşkeş çekilmesine izin vermeyecekler.
Zor günlerinde üniversitenin yasal temsilcileri üniversitenin onurunu temsil edemiyorlar. Üniversiteli onurunu, para ve ünvan karşılığında sermayeye, savaş vurguncularına ve sömürgecilere satmış durumdalar. İdarecilerden bilimin aydınlık sesi yerine, sürekli sızlanma sesleri yükseliyor. Gene aynı idareciler, öğrencilerinin kişiliksizleştirilip geleceksizleştirilmesi suçuna ortak olmaktadırlar. Polisin öğrenci gençliğin devrimci dinamizmini sürekli baskı altında tutmasına müsaade etmektedirler. Öğretim elemanları artık bir aydın tavrı sergilemekten oldukça uzaklar. Hızla proleterleşmektedirler. Üstelik sadece kendileri değil, onların ürettiği bilim ve teknolojinin yanlış kullanımları sonucunda toplumda yıkıcı bir proleterleştirme, işsizleştirme ve yoksullaştırma dalgası gelişmektedir. Toplumsal yaşamdan dışlanan yeni yoksulların, serkeş kitlelerin sayısı hızla artmakta, toplumsal umutsuzluk ve çürüme yaygınlaşmaktadır. Üniversite çalışanları, asalak taşeron firmalara yeni proleterler olarak kurban edilmektedir.
Acaba bütün bunların para ve ünvanla ölçülebilecek herhangi bir insani değeri var mıdır!? Asıl böyle zamanlarda halklar ve toplumlar üniversiteye ihtiyaç duyarlar. Dimdik, kaya gibi ve her zaman ayakta bir üniversite, halkının yanında, halkla birlikte ve halk için ekmeğin, barışın ve onurun mücadelesinde aklın en yaratıcı eylemini seferber edebilir. İşte bu zamanlarda üniversitenin, paradan ve ünvandan çok, onura ihtiyacı var! Öğrenci gençliğin kitlesel demokratik gücü ve üniversitenin bilimsel/entelektüel gücü, emperyalizmin ve faşizmin terörist şiddetini bütün gerçek yaşam alanlarında yenecektir! 6 Kasımda, üniversite onurunun temsil edildiği her yerde, "yürekte, kitapta ve sokakta" şimdiden ilan ediyoruz, yenildiniz siz!”
“DEMOKRATİKLEŞEN” YÖK VE YENİ YASA TASARISI
YÖK varoluşundan bugüne üniversitelerdeki anti demokratik uygulamalarıyla 12 Eylül askeri faşist darbesinin güzide kurumlarından biri olmayı başardı. Şimdilerdeyse bir zamanlar toz kondurulmayan YÖK rejimi gerek siyasiler gerekse akademik çevrelerde çokça tartışılan ve itibar kaybeden bir kurum durmunda. Darbenin üniversitelerde ki uzantısı olan YÖK'ün tıpkı darbenin diğer kurumları gibi bu kadar itibar kaybetmesinin arkasında elbetteki egemenlerin ideoloji üretim merkezleri olan üniversitelerden vazgeçtikleri sonucu çıkarılamaz. Böyle düşünenler uğrayacakları hayal kırıklığına hazırlıklı olsun! Çünkü uzun zamandır YÖK demokratikleşiyor tartışmalarının ilk meyvesi yeni YÖK yasa tasarısı, şu an bakanlar kurulunda üniversiteyi ve bilimi sermayeye açık arttırmaya çıkarmak için bekliyor. Yani aslında YÖK'ün değişimi dünyanın değişiminin paralelinde ilerliyor.
YÖK üzerine yapılan tartışmaların iki boyutlu sürdüğünü söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi YÖK'ün merkeziyetçi yapısı ve anti demokratik oluşu üstüne yapılan tartışmalar, diğeri ise rektörlerin mali özerklik tartışmalarıdır.
Demokrasi Senin Neyine
YÖK'ün demokratikleştiğine dair tartışmalar özellikle rejimin baskıcı yüzünü yumuşatma görevini oldukça iyi yerine getiren Cumhurbaşkanı Sezer' in hiç de demokratik olmayan bir şekilde rektörlük atamalarına müdahalesi ve kendi kontenjanından YÖK'e 4 tane demokrat akademisyen atamasıyla oldu. Yani bugün YÖK'e demokratik bir kılıf giydirme amaçlı yapılan her şey son derece tepeden inme yöntemlerle yürüyor. En basit burjuva tanımında dahi demokrasi kendi kendini yönetim, temsil ilişkisi , eşitlik ve özgürlüğe dayanırken YÖK rejimini dört tane demokrat hoca atayarak demokratikleştireceklerini sananlar büyük bir gaflet içindeler ya da iyi rol yapıyorlar.
"Sınıflı toplumlarda demokrasi egemen sınıf tarafından yürütülen bir diktatörlük biçimidir... Lenin
YÖK'ün hiyerarşik yapısı içinde ki göstermelik temsil mekanizmaları örneğin; öğrenci örgütlenmesinin önüne engel olarak konulan ÖTK'lar sözde temsil ilişkisini kurmaktadır. Oysa ÖTK olabilmek için aranan şartlardan ÖTK' nın rektörlüklerle işbirliği halinde işleme zorunluluğuna kadar hiçbir şekilde öğrencinin rektörlük bazında temsilini sağlamayan göstermelik kurumlardır.
Bir yanda demokratikleşme tartışmaları yapılırken diğer yandan da YÖK üniversiteler tarihinin yüz karası olmaya devam ediyor. En son Hukuk Fakültesi profesörlerinden Bülent Tanör'e açılan soruşturma demokratikleşen değil baskıcı bir YÖK rejiminin göstergesi. Soruşturulan yalnız üniversite hocaları değil; İTÜ'de kayıtlar esnasında insanları ödememeleri gereken kayıt paraları için uyaran, İ.Ü. de darbeci Demirkol'un üniversite amfilerinde yeri olmadığını haykıran öğrencilerde soruşturuluyor. Aslında YÖK üniversiteler üzerinde eskisi gibi görünen bir zor aygıtı değil. Şimdi YÖK sermayenin serbest dolaşımı için direkt müdahale yapma yetkisi elinden alınmış ama müdahalesini sıcak çatışmalarla değil daha inceltilmiş denetim-gözetim-kontrol mekanizmalarıyla yapan bir çeşit sömürgeciliğin kurumu.
Demokratik öğrenci hareketinin YÖK'e yönelttiği eleştiriyi, YÖK ve demokratikleşme adı altında kendi hedefleri doğrultusunda kullanma çabalarında oldukları ortada. Üniversitenin demokratikleşmesi sorununa dair önerilen YÖK yasa taslağı incelenecek olursa üniversitelerde aklın ve bilimin özgürlüğünün değil, sermaye hareketlerinin özgürlüğünün kıstas alındığı görülecektir. Egemenlerin tüm bu çabalarının sonucunda ortaya çıkarılacak olan, paranın egemenliğinde yeni bir YÖK rejimidir. Özellikle rektörler sahsında ilerleyen YÖK polemiklerinin özünde, üniversitelerin kaynak arayışlarının, sermaye eğilimlerine cevap verecek yasal düzenleme taleplerinin olması ve bu taleplerin demokratikleşme kriteri olarak sunulması şaşırtıcı değil. Tam da bu noktada üniversite gündemini uzun süre meşgul edeceğe benzeyen yeni yasa tasarısı YÖK'e yeni şeklini vermek için biçilmiş kaftan görevi görüyor. 1981 yılından '92 yılına kadar 11 yılık süre zarfinda YÖK kanundaki 19 değişiklik ve yönetmeliklerde gerçekleştirilen 200 düzenlenme asıl hedefine bu son yasa taslağı ile kavuşturulacak.
Yeni YÖK Yasa Tasarısı: Üniversitelerde Paranın Hakimiyeti
Eğer bilim/eğitim nitelikli bir meta olarak ekonomik değeri ifade etmekteyse nitelikli metanın, meta üretimine, uzmanlaşmış birimlere yani özel kesime yani sermayeye bırakılması gerekir.(Kemal Gürüz Başkanlığındaki YÖK Raporundan)
'90'lardan sonra yeni liberal politikalarla birlikte değişen bilginin niteliğine bağlı olarak örgütlenmesi gereken üniversitelerde ki değişim sinyalleri sanayicilerimizin bu konuyla detaylı olarak ilgilenmesiyle başlar. Zaten şimdi mecliste parça parça yasalaştırılan yeni YÖK yasa taslağı 1994'de Kemal Gürüz'ün koordinatörlüğündeki bir ekibin TÜSİAD'a hazırladığı "Türkiye'de ve Dünya'da yükseköğrenim-bilim ve teknoloji" raporunun benzeridir.
Yeni YÖK yasa taslağı tamamen üniversitenin piyasayla bütünleşme sürecini hızlandırma ve kolaylaştırma amacıyla hazırlanmış. Tasarının bir kısmı meclisten geçmiş durumda.
Örneğin; vakıf üniversitelerinin açılış şartları ve bunlara verilecek finansal ve mekansal desteklerle ilgili olan yasa çoktan geçti. Yasa devlet üniversiteleri ile vakıf üniversiteleri arasındaki eşitsizliği arttıran bir nitelikte. 53 devlet üniversitesine bütçeden ayrılan pay 10 trilyonken sadece 4 vakıf üniversitesine ayrılan paranın 12 trilyon olması fazla söze gerek bırakmıyor.
Esnek üretim modelinin ve ülke içi bölgesel misyonların bir gereği olan eğitim bölgeleri, MYO'lar ve çıraklık eğitimiyle ilgili olan yasa da aciliyeti gereği meclisten geçen yasalardan biri. Yasayla hedeflenen, eğitim bölgelerindeki KOBİ' lerin desteklenmesi ve KOBİ' lere ucuz ama kalifiye eleman sağlanması. Meslek Yüksek Okullarıyla ilgili bu yasa meslek lisesi mezunlarının üniversiteye sınavsız girişini sağladık kahramanlığıyla kamuoyuna bildirildi fakat bu yasanın meslek lisesi mezunlarının elinden kendi branşları dışında bir bölüme girme hakkının aldığını kimse tartışmadı.
Yasa tasarısının şu anda bakanlar kurulunda beklemekte olan bölümünde ise; üniversitelerin yönetim kademeleri, akademik gruplamalar ve mali özerklik tartışmasının öğrencinin canını en yakan kısmı paralı eğitim var.
Yeni yasayla üniversitelerde ita amirinin rektör olduğu işletme hesabı uygulaması başlatılıyor (Madde 4-2547 sayılı kanunun 58.maddesinde yapılan değişiklik). Bir çeşit vakıf gibi işleyen bu uygulamada vakıflaşma adı kullanılmadan üniversiteler şirketleşme yolunda ilerliyor.
İşletme hesabının gelir ve giderleri arasında araştırma profesörlüğü için gelen bağışlar ve araştırma profesörü olarak görev yapacaklara ödenecek ücret ve benzeri ödemeler de var. YÖK lugatına bu yasayla giren araştırma profesörlüğü "Masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan...ödenecek sözleşme ücreti, ilgili yüksek öğretim kurumunca kadroda istihdam edilen dört yılını tamamlamış bir profesöre bir ayda ödenen aylık, taban aylığı, ödenek ve her türlü tazminat toplamının altı katını geçemez."şeklinde tanımlanıyor. Bu bir sermaye grubunun finansal açıdan desteklediği bir profesöre istediği araştırmayı yaptırması anlamına geliyor. ODTÜ rektörü bu konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada bazı öğretim görevlilerinin araştırma konusuna daha yetkin olduğunu bu nedenle derslerde vakit kaybedeceklerine tüm gün laboratuarlara kapanmalarının daha uygun olacağını söylüyor yani bilim insanının bilgisi üniversite amfilerinden öğrencilerine ulaştığında değil sermayeye proje ürettiğinde işe yarar oluyor.
Giderleri işletme hesabından karşılanacak olanlardan biri de sözleşmeli personeller. Sözleşmeli personel normal personelin 3 katı fazla maaş alabiliyor bu da çalışanlar arasında eşitsizliğe yol açıyor.
Tasarıda "üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinde Yüksek öğretim kurulunca belirlenecek tezsiz yüksek lisans programları açılabilir." ibaresi bulunuyor. Adı üstünde tezsiz yani orada biriktirilen bilgi birikimin hiçbir önemi yok önemli olan bu programların maliyetinin ne kadar olacağı. Zaten maddenin devamında da bu programların içeriği değil, öğrenim ücretlerinin nasıl belirleneceği ve ne şekilde alınacağı belirleniyor.
Yeni YÖK yasa tasarısının en can alıcı noktasını yine paralı eğitim uygulamaları oluşturuyor. Son aylarda paralı eğitim özel üniversite öğrencilerinin dahi isyan kabiliyetini hareketlendirmişken ülkede yaşanan gelişmelere paralel olarak üniversitelere dair yürütülen tartışmalarda da odak noktalarından birini paranın krizi oluşturuyor. Ekonomik dar boğaz yüzünden üniversite kapatacağız diye ağlayan, devlet artık eğitim sistemine bütçe ayıramıyor bu nedenle başka bir çare bulalım diyen rektörlere yeni YÖK yasa tasarısı istedikleri çareyi buluyor. Tasarının 2. maddesine göre "Ön lisans ve lisans düzeyindeki programlara kayıtlı öğrenciler cari hizmet giderlerine katkı payı ödemekle yükümlüdür. Öğrenci başına, bütçe rakamları esas alınarak yüksek öğretim programlarının nitelikleri, süreleri ve yüksek öğretim kurumlarının özellikleri göz önünde tutulmak suretiyle ... tespit edilen cari hizmet ödeneği miktarının yarısını geçmemek kaydıyla üniversite ve ileri teknoloji enstitülerinin yönetim kurullarınca tespit edilir..."
Tasarı yasalaşırsa rektörler öncelikle bu kadar ağlamalarına neden olan mali özerklik istemlerine ulaşacaklar. YÖK'ün merkeziyetçi karar alma mekanizmasının dışında kendi iradeleriyle üniversiteyi yönetebilmeleri. Rektörlerin özerklik konusunda ilk tepkileri Şubat krizinden sonra döner sermayenin kullanımıyla ilgiliydi. Bu nedenle rektörlerin özerklik tartışmaları hiçbir şekilde demokratik öğrenci hareketinin özerk üniversite talebiyle örtüşmemektedir. Onların ki paranın kullanımı ve iktidarı üstüne yürütülen bir tartışma. Sermayenin üniversiteye girişi esnasında sermayeye kim daha iyi kapı açacak ve kim daha çok pay kapacak kavgası.
Yine bu maddeye göre her öğrenci üniversiteye ne kadara mal oluyorsa maliyetinin yarısını ödeyecek. ODTÜ rektörü bunu 900 dolar olarak telaffuz ediyor. 2001-2002 rakamlarına göre bu miktar tıp fakültelerinde 3 milyar 50 milyon lira. Dört kişilik bir ailenin geçim sınırının 815 milyon olduğu ve buna rağmen asgari ücretin hala 127 milyon olduğu bir ülkede bu parayı kim ödeyebilir. YÖK Başkanı Kemal Gürüz buna da bir çare buluyor: "Zenginden alıp yoksula vereceğiz." Yasa tasarısına karşı oluşacak mutlak tepkilerin önünü kesmek için kendini sistem içi uzlaşmanın kahramanı Robin Hood ilan eden Kemal Gürüz tüm kurnazlığıyla üniversite gençliğinin başına başka bir denetim mekanizması örüyor.
Denetlemenin Yardım Sever Yüzü: Burs Sistemi
Çan eğrisi, turnikeler, soruşturmalardan sonra şimdi de burs sistemi üniversitelerde yeni bir denetim mekanizması olarak uygulamaya sokuluyor, hem de kahramanlık öyküleriyle birlikte. Bu sistemin en önemli özelliği, fiili hiçbir müdahaleye ihtiyaç duyulmadan öğrencinin rahatlıkla denetlenmesi. Yeni sömürü biçiminin en etkili yöntemi olan borçlandır ve yönet taktiğinin, üniversitedeki uygulaması; yeni yasa tasarısıyla çözüm olarak sunulan, burs sisteminde şekil bulmakta.
Burs alacak öğrencinin bursa başvurabilmesi için dikkate alınan kriterler ve bursu aldığı süre içinde uyması gereken kurallar dizgesi öğrenciyi denetlemenin en meşru yöntemleri olarak kurgulanmıştır. Burs sisteminin, bursu alan kişiye yaptırımları genellikle bireyin kişiliğinin, aklın ve bilimin sınırlandırılması olmuştur. Burs alan öğrencinin hiç zayıfının olmaması, belli bir not ortalamasının talep edilmesi, okulda ya da okul dışında hiçbir şekilde yasal dahi olsa demokratik hak olarak belirtilen eylem ve benzeri etkinliklere katılmaması gibi kurallar dizgesi öğrenciyi çevreleyen ilk tehditlerdir. Yaşanan ekonomik krizler ve giderek yaygınlaşan yoksullaşma aileler ve öğrenciler için bursları geçen yıllara oranla daha önemli kılmaktadır. Bu eğilim ise bir koz olarak idarecilerin gündemine gençleri denetlemenin yeni yöntemi olarak girmektedir. Burs sisteminin uygulanılışında ki diğer bir mantık da üstün zekalı ve kabiliyetli gençleri sistem içine çekmektir.Aslında uygulanmaya çalışılan burs sistemi, disiplin yönetmeliklerinden, soruşturmalardan ya da turnikeli geçiş gibi fiili saldırı biçimlerinden farklılık taşımamaktadır.
Sonuç Yerine
Üniversitelerin tarihini müdahalelerin yazdığı saptaması doğru bir saptamadır. Özellikle de Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde siyasi iktidarın egemenliğinde istikrarsızlık dönemleri başladığında ve iktidarın toplumla çatışma dinamikleri arttığında toplum için de iktidar içinde önemli bir yerde duran kurumlarda bir dizi düzenlemeye gidilir. Türkiye'de üniversitelerin tarihi darbelerle birlikte yazılmıştır. 12 Eylül darbesinin ürünü YÖK tıpkı 12 Mart muhtırasının Üniversite Denetleme Kurulu gibi siyasi iktidarın buyruğuyla biçimlenen üniversite modellerini oluşturmuştur. Şimdi dünya çapında paranın egemenliğine dayalı sınır tanımayan küresel bir sömürü sistemi örgütlenirken üniversitelerde de sömürgeleştirme ve sermayenin ihtiyacına göre şekillendirme çabaları hızlanmıştır.
YÖK'ün demokratikleştiği tartışmaları yeni sömürü biçimlerine göre şekillenmek zorunda olan diğer tüm kurum ve yapılarla aynı anlamı taşıyor. Bugün düne göre değişen ve genişleyen üniversitenin demokratikleşme kavramı; bilginin piyasa ilişkilerinin dışına taşınması yani üniversitenin sermayeden bağımsızlaştırılması ve üniversitelerde karar alma süreçlerine tüm üniversitenin eksiksiz katılması ile olacaktır.
Dostları ilə paylaş: |