ÖNCE SİZ ATEŞ EDİN MÖSYÖ BURJUVAZİ
(ŞİDDET HAKKINDA SÖYLEŞİ)
Bilim Şiddetin Hizmetinde
Los Alamos'ta atom bombası üzerinde çalışan fizikçiler kör bilim adamlarıydı.
Bu kasvetli resme hakim olan görüntü bilgisizlik, aşırı gizlilik, yüksek mevkilerde tartışma yokluğuydu.
Peter Wyden (sözü edilen kör fizikçilerden biri)
Arendt'in Lenin'den esinlenerek "şiddet çağı" (1) olarak nitelediği 20.yüzyıl sona erdi. Ama şiddet sona ermedi. Şiddet ve savaş emperyalist politikanın 20.yüzyıla özgü somutlaşmış biçimiydi. Proletarya buna şiddete dayalı devrimle yanıt verdi. Şimdi 20.yüzyılın bütün şiddet potansiyeli küresel bir terör sistemi olarak proletaryanın karşısına çıkmaktadır. İki yüzyıl arasındaki fark, şiddetin bir biçiminden başka biçimine geçişten başka bir şey değildir. Zira, savaş filozofunun dediği gibi, "savaş politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) sürdürülmesidir."(2) Emperyalist politika insanlığın gündeminden silinmediği sürece şiddet de geçerliliğini koruyacaktır.
Ne yazık ki, 20.yüzyılda bilim ve savaş birbirinden ayrılmaz biçimde insanlığın kaderini belirledi. Bilim, bizzat üretici güç olarak ve teknoloji, propaganda ve idarecilik alanında burjuva politikasına itaat etti ve emperyalist savaşlara hizmet etti.
Örneğin Birinci Dünya Savaşı'nda askeri harekatların fiilen yürütülmesinde bilimin önemli etkisi oldu. Zehir gazının üretimi ve sentetik petrol üretimi savaşın emrine sunuldu. İki savaş arasında ileri askeri bilimsel araştırmalar ve icatlar savaşa hazırlık faaliyetleri arasında yer aldı. İkinci Dünya Savaşını dört radikal yeniliği; radar, sonar, uzaktan ateşleme ve atom bombası başta olmak üzere, tıbbi bilimlerin gelişimi, özellikle sulfonamitler, penisilin, ileri cerrahi, tifüs ilacı, kortizon ve DDT gibi ilaçlar savaşın kaderini belirledi. Üniversiteler silah geliştirme laboratuvarlarına dönüştü. Şifrebilimde (kriptografi) sağlanan ilerleme bilgisayar teknolojisinin sıçrama tahtası oldu. Bütün bunlar üretime ve topluma da yansıdı ve kapitalizmin gelişiminde yeni bir dinamizm ortaya çıktı. Bu dinamizm, bilimin propaganda ve idarecilik alanında kullanılmasıyla birlikte askerileşme, bürokratlaşma, merkezileşme ve uzmanlaşma alanlarına yansıdı.(3)
Korkutucu olan şu ki,
toplumumuzun bilgisayarlara olan bağımlılığı arttıkça risk de büyüyor.
Bilgisayarlara karşı girişilecek bir sabotaj sonucu ortaya çıkacak büyük bir toplumsal parçalanma ve ekonomik kayıp potansiyeli artmış durumda.
FBI ajanı Neil Galleger
21.yüzyıl bilimin terörün hizmetine sunulduğu olağan üstü bir seferberliğe tanık olmaktadır. Zaten teknoloji, savaş sanayii ve istihbarat alanında önemli kaynakların kullanıldığı Amerika'da 11 Eylül saldırısından sonra, bu yöndeki araştırmalar iyice abartılı noktalara vardı. Saldırının belirsizleştiği küresel dünyada güvenlik duygusu fetişleşmekte ve "güvenlik araçlarına"(!) daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Ve elbette bilim işin içine daha fazla sokulmaktadır. "Bilimsel terör/terörist bilim" küresel terör siteminde bir hayalet gibi dolaşmaktadır. Kör terör, konvansiyonel terör gibi adlandırmalardan sonra, artık "biyolojik terör" ve "kimyasal terör" gibi terimler terörizmin kavramsal çerçevesini oluşturmaktadır.
Burjuvazinin kavramcıları, emperyalist tahakkümün seyrine bağlı olarak, en kirli ve en karlı yeni kavramsal zorlamaların peşine çoktan düştüler bile. Bilimi ve üniversiteyi de alet ederek geliştirdikleri yeni kavramın adı "kontrterör konsepti"dir. Artık, bu kavram aracılığıyla, terör boyutlarına ulaşmış emperyalist şiddeti ve bunun arkasındaki sömürgeleştirme politikasını haklı çıkarmaktadırlar. Bu kendini haklı çıkarma işlemine önce kendi dışındaki herkesi "terörist" ilan edebilme imkanıyla başlıyorlar. Örneğin bu kavramcılara göre, terör, etnik, genetik, biyolojik, psikolojik zorunluluklar içeren ve terörist denen evrimini tamamlamamış bir insan türüne ait yapısal karakterler toplamıdır. "Uygar dünyayla ilkellerin savaşı" gibi iman tazelemelerle ilan edilen bu kutsal savaşta terörist kümenin sınırları hep belirsiz ve esnek kalmaktadır.
İşin kötüsü, küflenmiş ırkçı tezleri ısıtıp gündeme yeniden getirirken bilimsel araştırmalar bu işe kolayca alet edilebilmektedir. Örneğin, son günlerde ilkel, vahşi, Arap, müslüman, Ortadoğulu, ezilmiş, cinsel sorunlarla boğuşan gibisinden garip terörist tiplemesi yapılırken tartışmaların bir ucu hep "antropolojik şiddet" tartışmalarına kadar gitmektedir. Tartışmacılar kendilerini öylesine kaptırmışlar ki, 11 Eylülde Amerika'ya yönelik saldırıyı asla bir "doğulu"nun yapmış olabileceğine ihtimal dahi vermemektedirler. Öyle ya, adamlar "siber-terör" (dipnot)beklerken, bu kadar "ilkel" (konvansiyonel) bir saldırı tarafından vurulmak doğrusu sindirilebilir gibi değil. Akıl hemen "savaş antropolojisine" sosyobiyologların görüşlerine gidiyor.(4) Bazı sosyobiyologlar "devlet öncesi toplumlara dair şiddet" konulu tezler geliştirdiler ve bu tezlerde "şiddet kendi başına müstakil bir olay" gibi incelenmektedir. Bu tezler ortalığı dolduran onca ne idiğü belirsiz uzman-bilimci-yorumcu tarafından çoğunlukla çarpıtılarak şiddet bir "insan türü"ne has bir özellikmiş gibi gösterilmektedir. Ve "her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa," bunlara her türlü terör caizdir.
Bu ırkçı tezlere 1987 yılında "Uluslararası Barış Yılı" dolayısıyla biraraya gelen savaş karşıtı bilimciler tarafından "Barış Üzerine Bildiri" (5) de yanıt verildi. Bildiride, savaşı ve şiddeti haklı kılmak için bilimsel bulguların kullanılmasına karşı çıkan bilimciler, görüşlerini beş önermede toplamaktadırlar:
1. Hayvan atalarımızdan savaşmak yönünde bir eğilimi miras aldığımızı söylemek "bilimsel olarak yanlıştır!" Hayvan türleri arasındaki rapor edilen dövüşlerde silah olarak tasarlanan hiçbir alet kullanılmamaktadır. "Savaşmak" insana özel bir fenomendir ve hayvanlarda bulunmamaktadır.
2. Savaşa ya da şiddete yönelik herhangi bir davranışın, insan doğasında, genetik olarak programlanmış olduğunu söylemek "bilimsel olarak yanlıştır!" Sinir sistemine bağlı işlevlerin her düzeyinde rol alan genler, ancak ekolojik ve sosyal çevre işbirliğiyle bir gelişme potansiyeli sağlarlar.
3. İnsanın evrim sürecinde, saldırgan davranışlarında, diğer davranışlarından daha fazla bir ayıklanma olduğunu söylemek "bilimsel olarak yanlıştır!" 'Başatlık' sosyal bağlantılar ve sıkı ilişkiler gerektirir; saldırgan davranışları da içermekle birlikte, basit bir sahiplenme ve üstün bir fizik güç kullanma meselesi değildir. Şiddet, ne evrimsel mirasımızda vardır ne de genlerimizde.
4. İnsanın “şiddete yönelik bir beyine” sahip olduğunu söylemek “ bilimsel olarak”
yanlıştır!" Nasıl hareket ettiğimiz, nasıl koşullandığımız ve sosyalleştiğimizle biçimlenir. Nörofizyolojimizde bizi şiddet doğrultusunda tepki vermeye zorlayacak hiçbir şey yoktur.
5. Savaşın 'içgüdü'den ya da herhangi tek bir güdülenmeden kaynaklandığını söylemek "bilimsel olarak yanlıştır!" Modern savaş tekniklerinin ortaya çıkışı, duygusal ve bazen 'içgüdü' olarak da adlandırılan güdüsel unsurların önceliğinden, düşünsel unsurların önceliğine doğru bir yolculuktur.
Başta biyoloji olmak üzere alanında uzman pek çok bilimcinin görüşüne göre, terör bir "iktidar" (devlet) ve "sosyal" süreç olarak değerlendirilmelidir. Şiddet ve terör araştırmalarında hesaba katılması gereken ana unsur "devlet" sürecidir. Devlet, toplumdaki şiddetin yasal tek temsilcisi olduğu için, o toplumdaki bütün şiddet süreçleri mutlaka bir şekilde onun etkisiyle oluşmaktadır. Özellikle kapitalist devletten (modern devlet) beri, şiddet analizinde devlet, hareket noktası olarak değerlendirilmelidir.
Peki, nedir terör ve terörist kime derler?
Sistemsel Terör: Tüm-Terör
Korkuya, umuda ve güvenlik duygusuna dayalı rejimler kötü ve dengesiz rejimlerdir.
Salt korkuya dayalı bir rejim yıkıma açıktır.
Spinoza
Terörizm, ne bir konvansiyonel savaş şekli, ne adi bir suç, ne de iletişim araçlarına yansıyan gelişigüzel bir deliliktir. Terörizmi farklı kılan, belli politik amaçlara ulaşmak için kullandığı kendine mahsus stratejisidir. (6) "Bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan biri veya birkaçı doğrudan veya dolaylı, toplu veya dağınık olarak, diğerlerinin veya birkaçının bedensel bütünlüğüne veya törel (ahlaki/moral/manevi) bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik ve kültürel değerlerine, oranı ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranırsa, orada şiddet vardır." (7) Terör şiddetin en karanlık boyutudur. Terör, işlevi bakımından tarif edilirse, "altüst edici, felce uğratıcı aşırı korku"dur. Peki böylesine karanlık ve gerici bir korkuyu neden, nasıl ve kime karşı üretirler? İşin aslı, onca uzun sözün kısası, terör, amacı bakımından, "halkın direnişini kırmak için yaratılan ortak korku" olarak tanımlanabilir. Bu durumda bir toplumda hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi, o toplumdaki terörün ölçüsüdür.(8)
Bilimsel performans sayesinde şiddet araçlarının yıkıcı potansiyeli öylesine gelişti ki, bütün rasyonel amaçları aştı. Artık yeni savaşların 'rasyonel' amacı zafer değil, caydırıcılıktır.(9) Kronik caydırıcılık gereksini sayesinde, devlet şiddeti ve emperyalist şiddet bugün küresel bir terör sistemi boyutlarına ulaşmaktadır. Bu gelişim, burjuva toplumun kurucu ilkesi olarak gündeme getirilen şiddeti, bir varoluş biçimi olarak üretmektedir. Burjuva toplumu artık kendini hiçbir devrimci/ilerici biçimlerde geliştiremediği koşullarda varoluşunu sürdürebilmek için pan-terör (tüm/kamu-terör) denilebilecek bir anlayışı kurucu temel olarak geliştirmektedir. Olaylar, bizzat devletin ve uluslararası şiddet aygıtlarının alet olarak kullanıldığı, teammüden, kurumsal olarak ve yukardan aşağıya ivme kazanmaktadır. Devlet terörü çerçevesi esnek ve belirsiz olarak genişlemektedir.
Devlet terörü en klasik şekliyle, iktidarın birey ve gruplara karşı şiddeti olarak anlaşılmaktadır. İnsan hakları ihlalleri, baskı, tek yanlı propaganda, soykırım, ırk ayrımı devlet terörüne örnek olarak verilebilir. Sadece şiddet araçları değil, olanak, kural ve kurumlarıyla birlikte bütün toplumsal yapı teröre destek olacak ya da kaynaklık edecek şekilde yeniden düzenlenmektedir. Buna göre, endüstriyel şiddet kavramı da terör kapsamına alınmalıdır. İş kazalarının sıklığı, çalışma koşullarının sağlıksızlığı, yetersiz sağlık ve güvenlik koşulları, aşırı gürültü, tehlikeli işyeri-atom santrali, kronik enflasyon, pahalılık, işsizlik, doğanın, tarihsel çevrenin tahribi, sağlıksız kentleşme terörün esnek ve belirsiz açılımıdır. Aynı şekilde uluslararası şiddet de terör kapsamına alınmalıdır. Sömürgeci savaş, ulusların gücünün diğerleri üzerinde şiddete dönüşmesi, zorla uydu devlet durumuna sokma, ham madde kaynaklarının denetimi, dış ticaret hadlerinde aşırı dengesizlik, askeri müdahale ve geçici işgal sistematik terörü bütünleyen unsurlardır. (10) Sözün kısası, sıradan bir "işsizlik" bile bugün devlet tarafından tetiklenen bir terör-işsizleştirme sürecine dönüşmektedir.
İşte saldırı! İşte terörist! Böylesine sistematik bir terör düzenin oluşmakta olduğu küresel bir yaşamda terör klişelerine takılmak, elbette elinde büyüteçle terörist avına çıkan komik bir bilimsel dedektifçiliğin ötesine geçmez. Ya da "şiddetin her türlüsüne karşı olmak" gibi safiyane bir yaklaşım, kurulu düzenden kaynaklanan şiddetin utangaç bir şekilde onaylanmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu koşullarda toplum bilimler, hele hele toplum bilimlere en dinamik rengi veren özgürlük felsefesi "kabul edilebilir şiddet" noktasında kayıtsız kalmamakta; önermeler, toplum tasarımları ve mücadele programları geliştirmektedir. Marksizmle toplum bilimlerin yollarının kesiştiği nokta "devrimci şiddet ilkesidir."
Devrim Hakkı
Önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi
General Staff (Engels)
Şiddeti kim, ne zaman başlattı? Şiddeti devrim hareketi mi icat etti, yoksa kendi iradesi dışında dayatılan bir şiddete karşı meşru savunma çizgisi mi izlemek zorunda kalmaktadır? Şiddet, egemen sınıfların varlığının ve sürekliliğinin zorunlu bir koşulu olarak gündeme gelmiştir. "Yasal şiddeti tekeline alan gücün temsil ettiği siyasal kurumlaşma ve toplumsal yapıdan hoşnut olmayanların hoşnutsuzluklarını yasal yollardan ifade etme yollarının tıkalı olması veya bu yollarla kısmen tatmin edici bir sonuç alma umudunun olmadığı bir ortamda siyasal şiddet toplumun bir kesimi için anlamlı bir siyasal eylem biçimine dönüşebilir."11 Yani bir toplumda şiddetin ölçüsünü devlet belirlemektedir. Devlet, toplumdaki muhalif, alternatif ve karşıt kesimleri engellemek için şiddeti asli bir unsur olarak kullanmaya başladığı andan itibaren, artık devlet terörü boyutlarına ulaşan bir sistematiği kullanmak zorundadır. Devlet terörü, hedef kitlesi bütün topluma genişleyen etkin bir caydırıcılık olarak gerçekleşmektedir. En yetkin ifadesini "engelleme stratejileri ve gözetim denetim toplumu" uygulamalarında bulan devlet terörü, "gerçek 'suçlunun' cezalandırılmasından çok, bir cezalandırma psikozunun toplumu sarmasına dayanır." (12)
Bu koşullarda kabul edilebilir şiddet ihtiyacına marksizm devrimci şiddet ilkesiyle yanıt vermektedir. Öncelikle marksizm, egemen terör ve kendi bütünlüğüne kadar sızan sol terörle devrimci şiddet arasına kalın sınırlar koyarak işe başlar.Terör, devrimci şiddetin yabancılaşmış bir biçimi olarak da gündeme gelebilir. Devrimci şiddetin amacından uzaklaşması, toplumsal pratikten koparak kendi başına bir şiddet hareketine dönüşmesi ve en önemlisi de proletarya ve halkla ters düşmeye başlamasıyla ortaya çıkmaya başlar.
Gerillanın mermisi halkın kalbini kazanmak içindir.(13) Devrimci şiddet meşruiyet temelini kendini savunma (meşru müdafaa) ilkesinde bulur. Aslında işin özü insanca yaşama hakkının savunulmasına dayanmaktadır. Emperyalist saldırganların sık sık tekrar ettiği gibi, bu "sonsuz terör operasyonunda" "yeryüzünün lanetlileri"(14) ancak devrimci şiddet yoluyla insan haline gelebilirler. Marx, Engels, Lenin, Mao ve Fanon gibi devrimci şiddet teorisini geliştiren bütün marksistler, devrimci şiddeti bir tahakküm aracı ya da bir yaşama tarzı olarak değil, bir savunma aracı olarak tanımlamışlardır. Gerek bir kişiye, gerek bir sınıfa ya da halka özgür yaşam hakkı tanınmadığı ve bunun da terör sistemi vasıtasıyla yapıldığı zaman söz konusu özneye kendini savunma hakkı doğar. Kendini savunmanı en basit biçimi saldırgan karşısında kendini korumaktır. Kendini savunmanın en yüksek biçimiyse, saldırganın varlık koşullarını ortadan kaldırmaktır. İşte devrim hakkı buradan doğmaktadır. Kendini savunma ilke ve değerlerini ihlal etmeden yürütülen ayaklanma, gerilla savaşı gibi bütün devrimci şiddet hareketleri devrim hakkı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Devrim hiçbir zaman şiddet sürecini kendisi başlatmaz.(15) Kendi iradesi dışında maruz kaldığı teröre kendini savunma amacıyla karşı koyar. O nedenle, devrimci şiddetin ahlakı, devrimci şiddetin, savunma gereklerini aşmayan bir zor kullanımıyla kendi eylemini sınırlamasında yatmaktadır. Devrimci şiddetin "evrensel", her zaman ve her yerde geçerli "biçimleri" yoktur. İhtiyaca uygun somut devrimci şiddet biçimlerinin geliştirilmesi yaratıcılığın en genç devrimci pratiklerinde görülecektir.
1. Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul. Lenin 20.yüzyılı "savaş ve devrim çağı" olarak niteler.
2 .Karl von Clausewitz, Savaş Üzerine
3 .Ernest Mande,İkinci Dünya Savaşının Anlamı, Yazın Yay. İstanbul, ...
4. Jonathan Haas, "Savaşın Antropolojisi", aktaran Semra Somersan, Cogito, Sayı 6-7, İstanbul, Kış-Bahar 1996
5 .Cogito, age.
6 .Prof.Dr. İsmet Karacan, Terör ne? Terörist Kim?, Ütopya Yay., derleme, Ankara, 1999.
7 .Yves Michaud, Şiddet, İletişim Yay., İstanbul, 1991
8 .Terör ne? Terörist Kim?, age.
9 .Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul.
10 .Artun Ünsal, "Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi", Cogito, age.
11 .Ahmet İnsel, "Bilinçli şiddetin meşruiyeti", Birikim, Sayı 38/39, İstanbul, Haziran/Temmuz 1992
12 .Ahmet İnsel, age.
13 .Che, Askeri Yazılar, Yar Yayınları
14 .Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Sosyalist Yay.
15 .Friedrich Engels, özellikle "Tarihte Şiddetin Rolü" bölümü, Anti-Dühring, SolYayınları, Ankara
ÜNİVERSİTE SANAYİ İŞBİRLİĞİ MASALININ ARKASINDAKİ SUÇ ÇETESİ : DEVYET- SERMAYE - ÜNİVERSİTE YÖNETİMİ
Sermayenin pazara yönelik bilgi, teknik donanım ve kalifiye emeğe olan ihtiyacını gidermek için üniversitelerin bilim ve teknoloji altyapı imkanlarının sermayenin emrine sunulmasının bir sistem olarak uygulanması demek olan ÜSİ’nin gelişiminde sermaye, devlet ve üniversite yönetici kademesi karşılıklı çıkar grupları olarak konumlanmakta ve işbirliğinin sağlanması bu üç kesimin çıkarlarının çakışmasıyla mümkün olmaktadır.
Burada asıl sorun, söz konusu işbirliğinin kimin için, nasıl ve ne bedeller ödenerek yapıldığıdır. Sömürge ülkelerin devletleri, güçler dengesini emperyalist devletlerin belirlediği dünya sisteminde yer alabilmek ve kurdukları toplumsal düzeni korumak için, nasıl ülkelerinde siyasal ve ekonomik alanı düzenliyorlarsa, bilim ve teknoloji politikalarını da uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına göre düzenliyorlar. Bilim ve teknoloji alanında sömürge ülkelere biçilen görev ise, baştan belli: ARAŞTIRMA TAŞERONLUĞU. Bu sürece uygun olarak dünyada ve Türkiye'de kamu destekleri giderek azalırken AR-GE , teknoloji ve istihdam geliştirme konularına yönelen sermayeye ek destek veriliyor.
Türkiyede 1995 haziranında alınan karara göre AR-GE faaliyetleri maaliyetinin % 50'sine kadar desteklenmekte ve destek süresi olarak proje başına 3 yıl verilmektedir. Karara göre, eğer sanayi kuruluşunun belirli bir proje bazında desteklenen AR-GE faaliyetinde doktoralı araştırmacı istihdam ediyorlarsa, bu araştırmalarla ilgili personel giderleri için sağlanacak destek %15 arttırılacaktır. Ayrıca, yine aynı kararda, eğer AR-GE çalışması BTYK'nın (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu) emperyalist ülkelerin ihtiyacına göre sömürge ülkelerin bilim ve teknolojide gelişme çizgilerine uygun olarak Türkiye için belirlediği yedi atılım alanından(1)1 biriyle ilgili olursa %20 arttırılabileceği vurgulanıyor.Bunlar şöyle sıralanıyor:
1. Ulusal enformasyon şebekesi ile bu şebeke üzerinden sunulabilecek telematik hizmetler ağının kurulması;
2. Uluslararası rekabet şartlarında üstünlük kazanılması için esnek üretim ve esnek otomasyon teknolojilerine ülke sanayiinin uyarlanması;
3. Demiryolu sisteminin hızlı tren teknolojileri bazında yenilenmesi ve şehir içi ulaşımda raylı sistemlerin geliştirilmesi;
4. Uzay ve havacılık sanayileriyle savunma sanayiinde, alan ve ürün seçiminine dayalı bir sınai yatırım ve gelişme stratejisi izlenmesi;
5. Gen mühendisliği ve bioteknolojide AR-GE üzerinde odaklanma; GAP vb. projeleri baz alan açılımlar;
6. Çevre dostu teknolojiler, enerji tasarrufu sağlayıcı teknolojiler ve çevre dostu enerji teknolojileri üzerinde odaklanma ve uygulama alanlarını ülke çapında hızla geliştirilip genişletme;
7. İleri malzeme teknolojilerinde, diğer atılım alanlarını destekleyici yönde AR-GE ve uzantısındaki sınai yatırımlar.
Yukarıda belirtilen atılım alanlarında, sermayenin çıkarına, bilim ve teknoloji üretimi için beyin gücü üretiminin, yani eğitim alanının düzenlenmesi, denetlenmesi ve oluşturulan politikalar doğrultusunda yönlendirilmesi gerekiyor. Yani kısaca, azami kara göre şekillenen kapitalist mantığıyla bilim adamlarının bilimsel bilgi birikimine katkıda bulunmak amacıyla yapmış oldukları araştırmalarda pratik üretim ilişkilerinde işe yararlık arayan sermaye, bilimcilerin 'gereksiz' şeylerin peşinden gitmesini değil, kendi ürün ve üretim süreçlerindeki sorunlara çözüm üretecek, karını yükseltecek, pazara yönelik bilgi ihtiyacını karşılayacak, kendi belirleyeceği ve yönlendireceği araştırmalar yapmasını beklemektedir. Bu isteklerine uygun olarak da devlet ve üniversite yönetici kademesiyle işbirliği yapıp üniversiteleri yeniden yapılandırmaktadır. Yapılan düzenlemelerle kıt kaynaklarının işlevli kullanımı mantığına göre, zaten belli bir potansiyele sahip elit üniversitelere insan kaynağı ve beyin gücüne hızla ulaşım için kaynak aktarımı yapılırken, bu üniversiteler lisansüstü eğitimde ve sermayenin belirlediği konularda uzmanlaşmaya itiliyor. Bunun Türkiye'deki örneğini de 1989 yılından itibaren ÜSİ'nin gelişmesi amacıyla DPT tarafından üniversitelere verilen hangi üniversitenin hangi dalda uzmanlaşacağını belirleyen araştırma projelerinde (2) görebiliyoruz. Bunlar şu şekilde sıralanıyor:
ODTÜ: Elektronik, makina dizayn, çevre, malzeme, işletme, teknopark; İTÜ: Yeni malzemeler, yüksek seramikler, bor mineralleri, maden araştırmaları, elektronik, teknopark , cevher enginleştirme yöntemleri; ANKARA ÜNİVERSİTESİ: Bioteknoloji; HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ: Madencilik, gıda müh, tıp; ANADOLU ÜNİVERSİTESİ: Metalurji, bitki özü teknopark tıp; ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ: Tarımsal bioteknoloji tanı araştırmaları; BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ: Enzim teknolojileri cad /cam işletme; DOKUZ EYLÜL /EGE: güneş enerjisi, enerji birimleri, teknopark , tekstil; GEBZE (TÜBİTAK): elektronik uzay araştırmaları, bioteknoloji, malzeme, yarı iletkenler.
Üniversiteler bu şekilde toplumsal fayda gözetilmeksizin sermayeye daha ve daha çok kar yaptıracak alanlarda uzmanlaştırılırken yukardan örgütlenen bu süreçte bilgi üretimine doğrudan katılanların yani bilim insanlarının söz haklarının olmayışının yanında üniversite öğrencileri de üniversiteye girdikleri andan itibaren kendileri dışında belirlenen ve yönlendirilen eğitim sürecine dahil oluyor.
Devletin sermayeyle işbirliğinin sınırları bunlarla bitmiyor. ABD'de bilim parklarının geliştirilmesi sürecinde yapılan destekleme politikasında vergi avantajları ve sübvansiyonun yanı sıra, milli savunma ve NASA harcamalarından yönlendirilen fonlar kullanılıyorken, Türkiye'de sermayeye vergi erteleme, bağış yatırım malları ithalatı yatırım indirimi, bina inşaat harcı istisması kaynak kullanımı destekleme kredisi, düşük faizli yatırım kredisi gibi yardımlarda bulunuluyor. Ayrıca, AR-GE projesi kapsamında gerek sermaye gerekse üniversiteler tarafından yurtdışından temin edilen tüm ekipman malzeme ve yedek parçaların vergi kapsamından çıkarılması ve gümrük işlemlerinde azami hızı sağlayacak düzenlemeler yapılması gibi kolaylıklar sağlıyor. Depremde yurt dışından gelen yardımlardaki tıbbi ilaç ve malzemelerin gümrükte bekletilip çürütüldüğünü düşündüğümüzde, aynı devletin sermayeye tüm kapıları ardına kadar açması siyasi otoritenin neye hizmet ettiğini bize açıkça gösteriyor.
Üniversite sermaye işbirliğinde müdahaleci güç olarak konumlanan devlet, bir yandan üniversitenin pazar ilişkilerine göre yeniden örgütlenmesinde sermaye ve üniversite yönetimi arasında aracılık yaparken bir yandan da elindeki yasama erkini kullanarak üniversitede sermayenin varlığı önündeki tüm engelleri kaldırıyor. İrlanda'da tam gün üniversite de çalışan hocaların dışardan aldıkları para miktarı kadar devletten aldıkları ücrette kesinti olması benzeri üniversite sermaye ilişkisinin geliştirilmesinden önce hemen hemen her ülkede olan ve tam gün üniversitede çalışan öğretim görevlilerinin sanayii ile birlikte çalışmasına engel teşkil eden yasaların düzenlemesini yapıyor. Böylece İngiltere'deki Aston bilim parkında olduğu gibi 3 yasalar gereği üniversite içi bilim insanlarına ödeme yapamayan sermayeyi, ''araştırma parası'' "yurtdışı seyahat harcaması" gibi kendilerinin teşvik ve ödüllendirme olarak adlandırdıkları rüşveti vermekten kurtarıp resmi olarak bilim insanlarıyla kurdukları ilişkiyi piyasa alanına çekmelerini sağlıyor.
DPT'nin Türkiye'de ÜSİ'nin geliştirilesi için hazırladığı raporda yüksek lisans ve doktora tezlerinin yürütülmesi ve desteklenmesi için sanayi kuruluşlarının sponsorluğunun sağlanması önerilmektedir. Böylece araştırmacılara ve öğrencilere sağladığı paraya göre, sermaye, hem bilim insanlarının üzerinde para üzerinden incelmiş ve denetlenmesi zor bir kontrol ve yönlendirme mekanizması kurup parayla oynayarak bilimi güdümüne almanın yolunu açacak, hem de araştırma sonuçlarını ticarileştirme ve patent hakkına sahip olacaktır.
Aynı uygulamanın benzeri gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun yıllardır uygulanıyor. 1981 yılında Dupont Şirketi moleküler genetiği üzerine araştırma yapmak için Harvard Üniversitesi'ne çalışmanın üniversitenin yeni genetik bölümünde olması ve bölümün başkanlığına Philip Leder’in getirilmesi koşuluyla 6 milyon dolar bağış yaptı. Araştırma sonuçlarının patenti üniversiteye verilirken Dupont, bu patentleri lisans düzenlemeleri yoluyla kullanmak üzere özel haklara sahip oldu. Aynı şekilde, Alman kimya şirketi Hoechst'in yine Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağlı genetik mühendisliği bölümü kurması için Massachusetts genel hastanesine 10 yıl için toplam 50 milyon dolar bağışta bulundu ve şirketin her yıl çalışma grubuna çalışma yapmak üzere 4 bilim adamı gönderdi. Bu şirket de yine Dupont gibi yaptığı 'bağış' sonucu araştırma sonuçlarını kullanmak için lisanslar kazandı. Bu örneklerden anlayabileceğimiz üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin üniversitedeki varlığı artık tamamen içselleşmiştir. Öyle ki, artık, iş, İsviçre'de Holmos Üniversitesi'nde, üniversite mastır tezlerine konu teklif etmeleri için firmaların davet edilmesine kadar varmıştır.4 Bizde de biraz daha örtük şekilde, yüksek lisans öğrencilerinin tez çalışmaları sermayenin işine yarayacak şekilde belirleniyor. Lisans öğrencileri de, onlara verilen proje kapsamında hocaları ya da şirket müdürlerinin gözetimi altında sanayide çalıştırılabiliyor. Sekizinci 5 yılık kalkınma planında DPT'nin ÜSİ için devlete önerdiği düzenlemelerden biri de yükseköğretim kanununda yapacakları değişiklikle sermaye ile ortak yürüttüğü projesi olmayan öğretim üyelerine doktora tezi yürütme yeterliliğinin verilmemesidir. Böylece devlet, akademik hayata direkt müdahale ederek sermayenin üniversitedeki işgaline karşı çıkacak olan onurlu bilimcilerin elinden akademik çalışma yapma hakkını alabilecek. Türkiye düzenlemeyi öngördüğü uygulamaları emperyalist ülkelerde kurumsallaşmış durumdaki benzerlerinden yararlanarak belirliyor. Bilim parkı uygulamasının ilk yapıldığı üniversite olan Standford örneğinde de öğretim üyeleri 9 ay maaş 3 ay serbest iş uygulamasıyla, sermaye için çalışmaya zorunlu kılınmıştır.(5)
ÜSİ'nin gelişimi için üniversitenin yeniden yapılandırılması sürecinde iş üniversitelerde şirket kurmaya kadar varıyor. Hacettepe üniversitesince bünyesindeki 5 vakıf ortaklığıyla kurulan HÜ Mühendislik Eğitim Danışmanlık AŞ. (HÜMED AŞ.) buna yalnızca bir örnek. Bu şirkette üniversitenin mühendislik bölümlerinin dışarıya nasıl hizmet vereceği tek tek açıklanırken araştırma geliştirme bürosunun yanında savunma sanayi ile işbirliği bürosu da kurulmuştur.
Üniversitenin Bilgisayar Bölümü'nde birçok ayrı hizmetin yanında resmi askeri yayın çerçevesinde, NATO dokümantasyon standartı olan SGML belgelerini saklayan, dizinleyen ve gösterilebilen bir doküman yönetim sistemiyle, SMART bilgi erişim sisteminin geliştirilebileceği, gerek askeri gerekse de ticari ve yazılım geliştirme metodojileri üzerinde genel bir kültürün oluşturulması bazında, eğitim hizmeti verebileceği belirtilmektedir. Bunun dışında Elektronik Bölümü kontrol ve kumanda sistemlerinden uçuş kontrol sistemleri, güdüm ve navigasyon sistemleri, süreç denetim sistemleri, otomasyon sistemleri çözümlemesi, ses, görüntü, radar vb.alanlarda sinyal işleme yöntemleri ve sistemleri geliştirme hizmetleri vermektedir. Önümüzdeki 25 yıl içinde Silahlı Kuvvetler'in modernizasyonu için 150 milyar dolar bütçe öngören şimdi bunun için yıllık ortalama 9 miyar dolar cari harcama yapan Türkiye, TSK‘nin ihtiyaçlarının % 21'ini yurt içinden sağlamaktadır. Bu konumuyla Türkiye, dışarıya en fazla savunma sanayi işi ihale eden NATO ülkesidir. 1985'ten sonra çeşitli bilimsel alanlarda ileri teknoloji gerektiren projeleri yürütmek için insan gücü ve parasal kaynakların yetersiz kalması politika değişikliği yapılmasını gerektirmiş ve 1986 yılında Savunma Sanayi Müsteşarlığı kurulmuştur. 1991-93 yıllarında Savunma Sanayii Müsteşarlığı tarafından ODTÜ, İTÜ Boğaziçi ve Bilkent üniversiteleri ile ASELSAN TAİ VE TÜBİTAK SAGE gibi kuruluşlara 12.9 MİLYON dolar ve 7.29 milyar lira tutarında 10 AR-GE projesi vererek 8 ulusal savunma sanayii geliştirmeye çalışan TSK da, bir sermaye grubu olarak üniversiteyi kullanıyor. (6) Türk savunma sanayi politikalarına ve stratejisine ilişkin 20 Haziran 1998'de alınan Bakanlar Kurulu kararı ile uygulamaya konan esaslar çerçevesinde Ulusal Savunma Sanayii'nin AR-GE'lerde dolayısıyla teknolojide yetkinleştirmek için kararlar almış durumda. İzmir İleri Teknoloji Enstitüsü 2001 yıl araştırma projeleri arasındaki düşük maliyetli polimer esaslı kompozit malzemelerin üretim teknolojilerinin yerleştirilmesi ve savunma sanayiine yönelik kompozit zırhlı malzemelerin geliştirilmesinin olması yukarıda sıraladığımız uygulama kararlarına göre belirlendiğini anlamak hiç zor değil.
Üniversite yönetimi ‘bilim insanı’ sıfatının arkasına saklanıp üniversite üzerindeki egemenlik ilişkilerini derinleştirmeye çalışan devlet ve sermaye ikilisinin tamamlayıcısı olduğunu en iyi kendi sözleriyle açıklıyor: “Kapitalist sistemde rekabete dayalı bir sanayileşmeyi başarmak için teknolojik bilgiye, düzeyi yeterli insan gücüne, cihazlanmaya, organizasyona ve yatırım gücüne ihtiyaç vardır. Üniversiteleri kullanmak, sanayinin lüzumsuz insan gücü ve cihazlanma için ilave yatırım yapmaları ve asıl meşguliyet alanları dışına kaymasını önleyecektir.” (eski İTÜ rektörü Kemal Kafalı) (7)
1. BTYK tarafından hazırlanan "Türkiyede Bilim ve Teknoloji Politikası" raporu
2. Doç.Dr. Kemal Güleç, "Tekstil ve konfeksiyon sanayi açısından üniversite sanayi ilişkileri", DPT Yay., 1994.
3. Doç .Dr. Kemal Güleç, age.
4. OECD "University and Industry New Forms of Cooperation and Communication Raporu", 1984.
5.23-24 Haziran1986 tarihlerinde İTÜ Rektörlüğü'nde "Bilim Parkları" konusunda ingiliz eksperlerle yapılann toplantı notları, DPT.
6. Atilla Güçlü, uzmanlık tezi, "Teknopark ve Savunma Sanayiinin Gelişmesi", Milli Savunma Bakanlığı Savunma Sanayi Müsteşarlığı, 1991.
7. "Sanayileşen Türkiye ve Üniversiteler", İTÜ Vakıf Dergisi
Dostları ilə paylaş: |