SAVAŞ BAŞLADI İLK BOMBA EZİLEN HALKLARA
Kendini kayıtsız şartsız "dünya" lideri olarak gören Amerika’nın askeri ve ekonomik gücünün "yıkılmaz" simgeleri 11 Eylül günü birer toz bulutuna dönüştü. Bu olay dünya halkları gözünde Amerika’nın süper güç imajını temelinden sarstığı kadar "bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" diye savaş çığlıkları atan egemenler için de bir fırsat ve köklü bir değişim sürecinin tetikleyicisi oldu. Eylemin ardından Amerika eylemin faili olarak tespit ettiği Afganistan’a savaşını ilan etti. Afganistan’da 7 Ekim akşamından beri devam eden savaş bir sürü belirsizliği içinde barındırıyor. Bu noktada asıl üstünde durulması gereken savaşın ezilenler ve egemenler cephesinde ne gibi sonuçlar doğuracağıdır.
Soğuk savaş sonrasında ABD’nin küreselleşme adıyla dünyaya armağan ettiği gelecek vaadi çoktan çöktü ki bu vaade kendileri de hiç inanmadı zaten; "komünizm tehlikesi"nin ortadan kalktığını müjdelemesine rağmen ABD en çok silahlanmaya önem verdi, özellikle körfez savaşından sonra küreselleşme projesi kendi karşıt eğilimlerini yaratarak bir dizi çelişkiyle bu güne kadar geldi. Şimdi Amerikan ve Japon ekonomilerinin krize girdiği, ABD’nin askeri gücünün zayıfladığı ve dünya çapında uygulanan yıkım programlarına karşı tepkilerin her geçen gün daha da yükseldiği bir döneme rastlayan 11 Eylül eylemiyle Amerika merkezli bir küresel sömürgecilik düzenine geçmenin olanakları yaratılmaya çalışılmaktadır. ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissenger eylemin ardından yaptığı yorumların bir çoğunda ısrarla şunu tekrarlıyor; "Amerika ve demokrasi sadece bir meydan okumayla değil aynı zamanda bir fırsatla da karşı kaşıya". Evet bu eylem egemenlere çok boyutlu fırsatlar sundu: Bunlardan biri tıkanma noktasında olan küreselleşme sürecinin yeniden örgütlenmesi oldu. "Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" ya da "yeni bir dünya düzeni" tartışmalarının aslında yeni bir düzen değil mevcut düzensizliğin daha büyük açmazlarla ve tüm tıkanıklığıyla ilerleyeceği anlamına geldiği giderek daha çok netleşiyor.
Teröre Karşı Kutsal İttifak
"Kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların,sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda,paylaşıma katılanların genel ekonomik, mali askeri vs. gücünden başka temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsir biçimde değişmektedir...Bu nedenle ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun zorunlu olarak, savaşlar arasındaki "nefes molaları"ndan başka birşey değildir. Barışçıl ittifaklar...birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlar ve yine onlardan doğarlar." (Lenin)
11 Eylül sonrasında "teröre karşı mücadele" başlığıyla egemenler cephesini oluşturma çabaları yoğunlaştı. NATO 5. maddenin kabulü de buna hizmet eden bir gelişmeydi. Ancak bu ittifak bir dizi taviz verilerek ve oldukça kırılgan dengeler üzerine kuruluyor. Savaşa Amerika’yla birlikte başlayan İngiltere’nin belirsiz tutumu, Rusya’nın koşullu ve aslında ABD’nin Orta Asya’da ki egemenliğini engellemek amaçlı ittifakı, İslam ülkelerinde Afganistan’ın bombalanmasının ardından yaşanan politik istikrarsızlığın büyümesi... Tüm bunlar yeni diye vaat edilen şeyin yeni bir kriz ve istikrarsızlık süreci olarak ilerleyeceğini ve terör karşıtı kutsal ittifakın uzun süreli olmayacağını gösteriyor.
Karşı Savunma Sistemleri
ABD’nin eline geçen fırsatlardan biri de terör tanımı içine sokulan tüm dünyanın ezilen halklarına karşı yürütülecek politikalar.
‘90’lar dan itibaren dünya egemenleri soğuk savaş sonrası tehditleri tartışmaya başladı. NATO’nun 1990’da ki toplantısında bu tehditler şöyle sıralanıyor:
• Sınır tanımayan silahlar (uluslararası terörizm ve orta menzilli silahlar, balistik füzeler öne çıkıyor)
• Uluslararası kaçakçılık (uyuşturucu ve nükleer madde kaçakçılığı öne çıkıyor)
• İstikrarsızlık hareketleri (etnik, dinsel ve mafya türü grup örgütlenmeleri)
‘90’lar da oldukça geniş tutulan terör tanımı bugün daha geniş bir çerçeveyle çiziliyor. Amerika’nın 11 Eylül’den sonra yayınladığı dört yıllık Savunma Değerlendirme Raporunda (QDR) "ABD, düşmanlarının kim olacağını ve savaşların nerede çıkacağını tam olarak bilemez ve bilmeyecektir" ifadesi bulunuyor. Yani tehdidin kim olduğu, ne zaman ve nereden saldıracağı bilinmeksizin sürekli bir savunma halinde olunacağı vurgulanıyor. ABD her an tehdit altındayız paranoyasıyla çizdiği yeni savunma konseptinde erişemediği coğrafyalara zorla girmek, işgal etmek, siyasal müdahalede bulunmak gibi amaçlar benimsiyor. Bunları yapabilmek içinse sürekli izleme, hassas vuruş ve ona uygun olarak biçimlenmiş ordular bulundurmayı hedefliyor. QDR’de tartışılan bir diğer konuysa tanımlanan tehditin ABD’nin ekonomisine ya da toprak bütünlüğüne karşı değil Amerikan yaşam tarzıyla eşanlamlı olan "özgürlüğe" karşı olduğu yani ABD’nin gireceği her savaş özgürlüğü korumak adına. ABD’nin şu anda yürüttüğü savaşı "büyük düşünürler"imizin de yardımıyla bir uygarlıklar savaşına dönüştürmesinin nedeni ortaya çıkıyor; Amerika şimdi kutsal bir davanın savunucusu(?)
Türkiye Savaşın Neresinde?
11 Eylül’den sonra ABD’ye, İngiltere ve İsrail’in ardından koşulsuz destek veren üçüncü ülke Türkiye oldu. Her ne kadar bu destek süreç içerisinde yerini temkinli açıklamalara bıraktıysa da, İsmail Cem’in "maceraya atılmayız" açıklaması, MGK’nın asker göndermeme kararı gibi, Türkiye egemenlerinin çıkar hesapları gereği ülke savaşa sürüklendi. Çıkar sağlamak amacıyla bir yerinden dahil olunan savaşların ilki değil bu. Türkiye Kore savaşında Sovyetlere karşı duruşuyla NATO üyeliğini kazandı. Körfez savaşındaysa "bir koyup bin alma" hayaliyle ABD’nin İsrail’le birlikte Ortadoğu’da ki kolları olma şanına erişti. Savaşın bedelini ise halklar daha fazla yoksulluk ve ölümle ödediler. Şimdi ABD’nin küresel sömürgecilik sistemi etrafında iktidarını genişletme hesapları yaptığı bu savaşta Türkiye egemenleri gene çıkarları gereği savaşa evet dedi. Orta Asya’da güçlü bir ABD, Türkiye için doğal gaz ve petrol boru hatları demek olduğu gibi NATO ordusunda etkin rol alması uzun vadede Avrupa Savunması ve AB üstünde baskı yaratabilmesi anlamına gelebilir. Mesut Yılmaz’ın AB’ye girmek adına gündeme getirdiği "ulusal güvenlik" tartışmasının askıya alınması AB hayallerinin ertelenmesi değil gelişen sürecin AB'nin konjoktüründe bir değişim yaratması ve üyelik sürecinin hızlanması beklentileri var. ABD’nin savaşıyla en çok ordu itibar kazandı. Ancak şimdilik Türkiye egemenleri daha çok günü kurtaracak çıkarlar peşindeler.
Derviş’in Amerika’dan eli boş dönmesi ve IMF’nin yeni kredi dilimini ertelemesinin ardından herhangi bir istek gelmediği halde meclisten asker gönderme kararının çıkması aslında Türkiye’nin bölgedeki konumunu kullanarak ABD’den bir dizi ekonomik ve siyasi çıkar sağlama çabalarının en somut örneği. IMF politikalarının uygulanışı bugüne kadar ekonomik tavizler verilerek ilerliyorken bundan sonra siyasal tavizlerin de verileceği görülüyor.
Türkiye egemenlerinin savaşa destek verirken temkinli oldukları bir diğer konu da savaşın Irak’a sıçraması. K. Irak’da bir Kürt devleti kurulması halinde Türkiye içindeki dengelerin değişebileceği ihtimali Türkiye içinde örgütlü tüm Kürt dinamiklerine karşı şiddetli bir sertleşme anlamına gelebilir. Anayasa paketinde Kürtçe yayın konusunun bir kaç iyileştirmeyle sınırlı kalınması bunun ilk adımlarından biri.
Diğer taraftan Türkiye iktidarında sürekli istikrarsızlıklara neden olan siyasal İslam'ın 28 Şubat’tan beri devam eden tasfiye süreci ABD’deki olayla birlikte hızlanacaktır. Görünen o ki ABD’nin tercihi mevcut hükümetin devamı ancak mecliste peş peşe yaşanan istifalar, TÜSİAD’ın dahi açıktan seçim çağrısı yapması, millet vekili maaşları yünden Çankaya'la hükümet arasında ki uzlaşmazlık ve cumhurbaşkanının refferandum kararı parlementonun çöküşünü kanıtlıyor. Bu süreçte yeni bir merkez sol siyasetin oluşturulması en mümkün ihtimallerden biri. Diğer taraftan K.Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması MHP’nin durumunun yeniden biçimlenişine neden olabilir. Tüm bunlar kısa ve orta vadede saptamalar fakat şu reddedilmez bir gerçek ki Türkiye’nin Amerikancı tutumu halkta hükümete ve meclise karşı var olan tepkiyi ve güvensizlik duygusunu arttıracaktır. Türkiye rejimi için kısa vadede en net görülense şiddet aygıtlarının tekrardan örgütlenip kont-terör konsepti etrafında uygulamaya sokulacağı. Savaş karşıtı sokak hareketlerine en sert tepkisini göstermesi gibi.
Dünyada ve Türkiye’de tüm bu tartışılanlara yani kontr-terör konseptlerine dayalı oluşturulacak dünya düzeninin faşist baskı aygıtlarının yeniden sistematikleştirilmesi anlamına geldiği ve bunun ezilenlere ve anti-emperyalist mücadeleye etkisinin nasıl olacağı diğer bir önemli nokta.
Uygar Dünya Yoksul Halklara Karşı
İtalya başbakanı Berlusconi Berlin’de yaptığı basın toplantısında "11 Eylül trajedisine neden olan teröristlerle anti-kapitalist göstericiler arasındaki benzerliğe" dikkat çekti ve "bunların her ikisi de batı medeniyetine düşmandır" dedi. Şimdi biz de her an bu savaşın bir tarafına düşüp batı medeniyetinin düşmanı ilan edilebiliriz.
Amerika’nın nereden ve ne zaman geleceğini bilmediği tehdit, aslında küreselleşme projesinin yarattığı, politik istikrarsızlıklar, yoksullaştırma ve proleterleştirme dalgasının yarattığı tepkiler. Bu nedenle ABD ve İngiltere’nin füzeleri Afganistan’dan önce tüm yeni sömürge halklarının üstüne "terörist" damgasıyla düştü. ABD bunu elbette bir operasyonel bir güç olarak kullanacak. Oluşturulmaya çalışılan kontr-terör konseptlerine asıl şekil verenin sınıfsal ve politik gerilimler ve çatışmalar olduğunu düşünürsek bunun karşısında örgütlenecek olanın faşist yönetimler, denetim-gözetim-engelleme mekanizmaları olacağı açıktır. "Uygar" dünya, temel tehdit olarak gördüğü ezilen halkların mücadelesini geriletecek her türlü tekniği deneyecek.
"Terörist saldırılar büyüktü: Ama daha önce daha büyükleri de gerçekleşmişti. Örneğin Bill Clinton'ın herhangi bir gerekçe göstermeden Sudan'ı bombalaması, ilaç stoklarının yarısından fazlasını imha etmesi ve sayısız insanı öldürmesi gibi."
Noam Chowsky
Klasik sömürgecilik döneminden bu yana dünya tarihi hep daha fazla güç ve yayılmacılık güdüsüyle gerçekleştirilen savaşlara sahne oldu. Şimdiyse küresel sömürgeciliğin en uzun savaşının başındayız ve Amerika ve müttefiklerinin "ebedi özgürlük" adını verdikleri bu savaş yeni liberalizmin en vahşi yüzünü ortaya çıkardı. Piyasa egemenliğinin sınırları dışında kalanların yani "uygar"lığın karşısındakilerin yaşam hakkı yok! Emperyalistler yeni dünyalarının sınırlarını oldukça tehlikeli bir noktadan çiziyorlar; "ya bizdensiniz ya da onlardan" Onlar medeniyetler dışı kalmış teröristler yani uygar dünyanın kapısında biriken kalabalık. 11 Eylül eylemi bahane edilerek yürütülen bu savaşla emperyalistlerin bugün "terör" tanımı içinde topyekün savaş açtığı aslında ezilen halklardan başkası değil. Dünya üzerinde daha büyük terörist saldırıların yaşandığı bir gerçek ve şimdi demokrasilerin teröre karşı savaşı olarak anlatılan bu savaş, Filistin halkının sokaklarda tarandığı, Amerika'nın bombalarının Kana köyünün yarısını yeryüzünden sildiği, Sudan'daki tek ilaç fabrikasını nükleer silah fabrikası diye bombaladığı, müttefiki İsrail'in beslediği Lübnan milislerinin mülteci kamplarına girip önüne gelen herkesin ırzına geçtiği ve şimdi de Afgan halkının kimisinin göç yollarında kimisinin de Amerika ve İngiliz füzeleriyle katledildiği terörist bir savaş.
Ancak burada asıl önemli olan nokta ABD'nin "terör" tanımıyla kendisine tehlike teşkil ettiğini meşrulaştırmaya çalıştığı yoksul halktan neden bu kadar korktuğudur. 11 Eylül'de gerçekleştirilen eylem, şekli ve sonuçları itibariyle kabul edilemez olsa da ezilenlerin onlara yaşanılmaz bir dünya sunan dünya egemenlerine verdiği şiddetli ve tepkisel bir yanıt olarak değerlendirilebilir.
21. Yüzyılın toplumsal mücadeleler tarihinde ayrı bir öneminin olacağı saptaması burada bir kez daha doğruluğunu kanıtlıyor. Dünya egemenleri uyguladıkları ekonomik yıkım programlarının üstüne şimdi de gittikçe derinleşen krizlerini aşmak için dünya sisteminde bir sertleşmeye doğru giderken ezilenlerin verdiği mücadele de gittikçe daha meşru ve politik talepler etrafında birikiyor. Şimdi bu mücadeleye bir başlık daha eklendi:
Savaş Karşıtlığı
"Özgürlük savaşçısı" ABD Afgan halkını üzerine önce bombaları yağdırıyor sonra da yardım paketlerini. Paketlerin üstünde "Amerikan halkının hediyesi" yazıyor içindeyse fasulye, Amerikan fıstığı yağı, çilek reçeli ve proteinli bisküvi var. Ama Amerika yiyecekten önce bomba hediye ediyor halka ve unuttuğu ölülerin asla yemek yiyemeyeceği. Yıllarca CIA’nın Sovyetlere karşı örgütlediği Taliban zulmüyle yaşayan Afgan halkının üzerine şimdi de ABD’nin füzeleri yağıyor. Afganistan mayınlar yüzünden 60 bin çocuğun öldüğü, hastane yatağı başına 3 bin insanın düştüğü bir ülke. Bu kimin umrunda ki. Afganistan; Çin, Rusya, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, İran, Pakistan ve Hindistan’ı barındıran bir coğrafya içinde. Bu coğrafya da uyuşturucu kaçakçılığının %60’ı var ve Orta Asya doğal gaz ve petrol yataklarıyla dünyanın yeni enerji havzası olmaya aday. Şimdi istedikleri kadar bu savaşa uygarın barbara karşı savaşı desinler aslında yaşanan siyasi ve askeri bir güç kavgası ve bunun hizmet ettiği ekonomik egemenlik savaşımıdır.
21. Yüzyılın savaşlarının neye hizmet ettiği ve savaşın bir katliam olduğu gerçeği bu kadar gözler önündeyken savaş karşıtı tepkiler de gittikçe yaygınlaşmakta ve geniş kitleler içinde kabul görmektedir.Bu süreçte gözlemlenen gelişmelerden biri küreselleşme karşıtlığının savaş karşıtı bir harekete dönüşmesi, diğeriyse küresel refahtan payına en az demokrasi düşen Ortadoğu ve Orta Asya halklarında oluşan Amerikan karşıtlığının siyasal İslam'la buluşmasıdır. 11 Eylül saldırısıyla birlikte savaşın bir tarafının İslam ideolojisi olarak gösterilmesi ve emperyalizme karşı mücadeleyi siyasal İslam'ın sırtlanmış olması böyle devam edeceği anlamına gelmez. Savaş karşıtı tepkiler tıpkı yeniden sömürgeleştirmenin yarattığı tepkiler gibi solun ideolojik ve politik duruşuyla buluştuğunda esas anlamına kavuşacak ve emperyalizme karşı mücadele içinde yerini alacaktır. Amerika'nın Afganistan'ı vurmasının ardından dünyanın her yerinde başlayan savaş karşıtı gösteriler her yerde farklı bir mozaik oluşturuyor. Fransa'da iktidar ortağı olan yeşiller ve komünistlerden, troçkistlere, anarşistlere ve bir dizi sivil toplum kuruluşuna, Türkiye'de sol partilerden, kitle örgütlerine ve mahalle derneklerine kadar oldukça geniş kesimleri kapsıyor. Savaş karşıtı ilk gösterilerin 11 Eylül saldırısının yaşandığı ve savaşı ilan eden Amerika'dan ve çoğunun üniversite kampuslarından yükselmesi bir diğer önemli nokta. Görünen o ki gençlik tıpkı tarihsel öncüllerinde olduğu gibi savaş karşıtı mücadelede yerini alacak.
ÜLKEDEN KAÇIŞ EYLEMİ : BEYİN GÖÇÜ
İş ya da okul dönüşlerindeki, memleket ahvali üzerine yapılan tartışmalar ya da sohbetler artık hep 'henüz vakit varken bir yolunu bulup bu topraklardan kaçıp gitmeli' temennileriyle son buluyor. Memleketi terk edebilme hedefinin genel sahipleniciliğini ise gençlik üstleniyor. Gençlikte yoğunlaşan ve karşılığını bulan göç etme eyleminin yerel nedenleri arasında Türkiye'deki ekonomik, siyasal, toplumsal düzendeki sorunlar, Türkiye toplumunun gençliği toplumsal yaşamda hayatı yenileyen bir güç olarak değil sürekli denetim ve kontrol altında tutulması gereken bir toplumsal kategori olarak karşısına alması var. Gençlik bir taraftan yerel unsurlar tarafından toplumun dışına itilirken diğer taraftan da emperyalizmin sömürge ülkelerden yetiştirilmiş genç beyin transferi politikaları doğrultusunda örgütlenen kampanyaların etkisinde kalarak küresel sömürgeciliğin açtığı kapıya yöneliyor.
Emperyalizm Genç Beyinleri İstiyor!
Gelişmemiş ülkelerden, emperyalist ülkelere yapılan genç beyin transferinin ekonomik özünde, uluslararası sermaye açısından teknoloji yoğunluklu üretimdeki genç istihdamın yetersizliği ve dünya çapında hissedilir olmaya başlayan küresel ekonomik krizin ucuz maliyetli kafa emeğine ihtiyaç duyması var. Ortadoğu, Doğu Avrupa, Afrika ve Hindistan'ın özellikle bilişim alanındaki yetişmiş iş ve beyin gücünü hedefleyen AB üyesi ülkeler ve ABD, bilgi çağı safsatalarıyla örgütledikleri kapitalizmin en vahşi döneminde çok milliyetli bu küresel sömürgecilik biçiminin adını da 'Beyin Ürünleri Toplumu' olarak sunuyorlar. Sadece bir yılda bin yabancı öğrenciyi 'ağırlayan' ABD'de üç yıllık çalışma izni kotasından yararlanan özellikle bilimsel ve teknolojik hamlenin can damarları olan Çinli, Hintli ve Korelilerin sayısı 195 bin ve ABD özellikle 11 Eylül'deki saldırı eyleminden sonra bu kotayı üç kat arttırdığını açıkladı. Bu kararla bir taşla iki kuş vurmayı hedefleyen ABD, terör konsepti içerisinde tanımladığı 'yoksul halkların' çocuklarını emperyalizmin emrinde çalıştırarak hem potansiyel 'teröristlerin' emperyalizme karşı girişebilecekleri isyan hareketlerinden uzaklaştıracak hem de eğitim maliyetini üstlenmemiş olduğu yoksul gençlerin eğitilmiş beyinlerini üretimin ana girdisi olarak kullanacak. Kısacası uluslararası sermaye dünyanın bütün yoksul beyaz yakalılarını göreve çağırıyor, amaç ise çok net: 'Dünyanın bütün yoksul ve eğitilmiş gençleri birleşin ve küresel sermaye için çalışın!'
Nüfusuna her gün 2500 kişinin eklendiği ve dolayısıyla gençliğin nüfusun önemli bir kısmını oluşturduğu Türkiye'de sadece 2000-2001 yıllarında bu çağrıya kulak verip giden gençlerin sayısı 20,4 bin. Artık yapısal hale gele krizlerle birlikte sürekli alt üst oluşlar yaşayan ekonomik sistemin yaşam şartlarını gün geçtikçe zorlaştırması gelişmiş ülkelerdeki iş olanakları ve yüksek yaşam standartı ile birleşince yabancı memleketler gençlik için taşı toprağı altın olan bir umut kapısı oluyor. Türkiye'de 1990'da %14.6, 1999'da %21.9 olan işsizlik oranı Kasım ve Şubat krizlerinden sonra yedi ayda 738 bin işsizin de katılımıyla 11 milyonluk işsizler ordusunu temsilen hızla artıyor. Üniversiteli olmanın da artık bir 'ayrıcalık' olmadığı bu günlerde son krizle üniversite mezunlarının iş bulma oranı %1,5 oldu. İş bulmayı hedefleyenlerin arasında 9722 mühendis ve mimar, 940 hekim, veteriner ve 405 eczacı bulunuyor. Dünya Bankası ve IMF'nin Türkiye'ye önerdiği yapısal uyum programlarıyla yıkıma uğrayan ekonomik düzenin yanı sıra yine uluslarası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılan eğitim sistemi de formasyon eğitiminin, dolayısıyla öğretmenlik hakkının kaldırılması gibi uygulamalarla geleceğin işsizlerini yaratan yeni üniversite düzenlemelerini dayatıyor. Elindeki diplomayla üst üste suratına kapatılan kapılar ve asgari düzeydeki ihtiyaçların bile karşılanmasındaki zorluklar, küresel sermayenin araladığı 'sınırsız özgürlük, sınırsız demokrasi ve insanca yaşam' kapısının gençlik için çekici hale gelmesini sağlıyor.
ABD'de 'Green Card', İngiltere'de 'WWT' (Yetenekler için Dünya Savaşı) gibi çok çekici isimlerle pazarlanan beyin göçü kampanyaları ülkemizde bir zamanlar 'Alamancı' olmanın, şimdi ise küresel haritanın 'hür toprakalarında' yaşamanın toplumsal statüde yaratığı üstünlüğün cazibesiyle birleşince oldukça etkili oluyor. 'New York, New York' ezgisiyle arka sokaklarına ya da ucuz otellerine de olsa 'taşı toprağı altın' olan teknoloji kentlerine yapılan yolculuklar bu topraklarda yaşamaktansa yeni dünyanın arka sokaklarında yaşamayı tecih etmekle başlıyor. Ülkemizden yaşanan göçlerin temelinde 'birilerinin' kendi topraklarından, uzaktan seyrettikleri ve 'ötekilerin' içinde yaşadığı o çekici cam fanusa dokunmanın arzusu yatıyor.
Toplumsal Düzen Gençliğe Karşı Yapılandırılıyor!
Ülkeden göçün örgütlü bir kaçış halini aldığı son yıllarda bir taraftan emperyalizmin çekiciliği ile desteklenirken diğer taraftan da düzenin toplumsal yapısı emperyalizmin araladığı bu kapıdan gençliği adeta itiyor.
Gençliği toplumun diğer kesimlerinden faklılaşmasını sağlayan temelde heyecan, canlılık, enerji ve isyankarlık gibi bir takım özellikleri ortak olarak bir arada taşıması ve yoğunluklu olarak da eğitim faaliyeti içerisinde bulunan dolayısıyla 'mektepli' bir toplamı ifade edişidir. Türkiye toplumundaki gençlerin gelişmiş emperyalist ülkelere göçünün temelinde de ayrı bir kategorik toplumsal yapı olarak barındırdığı tüm niteliklerinin toplumun diğer kesimleri tarafından baskılanıyor oluşu vardır. Toplumun gençliği karşısına alışını tartışmaya siyasi iktidarın gençlik karşısındaki konumlanışıyla başlamak gerekir. Bu noktada 1980 darbesinden bahsedebiliriz. 80 darbesi tek başına o dönemin toplumsal muhalefeti için değil her dönemde potansiyel ya da etkin bir muhalefet unsuru olan gençlik içinde verilmiş bir gözdağı oldu. Gençliğin tartıştığımız özgün niteliklerinin politikleşip, iktidar hedefli hareketleri beslemesi 12 Eylül açık faşizm koşullarında, gerici, faşist iktidarın ilerici, politik gençlikle açıktan hesaplaşmasını da beraberinde getirdi. 12 Eylül'ü gençlik-siyasi iktidar-toplumsal düzen üçgeninin ilişkilerinde önemli bir veri olarak kılan, mevcut iktidar ilişkilerinin sürekliliğini sağlamak üzere yapılandırılan toplumsal yapının düzenleyicilerinin bu düzenlemelerindeki temel fikriyatının açık faşizm koşullarında açıktan sergilenmesidir.
Nesnel zeminini darbe sürecinden alarak şekillendirilen 1980 sonrası toplumsal ilişkilerdeki gençliğe karşı oluşturulan güvensizlik duygusunu beslemesi bugün en somut karşılığını toplumun üniversiteli gençliğe karşı takındığı mesafeli tavırda, nerede ve nasıl olursa olsun sürekli olarak denetim ve gözetim altına alınmaya çalışılmasıyla buluyor. Ve bu yüzden olsa gerek ki genelde kentlerin en sağlıksız evlerinde yaşayan üniversiteli gençlerin evleri içerisindeki faaliyetleri, ders çalışmaktan, eğlenceye kadar ne zaman toplumun sabitlediği sınırları aşsa vakit geçmeden apartman 'sakinlerinden' en babacan tavırlı mensubunun (tartışılan gencin şanslı bir genç olduğu varsayıldığında) bir gencin neyi, nasıl ve hangi saatlerde yapması gerektiği üzerine gerçekleştirdiği sohbetle derhal düzenin sabit sınırları içerisine çekiliyor.
“Sınırlı bir özgürlüğe sahip ülkelerin toplumsal yaşamları, bütün ruh zenginlikleri ve gelişimin kaynakları kesildiğinden, öylesine yoksul, öylesine sefil, öylesine katı ve verimsizdir.”
Rosa Luxemburg
Türkiye toplumu tahammülsüzlük, otoriterlik, muhafazakarlık gibi niteliklerle ve sürekli bir şiddet ve terör ortamında örgütleniyor. Ve işte toplumsal yapının gençliği karşısına alışının sebebi de toplumsal yapıda örgütlenmeye çalışılan bu niteliklerin, gençliğin özgün nitelikleriyle çelişmesinden kaynaklanıyor. Gençliğin sosyal bir katman olarak toplumsal itibarının kendisine teslim edilmesinin yani aslında 'adam yerine konulmasının' koşulları kimliğini 'tüm ruh zenginlikleri ve gelişiminin kaynakları kesilmiş' Türkiye toplumuna teslim etmesiyle sağlanabiliyor. Heyecanını ve enerjisini toplumun tahammül sınırlarıyla denkleştirmeye, yaratıcılığını toplumun muhafazakarlığına teslim etmeye zorlanan gençler kendilerine biçilen misyonu reddettikleri noktada fikirleri ya da yaşam tarzları görmezden geliniyor, değersizleştirilmeye çalışılıyor.
Gençlik kimliğine karşı alınan tavır öncelikle sistemin 'çekirdek örgütleri' ailelerde karşılık buluyor. Kendi yaşamına dair kararları alma noktasındaki özgür iradesi bir yana en sıradan aile toplantılarındaki kişisel fikir beyanı bile karşısında toplumsal statükoculuğun en acımasız eleştirilerini buluyor. Gençlerin meslek seçiminden, gönül tercihlerine kadar yaşamsal olan tüm kararlarında temel belirleyen ailenin ekonomik ve toplumsal statükosunun ağırlığının arttırılmasına olan katkısı oluyor. Bu yaklaşımın hakim olduğu bir toplumda 'bizimki sözümüzden hiç çıkmaz' cümlesinin bir gençle övünmek için kullanılan en yaygın cümle olması da şaşırtıcı değil! Geleceğe dair umutsuzluk ve güvensizlik hislerinin yaygınlaşmasıyla ve gelecek tartışmalarının piyasa merkezli yapılmasıyla beraber gençlik toplumsal hayatı yenileyen ve canlandıran bir güç olarak değil, piyasa koşullarını yenileyen ve canlandıran bir güç olarak anlamlandırılıyor.
Tam da piyasa için ve piyasayla beraber değer kazanılan bu ortamda çok kar getirmeyen alanlardan entellektüel üretimin, koşulları çoktan ya popüler kültürü beslemek için 'kiralanan' piyasa ekonomisinin düşünürlerin ve onların çırağı olmak niyetinde olan gençlerin ya da sınıfsal kökeninden gelen 'ayrıcalıkları' değerlendirebilen geçlerin hizmetine sunulmuş durumda. Genç ve yaratıcı beyinlerin üretimde bulunmak istedikleri sanatın çeşitli dalları ya da bilimsel araştırma gibi alanlarda verimliliklerini değerlendirebilmeleri tamamen kişisel irade beyanına ve yaratıcılıklarının sınırlarının zorlanmasına dayanmak zorunda. İşlevsiz kütüphaneler, yüksek ücretli sanat etkinlikleri, sermaye denetimindeki laboratuarlar, üniversite yönetimlerinin yönlendirdiği kulüp etkinlikleri yani düşünsel üretimin tüm alanları üniversitelerin otoriter yönetimlerinin ya da paranın tahakkümünde. Kişisel inadın değil topyekün bir dönüşümün sonucu etkisizleşecek olan bu tahakküm sistemine karşı direnme kararı alan gençlerin azınlıkta olmasından kaynaklı olsa gerek artık üniversitelerdeki kulüp odaları bile (işletme kulübü, genç girişimciler kulübü vs. dışında) terk edilmiş durumda.
'GELECEĞİ EMANET EDECEĞİMİZ GENÇLER' tanımlamasındaki 'gelecek' kavramı dikkat çekicidir ki gençliğe hiçbir zaman bugün teslim edilmez ama her zaman net olarak tanımlanmayan bir geleceğin sahibi olarak deklare edilir. Aslında Türkiye toplumunda kanıksanmış bu görüşün alt yapısında gençliğin toplumsal yaşamdaki işlevlendirilişine dair yukarıda tartıştığımız nitelikler var. Bugün, gençliğin enerjisi ve yaratıcılığı geleceği biçimlendirmek için değil bugünün siyasi iktidarının ve onun kontrolündeki toplumsal yaşamın varoluş koşullarını güçlendirmek için aktive ediliyor. Avrupa Birliği’ne girme çabası noktasında 'AVRUPA’YI' temsil eden batılı düşüncenin temsilcileri, şeriat 'tehlikesi' noktasında CUMHURİYETİN laik bekçileri, SUSURLUK vakasında 'devletin içindeki karanlık güçlere karşı duracak' demokratik unsurlar vs. gibi politik ihtiyaçlara göre güncel kimlikler atfedilen gençlerin gelecek tasavvuru noktasında bugünün figüranı olarak konumlandırılıyor.
“... toprak bana senin sütünden bir yudum yeter yeniden keşfetmem için bir ılgımla aynı uzaklıkta- ve bin kere daha memleketim olan, hiçbir prizmadan geçmemiş bir güneşle yaldızlı toprağı, her şeyin özgür ve kardeşçe olduğu toprağımı.”
Aimé Césaire
Yerel siyasi iktidarın ve toplumsal düzenin gençliği karşısına alması ve küresel sermayenin ikiyüzlü iktidarının sömürgelerden genç beyinleri devşirme politikası birleşince şimdi göç yolları genç kalabalıkları ağırlıyor. Gençliğin kaçışının esas gerekçesi ise emperyalizmin çekiciliğinden çok toplumsal düzenin iticiliği.
Tüm bu tartışmalarda unutulmaması gereken en önemli nokta ise gençliğine savaş açmış Türkiye toplumunun aslında kendisiyle de barışık olmasına izin verilmemesi. Kültür birikimi ve sosyal yaşamdaki yaratıcılık potansiyellerinin uluslar arası sömürgeciliğin sömürgecilik ilişkileri doğrultusunda işlevlenmesine izin verilen ülkemiz toplumunun gençliğe gösterdiği tepki aslında kendi yapısında yaşadığı ekonomik, siyasal ve sosyal krizlerin sonucu. Tam da böylesine her alanda krizler yaşanırken gençliğin normal koşullarda aktive olmasına izin verilmeyen nitelikleri için mücadele etmesi, Türkiye toplumu için de yaşanılması zorlaşan hayatın değişmesine yol açacak. Gençlik tercihini yaratıcılığını ve enerjisini yaşanan sorunların asıl sorumlusu emperyalizm için üretmekten yana değil, Türkiye toplumunun bütün gerici ve tahammülsüz yapısına karşı barındırdığı ilerici niteliklerini harekete geçirmek ve topyekün yaşanacak bir toplumsal dönüşüm için yürütülecek mücadelede kendisine yakışacak yerini almalıdır.
Dostları ilə paylaş: |