BAĞDAT’LA BİRLİKTE YIKILAN AMERİKAN TARZI YAŞAMDIR!
Amerikan tarzı yaşam" Amerikan mallarının yaygınlığını arttıracak tüketim alışkanlıklarını yaratma ve sömürgecilik saldırılarının ideolojik meşruiyetini toplumsallaştırma stratejisinin gündelik yaşamdaki karşılıklarını yaratma projesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Bu projenin iflası ise, savaş karşıtlarının Amerikan mallarına yönelik başlattıkları boykotun günden güne artan etkinliğinden çok, Irak’a atılan ilk bombayla başlayıp, 60’lık Iraklı dedenin milyarlık Apachee helikopterini avladığı anla taçlanan bir süreçle ilan edilmiş oldu.
Amerikan yaşam tarzı tüm dünyayı etkisi altına alan büyük plazaların üst katlarına açılan kapı hayalini herkese adil bir fırsat eşitliği çerçevesiyle sunan, 'özgürlük' kavramını genel bir yaşam "trendi" olarak merkezine alan, yaşamın her alanında gücü elinde bulundurmayı ve rekabeti bireysel gelişimin başrolüne koyan ve en az bunlar kadar önemli bir ölçü olan tüketim çılgınlığıyla simgelenen küresel bir ekonomik, siyasi toplumsal projedir. Amerikan sermayesinin ABD halkına ve tüm dünya halklarına önerdiği bu yaşam biçiminin toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin güçlü olmasının nedeni önerilenin gerçekçilik ya da iyileştiricilik özelliklerinden çok önerenin sahip olduğu "süper güç" ünvanından kaynaklanıyordu. Bugün tüm dünyada bu önerinin tuzla buz olmasının nedeni de özellikle Irak savaşıyla beraber "süper güç" ün aslında dışarıdan göründüğü kadar "süper" olmadığının anlaşılmasından kaynaklanıyor. Irak savaşıyla; dünyadaki pek çok iktisat bilimcisinin de üzerinde onaştığı yapısal ekonomik sorunlarını aşmayı, siyasi ve askeri üstünlüğünü pekiştirme ihtiyacını karşılamayı uman ABD aslında bu sorunların kaynağındaki temel sorununu, belirlenmiş uzun vadeli stratejilerini ideale yakın haliyle de olsa hayata geçirmedeki sorununu açıkça tüm dünyanın gözlerinin önüne sermiş oldu ve böylece savaşa başladığı ilk günde aldığı pozisyonun gerisine düşmüş oldu. Çünkü yönetilenler yönetenin fiyaskolarını, gülünç öfkelerini, büyütüle büyütüle kocaman bir "dev" haline gelen bir mekanizmanın üstelik de daha çok kendi hataları nedeniyle "cüceler" karşısında nasıl da çaresiz kalabileceğini şaşkınlıkla izlediler, şapka düştü Sam Amca’nın keli göründü! Bağdat’a yönelik ilk ağır bombardıman ve çoluk çocuk topyekün Irak halkının katliamının görüntüleri 11 Eylül sonrasında oluşturulan ağır, olgun ve karizmatik "terörizm karşıtı" atmosferin bir anda "manyaklar ekibinin" kabul edilebilirliği olanaksız tehlikeli saldırganlığına dönüşmesine yol açan ilk kıvılcım oldu. Sokaktaki savaş karşıtı barutla yan yana gelen bu kıvılcım Irak halkının simgesel ve inanılması zor direnişleriyle tüm dünyada ortak bir düşünme biçiminin en azından yönelimini alevlendirdi: "BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR”
Amerikan Rüyası: Zenginsever Özal’dan Türkiye Toplumuna "Hediye"
Irak savaşında yaşadıkları fiyaskoya rağmen hala ABD ile "stratejik ortak" olduklarını iddia eden Türkiye egemenleri tarihleri boyunca hep iktidar koltuklarını ABD ile paylaşmış, ABD emperyalizminin Türkiye ve dünya halklarına dönük saldırılarının baş takipçisi olmuşlardır. Bu alanda tarihe geçmiş siyasetçilerin başında tabii ki Turgut Özal gelmektedir.
80'li yılların ortaları, Amerika'dan henüz dönmüş Turgut Özal İcraatın İçinden programında elindeki Cross marka dolmakalemiyle Türkiye halklarına sesleniyor: Büyük atılım projesi; serbest piyasa ekonomisi, ithalatın serbestleşmesi, zenginlik, seçkinlik, çağdaşlaşma vs.vs......
Ekrandan Türkiye topraklarına yayılan ses 70'lerin ilerici politik toplumsal atmosferinin yıkılmasının ardından yeniden inşa sürecine sokulan siyasi, ekonomik yapının yönünü gösteriyor: İlk hedefimiz Amerikan emperyalizmiyle her anlamda bütünleşmektir! Ve Türkiye toplumu 'Amerikan Rüyasını' görmek üzere derin bir uykuya yatırılır. Toplum bu uykudan uyandığında ise kendisini açlık sınırının altındaki yüzdelik dilimde bulur. Sokakta ise gerçekten de 20 yıl önce bir hayalden ibaret olan bugün ise her köşe başında var olan tüketim mallarına rastlanmaktadır.Televizyon ekranına yansıyan görüntü ise Özal'ı sevincinden yattığı yerden kaldıracak niteliktedir. "Sevenlere, sevilenlere; yalnızlara, yalnız kalamayanlara, girişimcilere, güçlülere, müzik severlere.....herkese COCA COLA!" Tüketici profili dışında kalınması imkansızlaşmış Amerikan mallarından "Yaşam Budur İşte" küstahlığıyla ekrana uzanan ahtopot Türkiye toplumunun yaşamını rehin alarak, ona Amerikan emperyalizminin aç gözlü kar hırsını tatmin edecek bir yaşam tarzını dayatmaktadır. Diğer yandan Mc Donalds’larıyla, Coca Cola’sıyla, jeanleri ve hatta bayrağıyla dünyanın her yerinde bulunabilme özelliğine sahip Amerikan ürünlerini yaygınlığını basitçe ABD ekonomisinin dünya üzerindeki gücünün karşılığı olarak algılamak ABD saldırganlığının farklı boyutlardaki görünümlerini yok saymak anlamına gelecektir.
Özellikle 80'ler ve 90'lar göz önüne alındığında Türkiye ekonomisine yön veren dizginleri boşalmış özelleştirme porgramalarının en çarpıcı yanını oluşturduğu neo liberal saldırganlığın gerektirdiği yaşama biçiminin olşturulmasında siyasi iktidar 'Amerikan Rüyasını' pohpohlayacak çok çeşitli aygıtları işlevlendirmiştir. Bu aygıtların başında ise bugün artık iyiden iyiye çivisi çıkmış olan medya gelmiştir. TRT'nin karşılayamadığı bu toplumsal rehberlik misyonunu üstlenmek üzere derhal özel televizyon kanallarının önü açılmış ve hatta bu süreç Türkiye toplumuna adeta bir devrim olarak sunulmuştur. Haber alma özgürlüğü, medeniyetin göstergesidir yaklaşımıyla tarihsel olarak kendilerine "devrimci bir misyon" yüklenen özel kanallar kendilerinden bekleneni yerine getirmiş, siyasi iktidarın 80 öncesi şiddet ve terör yoluyla sahip olduğu toplumu yönlendirebilme gücünü bir kameranın arkasından gerçek yaşama aktarılan kurgularla temsil etmiştir. Çok kanallılığın haber alma özgürlüğünün koşulu olduğu yaklaşımı elbette ki her kanalda halkın değil kurulu düzenin farklı ihtiyaçlarının giderildiği gerçeği göz önüne alınırsa çok zorlanmadan çürütülmüş oluyor. Ancak zaten dünyayı gücünün gerçeğiyle değil imajıyla yöneten, gündelik yaşama müdahalesinde kavramların gerçek içeriğini değil işlerin yoluna girmesini sağlayacak uydurulmuş formlarını yaygınlaştırmaya çalışan ve bu süreçlerde kendi gerçek kazanımını oluşturan ABD’yle kendisini stratejik ortak sanan Türkiye iktidarının kötü de olsa taklitlerini hayata geçirmesi çok da şaşırtıcı değil.
Bu yıllarda sıkça simitçilikten holding patronluğuna çabucak dönülmüş köşeleri anlatan "Küçük Amerika'nın" yaşam hikayeleri, film senaryoları, reklam filmleri, yazı dizileriyle bilinçlere kazınan, girişimciliğin fazileti ve tabii ki özel teşebbüsün (özelleştirilmelerin) teşvik edilmesi, sözde Türkiye toplumunun özde uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye topraklarındaki sömürüsünün ve önünün açılması, fikrinin yaygınlaşması. Türkiye'nin en güçlü sermayedarlarından Sabancı'nın yaşam hikayesi nin Anadolu köylüsünün yaşam hikayesinin içine yedirilerek sunulduğu bu pazarlama stratejisi buram buram hayaller ülkesi Amerika'nın girişimci ruhunu yansıtmaktadır. Ya da yakın zamandan örnek vermek gerekirse Garanti Bankası reklamındaki su satan çocuğun bir yandan yürek burkan diğer yandan da 'Evet, ben de yapabilirim' hırsını ve umudunu yaratan hikayesi bu yaşam biçiminin pazarlanması açısından oldukça başarılı bir örneği temsil etmektedir. Uluslararası sermayenin yoksul mahallelerin küçük atölyelerinde insanlık dışı koşullarda çalışmaya mahkum ettiği binlerce çocuk işçinin reklamdaki küçük kadar şanslı olmaması ise bu yaşam biçiminin cilvelerinden biri kabul edilmektedir. Kısaca ABD sömürgeciliğinin saldırılarına maruz kalan sadece halkın emeği değil, aynı zamanda da gelecek düşleri ve yaşamı kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürebilme gücü.
Gelecek hayallerinin sömürgeleştirilmesi saldırısından en çok etkilenen toplumsal kesimler arasında üniversiteli gençlik yer alıyor. Üniversitelilerin bir yandan gerçek bilgiye ulaşma kanallarına yapılan sistemli müdahaleyle kendi toplumsal yapısının barındırdığı nesnel durumu ve ilerici potansiyelleri aktive edebilme gücü Amerikan emperyalizminin ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirilirken diğer yandan da üretim potansiyelleri beyin göçü vasıtasıyla fiilen ABD topraklarına kaydırılmaya çalışılmaktadır. Üretim ve 'yönetim' bilimlerine dair tüm dünyada gerçek yaşamda hiçbir karşılığı olmaksızın emperyalizmin vahşi işleyişine vitrin oluşturmak amacıyla üretilen 'Sınıfsız toplumun fabrikalardaki yeni modeli: Kalite Çemberleri' ya da 'Çağdaş Yönetim Anlayışı İnsan Kaynakları Yönetimi', 'verimliliğin arttırılması' ve benzeri kavramsal safsatalar hemen hemen tüm kürsülerde müfredatta bulunmaktadır. 'Üretimde kaliteyi arttırma felsefesi' ile üniversitelilere sunulan bu üretim süreçlerindeki organizasyonların demokratikleştirilme tartışmalarının ABD şirketlerinin mallarını üreten taşeronların atölyelerinde yani aslında üretim sürecinin asıl bileşenlerindeki karşılığı sigortasız, sendikasız çalışma şartları, bırakalım bunları bir kenara ertesi güne garantisi olamayan iş güvencesi olmaktadır. Türkiyeli üniversiteliler ABD'li büyük şirketlerin think-thankleri tarafından üretilen metropollerdeki plazalara özgü uydurulan 'çağdaş' yönetim biçimleriyle kendi halkının yaşam biçimine yabancılaştırılmakta, emek düşmanı bir kimliğe sokulmaya çalışılmaktadır.
Yaşamlarını bilgisayar ekranından kayan paraları büyük sermayeler halinde örgütlemeye adayan genç ve dinamik Wall Street brokerlarının o hep "çıkışta bir bardak içkiye ne dersin" edasındaki hızlı çalışma ve eğlence hayatının albenisi üniversite ve bölüm tercihlerinde felsefe, edebiyat, matematik, iktisat gibi bilim dallarının "out"; işletme ve dallarını oluşturan başta finans sektörünün içeriğini kapsayan bölümlerin "in" olmasının sosyal nedenlerinden biri. O hep özenilen yaşamın içeriğini fırsatlar ülkesi Amerika'nın hayatın kapitalizm için üretmek, verimli olmak için dinlenmek, dinlenirken tüketimi arttırmak ve bu döngüyü sermaye akışının hızıyla aynı ölçüde işletmek oluşturuyor. Yaşamak eylemi sermaye hareketleriyle yönlendirilince, özgürlük fikri de cüzdanın kalınlığıyla anlam kazanıyor; cüzdanın kalınlığı sağlam bir kariyer gerektirdiği için de muhteşem enginlikteki gençlik düşleri bilmem kaç megabaytlık CV'lere sıkıştırılmaya çalışılıyor, sığmayacağı belli olan düşlerden de kapitalizm hatrına vazgeçiliyor. Ne de olsa kapitalist pazarlamacılık sektörünün stoğunda bir gencin ideallerinden herhangi birinin yerini alabilecek bir başka hayal, pakette sunulmaya hazır bekletiliyor!
Amerikan emperyalizminin bugün tüm dünyaya dayattığı yaşam biçimi tam anlamıyla toplumsal yaşamı insansızlaştırma, diğer bir ifadeyle insanı sadece kapitalist işleyişin üretim ve tüketim ilişkilerindeki bir araç olarak işlevlendirilmesine dayanıyor. İnsanın varlığına yönelik bu saldırı onun ruhsal ve bedensel tüm işleyişini kültürel, ahlaki, estetik, siyasi ve askeri araçlarla yönlendirme, yönetme ilkesine dayanıyor. Amerikan mallarının popülerliği halkların özgür tercihlerinin sonucu doğrultusunda şansa bırakılmış bir olgu değil, tam tersi insanın varlık özelliklerinin bilimsel araştırmalarda laboratuvar malzemesi olarak kullanılıp sermayenin kar formüllerinin girdileri haline getirilmesine dayanıyor. Aksi takdirde köfte ülkesine giren köfteci imparatoru McDonalds'ın "McDonald's Gibisi Yok" önermesine Türkiye toplumun inandırması çok da kolay olamazdı herhalde. Tüketim mallarının pazarlanması söz konusu olduğunda insanı hayvandan ayıran özellikleri etkisizleştirilip, ilkel özellikleri uyarılıyor. Bu uyarı karın doyurma ihtiyacından, cinsel doyum ihtiyacına kadar tüm yaşam süreçlerini insani değerlerden uzakta kapitalist pazarın sektörlerini besleyecek tüketim doygunluğunu sağlayacak biçimde uygulanıyor. Sıcak dost sohbetleriyle saatlerce uzayan yemek yeme törenlerinin yerine önerilen fast food'larda ne tesadüftür ki modern dünyanın yemekle zaman harcamama ilkesi bir yandan üretimin sürekliliğini kıran yemek ihtiyacının bu etkisini azaltmış, diğer yandan da dünyanın en büyük sermaye odaklarından biri olan McDonald's ın çarkını döndürmeye yaramıştır. Bu döngüye sıkıştırılan insan varlığının karşı karşıya kaldığı tehlike tutsaklıktır! İnsana olduğu kadar doğaya da düşman olan Amerikan emperyalizmi doğa ve insan arasına da kendi kurallarını dayatıyor. Doğa ile kurulan ilişkide tek yanlı faydacılık sonucu meydana gelen tahribatı insanın estetik kaygılarını doğaya düşman kimyasal formüllerle pazarlıyor. Toplumsal yaşamda bencilliği ve mülkiyetçiliği tetikleyen Amerikan yaşam tarzı kozmetik sektörünü çılgınlık boyutlarına varan dünyaya çivi çakma anlayışına dayalı yaşamla kurulan mülkiyet ilişkisiyle besliyor, "genç kalmanın sihirli formülleri" peşpeşe kapitalist pazarın laboratuvarlarından, toplumsal yaşama oradan da bir gelişmiş hali daha sunulduğunda çöplüğü haline gelen doğaya fırlatılıyor.
Örnekler arttırılabilir, diş macunundan sinema filmlerine hatta Amerikan bayrağının kendisine kadar "Amerikan’ın doğruluğu, iyiliği, özgürlüğü, ekonomik başarısı ve toplumsal ileriliği fikri toplumsal hayatın dokusuna öyle ideolojik şekilde dokunmuştur ki, artık ideolojik bile görülmez, adeta bir tabiat yasası gibi kabul edilir" (Edward Said)
Amerikan Tarzı Yaşam Enkaz Altında Kaldı, Kendi Özgür Yaşamlarımızı Kuralım!
Bugün Amerikan tarzı yaşam biçiminin temsil ettiği değerler bizzat o değerleri yaratan süreçler tarafından yerle bir edilmiştir. Yıllardır ekonomik, askeri ve siyasal gücünü kullanarak pek çok haksız savaşta tüm dünyayı arkasına almayı başarabilmiş olan ABD’nin bugün geldiği noktada arkasında sınırlı sayıda savaş yanlısı hükümet dışında hiçbir toplumsal destek yoktur. Öyle ki en önemli yönlendirme araçlarından biri olarak kullandığı medya dahi ABD’nin çığırtkanlığını eskiden olduğu gibi pervasızca yapamamakta, ya da yaptığı noktada dahi savaş karşıtlarının sesi ondan daha güçlü çıkmaktadır.
Tüm dünyada güçlenerek süren boykot tek başına ABD mallarının savaş finansörlüğüne dönük bir engelleme eylemi değil, aynı zamanda bütün olarak yaşamın her alanını işgale ve sömürüye dayalı bir düşünce egemenliğinden kurtarmak anlamına gelmektedir. Amerikan rüyasının bittiği bu yerde karşımızda duran kendi özgür yaşamlarımızı yaratmak olmalıdır.
KURŞUNSUZ SİLAHLAR: MEDYA VE HOLLYWOOD FİLMLERİ
Irak savaşı boyunca iki türlü savaştan söz edildi; biri cephede devam eden savaş diğeri ise medya üzerinden devam eden propaganda savaşı. Bugünlerde yazılı ve görsel basının büyük tekellerin elindeki önemli bir kısmı ve Pentagon destekli Hollywood sineması ABD yanlısı yayın ve yapımlarıyla çokça eleştiriliyor. Son olarak eleştirilerin merkezine yeni bir çağrı eklendi. Savaş çığırtkanlığı yapan medyayı takip etmeme ve Hollywood filmlerini izlememe çağrısı. Bu çağrının temelinde medyanın savaş dönemlerinde egemen cephenin yanında ideolojik ve ticari bir araç olarak örgütlenişi var.
1960’ların sonunda tüm dünyada ve özellikle ABD’de baş gösteren savaş karşıtı hareketlerle ve sonrasında gelen yenilgiyle ilgili olarak araştırmacılar şu sonuca vardılar; "Eğer kameralar Vietnam’a girmeseydi biz bu savaşı kazanırdık." Bu tespit ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamın tüm çıplaklığıyla halka gösterilmesininin savaş karşıtı görüşleri tetiklediği üstünden yapılıyordu. Oysa yapılan araştırmalar Vietnam savaşı sırasında birkaç istisna hariç medyanın savaşı desteklediğini ortaya koyuyordu. ABD, Vietnam’la medyanın destekğinin tek başına yetmediğinin kendi medyasını kurması gerektiğinin farkına vardı. Amerika’da 25 yıl önce basın 50’den fazla şirketin elindeyken bugün 6 büyük şirketin elinde toplanmış vaziyette. Büyük sermaye gruplarının elindeki medya Irak savaşında en etkin şekilde kullanıldı. Ama yine de Vietnam’dakine benzer sorunların yaşanmasının önüne geçilemedi. Çünkü cephedeki özel olarak Pentagon tarafından eğitilen ve haberleri Amerikalı generallerin denetiminden geçen yanaşma muhabirlerin objektifleri, canlı yayın esnasında ABD’nin öldürdüğü Iraklıları veya patlayan ABD tanklarını göstermeyecek kadar seçici teknolojiye sahip değillerdi. Ve bu defa karşı tarafın da elinde ABD’nin silahlarının aynısı vardı. Umr Kasr’ın düştüğü haberi Amerikan ordusunun Irak’taki ilk zaferi olarak kulanırken Irak Enformasyon Bakanı El Cezire televizyonundan Umr Kasr’ın hala denetimleri altında olduğunu ve halkın direndiğini görüntüleriyle anlattı.
ABD’deki büyük kanallar olan CNN, CBS, ABC, NBC gibi kanallara baktığımızda hepsinin habercilik faaliyetleri dışında birer asker gibi davrandıklarını görürüz. Bu kanallar yaptıkları haberlerde bizim askerlerimiz demek zorundadırlar. Zaten birçok Amerikan ve İngiliz kanalı savaşta ölürlerse tazminatları pahalı olur diye ünlü muhabirlerini cepheye göndermemiş, genç muhabirlerini göndermiştir. Bu kanallarda ABD aleyhine konuşan muhabirler işten atılmış, yayınlanan müzik kliplerinin bile savaşı eleştiren klipler olmamasına özen gösterilmiştir. Medyanın savaş sürecindeki bir diğer işlevi de savaşı haklılaştırmak ve sıradanlaştırmak olmuştur. Her gece televizyonlarda boş entellektüellerin yaptığı çıkar tartışmaları, emekli generallerin savaşı bilgisayar oyununa çeviren harita üstü işaret dili sohbetleri... Bir taraftan “çekecek beyaz bayrak bile bulamayan” Irak’lı direnişçiler silahları son teknolojiye uygun olmadığı için adeta aşağılanırken diğer taraftan da saatlerce ABD’nin güdümlü güdümsüz tüm silahlarının tanıtımı yapılarak bu silahlarla Irak’ın nasıl dümdüz olacağı ve işgale karşı direnmenin anlamsızlığı bilinçlere kazınmaya çalışıldı. Irak savaşında Amerikan emperyalizminin karşısında önemli bir güç kazanan sokak hareketleri yaygınlaşmasın diye medyada neredeyse hiç yayınlanmadı. New York Times Şubat ayında Central Park’ta yapılan 50 bin kişini katıldığı ilk büyük gösteriyi haber olarak vermedi, New York Post ise "Saddam ve El Kaide yanlıları" olarak verdi. Habertürk "manken-islamcı-solcu koalisyonu Türkiye’yi yine batağa sürüklüyor" başlıklarıyla barış yanlılarını Türkiye’nin çıkarlarını hiçe saymakla suçladı.
Savaş döneminin propaganda aracı medya, savaş sonrasında gerçek bilançonun ortaya çıkmaya başlamasıyla gerçekleri kısmen de olsa ortaya çıkarmak durumunda kaldığında bu kez de devreye bir diğer propaganda aracı olan Hollywood sineması giriyor.
Beyaz Perdede Kan İzleri
Eski ABD başkanlarından Wilson’ın Hollywood’la ilgili yorumu çarpıcıdır; "Hollywood, hem ülkenin en büyük gelir kaynaklarından biri hem de tüm dünya halklarına Amerikan yaşam tarzı ve değerlerini pazarlama aracıdır." Sinemanın kitleleri etkilemek için etkin bir araç olduğu kesin ve ABD bu aracını sonuna kadar kullanıyor. ABD’nin ihracat gelirleri açısından silah sanayiinin hemen ardından ikinci sırada yer alan sinema sektörünün tamamına yakını tekellerin elinde bulunması sektörün egemen siyasi iktidarla iyi geçinmesini zorunlu kılıyor. ABD’deki Hollywood’a alternatif bağımsız yapımlar ise çekilse bile dağıtıcı firma tekelleri sebebiyle çok sınırlı sayıda izleyiciye ulaşabiliyor.
11 Eylül’le beraber aksiyon ve savaş sahnelerinin hakim olduğu filmler sinema izleyicisini tatmin etmeyecek düzeyde kaldı. Daha büyük hayal gücü gerekliydi ve Pentagon film yapımcılarıyla görüşmeye başladı. Oysa Pentagon olası felaket senaryolarına çözüm üretmek için üniversite işbirliğiyle içinde film ve televizyon yapımcılarının, video mucitlerinin, bilgisayar mühendislerinin ve askerlerin olduğu "Yaratıcı Teknoloji Enstitüsü"nü kurmuştu. Sovyetlerin yıkılmasının ardından da benzer sorunları yaşayan Hollywoood, 11 Eylül’ün ardından ABD "şer mihferi" ilan ettiği ülkelere dönük askeri harekatları başlatmasıyla üç savaş kahramanını beyaz ekrana geri getirdi. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger ve Bruce Willis şimdi Rambo, Terminatör ve Zor Ölüm serilerine bir yenisini daha eklemeye hazırlanıyorlar. Rambo daha önce Rus istilasına karşı gittiği Afganistan’a bu defa Usame Bin Laden’le savaşmak için gidecek. Schwarzenegger terminatörle yeraltı direnişi haretinin liderini suikastten koruyacak. "Zor Ölüm 4" adlı film aynı zamanda Bruce Willis’in dönüşüne işaret ediyor. Bu üç film de bütün Amerikalı’ların duygularını yeniden kahramanlara yöneltmek ve savaşla bu kahramanlar arasında bağ kurdurmayı hedefliyor. Hollywood sinemasındaki bu kahraman putlaştırması sayesinde en savaş karşıtı görünen filmler bile ABD ordusuna övgülerin yağdırıldığı filmler olabilmektedir. Örneğin Er Ryan’ı Kurtarmak filmiyle Steven Spielberg’e ABD ordusu tarafından "ABD ordusuna büyük hizmette bulunmuş olmak ve onu gençlere sevdirmekten yüksek hizmet nişanı verildi.
Hollywood içerisinde ABD’nin politikasına hizmet edenler madalyalarla ödüllendirilirken ona karşı olanlar dışlanıyor. Örneğin; Martin Sheen savaş karşıtı gösterilere katıldığı için NBC televizyonu tarafından eleştirildi, Sean Penn Bağdat’ı ziyaret ettiği için film sözleşmeleri iptal edildi.
Birkaç Küçük Öneri
Gerek medya gerekse Hollywood’un ABD’nin emperyalist polikalarına ne ölçüde hizmet ettiği ortada. ABD’nin elinde bu tip propaganda malzemeleri olmadığını düşünürsek Irak halkını bu denli fütursuzca katledemeyeceği, savaşı silahsız kazanamayacağı kadar kesin, Yani savaşta medya, teknoloji harikası silahlarla aynı işlevi görmekte. Fark şurada füzeler düştüğü yeri vuruyor medya ve Amerikan sineması ise füzelerin atılmasına zemin hazırlıyor.
Savaşın meşruluğunun ve finansmanının sağlandığı en önemli kaynaklardan biri olan Hollywood filmleri içinse söylenecek fazla söz yok. Karanlık bir salonda emperyalizmle iki saat başbaşa kalmak her halükarda sakıncalıdır. Bunu bilen Yunan Film Yapımcıları birliği Hollywood filmlerine boykot çağrısı yaptı. Boykot kararı alan bir başka yer de Rusya’nın Pasifik kıyısındaki Primorye eyaleti. Primorye valiliği bunun gerekçesini şöyle açıklıyor; "Amerikan filmleri güç kullanımını savunuyor, Amerikan ordusunu yenilmez gibi gösteriyor, insanlara Amerika’nın dünyanın geleceğine karar verme yetkisi olduğunu empoze ediyor. Bugün bu filmleri göstermek ilk bakıştaki kadar masum değildir." Tüm bu çağrılara kulak vermek lazım!
AMERİKAN, İNGİLİZ VE İSRAİL MALLARINI KULLANMIYORUZ
Irak savaşı içinde bulunduğu ekonomik krizi aşmak ve dünya üzerinde sarsılan hegemonyasını sağlamlaştırmak isteyen ABD emperyalizminin enerji kaynaklarının denetimini sağlamak için başlattığı sömürge savaşları dizisinin Afganistan’dan sonraki ikinci halkasını oluşturdu. Dünya üzerindeki rakiplerine karşı üstünlük sağlamak için iç savaşlardan, katliamlara, kontgerilla hareketlerinin desteklenmesinden, doğanın talanına kadar bir dizi insanlık suçuna imza atan petrol tekellerinin çıkarlarının birebir ABD yönetiminde temsil ediliyor oluşu, Irak savaşına giden yolun zeminini hazırladı. Uygulanan ambargo sırasında Irak’ın Rus, Fransız ve Alman petrol tekelleri ile yatırım anlaşmalarına imza atması ve ticari ilişkileri geliştirmesini kendi geleceği için tehdit olarak gören ABD, müttefiki İngiltere’yle birlikte klasik sömürgecilik yöntemlerini yaşama geçirip açık işgalle Irak’ın petrol kaynaklarına el koymak için hazırlanırken, Irak üzerinde kendi hak ve imtiyazlarını korumak isteyen Fransa, Almanya ve Rusya üçlüsü emperyalistler arasındaki “savaş karşıtı” cepheyi oluşturdu. Çıkar çatışmaları emperyalistler arasında kriz yaratırken Amerika ve İngiltere dünyada tepkilerin yükselmesi üzerine ‘bu bir petrol savaşı değildir Irak petrolleri savaştan sonra Irak halkının olacaktır’ açıklaması yapmak zorunda kaldılar. Ancak daha savaş başlamadan ABD ve İngiliz şirketlerinin ülke yönetimleriyle yaptıkları toplantılarda tutarı milyar dolarları aşan ihalelerin dağıtıldığı basına yansıdı ve Irak petrolünü işletmeye aday Amerikan ve İngiliz şirketlerinin başında Exxon Mobil, Chevron Texaco, Shell ve British Petroleum (BP) ‘un adları öne çıktı. Savaşın 8. gününde Irak bombalarla yerle bir edilmeye, işgalci güçler sivilleri katletmeye devam ederken, Amerikan senatosu Mali komitesi başkanı Chuck Grassley’in yaptığı ‘Irak petrol kaynakları işgalin ve savaş sonrası Irak’ın yeniden kurulmasının maliyetini karşılamak üzere kullanabilir.” açıklaması savaş sonrası Irak’ın petrol gelirlerine ‘insani gerekçeler’ öne sürülerek el koymanın zemininin hazırlandığının göstergesiydi. Bağdat’ın düşmesinden sonra Amerikan ve İngiliz varlığının Irak’ta tam bir işgal gücüne dönüşmesi, Irak içinde çıkan yağma hareketlerinde askeri birliklerin sadece petrol kuyularının güvenliğini sağlamaları, emperyalizmin savaşının nedenini bir kez daha dünya halklarının gözleri önüne serdi. Savaşın başlamasıyla barış savunuculuğu giysisinden soyunan Almanya ve Fransa’nın iki yüzlülüğü Amerika’ya hava sahası açmaktan savaş sonrası tam işbirliği yapacağız mesajları vermeye kadar vardırması, Rusya Almanya ve Fransa üçlüsünün ‘barış zirvesinde’ ’Irak krizinin çözümü sürecinde BM etkin rol almalıdır, savaş sonrası Irak’ın yeniden yapılanması BM himayesinde olmalıdır ‘ açıklamasını yapmaları emperyalistlerin dümeni çıkarları neredeyse oraya kırdıklarını gösterirken,savaş sonrası dönemde Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması sürecinin dışında kalma korkusuyla paçalarının tutuştuğunun BM aracılığıyla rol alma telaşına düştüklerinin göstergesiydi.
Dick Cheney: 1995 ile 200 yolları arasında petrol sektöründe dünya devi olan Halliburton şirketinin yönetim kurulu başkanlığı görevini üstlendi. ABD’nin en büyük silah şirketlerinden biri olan TRW’nin yönetim kurulu üyesiydi.
Rumsfeld ve Bush’un, Allstate, Gulpstream Aerospace, Kellog gibi dünya devi enerji şirketlerinde hisseleri var.
Condileza Rice: Amerika’nın en büyük petrol şirketi olan Chevron’da yönetim kurulu üyeliği yaptı.
KAPITALIZM İNSANA DÜŞMANDIR
Irak savaşı, Amerikan ve İngiliz ürünlerine yönelik küresel çapta tepki dalgasına neden oldu. Bu tepkiler elbetteki tek başına savaşı finanse eden şirketlere duyulan tepkiler değil. Sicilleri hiç de temiz olmayan ABD ve İngiliz şirketleri sömürü ve işgal düzeninin simgeleri oldukları için yoğun tepki topluyorlar. İşte birkaç iyi örnek;
Coca cola şirketi Kolombiya’daki şişeleme tesisinde çalışan sendikacıları öldürmekle suçlanıyor. Sendikacılar sendikal faaliyetlerine devam ettikleri taktirde öldürülmekle tehdit ediliyorlar. Bunun dışında sağlığa ne kadar zararlı olduğunu kanıtlamak için yapılan bir deney oldukça çarpıcı. Bir bardağa Coca cola ile bir diş koyulup bekletilince 15 gün sonunda dişin eridiği görülüyor. Dişi eritebilecek kadar güçlü asidik etkiye sahip bu ürün sadece Irak halkının değil tüm dünya halklarının sağlığına düşman. Şirketin Türkiye ortaklığına bakıldığında karşımıza savaş yanlısı cephenin bir numaralı sözcülerinden TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan’ın başında olduğu Anadolu Grubu çıkıyor. Anadolu Grubu Coca cola üretimiyle yıllık 700 milyon dolarlık ciro yapıyor. Bu da sermayenin savaşta da barışta da tek düşündüğünün kendi çıkarları olduğunu kanıtıyor. Coca cola’nın patronları dünya çapında büyüyen boykot dalgasına karşı "bu ürün boykot yapılan ülkelerde de üretiliyor, kendi ekonomilerini vururlar, kendileri işsiz kalırlar" diyor. Ve özellikle boykotun çok yaygın olduğu Ortadoğu ülkelerindeki fabrikalarında çalışan işçi sayılarını örnek veriyor. Coca cola üretiminin en yoğun yapıldığı ülkeler Ortadoğu, Afrika gibi yoksul coğrafyalar. Çünkü emeğin en ucuz ve örgütsüz olduğu yerler sermaye için her zaman daha caziptir. Coca cola patronları da biliyor ki buralarda üretim durursa şirket iflas edecek. Türkiye Coca cola tüketiminde Avrupa 6.sı.
Küreselleşme sürecinde kapitalizmin simgesi haline gelen bir diğer şirket de Mcdonald’s. Ekonomik krizle birlikte Türkiye’deki bir çok şubesini kapatmak zorunda kalan Mcdonald’s’ın başı boykotla beraber daha da çok ağrıyacağa benziyor. Şirket iç bültenlerinde bile "sağlıklı gıda satmadıklarını" kabul ediyor. Şirketin en çok eleştiri alan yönü çalışma koşulları ve ücretlerle ilgili. Genellikle part-time ve öğrencileri çalıştıran şirkette yorucu iş temposu ve düşük ücretler tüm dünyadaki Mcdonald’s işçilerinin ortak sorunu. Çalışanlara sendika hakkı tanınmıyor. Buna karşı son olarak Fransa’da, Hollanda’da ve Rusya’da Mcdonald’s işçileri sendikanın tanınması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için greve çıktılar. Konuyla ilgili Danimarka’da sendika üyesi olmayı başaran bir işçi söyle diyor; " zor bir mücadeleydi, ancak siz de kazanabilirsiniz".
Irak savaşından önce de yoğun tepki toplayan ve boykot kampanyalarına hedef olan bir diğer Amerikan şirketi de Nike. Özellikle Güneydoğu Asya ülkelerinde tehlikeli ve kötü koşullarda işçi çalıştırdığı için işçi ve insan hakları örgütlerince eleştiriliyor. Özellikle çocuk emeğini kullanan şirkete yönelik son olarak Vietnam’lı işçilerin çalışma koşullarıyla ilgili boykot başlatıldı. Boykotun talepleri arasında yaşanabilir ücret, çocuk emeği sömürüsüne son verilmesi, fabrikaların düzenli ve bağımsız bir şekilde denetlenmesi var.
İngiliz-Amerikan Tütün şirketi olan BAT sigaranın zararları konusunda Dünya Sağlık Örgütü kriterlerini yerine getirmiyor ve reklam ve promosyon malzemelerine uyarı etiketi yapıştırılmasına muhalefet ediyor. Avusturalya’da bir yerel mahkeme tarafından nikotinin zararlarıyla ilgili bir araştırmanın sonuçlarını sistematik olarak tahrif ettiği için mahkum oldu.
Caterpiller şirketi İsrail ordusu için ölüm makineleri üretmeye devam ediyor. 2002 yılında Caterpiller buldozerleriyle sadece Cenin’de 169 ev yıkıldı, 4 bin insan evsiz kaldı ve 10 kişi enkaz altında yaşamını yitirdi. İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalinin başladığı 1967’den bugüne 30 bin kişinin evleri Caterpiler buldozerleri tarafından yıkıldı.
Savaşı finanse eden bu şirketlerin kirli mazilerine ilişkin daha çok örnek çıkarılabirlir. Emperyalizmin iktisadi-kültürel sömürgeciliğinin temelini oluşturan bu şirketler şimdilerde zor durumda. Çünkü Macdonald’s boykot kampanyaları yüzünden satışlarının düşmediğini ilan ederken o sırada Fransa’nın güneydoğusundaki Beyonne kentinde bir bar elindeki bütün Coca cola stoklarını çöpe atıyordu.
Dostları ilə paylaş: |