SAVAŞ ÇIĞIRTKANLARI TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE
ABD ve İngiltere’nin Irak’ta başlattığı savaş, emperyalizmin demokrasi ve özgürlük vaadinin yağma, talan ve katliamdan başka bir şey olmadığını gözler önüne serdi. Savaştan ekranlara yansıyan çocuk cesetleri, kan ve yağma görüntüleri, işgal cephesinin kirli yüzünü iyice ortaya çıkartırken emperyalistler ve işbirlikçilerinin Irak’tan elde edeceği kar uğruna ne derece vahşileşebileceklerinin de kanıtı oldu.
Savaş sürecinin daha başlarında ‘savaş çıkmasa’ temennisini dillerinden düşürmeyen Türkiyeli işbirlikçilerin sahte barış söylemi ise ABD savaş için bastırdıkça ‘çıkacaksa biz de girelim’e dönüştü.
Irak Savaşı onlar için ABD’den gelecek kredi: Kolu kopan, yakılan, öldürülen insanlar; faiz, dolar ve borsalardaki bir kaç puanlık dalgalanma: Irak’ın yıkılması ise yeni inşaat ihaleleri anlamına geliyor.
Türk Müteahhitler Birliği’nin; savaş sonrasında açılacak ihalelerden pay kapmak için, bir yandan ABD temsilcileriyle pazarlık yaparken; bir yandan da savaş daha başlamadan yaptığı açıklamalarda Irak Savaşı’nın; yerle bir edilecek alt yapılardan, temizlenecek mayınlara kadar sektörü canlandıracak olanaklar barındırdığını açıklayarak, meclisi tezkereye evet demeye çağırması bir ihanet belgesi olarak hafızalarımızın kara listesine yazıldı.
Türkiye’nin fiilen savaşa girmesi anlamına gelecek olan 2. Tezkere’nin meclise gelmesi beklenen dönemde TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan ''Anlaşma noktasına geldikçe faizde düşmeyi, Borsa'da yükselmeyi, kurda geri gelmeyi gördük. Başka dönemde olsaydı bunlar çok daha yukarılara sıçrardı ve borsa düşerdi. Tezkere menfi çıkarsa faizlerde, kurda bir yükselme bekliyorum'' diyerek savaşın Türkiye sermayesi için ne anlama geldiğini en açık biçimde ifade etti.
Tezkerenin halka takılmasının ardından düşük faizli kredi umutları suya düşen Coca Cola’nın Türkiye distrübitörü Özilhan büyük bir hayal kırıklığıyla Türkiye’nin geleceği için otoriter ve düşük gelirli bir Ortadoğu ülkesi olmaktan başka seçenek kalmadığını söyledi. Oysa yıllardır ‘IMF’den düşük faizli kredi alıyoruz’ denerek, Türkiye halkı düşük gelirle yaşamaya ve açlığa mahkum edilirken bu kredilerle ‘köşeyi dönen’ de, Türkiye halkları kirli savaşlarda faşizm tarafından katledilirken savaşın rantını yiyen de ‘savaşa hayır’ diyen Türkiye halkı değil işbirlikçi sermaye grupları, yani TÜSİAD’ın ta kendisiydi.
TÜSİAD’ın bu açıklamalarına Türkiye’nin en büyük sermaye grupları olan Koç ve Sabancı’dan da destek geldi. Irak savaşını ‘başımıza konan talih kuşu’ olarak nitelendiren Sakıp Sabancı, Türkiye’nin Kuzey cephesini açmaması karşısında savaş sonrasında Türkiye’nin durumunu ‘omzumuza talih kuşu kondu kış kış dedik kovaladık’ diye nitelendirdi.
Savaşın bitmesiyle tüm sermaye gruplarının gözü 21 gün boyunca ağır bombardıman altında harabolan Bağdat’ın yeniden inşası için açılacak ihalelere dikildi. Bağdat caddeleri hala ceset kokarken ve Irak’ta öldürülen insanların kanı henüz kurumadan ABD’nin artıklarıyla karnını doyurmaya çalışan bir sırtlan refleksiyle bir açıklama yapan TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ''Irak'ta bu coğrafyanın yeniden yapılanması sırasında Türk iş alemi muhakkak bir pay alacaktır. Bu coğrafyayı bizden iyi bilen yok'' diye düşüncelerini dile getirdi. Hisarcıklıoğlu biraz belgesel izleseydi, aslanlar doymadan sırtlanlara pay düşmeyeceğini bilirdi.
Bu süreçte savaş savunuculuğunun en utanç verici örneklerini sergileyen Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök için, savaş süreci sahibine sadakatini göstermek için iyi bir fırsat oldu. Köşesinden her gün işgal güçlerinin propagandasını yapan ve savaş karşıtlarını terörist olarak tanımlayan Özkök savaş konusunda köşesinde yazdıklarıyla W. Özkök ünvanını hakediyor. Tezkere oylamasının ertesi günü Türkiye’deki savaş karşıtlarını savaşta daha fazla Amerikan askerinin ölecek olmasından, savaş sonrasında patlayacak krizde kapanacak şirketlerden ve işşizlikten sorumlu tutan Özkök’ün kaleminden savaşın ve işşizliğin gerçek sorumluları olan ABD ve işbirlikçileri içinse tek bir satır yazı çıkmıyor. Savaş sırasında bir çok televizyon kanalına ve gazeteye ABD vahşetinin kanıtı olarak yansıyan, ellerinde beyaz bayrakla cephede can veren Iraklı’ların görüntüsü, Özkök’ün köşesine: "ABD karşısında teslim olmakta geç kalan tüm halkların başına aynı şey gelecektir" cümlesiyle yansırken Özkök’ün tüm insanlığı karşısına alan bu açıklamaları kime güvenerek yaptığı üzerine çok düşünmeye gerek yok.
Savaşta öldürülen çocukların görüntülerinin yayınlanmasını bile Saddam’ın başarılı bir taktiği olarak tanımlayacak kadar vahşeti normalleştiren haber kanallarının özel savunama danışmanları masa üzerine kurulan bölge haritalarıyla savaş gerçekliğini tıpkı bir oyuna dönüştürdüler. Harita önünde elindeki çubukla Irak topraklarında ilerleyen stratejistlerin bu yaklaşımı ABD’nin " üç günde girer, işimizi bitirip çıkarız" anlayışının televizyondaki temsili görevindeydi. Bir denklem kurup, sonuç olarak Irak halkının yenilgisini çıkartmak onlar için hiç de zor olmadı. ABD güçlüdür Irak halkı, o da eşittir yaşasın emperyalizmin zaferi. Savaş boyunca televizyonlardan yayınlanan ABD ve İngiliz silahlı kuvvetlerinin tanıtımı bu işlemi herkesin basitçe yapabileceği bir hale getirmek içindi.
Bir de bu stratejistler ittifakına bilimci ünvanıyla katılan akademisyenler var. Yıllardır üniversitelerde ABD şirketlerine; stajyerlik adına ucuz iş gücü, bilim adına proje üreten zihniyet son olarak, özellikle uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi vb. kürsülerinden haber kanallarına savaş analistleri pazarlamayı da başarmış oldu. Asıl olarak doğrudan savaş karşıtı tutum alması gereken öğretim elemanlarının görevleri ise savaşı sömürgeci temellerinden soyutlayıp, doğal bir insanlık durumu olarak kabullenerek; üzerine stratejik değerlendirmeler yapmak oldu. Bu değerlendirmeleri ‘savaşa hayır’ yaklaşımını barındırsa bile savaş durumunu normalleştirerek aslında kendi niyetlerinden bağımsız olarak savaş cephesinin yanında konumlanmak durumunda kaldılar. Bu değerlendirmelerin bilim ve üniversite adına yapılıyor olması sömürgeciliği meşrulaştırma aracı olarak kullanıldı.
Üniversiteyi ve bilimi emperyalizme peşkeş çekmenin en ileri örneklerinden bir diğeri ise İTÜ rektörü Gülsün Sağlamer. Sağlamer’in bayraktarlığını elinden hiç düşürmediği işbirlikçiliğinin son örneği ise ABD büyük elçisini ısrarla İTÜ’ye çağırması. Anlaşılan Sağlamer artık bu işlerin nasıl yapılacağını yetkili kişiden öğrenmeye niyetli.
Irak savaşını rant kapısı olarak gören ve meşrulaştırmaya çalışan işbirlikçiler, öldürülen her bir Iraklı için ABD’ye suç ortaklığı yaptığınız için suçlusunuz. Her zaman güçlünün ve kazananın tarafında olmak için onurunu pazarlayan sizler, uyarıyoruz bu kez yanlış taraftasınız: Çünkü dünya halklarının emperyalizme karşı öfkesi şimdi teknoloji harikası silahlardan çok daha güçlü. Çünkü bu defa biz kazanacağız!!!
SAVAŞ KARŞITI HAREKET VE SOSYALİST ÇİZGİ
Her şerde bir hayır vardır". "Irak savaşı"nın diyalektiğinden çıkarılan "Hayır!", savaş karşıtı hareket suretinde dünya halklarının muazzam politik devinimidir. ABD ve İngiltere'nin elebaşı olduğu emperyalist koalisyonun tertiplediği Irak savaşı, halkların emperyalizme karşı uyanışına vesile oldu. Dünya halkları yavaş yavaş uyanmakta olduğu tarihin kış uykusundan silkinerek son yılların en yüksek uyanıklık noktasını yakaladı. Böylelikle, bir yandan, halkın politik gücüne ilişkin sönmeye yüz tutumuş umutlar canlanırken; öte yandan, "savaş karşıtı hareketin niteliği", "politik potansiyeli", "yönelimi" ve "gerçekçi bir barış hareketinin olanakları" üzerine kimi düşünsel ve pratik tavırlar takınılmaya başlandı.
Dünyada ve ülkemizde savaşın sistematik olarak ortadan kaldırılması ve kalıcı barış ve özgürlük ortamının tesis edilmesi gözüyle bakarsak, savaş karşıtı hareketin olanca avantajının yanında bir hayli "sorunlu" olduğu da görülecektir. Tek ortak noktası Irak'a yönelen haksız savaşı yadsımak olan hareket, içinde farklı türden poptansiyeller ve eğilimler barındırmaktadır. Bunlar devrimci bir nitelik taşıdığı gibi, gerici bir nitelik de taşımaktadır.
Savaş Karşıtı Hareketin Gerici Potansiyeli
Dünyada hemen bütün taşların yerinden oynadığı bir konjonktürde, sömürgecilik sisteminin kaldıraç noktalarından birinde adım adım tırmandırılan emperyalist bir savaşın sessizce geçiştirilmesi, elebaşları dahil, kimse tarafından beklenmiyordu. Savaşın yasallaştırılması ekseninde emperyalist cephede açılan çatlaklardan sızan şimdilik küçük ve kendileri açısından geçiştirelebilir gerilimler, küreselleşme rüzgarının ilişmediği kuytuluklarda neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu. Oysa bugünlerde savaş karşıtlığını uzak çeperlerinden sızıntılar halinde de olsa besleyen bir konjonktürel unsur haline geldi. Emperyalist sistemi cepheden hedefleyen politik bir hareket olmasa da, en azından savaş kastını dört yandan saran tepkisel kuşatmanın beklenmemesi bir yana, engellenmesi de olanaksızdır. Üstelik, savaş konjonktüründen "karambolden" bir tarihsel devrimci öznenin sıyrılması da emperyalizmin kronik kabuslarından biridir. O zaman savaş karşıtı hareketin gerici potansiyeli sürekli kışkırtılmalı ve devrimci potansiyeli etkisizleştirilmelidir. Hatta içi boşalmış zararsız bir tepki hareketi olarak savaş karşıtı hareket, sistemin direncini artıran bir işlev bile taşıyabilir.
1. "Doğalcı" bir savaş anlayışı, savaş karşıtı hareketin gerici potansiyelinin yaygın unsurlarından biridir. Sistemi görmezden gelen bu anlayışa göre, savaş doğal bir felaket, savaş karşıtlığı da doğal bir insanlık durumudur. Yaşamın bu "ezeli ve ebedi gerçeği", doğalcıları, savaş felaketini serinkanlı bir kayıtsızlıkla kabule koşullandırmaktadır. Onların, deyim yerindeyse tek olumlu etkinliği, felaketin zararlarını en aza indirme ve sonrasında telafiye mecbur bir alışkanlık haline getirme çabasıdır. Halkın "masum" telafi duyguları zaten sistem tarafından, bir yeniden yapılanma pazarı olarak sömürülmektedir. Elbette "dayanışma" ya da "telafi" çaba ve kampanyalarını kötülemek, olguyu en geri boyutundan ele almak olacaktır. Özgürlük tarihi, emekçi sınıfların örgütlediği sayısız ilerici dayanışma ve telafi örnekleriyle doludur. Burada gözden kaçan nokta, savaşın engellenmesini ve savaş koşullarınının değiştirilmesini esas alan etkin politik eylem çizgisi yerine, savaşın yıkımını sistemi güçlendirecek şekilde onarmayı esas olan edilgen tavır alışın yaygın sinsiliğidir.
2. Politik bir özne olarak halkın etkisizleştirilmesi (pasifikasyon). Devasa savaş teknolojisi ve onun kanlı yıkımları, halkın utanç, acı, acıma, keder ve öfke duygularını istismar etmektedir. Savaşçıların barış dili kullandığı ve hemen herkesin yıkıcı sonuçlarına karşı olma anlamında savaş karşıtı olduğu bir ortamda, egemen güçlerce en kolay yönlendirilen duygular da bunlardır. Fanatik savaş yanlısı medya bile sürekli savaşın yıkımlarını, çocuk cesetlerini, gözü yaşlı anaları göstermektedir. Böylece, beliren "utanç ortamında" savaşın gerçekliği, neden-sonuç ilişkileri ve sistem kaybolmakta; politik özne, kendi utancıyla kavrularak gücünü yitirmektedir. Savaş mekanizması yüceldikçe, "tanıklar" çaresizlik içinde alçalmaktadır. Kurbanı yücelten günümüz kültürü, aslında bir kirli savaş kültürü olarak gelişmektedir. Sürekli sızlanan, durumundan yakınan, kendine acıyan, karamsar, mağdur ve mutsuz insanlık özütü, sermayenin ve şiddetin yeni rejimsel imbiğinden damıtılarak azar azar halkı zehirlemektedir. Yarasını dostuna bile göstermekten utanç duyan bir halkın yiğit duyarlılığı, zavallı bir teşhirci tıynetine dönüşmektedir.
3. Savaşı bütünsel gerçekliğinden soyutlayarak çeşitli unsurlarına indirgeme. Savaşı "saf bir şiddet unsuru"na indirgemek ve bundan "ilkesel savaş karşıtlığı" türetmek, Batı'daki kadar olmasa da, ülkemizdeki popüler eğilimlerden biridir. Bu anlayışa göre, şiddet sistemsel bağlamından kopuyor ve bağımsız bir varlık haline geliyor. Özerk bir barış hareketi yandaşı olmak ve her nerede ve nasıl olursa olsun, her türlü şiddet eylemine karşı çıkmak amaç haline geliyor. Elbette sırf şiddet karşıtlığı kendi içinde ilerici değerler taşımaktadır; ancak, emperyalist savaş, tarafların birbirlerine sırf şiddet olsun diye şiddet uyguladıkları yalın bir olgu değil ki. Aslında "ilkesel şiddet karşıtlığı" ilkesel düzeyde yadsınabilecek bir ideal değildir. Ne var ki, emperyalist sömürgeci bir savaşın soyut barışçıl bir dille tahkim edildiği bir sistemde, söz konusu bu ilkesel tavır, sistem karşıtı somut bir mücadele çağrısı içermemektedir. Üstelik "anti-emperyalist sol muhalefeti savaşçıl dili ve sloganları" yüzünden haksız yere yargılayarak, onları "barış eylemlerine sızarak savaş yöntemini meşrulaştıran araçsal nitelikli politik ilgiler" olarak mahkum etmek, barış eylemlerini savaş düzeninin sürekliliğine mahkum edebilir....
4. Savaş karşıtı hareketin sistem dışı militan unsurlarını ılımanlaştırma. Savaş karşıtlarının "yıkıcı" enerjisi törpülenerek hareket disiplin altına alınmaya çalışılmaktadır. Barış eylemlerinde "sınırı aşan" şiddet gösterileri ("cam-çerçeve indirme", "hastane taşlama"-nedense?- kendini polise coplatma ya da gazlatma" gibi aslında şiddet bile denmeyecek türden "küçük" pratikler) karşısında pek çok kesim şiddetle tepki göstermektedir. Medyadan eylemleri örgütleyen kurumlara ve hatta hatırı sayılır sol aydınlara kadar pek çok kişi "barış eylemlerinin savaşçıl üslubu"ndan yakınmaktadırlar. Bazıları daha ileri giderek kendilerine özgü araçlar kullanarak yargısız infaz, linç gibi aslında değişik şiddetin yöntemlerine başvurmaktadırlar. Bu sürecin en muteber örgütlerinden "İstanbul Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu" bile "basit" bir "cam-çerçeve olayı"nı neredeyse bir hafta konuştu.
Tutarlı bir eylem çizgisinde savaş karşıtı hareketin gelişimini sağlama sorumluluğunun önünde söz konusu şiddet eylemleri engel değildir. Hareketin gelişimi militan kitlesel eylemin yükselmesine bağlıdır. Kaldı ki, "suimisal emsal teşkil etmez." (Kötü örnek, örnek alınmaz.) Hareketin yetersizliklerinden söylendiği gibi, "barış gösterilerini kana bulayan caniler" değil, "iyi mücadele" ve "iyi savaş" örnekleri göstermeyenler sorumludur. Savaş koşullarını barışçıl hedefler uğruna devrimci biçimlerde değiştirme yeteneğine sahip en önemli güç olan, halkın devrimci potansiyelini, aklın ve düzenin dar kalıplarına (hatalı eylemciler açısından da dar pratiklere) hapsetmek, gerçek bir barış severlik olmasa gerek.
5. Savaş karşıtı hareketin milliyetçi ve İslamcı potansiyeli; hareketin dar dinsel ve milliyetçi sınırlara sıkışma eğilimi. İslamcı kökene sahip bir partinin hükümette olması sebebiyle İslamcıların savaş karşıtı hareketteki etkileri sınırlı oldu. Ancak sömürgeciliğin yeniden yapılandırıldığı bölgelerdeki Müslüman nüfusun ağırlığı ve bu bölgelerdeki çatışma ve istikrarsızılığın sürekliliği İslamcı potansiyeli hep canlı tutmaktadır. İslamcılar samimi barışsever değildir. Bir çifte standart ahlakına sahiptir. Savaş sadece müslüman halklara yöneldiği zaman tepki göstermektedirler. Aynı şekilde gerek geleneksel milliyetçi hareketler, gerekse yeni palazlanmakta olan ulusalcı akımlar kabak bir "anti-Amerikanizm/emperyalizm" tavrının ötesine geçemezler. İster uzun yıllar emperyalizmin gölgesinde büyüyen İslamcı akımları, isterse 20.yüzyıl devrimlerinde ilerici bir rol oynayan ulusal kurtuluş hareketleri olsun, "özel çıkarı" mutlaklaştırmaları bakımından özgürleştirci bir barış ortamının temelini atamazlar.
Savaş Karşıtı Hareketin Anti-Emperyalist Karakteri ve Haklı Savaşların Gerekliliği
Savaş karşıtı hareket, çok renkli ediminin (performans), özünde emperyalizme karşı bir tepki hareketidir. Sosyalizmin "bir dünya sistemi" olarak fiilen çökmesinin ardından, emperyalist/kapitalist sistem kendini alternatifsiz tek sistem olarak lanse etti. Sermayenin sınırsız yayılmacılığından önce, iyimserlik ve özgüvenle dolu emperyalizm patentli imajlar halkları gönlünden vurdu. "Amerikan tarzı yaşam" ve "Amerikan tarzı barış" tüm dünya halklarının tahayyülüne kakıldı. "Yeni bir Dünya Düzeni" vaadedildi. "Beklenti büyük bir politik potansiyeldir". Ne var ki, beklentiyi yaratanları politik olarak güçlendirdiği gibi, beklentiler karşılanmadığında, hayal kırıklığı yaratarak büyük bir tepki hareketine de yol açabilir. On yıllık kısa bir birikim bile emperyalizmin sahtekar sömürgeci yüzünün açık seçik görülmesine yetti. Bu sözde "yeni düzen"in yarattığı haksızlıklara karşı sınıf mücadelesi temelinde biriken tepkiler, sistemin tökezlediği ilk konjonktürde en renkli şekilleriyle adeta fışkırdı. Bu anlamda "savaş karşıtı hareket" sınıf mücadelesinin aktüel bir görünümüdür (Bak., "Sokaklar Isınıyor", DG, bu sayı)
Emperyalist sömürgecilik için tökezleme anı, inandırıcılığını kaybettiği andır. Amerikan emperyalizmiyle geçmişin klasik imparatorlukları arasındaki fark, bugünün sömürgecileri istilalarının çok güçlü haklılaştırma mekanizmalarıyla pekiştirmeleridir. Savaş "haklı bir savaş", emperyalizm de "haklı bir emperyalizm" olarak sunulabildiği sürece sistem kolay kolay tökezlememektedir. Örneğin, "savaşın terörü ortadan kaldırma misyonu", "emperyalizmin uygarlık yaratma misyonu" öne çıkarılmakta, emperyalizm, ekonomik sömürü içeriğinden arındırılmış olarak lanse edilmektedir. Oysa Irak savaşı, bir türlü haklılaştırılamayan emperyalist bir savaş olarak gündeme geldi. Artık herkesçe bilinmektedir ki, Amerikan askerlerinin hedefi, "haksız" bir rakiple mücadele etmek değil, Amerika'nın emperyalist konumunu ve emperyalist düzeni devam ettirmektir.
Savaş karşıtı hareket göstermektedir ki, yarattıkları bütün o şatafatın altında, Amerikan sistemi, tıpkı İngiliz sistemi gibi, bir emperyalizme karşı mücadele eğilimi tarafından kuşatılmış durumdadır. ABD emperyalizmi sömürgecilik savaşlarını "Amerikan barışı" olarak yutturduğundan beri yaklaşık bir on yıl geçti ve bu süreçte pek çok sömürgecilik savaşı yaşandı. Ne var ki, hiçbirinde böylesine sarsıcı savaş karşıtı hareketler gelişmedi. Hatta bugün savaş karşıtı hareketi canlandıran pek çok Batılı radikal unsur ya sessiz kaldı ya da savaşa "terörizme karşı haklı bir savaş" olarak örtük destek verdi. Eğer barış gösterilerinin temelinde sırf ilkesel savaş karşıtlığı" ya da hümanist/vicdani tepkiler olsaydı, hareketin o zamanlar da güçlü olması gerekirdi. Aslında bugün savaş karşıtlığının temelinde emperyalizme karşı çıkış vardır ve öteki tepkilerse bunun gölgesinde gelişmektedir.
Emperyalizme karşı mücadele bilinci ve "haklı savaş" kavramının oluşması, savaşın emperyalist sistem tarafından yaratıldığının fark edilmesinden doğmaktadır. Ancak bu sadece başlangıç noktasıdır. Savaş karşıtı hareket, bütün dünyada emperyalist koalisyonun niyetinin, sömürgecilik ve dünya egemenliği olduğu gerçeğine yönelik bir uyanışı temsil etmektedir. Savaş, bütün ilerici değerleri ortak noktada toplayan anti-emperyalist bir hareketin gelişmesinin yolunu açmaktadır.
Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık!
Emperyalizme karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin düşünsel temellerine, toplumsal ve politik anlamlarına, tarihsel koşullarına ilişkin bir birikim ortaya çıkartmakta ve savaş karşıtlığını, gerçekçi bir barış hareketinin temeli olarak sosyalizmi hedefleyen devrimci bir eylem çizgisinde güçlendirmektedir.
Savaş karşıtı hareket, güçlü bir politik potansiyele sahip olmakla birlikte, bağdaşık (homojen) bir nitelik taşımamaktadır. Ulusal ve küresel boyutlarıyla içinde farklı türden görüş, hedef, akım ve pratik barındıran çok renkli bir oluşuma sahiptir. İslamcı ve milliyetçi dar dinsel ve ulusal çıkar eksenleri bu hareketin muazzam zenginliğini ve devrimci eylem potansiyelini gerçekçi bir barış hareketi olarak seferberliğine elvermemektedir. Bunlar bütün insanlığı özgür bir toplumsal tasarım etrafında birleştirebilecek bir hareket mantığına da sahip değildir. Kadın, çevre, anti-militarist akımlar gibi daha çok kent merkezli akımlar da, aynı şekilde, bütünsel ve radikal bir değişim anlayışına sahip değildir. Üstelik bu akımlar, bu yanıyla, sistemin kolayca asimile edebildiği ya da etkisizleştirebildiği bir politik "saflığa" da sahiptirler.
Bir tek sosyalizm, insanlığın birikmiş bütün ilerici potansiyelini bir özgürlük ve barış tasarımı olarak örgütleyebilir. 20.yüzyıl sosyalizm deneyimi, bütün tarihsel ve düşünsel kısıtlarına karşın, yarattığı etkinlik ve değişim hacmi, geliştirdiği umut ve dinamizmle, ayrıca ilk halkasını yakaladığı özgür halkları bütünleştirme stratejisiyle bunun kanıtı olmuştur. Sosyalizmin yenildiği noktalar bile onun gerekliliğinin kanıtı olmuştur. Şimdi emperyalizmin uygarlık savaşı dediği barbarlığın aşılabildiği tek uygarlaşma momenti sosyalizm pratikleriyle ilk kez "uygulanabilir bir toplumsal tasarım" olarak dünya halklarının gündemine geldi. Özgürlük ve barış gibi insanlığın ilerici değerlerinin önündeki her türlü özel çıkar ve bölünme engelinin ancak sosyalizmin bütünleştirme stratejisiyle aşılabileceği ilk uygulamalardaki başarısızlığın gölgeleyemeyeceği hakikatlerdir. Bugün savaş karşıtı hareket sosyalist bir perspektifle tamamlanabildiği sürece gerçekçi, tutarlı ve devrimci bir çizgiye oturacaktır.
Bunun olanakları hareketin bu kısa döneminde ve sınırlı pratiklerinde görülmektedir. Elbette en serpilmiş halleriyle sosyalizm pratiklerini barındırmayan savaş karşıtı hareket, bir devrimci hareket potansiyeli ve başlangıç noktası olarak kavranması gereken önemli bir tutamak noktasıdır. Savaş karşıtı hareket, emperyalizme karşı tepkilerle, uzun zamandır gelişmekte olan neoliberalizme karşı toplumsal hareketleri aynı politik çizgide buluşturmuştur. "Böylece savaşa ve vahşi kapitalizme karşı mücadele, bütün öteki renklerin yanında temel olarak kendi gerçek toplumsal ve siyasal temeliyle, yani ezilen emekçi halklarla ve sosyalizmle kaynaşma yoluna girmiştir". Irak'ta savaşa ve işgale karşı beliren bu "saflaşma" eğilimini, kapitalizme, emperyalizme ve neo-liberalizme karşı militan direniş çizgisini her geçen gün daha fazla ateşlemektedir. "Potansiyel", "çizgi" ve "devrimci özne" üçlemesinin bir araya geldiği her yerde geriye sadece devrimci eylem çizgisinin sürükleyiciliği kalıyor...
EMPERYALİZMİN SÖMÜRÜ VE YAĞMA DÜZENİNE KARŞI SOKAKLAR ISINIYOR!
1 Ocak 1994 yılında Meksika’daki Maya yerlileri, Zapatistalar önderliğinde ilk eylemlerini yaptılar. Bu eylem Clinton ve dönemin Meksika başkanı Carlos Salinas için büyük bir süprizdi çünkü eylem NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) anlaşmasının uygulamaya koyulduğu gün yapılmıştı. Okuma yazma bilmeyen baldırı çıplak yerliler küreselleşmeyi nerden biliyorlardı? Oysa cevap çok basitti. Kendilerine "mısır insanları" da diyen Maya yerlilerine NAFTA ABD’nin genetik mühendislerinin ürünü olan sarı mısırı dayatıyordu. Oysa Meksika’da 360 çeşit mısır yetiştirilebiliyordu ve Meksikalılar için bir besin maddesinden öte bir yaşam tarzını simgeliyordu. Yerliler beyaz mısırları kendileri yiyip sarı mısırları hayvanlarına veriyorlardı. Şimdi Amerika sarı mısır satarak onları hayvan yerine mi koyuyordu? Bu basit görünen bilinç yeni-liberal saldırganlık karşısındaki ilk hareketlerden biri olan Zapatista hareketinin (EZLN) başlangıcı oldu.
EZLN önderliğinin Maya yerlilerini tanıyıp onların tepki şeklini ortaya çıkarıştaki başarısı bir yana, Maya yerlilerinin yaşamlarına yönelen bu saldırıya karşı geliştirdikleri tepki neo-liberal iktisat politikalarıyla yoksullaştırılan daha bir çok ülke insanında farklı yöntemlerle ortaya çıkmıştır. Oysa neo-liberalizmi bir kriz çözücü olarak keşfettiklerinde iktisadi bir devrim gerçekleştirdiklerini zanneden kapitalistler, bugün kendi uyguladıkları sömürgecilik programlarını sorgular hale gelmişlerdir. Son olarak Irak savaşıyla girişilen macera kapitalizmin dünyaya kan ve sefaletten başka hiçbir şey getirmeyeceğini bir kez daha kanıtlamıştır. İstedikleri zaman kendi koydukları kuralları dahi çiğneyip diledikleri yeri yağmalayabileceklerini düşünen başını ABD’nin çektiği emperyalist blok Irak savaşıyla karşısında ona hıncahınç öfkeli bir kalabalık buldu. Ve bu sefer bu kalabalık yıllardır uluslararası mali sermayenin sömürüsünde yoksullaşan, mülksüzleşen, işçileştirilen kitleler olduğu için uzunca bir süredir biriken tepkilerini daha politik bir düzeyden ifade ettiler. Peki bugün tüm dünyada farklı şekillerde gelişen bu hareketler hangi koşullardan doğmuştur, çatışma temelleri nelerdir, niteliği nedir? Savaş başladığında ABD’nin karşısına koca bir anti-emperyalist kalabalık olarak çıkabilmelerinin sebebi nedir? 1 Mayıs’ın yaklaştığı şu günlerde sokaktaki bu kabarma 1 Mayıs ve sosyalizm mücadelesi için ne ifade etmektedir?
Sömürgeciliğin Krizinden İlerici Toplumsal Hareketlere
Bugün kapitalizmin serbest piyasa putlaştırmasının ürünü olan yeni-liberal politikalar hem kapitalist merkez ülkelerde hem de yeni sömürge ülkelerde sosyal koruma alanlarını dibe vurdurmuş, toplumların zengin kesimleriyle ezilenleri arasında denge görevi gören orta sınıfların çöküşüne neden olmuş ve büyük bir yoksullaşma dalgasını doğurmuştur. Bu yeni-liberal saldırganlığın bir ucunda çöken orta sınıf ve işçileştirilen kesimler varken diğer ucunda ekolojik dengenin bozulmasından doğal kaynakların tüketilmesine kadar tam bir talan politikası vardır. Bu talan politikasıyla kendini yemeye başlayan kapitalist sistem yeniden sömürgeleştirme müdahaleleriyle krizine çare bulmaya çalışmaktadır. Irak savaşı da bu sürecin operasyonel müdahalelerinin bir parçasıdır. Yeni-liberal politikalar sonucunda kapitalist merkez ülkelerde "refah devleti"nin çöküşüyle, yeni sömürge ülkelerde kalkınma politikalarının iflasıyla geniş bir hoşnutsuzlar kitlesi ortaya çıkmıştır. Bu stratejiler özellikle sömürge ülkeleri sanayisizleştirmiş, tarım reformlarıyla üretimi kısıtlayıp bağımlılığa neden olmuş, tarım ürünlerinin ABD ve AB’den girişi küçük üreticileri mahvetmiş ve kırsal kooperatifler iflas etmiştir. Bundan en çok küçük çiftçiler, kır emekçileri ve yerli toplulukları etkilenmiştir. Dahası mevcut ekonominin sınırları içerisinde hayatta kalmaya çalışan geniş bir işsiz işçiler ordusu ortaya çıkmıştır. Toplumlarda sınıf formasyonları değişmiş, büyük çaplı ve uzun vadeli göçler ortaya çıkmış ve en önemlisi toplumun zengin kesimiyle yoksul kesimi arasındaki uçurum derinleşmiştir. Örneğin Latin Amerika’da en yüksek %0,1’lik multi-milyarderlerin en düşük %50’yi aşan bir mülkiyeti denetiminde tuttuğu olağanüstü kutuplaşmış bir sınıf yapısı ortaya çıkmıştır. Arjantin’de işsizlik oranı %20-25’lere fırlamıştır. Bu oran işçi kentlerinde %50’lere varmaktadır. Bolivya’da informal sektör emek gücünün %80’ine ulaşacak kadar büyümüştür. Peru, Ekvador ve Kolombiya’da da durum benzerdir. Brezilya’da buna ek olarak işsizlik ve gizli işsizlik emek gücünün %40’ının üzerindedir ve 1,5 milyonu aşkın köylü ailesi topraklarından sürülmüştür. Meksika’da çoğunluğu küçük çiftçilerden oluşan 2 milyon köylü ailesi NAFTA’nın uygulanmasından bu yana topraklarından sürülmüştür. Güney Afrika’da kentli hanelerin %20’sinin elektiriği ve dörtte birinin akarsuyu yoktur, kırsal hanelerin %80’i her ikisine de sahip değildir. Türkiye’de tarımdaki reform yüzünden kırdan kente göç artmış ve kuralsız, kayıtdışı, çok düşük ücretle çalışan yeni bir iş gücü kentlerin çevresinde birikmiştir. Son ekonomik krizle beraber elinde olanı da kaybeden küçük üretici ve tüccarlar sokaklara dökülmüştür.
Yeni-liberalizm yoksulları ezmiş olmasına karşın onları aynı zamanda ateşlemiştir de. Tüm dünyada geliştikleri ülkelerin koşullarına bağlı olarak özgün hareketler doğmuştur. Bu emeğe düşman rejim karşısında gelişen tüm hareketlerin ortak temeli emeği savunmalarıdır. Bunun yanında açlık, beslenme ve sağlık sorunları, temiz su kaynaklarının yetersizliği, çevre kirliliği, göç vb. dünyanın fiziki varlığını tehdit eden sorunlar da bu hareketlerin mücadelelerine konu olmakta hatta başlı başına hareketler doğurabilmektedir. Çünkü bugün basit, gündelik, sıradan sorunlar etrafında dönen tartışmalar, çabalar, eylemler bile sorunun muhattablarını doğrudan kapitalizmle karşı karşıya getirmektedir. Bu nesnellik sermayenin her alandaki kuşatmasını zorlamakta ve gelişen tepkilerin düzen içinde manipüle edilmesini zorlaştırmaktadır. Yeni toplumsal mücadelelerdeki göze çarpan özelliklerden biri de eski dönemin toplumsal mücadelelerinin örgütleniş ve eylem tarzından kopuşları içermeleridir. Saldırının değişen boyutuna göre özgün mücadele şekilleri ortaya çıkmaktadır. Bu hareketler muhalefet zeminleri ve dinamikleri gereği birbirleriyle ilişki içine girmişlerdir. Örneğin; Güney Afrika’da "yoksullar" elektirik ve su kesintilerine karşı muhalefet etmişler ve kendi durumlarıyla başkaları, öncelikle Soweto ve Tafelsig’dekiler ve sonra da Bolivya, Güney Kore, Amerikan hapishaneleri, Zmbabwe ve Chiapas’takiler arasında bağlantılar kurmaya başlamışlardır. Yeni toplumsal mücadelelerin eylem şekillerine bakıldığında gücünü sokaktan alan, sokağa çıkma hakkını siyasal iktidarlara karşı kullanabilen hareketler olduklarını görüyoruz. Bu yoksulluk karşıtı hareketler yol kesme eylemlerinden, mahalle meclislerine, işgal ve yağma eylemlerine kadar fiili, meşru ve militan bir çizgiyi benimsemektedirler. Tüm bunlar yeni dönem toplumsal hareketlerinin (emek hareketleri, köylü, kadın, işsiz, çevre hareketleri gibi yoksul kategorileri çerçevesindeki ulusal ve uluslararası hareketler) ortak özelliklerini oluşturmaktdır.
Neo-liberalizmle emeğin niteliğinin değişmesiyle emek örgütleri de yenilenmek zorunda kalmıştır. Çünkü gerçekleşen eylemlerin hepsi tüm sendikalar ve kitle örgütlerinin etkinlik sınırlarını aşan alanlardan ve onların örgüt yapıları dışından, özgün örgütlenme ve pratikler üzerinden gerçekleşmektedir. Örneğin; Güney Kore’de KCTU (Güney Kore Sendikalar Konfederasyonu) "yasadışı" bir örgüt olarak işyerlerinde ve yaşam alanlarında örgütlenip öğrenci gençlikle organik ilişki kurarak beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımını fiilen ortadan kaldırdı. Bu örgüt Güney Kore’de ırkçı rejime karşı verilen demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yaptı. ’97 yılında Hyundai ve Daewoo gibi işletmelerdeki işten çıkarmalara ve IMF politikalarına karşı genel grevlerle aktif mücadeleler sürdürdü. Güney Afrika’da COSATU (Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu) ırk ayrımcılığına karşı ve işçi haklarının geliştirilmesi mücadelelerini birlikte yürüttü ancak yine de Afrika Ulusal Kongresi karşısında liberalizmin sivri uçlarını törpülemeyi iş kayıplarını en aza indirme yolu olarak gördü. Diktatörlüğe karşı sergilediği ilkeli tavırları yeni-liberalizme karşı sergileyemedi. Brezilya’da CUT geleneksel sendikal egemenlikleri bir yana bırakarak, işçi sınıfının tüm bileşenlerini bir araya getirmiş, yoksul mahallelerin örgütlenmesini sağlayarak, topraksız köylü hareketleriyle ilişki kurup toplumsal muhalefetin en önemli gücü haline gelmiş, Brezilya İşçi Partisi bu sendikanın içinden çıkmış ve iktidara gelmiştir. Venezuella’da ABD destekli gerçekleşen grevi de destekleyen AFL-CIO (ABD İşçi Sendikaları Konfederasyonu) içerisinde bir kesim örgütlenmeyi öncelikli hedef olarak koyup çalışanlara yönelik yeni liberal saldırılara karşı örgütlenme seferberliği başlattı. Bunun için örgütsüzleri örgütleyebileceklerin yetiştirildiği örgütlenme enstitüsü, üniversite öğrencilerinin katıldığı sendika yazı ve sendika kültürünün ve yeni bir dayanışma ağının egemen olduğu sendika kenti kurmak gibi projeleri hayata geçirdi. Bir çok ülkede emek hareketleri grevlerle, kitlesel protesto gösterileriyle bulundukları ülkeleri felç edebilmekte ve bir takım kazanımlar sağlayabilmektedirler. Protestoların hedefi ise genelde IMF politikaları sonucu gelen özeleştirmeler, işten çıkarmalar, düşük ücretler olmaktadır.
Yapısal uyum programlarıyla yoksullaştırılan ülkelerde ortaya çıkan en belirgin çatlaklardan biri de tarım politikaları yüzünden kırsal yerleşimlerde görülmektedir. Yoksulluk karşıtı köylülük hareketlerinin ortaya çıkışlarında, kırsal kesimde yaşayan yoksulların ancak kendi öz örgütlenmeleriyle özgür bir yaşama kavuşacaklarına duydukları inancın etkisi büyüktür. Meksika’da EZLN tarımda mülksüzleştirme ve yoksullaştırma politikalarına karşı bölgesel denetimler sağlayarak kendi politikalarını hayata geçirmiştir. Kolombiya’da FARC yoksul köylülerin ekonomik, demokratik ve sosyal taleplerine dayanarak kırsal bölgelerin yarısında belediyelerin denetimini ele almıştır. Ekvador’da FENOC kır ve kent yoksullarının ortak çıkarlarını yansıtan bir mücadele yürütmüştür. Brezilya’da MST (Topraksız İşçiler Hareketi) gerçekleştirdiği toprak işgalleriyle 250 binden fazla aileyi barındırmaktadır. İşgal ettiği topraklarda kooperatifler, küçük tarımsal işletmeler, ilkokullar inşa etmiştir. Peru Köylü Konfederasyonu (CCP) da etkin topraksız köylü örgütleri arasında bulunmaktadır. Bolivya’da bir zamanların maden işçileri yeni-liberal rejim karşısına bu defa başka bir kimlikle devrimci koka köylüleri hareketi olarak çıkmaktadır. MST ile işbirliği içinde olan Bolivya Topraksız İşçiler Hareketi ve EGTK (Tupac Katari Gerilla Ordusu) kadrolarının önderliğindeki Yerli Devrim Hareketi köylülüğün örgütlenmesinde etkin iki örgüttür. İşsiz hareketleri ise ekonomi politikalarının dibe vurduğu halkın yağmalama eylemlerine başladığı Arjantin’de oldukça yaygın. CTA (Arjantin İşsizler Kongresi) özelleştirmeler sonucunda işsiz kalanların iş, gıda ve barınma talepleri doğrultusunda yol kesme, el koyma gibi eylemleri gerçekleştirmektedir. İşsizlik hareketlerine Güney Kore İşsizler Seksiyonu ve Almanya İşsizler Kongresi de örnek verilebilir.
Neo-liberalizme karşı gelişen mücadeleler içerisinde sayabileceğimiz bir diğer hareket de küreselleşme karşıtları. Daha çok kapitalist merkez ülkelerde gelişen, Seattle’dan Davos’a hükümetler arası toplantıları hedef alan eylemler gerçekleştiren küreselleşme karşıtları ilk toplantılarını, 2001’de Dünya Ekonomik Forumuna karşılık Porto Alegre’de Dünya Sosyal Forumuyla yaptı. 3 yıldır düzenlenen DSF’nin her yıl katılımcı sayısı artıyor. Bu yıl düzenlenene 100 bin’den fazla kişi katıldı. Dayanışma ve başka bir dünya mümkündür temeli üzerine kurulan DSF bir alternatifi açıktan dile getirmiyor. Bu alternatifi tanımlamanın bir parçası olmak, Kuzeyin ve Güneyin hareketlerini birleştirmek hedefini koyuyor önüne.
Bugün Irak savaşıyla beraber Latin Amerika’daki yoksulluk karşıtı hareketlerden, Avrupa’daki çevre örgütlenmelerine kadar muazzam bir kalabalık emperyalizme karşı ortak bir mücadeleyi yürütüyor. Savaş karşıtları ilk sokaklara çıktıklarında daha çok vicdani duyarlılıkların ön plana çıktığı bir görüntü oluşturuyorlardı ancak özellikle savaş başladıktan sonra anti-Amerikancı, anti-emperyalist bir çizgide olgunlaştılar. Neo-liberalizm karşıtı hareketin anti-emperyalist içerikte bir savaş karşıtı harekete dönüşmesinde neo-liberalizmi örgütleyen ülkelerin başında savaşı ilan eden ABD’nin olmasının büyük etkisi var. Neo-liberalizm karşıtı hareketler içlerinde barındırdıkları anti-Amerikancı yaklaşımları savaş sürecinde açığa çıkararak Irak savaşıyla sömürgecilik siyaseti, yoksullaştırma politikaları arasında bağ kurmuştur. Asıl sorunun kapitalist sisemin ta kendisi olduğu bugün daha net bir şekilde ortadadır. Bugünlerde savaş karşıtı hareketin tüm dünyadaki en popüler eylem tarzı ABD mallarına dönük boykot kampanyaları. Bu eylemlerle tüm dünyada savaş cephesinin şirketleri halka hedef olarak gösterilmekte ve halkın da yapabileceği basit eylem şekilleri gerçekleştirilmektedir. Tüm dünyada bugün milyonlar savaşa ve ABD işgaline karşı sokağa çıkarken politikleşmiştir. Yani savaş karşıtı hareket politikleşme evresinin bugüne kadar varan kesimini sokakta tamamlamıştır. Bu özellikte neo-liberalizm karşıtı hareketlerin fiili, meşru, militan eylem tarzıyla savaş karşıtlarının benzer bir noktasıdır.
Yeni Dünyanın Yaratıcıları 1 Mayıs Alanlarında Buluşuyor!
Bugün tüm dünyada yoksullar, sadece toplumsal politikaların pasif kurbanları değiller. Su ve elektrik parasını ödemeyen, ayaklanan, işgal eden, militan ve devletten istediğini koparabilen ve kazanımlarını koruyabilen bir niteliğe de sahipler. Halklar bulundukları ülkelerin iktidarlarını etkileyebildiği gibi bu iktidarları değiştirebiliyor da. Özellikle Latin Amerika ABD’nin arkasında yeşeren ilerici yönetimleriyle, Lula, Chavez, Fox, Castro bir araya gelmiş, gülüyorlar ABD emperyalizmine. Brezilya’dan MST lideri Stedile bir röportajında mesaj gönderiyor uluslararası sermayeye; "Brezilya’ya gelmeyin çünkü paranızı kaybedersiniz. Er ya da geç ulusal bağımsızlığımızı geri alacağız." Yeni toplumsal hareketlerin mücadele şekilleri sınıf mücadelesinin ilksel eylem niteliklerini taşısa da veya talepleri bu düzen içinde gerçekleşemeyecek bir bakıma devrim talepleri olsa da uzun vadeli bir devrim tasarımı olan devrimci hareketlere duyulan ihtiyaç bugün daha çok ortaya çıkmşıtır. Aynı zamanda savaş karşıtı hareket için de politikleşmiş olma veya anti-emperyalist nitelik kazanma yeterli değildir. Bu bilincinde devrimci bir hareketle sosyalizme yönlendirmesi gerekmektedir. Bu yıl 1 Mayıs tüm dünyada emperyalizme onun savaş ve işgal şekillerine ve halkları yoksullaştıran yeni-liberal saldırganlığa karşı alanları dolduran on milyonları ağırlarken Türkiye halkları da savaş sürecinde iktidarlarına geri adım attıran, savaş tezkeresinin meclisten geçmesini engelleyen bir halk olarak bu şenlikli günün önemli bileşenlerinden biri olacaktır.
Dostları ilə paylaş: |