Bakakalırım
Bakakalırım giden geminin ardından, atamam kendimi denize dünya güzel. Serde erkeklik var, ağlayamam.
Orhan Veli Kanık…
35 yaşını kutlayan bir arkadaşımız ömrün ortasındasın diye kendisine takıldığımızda, ilk yarıyı mağlup kapadım ama ikinci yarıya hazırım diye cevap vermişti.
Şüphesiz her insan için ömrün bir ortası vardır mutlaka. Bu herkes için 35’midir? İşte orasını bilmiyorum.
Mesela ben bir Osman hatırlıyorum. Ömrün ortasında mıydı yoksa sonunda mı çözemedim ama o buna bir karar vermiş olmalı ki attı kendini süratle giden bir otomobilin altına. Daha yaşı 14’müydü neydi…
Herkesin hayatının bir seyri de vardır. Tabii ki buradaki seyir, herhangi bir kaptanın seyir defterinde işaret ettiği bir rotaya ya da yaşananlara eşit midir? Tabii ki hayat içerisinde yaşadığımız olaylar böyle bir defterdeki kesinliğe eşittir ancak onları okumamız bir başka deyişle yorumlamamız eminim ki eşit olmaz.
Nihayetinde her birimizin bir yaşayışı ve içinden çıkamadığı bilgeliği vardır mutlaka.
Zaman ya da ömür bu bilgeliği arttırır, azaltır ya da insanın yaşamını mutlu olarak geçireceği bir seviyeye sabitler.
Yazar bunları düşünüyormuş. Dilinde de Orhan Veli’nin yazdığı Ezginin Günlüğü grubunun seslendirdiği ayrılış isimli şiirin notaları varmış. Bir de öğlen sıcağı…
Sıcakmış hava, güneş insanın ensesine öyle bir inmiş, öyle bir yaklaşmış ki, civardaki bütün yaşlılar: işte kıyamet günü bundan beter olacağız, güneş daha da yaklaşacak diye gençleri korkutuyorlarmış.
İnsanın bu güneşten kendini koruyabilmesi için sevap işlemesi, günah işlememesi gerekiyormuş.
Allah’ın her emrettiğini yapmanın, mesela içki içmemenin, yalan söylememenin, domuz eti yememenin bu güneşten ve ondan daha beter olan kıyamet güneşinden insanı koruyacağını söylüyorlarmış.
Yazar hala camdan bahçeyi seyrederken, Orhan Veli şiirini diline dolamış insan ve insan ömrü üzerine birçok çıkarım yapıyor.
Camdan gördükleri de, bahçe kapısının önünde oturmuş hem elişi işleyen hem de sohbet eden kadınlar ve genç kızlarmış. Orada oturmalarına sebep kesinlikle bahçedeki kocaman dut ağacının gölgesi… Yazar tam olarak bahçe duvarı engellediği için kaç kişi olduklarını göremiyor.
Ama üç tane kadını görebiliyor, bir tane de genç bir kızın sesini duyabiliyor. Genç kızın ne söylediğinin pek bir önemi yok. Sesi yüksek perdeden çıktığı için o konuşurken yazar bulunduğu yerden gayet kolay dinleyebiliyor.
Bir de etrafta çocuk sesleri var, türlü oyunların küçük gruplar halinde oynandığını belli eden çocuk sesleri.
Nedense etrafta hiç erkek gözükmüyor.
Bu bildiğimiz Anadolu köyü. Yazarın daha önceki öykülerinde dediği gibi; birinin diğerinden farkı olmayan…
Hatta kentleşmenin getirdiği büyüme sayesinde artık nerdeyse tamamının birbirini tanımadığı iki ya da üç mahalleye ayrılan orta boy köylerden de sayılabilir. Bunu belirleyen temel etken köyün herhangi bir noktasında durunca minarelerinden sayacağınız cami sayısıdır. Yazar bulunduğu yerden hiç cami görmüyor, köye gelirken öyle bir üstün körü dikkatsiz bakmış. Galiba iki tane var.
Anlaşılacağı üzere kente yakın bir köy, yine de temelde diğerlerinden farkı yok. Bu tür köylerin diğerlerinden küçük bir farkı var tabi. Yakınlarda bir yerlerde bir ya da birkaç fabrika olması! Köydeki gençler bu işyerinden para kazanabildiği için baba evinden ayrılmak zorunda olmadığından köy nüfusu gerilemiyor aksine artıyor.
Erkek gözükmemesinin sebeplerinden biri bu, erkeklerin birçoğu bu saatte işyerinde oluyor. Eğer işte değilse de köyün kahvehanesinde ya da artık bir işi olmayan yaşlılarla birlikte caminin bahçesinde.
Bir traktör geçiyor sokaktan, gürültüsü yazara gelince yazar kafasını kaldırıp tekrar sokağa bakıyor. Traktörü ve üzerindeki iki kişiyi görüyor, kadınlara bakarak ağır aksak geçiyor gözden kayboluyorlar.
Genç kız hala yüksek perdeden bir şeyler anlatıyor, çoğunlukla önemsiz şeyler. Havanın boğucu sıcağında bir sıcak rüzgâr esiyor, perde havalanıyor, rüzgârın sıcağı yazarın yüzüne vuruyor.
Dışarıda bir askeri araç duruyor, yazar birkaç askeri görebiliyor, kadınların etrafı bir anda kalabalıklaşıyor. Artık hemen hemen herkes ayakta, içlerinden sadece bir kadın hala yerde, başında birkaç kadın daha var, iki kolundan kavramış ellerini ovuyorlar.
Yazar bu manzarayı daha fazla seyretmiyor, dışarı çıkıp neler olduğunu da merak etmediğinden, gürültü patırtıya aldırmadan az arkasındaki koltuğa oturuyor. İçeri bir hışım genç kız giriyor, bir kolonya, bir sürahi su ve bir bardakla geri çıkıyor.
Şimdi evin etrafı daha kalabalık olmalı kesinlikle.
Yazarın dilinde hala Orhan Veli şiiri, yaşam ve yaşamın ortası ile sonu arasında düşünce üretimini bırakıyor, çünkü o an için artık yazar bir şey düşünmeye dair kendinde bir enerji göremiyor, hatta öyle ki, ayağa kalkıp kalabalığa dahi karışmak içinden gelmiyor.
Yazar şunu hatırlıyor; son bir beş lirası vardı babasının, onu da oğluna uzattı. Artık hiçbir şey kalmamıştı cebinde. Uzak yolculuklara çıkan bir otobüsün peronundaydılar, oğlanın şüphesiz cebindeki para çoktu. Amcası, annesi, dayısı, ablası kim bilir daha kimler cebine para koymuşu. Olsundu, son bir beş lirası vardı ve onu da ona verdi.
Adettendi, herkes bir şeyler sıkıştırıyordu cebine, fazla eksik, ne kadar olduğu önemli değil. Babası da daha önce verdiklerini yeterli görmemiş olacak ki son kalan beş lirasını da uzattı oğlana, almadı çocuk önce. Sonra sıkıştı cebinde bir yere para.
Gülmenin vaktiydi baba için aslında, aslan olarak gördüğü oğlu, annesinin aslan parçası gidiyordu uzağa.
Şimdi de geliyordu, üstelik bu geliş, olsa da cebine bir beş lira daha koyabilsem dedirten, aslan diyememenin ama Tanrının ve kaderin yüceliğinde bir geliş.
Gitmesi emredilmiş gelmesi ise lütfün ötesinde, bahşedilmişti.
Şimdi ne çok şey hatırlıyordu babası, doğduğu günü, erkek olmuştu, iki ablasından sonra bir erkek çocuğu olmuştu. İsmini hazırlamıştı bile, şimdi o küçük kırmızı bebeğe ismini vermeliydi. Büyütmeliydi onu.
Okula gidişi, hastalanışı…
Bitmez ki ayrıntılar.
Şimdi yazar hala odada, evin etrafında bir oraya bir buraya dönüp dolaşan kalabalığı seyrediyor.
Anneyi evin içine getirmişlerdi, salonda bir kanepeye yatırmışlar “oğlum” feryatlarına aldırmadan etrafında bekliyorlardı.
Az önce evin çevresinde dolaşan sessizlik şimdi belirli belirsiz bir gürültüye bırakmıştı yerini. Bir takım konuşmalar, çocuğun nasıl öldüğü üzerine birkaç paranoyak cümleden ibaretti, diğer konuşmalar ise daha çok şimdi ne yapılacağı üzerine yoğunlaşıyordu.
Evin kapısında iki asker nöbet tutuyordu.
Az önce de çocuğun babasını yazarın olduğu odaya getirmişler, kanepeye yatırmışlardı. Yazar uyuyan babayı ve açık kapıdan evin içinde bir oraya bir buraya dolaşanları seyrediyordu.
Yazar hiç kimseyi tanımadığı için kimin kim olduğunu kestirmekten çok, ölmüş gitmiş bir çocuğun, hayatı yirmisinde bırakmış bir çocuğun cennetten kaptığı köşe üzerine masalları dinliyordu.
Bakakalırım giden geminin ardından…
Yazarın dilinde hala aynı şiir…
Yazar şöyle bir evi seyretmiş, öyküyü düşünmüş, yazar isteseymiş öyküyü genişletebilirmiş. İsterse çocuğun nasıl öldüğünü sorgulayarak, isterse babası ile ilişkisini kurgulayarak. İsterse ertesi gün ki cenaze törenine doğru… Vazgeçmiş, nasıl olsa bu öykü sürekli her gün genişletiliyormuş…
Yazara ihtiyaç yokmuş!
Çıkmış yazar evden, köye akşam çökerken çıkmış. Bir evlat cennetin en güzel köşesine, annesini, babasını, sevgilisini, kardeşlerini bırakıp giderken çıkmış. Yirmisinde bir gencin hayatın tamamını bitirdiği 10 yaşını ömrünün ortası yaptığı bir akşamüstü çıkmış…
Yazarın Hikâyesi
İki cips tanesinin boşluğunda uzandı yazar koltuğa.
İki cips tanesinin boşluğu tanımı şu anlama gelir; birinci cipsi ağza atarsınız, ikinci cipsi ağza atarsınız. İşte bu iki cipsin ağza atılması süresi arasında ki zaman yazarın kast ettiği iki cips tanesi arasında ki boşluk zamanı.
Bir diğer anlamı ile ölüme eşittir.
Daha birçok şeye eşit olabilir. Ama yazar ölüme eşitleyecek.
Yazar ömründe hiç ölüme eşit olan bir yer görmediği ya da herhangi bir insanın ölüme uzanan anına şahit olmadığı için ölümü iki cipsin ağza atılması süresi arasındaki farka eşitliyor olabilir.
O zaman bu hikâye hem yazar için hem de okuyucu için birer özeleştiri haline dönüyor.
Aslında bu özeleştiri birde ölen için yapılmalı. Eğer ölen kişi kendi için bir özeleştiri yapabilirse mutlaka yapmalı.
Ancak yazar, öldüren kişinin özeleştiri yapma kısmını es geçiyor. Çünkü öldüren kişi böyle bir şeye ihtiyaç duymadı.
Eğer duysaydı bir gün, yazarın yaşadığı dünyada birçok insan hala hayatta olurdu. Gazetecilerden öykü kahramanlarına kadar…
Yazar, iki cips tanesinin boşluğunda koltuğa uzanırken televizyonda duyduğu herhangi bir ölüm anına odaklanmış değildi. Ancak o sırada televizyonda herhangi bir otomobilin herhangi bir otobüsle çarpıştığı anda ortaya çıkan felaketin tanımı yapılıyordu.
Yazar o anda herhangi bir şekilde bir tanıma kulak kabartmadığı gibi okuyucuda şu anda yaşanan hiçbir ölüme kulak kabartacak durumda değil.
Oysa birçok insan herhangi bir sebeple ölüyor. Ve birçok insan ölenlerin hepsinden herhangi bir saçmalıkla özeleştiri bekliyor. Şöyle yapmasaydı böyle olurdu…
Yazar yıllar önce başlamış bu oyuna. Bu uğurda hayatını zindan edecek değişimler yaşamış. Ama her bir değişimi gelişime dönüştürmeyi başarmış.
Gelelim öykünün kahramanına. Bu sefer öykünün kahramanı yazarın kendisi.
Yazar bir odada, odanın her tarafı dosya kâğıtları ile donanmış. Bir sürü defter ve kitap. Ortada bir sehpa, sehpanın üzerinde bir PC, sol tarafında bir televizyon, televizyonda spiker haber okuyor.
Yazar bütün bunalımlarını, sevdalarını ve yaşadıklarını bir paket cipse odaklamış, koltuğa uzanıp her iki cips tanesinde bir olay düşünür halde.
Yolculuğa nerede çıktığını anımsamaya çalışıyor besbelli, tabi ki bunu yazar bilmiyorsa kim bilebilir?
İnsanın kendi hikâyesini yazması da zordur. Hayatının bir döneminden bir parça sunmaya kalksan, o parçayı hangi dille, üstelik bahsettiğin insanın üzerinde bırakacağı izi de düşünerek, kaldı ki doğru parçaları doğru noktalarda birleştirdiğinden emin olarak…
Kaldı ki yazar hakkında temel bilgiler vermeye kalksan okuyucu kusar, mesela çok sigara içiyor, işsiz, askere gitmeyi ret ediyor.
Okuyucu ne yapsın bunları. Şehvet, erotizm, şiddet ve entrika saklanmış olacak ki kıyı köşelere tatmin olsun.
Şöyle demeli; yazar tecavüzcü bir katil. Sağda solda tanıştığı yalnız kadınlarla önce sevişiyor, sonra onları…
Heyhat böyle bir şey de yok!
Yazar kendi halinde mazbut bir adam. Diğer bütün yazarlar gibi kadınlara zaafı var. Hatta bu yüzden sık sık bunalıma giriyor. Çünkü çapkınlığın ölçüsünü ya da zarafetini tutturamadığı için sürekli birilerine tutuluyor.
Son dönemde eşi kim onu bile şaşırmış yazar. Bu şaşkınlık öyle bir noktaya varmış ki çizdiği inişli çıkışlı grafiğin sayesinde eşsiz kalma durumuna bile gelmiş.
Kadınlara bıraktığı tek hatıra, onların yazardan nefret etmesi olarak gözükse bile, yazar biliyor ki hiçbiri ondan nefret etmiyor.
Bu davranış kadınlarda geleneksel bir tür olduğu için ya da sevilmeyi fazla abarttıkları için olsa gerek yazara olan kızgınlıkları, belki küçük bir okşama ile geçtiğinden artık yazarın kadınlara endeksli tavırları da saçmalar boyuta ulaşmış, velhasıl yazar kadınları üzmüş durmuş. Onlarda üzüldüklerini inkâr edip durmuşlar…
Öyle ki artık kadınları tanımaz noktaya gelmiş. Şimdilerde var olan sevgilisi ki yazar bu satırları yazarken o kendi evinde sarhoş, yazarın bir başkasına âşık, bir başkasından af diler halinden habersizmiş. Af dilenen kadın ise, çekmiş kılıcını saplamış yazara…
Yazarda oturmuş hem bu öyküyü yazıyor hem de daha eski sevgilisi ile mesaj yoluyla dertleşiyormuş. O da giden gitsin demiş, bırak, yazarda evet sana öyle yaptım, gittin ve dönmedin demiş. Bunu bırakmayacağım.
Eski sevgilinin çok karışıksın dediği bir yazar, okuyucuya herhangi bir konuyu nasıl derli toplu anlatsın ki?
Nihayetinde yazar bütün bunalımlarını, sevdalarını ve yaşadıklarını bir paket cipse odaklamış, koltuğa uzanıp her iki cips tanesinde bir olay düşünür hale gelmiş.
Tabi o bu haldeyken televizyondaki ölüm haberleri, yazarın kafasında ki ölüm paranoyası ayrı bir konu.
Yazar burada ayağa kalkar, cipsi bırakır, televizyonu kapar. Media playerden bir Kazım Koyuncu (ateşlerde) şarkısı açar. Sigara yakar.
Hayat, sana emek verdim, sana gönül verdim, iyi olmadığına, doğru olmadığına inandığım her şeye karşı mücadele verdim.
12 yaşında bir çocukken ya da 17 yaşında bir gençken sen hep beni mutsuz etmenin koşullarını yarattın, oysa ben sana direndim. Sen tanrı olup, insana kaldıramayacağı yükü vermeyiz derken beni ezdin geçtin.
Ben ise bir köşede saklandım ve hep o gelecek güzel zamanları bekledim.
Nasıl ki devrim olacağına inanmayı sürdürdüysem, nasıl ki mücadelemi insanın insan olarak yaşayabileceği bir dünya için vermeyi sürdürdüysem, sende bir o kadar üstüme geldin. İnsanın insan olarak yaşayamadığı bir varlık olmayı sürdürdün…
Neyse, yazarın bu tür serzenişleri bitmez. Yazarı birde benim olduğum yerden seyretmek var, gözleri karşısında gerçekten hayat diye bir şey olsa ona yapacakları asla bitmez gibi bakıyor. Eli havada.
Yazar bu öyküyü yazabilmek için kendini ikiye böldü, beni tam karşısına dikti ve kendisini seyretmemi istedi, ne olduysa da ondan sonra oldu.
Kadınlarla yaşadığı karışıklık, ölüm hakkında kurduğu paranoya ve 12 17 yaş bunalımları…
Yazar, olduğu yerden dönecek, beni alacak, kendi içine geri yerleştirecek ve bu odadan sanırım çıkıp bir başka hikâye aramaya hayata karışacak…
Bırakacak sevgililer, ölümler, bunalımlar bu odada kalsın…
Eve Doğru
Dönseydi dünya, durmasaydı yerinde… Yarın olsaydı, beklemeseydim orda bir yerde… Sensiz, sensizlikte.
Dönüş yolumda tutsaktı, ne derdi ki filmler. Eve gidersin, ev sana gelmez. Beklersin bir köşede uluorta, yorulmuştur kalp. Bu sondur, onca değersizi aşmışındır, öncelik tanımışındır birine, söyleyemezsin.
İnsan hayatını kuralıdır denir, kimi zaman kurala bağlanan hayatlar. Kimi zaman kuraldışı kalır, benim gibi. Bende ki sen gibi!
Rolle başlayan öykü gerçekle bağlanır, kendine hapis olur boğulursun.
Susar beklersin…
Onca hayat yaşamışındır da, hep değersiz, ömründür her bir parçası. Biliyorsundur bir gün değerli olana denk geleceğini. Gitme dememişindir hiç… Şimdi de kal diyemezsin.
Ağlayamazsın da, almıştır hayat bütün acılarını saklamıştır senden olmayan bir köşeye bulamazsın geri. Karşılaştığın bütün tozlu tavan aralarında ararsın. Dinlediğin her şarkıda… Okuduğun her hikâyede…
Kavuşamazsın acına, acı anlarına… Demiş ya yazar değersiz olanlar öncedir hep, en önde en değersizden en değerlisine saplanır kalırsın.
Sevdiğini söyleyemediğin anların korkusudur bu, kuraldışı yaşadığın anların heyecanıdır. Her şeyin toplamıdır ki toplamda hiçbir şey yoktur. Yalnızlıktır sana kalan. Tanrıdan da uzaksındır artık ki paylaşacağın kimse kalmamıştır.
Hayat yankılandı bir yerlerde, denizler kederde boğuldu da keder denize uğramaz artık. Keder kendini denizin mutluluğuna bırakmıştır, her gün yükselen marşlar seni bana çağırır.
Oysa eve dönüş vaktidir de sen söylemişindir, haydi gidelim artık vakit doldu.
Vakit dolmamıştır sanki. Daha hala hava grileşmemiş, elimdeki sıcaklığın geçmemiştir. Kalbimde ki acın ise bitecek gibi değildir. Marşlar yükselmiştir de acın bitmez. Orda durur şarkı, dünya durur, sen durursun…
Hava grileşir bir an, kasvet kalbine çöker, her şey dönüyordur artık, sen dönüyorsundur… Deniz dönüyordur, havaya bakıyordur, hava buluta karışmış, bulut güneşe.
Tekne denizdedir hayata karışmış.
Eskiyen caddeler gelir aklıma, tahta evler vardır, bir yeni bir eski. Benim kadar yoksul, senin kadar yoksun. Sobası tütüyor evin, sıcaklığı karışmış havaya, hava durmuş öyle gri, sorsan bir şaire şiir yazmak içindir. Oysa şiir yazmak için değil yaşamak içindir. Senle yaşadığım o an, sensin.
Yağmur yeni düşmüş ki deniz öylece duruyor, yeşil resim gibi adeta, resim sen gibi…
Durmuş zaman, gözlerimde ki kayıp gibi kan gibi… Geçmiş durmuş, yaşanan her şey kısırlaşmış… Avuntusu bitmiş zamanın.
Sokaklar vardı geçmişte bir yerde, tozlu topraklı. Çayır çimen vardı. Durmuştum, çocuktum, tam aşkın ortasında. Gidişine bakıyordum ki giderken ağlamıştım o gün. İlk gidişindi aşk. Soluksuz kalmıştım ama dünya durmamıştı bu kadar, elimi bir el tutmuştu. Yürümüştüm, sualsiz…
Sorgulayacak bir cam vardı kırdığım, birde cama yansıyan sen. Seni seyreden ben, bizi seyreden insanlar.
Soğuk vardı mesela, karanlıktı cadde, ışımıyordu hayat, bir sokak lambası o kadar. Sen yoktun o an. Seni bekliyordum oysa… Denizin sesi uzaktı o ana, kararmıştı ya her yer insanlarda yoktu, yağmur daha düşmemişti.
Gitmiştin yine, ben fark ettiğimde başlamıştı yağmur, ben fark ettiğimde durmuştu dünya ilk kez. Sen ikinci gidiyordun oysa aşk… Camın arkasında kalmıştım. Camın önünde yağmur! Camda sen, seni seyreden ben…
Cadde kalabalıktı, insanlar vardı, insanların arasında sen vardın. Sesler vardı, ben yoktum belki bir tek. İnsanlar durmuştu, sen durmuştun, zaman akıyordu daha şiddetli, kalbim akıyordu. Kalbim ağrıyordu… Sen akıyordun.
Hiçbir şey durmadı, sen yine gidiyordun. Kollarımdan gidiyordun, gözlerimden gidiyordun. Vitrinlerden gidiyordun, kaldırımdan gidiyordun, kaldırım gidiyordu… Binalar gidiyordu, bunalımlar gidiyordu kasvet gidiyordu… Zaman hızlandıkça her şey akıyordu sana doğru sen yine gidiyordun…
Gözlerim tutuldu, koltuğa yaslandım… Sanki binalara yaslandım seyrettiğim yerden. Tepeye yaslandım, yamaca yaslandım. Kalbim bahar ışımasına bıraktı kendini. Yollara bıraktı, heyecanlara bıraktı, soğukluğuna bıraktı.
Sen yine gidiyordun, kal diyemediğim kadar hızlı gidiyordun, bahar gibi gidiyordun. Bizi seyreden güneş gibi gidiyordun. Ne zaman durdu ne gidişlerini saymaya devam ettim…
Şimdi gittiğin gibi gitmedin hiç. Şimdi gri durdu, zaman durdu, sen durdun…
Geçmiş durdu. Saplandı kaldı keder denize, deniz kederde boğuldu, keder sende.
Evi olmalıydı aşkın buralarda bir yerlerde. Geri dönebilmeliydi yolcu. Han olmalıydı hatta, bahçesi olmalıydı, çiçekleri olmalıydı. Aşk öyle yarım, solgun kalmamalıydı, bitmeliydi bir yerde.
Huzursuzluk olmamalıydı aşkın adı.
Eve doğru gitmeliydi zaman, geride seni bırakarak gitmeliydi. Hayat olmalıydı bir yerlerde, mutlu olmak için yazılmış senden uzakta… Sorgulamasız, sualsiz…
Canım diyebilmeliydim sessiz-ürkek, sarılabilmeliydim özgürce. Sarılabilmeliydin bir yerlerde yarım kalmamalı idi hayat, yarım kalmamalıydın sen…
Aşk yarım bırakılmaz çünkü aşk eşkıyalık değildir ki; korsan öyküsü değildir. Anneye yazılan bir mektup değildir. Tanrıya edilen dua değildir…
Aşk sendir; elini tuttuğum andır…
Ben gittim diyemezsin bu sefer, göndermek içinde manevra yapamazsın. Manivelayı her tutup üzerinde kullanmaya kalktığında destek aldığın yer aşktır. Manivela kaldırmaz. Sana bakar, sen o demir yığınına… Yerde yatan aşkındır da o sana bakmaz… Senden uzaktır…
Bayrağını yükselt diye başlamıştır marşlar, sınıflar olmayacaktır artık. Din-dil farkı da olmayacaktır. Mesih çılgınlığına kaptırmıştır dünya kendini, konuşan artık Yunus Emre’dir.
Aşktır…
Dostları ilə paylaş: |