Siyah Hayatı ve şansı…
Saçmalık akıyor gözlerimden yine, ne düşünsem diye düşünüyorum. Düşündüğüm her şey yine bir saçmalık oluyor.
Dinlediğim şarkıların esprisine takılıyorum, yetmiyor. Hatta yer kaplamıyor bile. İşte aşk… Engel oluyor bana, geçmişimden geleceğime şarkı söylüyor, üstelik ne şarkı!
Çağlayanların kendi dilinde anlamsız yazı yazdığı ya da yazmayı unutup akıp gittiği sel şarkılardan…
Bir de geçmişime bakıyorum; gelecek parlıyor gözlerimde. Hüzün beynime akıyor.
Aslında akan mutluluk ama ben buğulu gözlerimle hüzün okuyorum. Kalan kelimeler ise yalnızlık.
Denize bakıyorum. Balıklar halime gülüyormuş gibi geliyor. İşte aşk o an kendini gösteriyor.
Bir de özlüyorum. Sonra acımasızca sağa sola bakıyorum. Yalnızım… Ne dost, ne yardımcı, ne de ilgilenen…
Atla suya diyorum kendi kendime!
Sonra siyah engel oluyor bana.
Sen kendin daha değerlisin.
Yok, atlasın suya.
Hüzün, boşuna hüzün demiyorum ben ona. O bana, beni öldürmeye gelmiş. Bana hep ‘öl’ diyor.
Bense ölmek istemiyorum. Yok, hayır istiyorum. Yok, ben özlüyorum.
Bak balıklar bile gülüyor sana, işte sen böyle aptalsın.
Aşk söylüyor bunları. İlgilenmiyorum. Yine başladı diyorum, kendi kendime. Şimdi kim bilir nerelere sürükleyecek beni. Anlamsızca bir kedere, sonra da onun kapısına…
Git sen onsuz yaşayamazsın.
Evet, atla suya kurtul.
Olmaz, git eve yat uyu.
Hayır, ona gitmeli.
En iyisini siyah söylemişti. Git eve yat uyu. Ama aşk susmuyor. Ruhumu kazıyor ‘ille de kapısına git’ diye.
Ya hüzün? Beynimi karıncalaştırıyor. Sürekli aynı nakarat;
Atla suya öl.
Bense bir sigara yakıyorum! Üçünün arasında girdapta, elimde sigara sahil kenarında yürüyorum. Hala hüzün konuşuyor. Hiç susmadan. Ama ben aşkı dinliyorum, hızla koşup kalkmak üzere olan otobüse yetişiyorum. Hüzün susmuyor, otobüstekiler bana bakıyor. Sonra kendilerine dönüyorlar. Ama bana hala, bana bakıyorlarmış gibi geliyor. Öyle zannediyorum.
Uzun bir yolculuk oluyor, hüzün susmuyor, siyah onu susturmaya çalışıyor.
Otobüsten iniyorum. Apartmanın önüne kadar aşk susmuyor. Tamam diyorum gideceğim.
Siyahın tek kelimesi ile cayıyorum.
Gitme…
Beni vazgeçiren hep bu duyguydu zaten. Geri dönüyorum…
Durakta insanlar birikmiş. İçime bir korku saplanıyor. Acaba gitmedim diye pişman olacak mıyım? Sonra kaç gündür çalışmadığımı anımsıyorum. Umursamıyorum… Öylece bara gidiyorum.
Bar güzel, her şey güzel, şarkılar güzel, şarap içiyorum. Düşüncelerim zaten bulanık. Hepten kendimden geçiyorum. Biraz daha içiyorum. İyice bunaldım. Sigara yakmak istiyorum, bitmiş… Barmen sigara uzatıyor, sigarayı alıp bir bardak daha istiyorum.
Kimseyle konuşmuyorum, zaten burada kimseyi tanımıyorum. Ama herkes halimi anlıyor, barmene bakıyorum bir bardak daha uzatıyor ‘ikram’ diyor.
Kafam bulanık, sarhoş olmadım çünkü zaten sarhoştum. Artık her şey sustu, önce hüzün sonra aşk sustu, siyahta gitmek üzere bana kalan şarap oldu.
Eve git yat dinlen bu akşam yeteri kadar içtin.
Bardan çıktım, gece iyice ilerlemişti. Aydınlatma lambalarından çiseleyen yağmur belli oluyor.
Yatağımdayım, nasıl geldim bilmiyorum ama… Uyuyorum.
Sen hiç âşık oldun mu? Âşık olup bara gittin mi? Sabahlara kadar uyanık, berduş gibi dolaştın mı? Rüyam böyle geçiyor, acaba rüya mıydı?
Uyandığımda çocukluğumu anımsıyorum. Tekrar çocuk olmak istiyorum. Tekrar çocuk olmak istiyorum. Sonra vazgeçiyorum. Büyümek güzelmiş. Çünkü çocukken kumar oynanmaz. Şarap içilmez. Şarap bana beni anlatıyor. Âşık olduğum kadından bahsediyor; ‘şimdi o artık bir fahişe, çünkü sen öyle istiyorsun. Senden nefret ediyor artık.’ Şimdi anlıyorum, anlamaktan vazgeçip çocuk olmak, çocuk olup ona temiz geri dönmek istiyorum.
Boş ver diyor siyah ben kendime gelir gelmez. ‘evet’ diyorum, radyoda hareketli bir şarkı arıyorum. Ama bulmak zor, saat sabah altı, hava yeni aydınlanmış. Telefona sarılıyorum.
Uyanıyor sekizinci çalışta. ‘alo’ diyor. Ben kapatıyorum.
Niye konuşmadın korkak herif! Diyor aşk.
Sonra şarap konuşuyor. ‘boş ver onu o artık bir fahişe.’ İşte şarap böyle konuşuyor. Ona inanıyorum. Tekrar uyudum… Kader beni onu camdan göreceğim vakit uyandırıyor. Acaba ne işi var burada bu saatte diyorum kendi kendime.
Şimdi çağır onu. Bak iyice ıslanmış. Üstelik yorulmuşa benziyor.
Dinlemiyorum aşkı. Ben çalan telefona bakıyorum. İşyerinden. ‘elbet bir gün gelirim’ diyorum. Kovuldum. Artık şarap alacak param da olmayacak…
Tüpü odana getir. Bütün delikleri kapat. Gazı aç, belki ölürsün.
Hüzün ölümden bahsediyor bana hep. Ama ben yaşamak onun hayalini kurmak istiyorum.
Radyolar hareketli müzik çalmaya başlamışlar ama ben ayrılık şarkıları dinlemek istiyorum.
Mektup yazmak istiyorum. En serin kelimeleri bir araya getirip cümleler kuruyorum. Sonra o sayfaları yırtıp atıyorum. Mektubu kendime saklamaya bile gücüm yetmiyor.
Kahvaltı yapmak aklıma geliyor. Üşeniyorum. Sadece bir bardak kahve yapıp, bir tek sigara yakıyorum. Uzun uzun hüzünleniyorum.
Öğle oluyor. Uzunca bir yağmur yağmakta, paltomu giyiyorum. Yaşama sarılmam lazım. İşyerine gidiyorum. Yaşadıklarımı anlatıyorum. Yarın sabah tekrar gel diyorlar.
Akşam olmak üzere hava artık erken kararmaya başladı. Nasıl olsa kış gelmek üzere, yani yaz bitti. Yani sonbahardayız. Bir zaman sonra kış, ilkbahar ve yaz. Belki o zaman unutmuş olurum. Ama eve gider gitmez telefona sarılıyorum. Beşinci çalışta açıyor. ‘alo’ ben kapatıyorum. Yabancı bir şarkı çalıyor radyoda, gülüyorum…
‘seven aşkını söyler’ demiş La Fontaine…
Atla camdan aşağı belki ölürsün. Kurtulursun.
Hüzün yine başladı diyorum ve bir kahkaha patlatıyorum.
Şimdi uzak diyarlar treninde olmak vardı. Belki o trende tanışacağım insanlar beni acı çekmekten kurtarırlar. Belki uzak bir dünyada yeniden hayat kurarım kendime. Belki de ağlar geri dönerim.
Bak ya kendini harap etme ya da git onunla konuş.
Siyah böyle söylüyor. Sonra şarap konuşuyor.
Boş ver artık o bir fahişe…
Bir evim, bir ben. Siyah, şarap, aşk ve hüzün, hüzne kalsam ölmüştüm şimdiye kadar.
Uzunca aynada seyrediyorum kendimi. Tıraş olmam gerekiyor. Oluyorum. Kan çıkıyor suratımdan. Sonra ölmek geçiyor aklımdan. Bir jilete bir kendime bakıyorum. Siyah ikna ediyor beni.
Artık kendi kendimleyim. Sadece bir benim. Aslında bir de o var ama o bir fahişe ne verebilir ki bana? ‘aşk, zevk, sevgi, mutluluk, neşe, eğlence, keyifle içilen bir bardak şarap ve bir iş’ aşk hemen böyle söyledi. Ama benim ölmek yanlısı bir ruhum var.
Aptal senin ölmen gerek, korkak herif.
Hayır, şarap iç. Dün geceden beri içmedin.
Hiç birini yapma, yemek ye ve uyu dinlen… Sabah işe gideceksin.
En doğrusu siyahtı, ben onu dinledim. Rüyalarım yine kâbus oldu. Otobüse biniyorum. İnsanlar bana gülüyor. Kaçıyorum. Kaçtığım herkes bana gülüyor. Sonra hep beraber ağlıyorlar. Kendime kapanıyorum. Başımı iki elimin arasına koyup ağlıyorum. Annem beni kurtarıyor. Beni geçmişe mutlu günlere götürüyor. O mutlulukları anımsarken uyanıyorum.
Sabah dörtte uyandım. Telefon ediyorum, uyanıyor. ‘alo’ kapatıyorum. Tekrar yatağa yatıp ağlıyorum.
Uyuduktan sonra telefon sesine uyanıyorum. İşyerinden. Bu sefer bir hafta izin veriyorlar. Mutlu eden şey kovulmamış olmak. Yoksa tekrar gidip yalvarmam gerekecek…
Acıt canımı…
Başım dönmeye başladı… Karşımda hüzün var. Bana ‘gel’ diyor. Açık pencerenin önünde, ona doğru ilerliyorum, aşağı atlıyor…
Gel
Bayılmak üzereyim, atlamak istiyorum. Kurtulmak istiyorum bu acıdan, birkaç mısra yazıp ölmeye karar veriyorum.
Kâğıt kalem alıyorum. Yazacak bir şey gelmiyor aklıma. Ortaya çıkan tek cümle; ‘sevgilim, sen bu satırlara bakarken bu sayfalar neden ıslak diye soracaksın, söyleyeyim, yazarken ağladım’
Benliğimi kaybetmek üzereyim, benden kopup başka diyarlara gidiyorum sürekli.
Şarap da terk etti beni. Artık bana onu unutturmuştu. Aşk da artık beynimi kazımıyordu onun için. Yine de ben şarabın terk etmesine üzülmüştüm. Çünkü o bana, onu fahişe yapmıştı. Şimdi kim bana onun için fahişe diyecekti ki? Yağmurdan ıslanan sokaklar mı? Apartmanın merdivenleri mi?
Hüzün, şarap ve aşkın terk ettiği beynime artık yalnızlık gelmişti. Alışmıştım yalnızlığa, kimseyle konuşmamaya. Bildiğim tek şey yalnızlığı gönderecek olan oydu. O gelmeyeceği için yalnızlığa alışmaya karar verdim.
Siyah, sakin ve mazbuttu, benim bu halime bir şey yapamıyordu. Mantıklıydı ama bazen onunla oturup müzik dinliyorduk şarkıları o seçiyordu, hepsi ayrılık şarkısı.
Bildiğim onun bana artık gelmeyeceği idi ve akşam olmuştu. Tekrar uyumak üzereydim. Birkaç gün sonra işe başlayacaktım.
Tüm gecem kâbus oldu.
Uzaklar trenine biniyordum. Sonra trendekiler etrafıma toplanıyorlar. Beni tam trenden atacaklarken annem kurtarıyor. Onu kaybetmeseydim böyle olmazdım.
Sabah acıyla uyandım. Keder kalbimi burkmuş, adeta buruşturulmuş bir kâğıda benzetmişti.
Kahvaltı yapmadan dışarı çıktım. Birkaç şişe şarap aldım. Eve döndüm, birini açtım.
Siyah hala ortalarda yoktu. Hiç konuşmamıştı. Belki ben düşünmüyordum. Düşünmeyi unutmuş öylece duvarlara bakıyordum.
Yalnızlıkla baş başa…
Sadece şarap ve sigara içiyordum. Üstelik ağlıyordum. Hava kararmasına yakın olmuştu. İyice sarhoş olmuştum. Sadece ağlıyordum. Sigara hafifleşmiş. Beynim dönüyordu. Siyah geldi… Halime baktı;
Ne yaptın sen
Bitti, artık her şey boş. Ben artık yaşama bağlanamam. Biliyor musun o fahişe değil. Unutmak için onu ben fahişe yaptım.
Kendime konuşmaya başlamıştım yüksek sesle, evet hüzün haklıydı, ölmem gerekti. Ölecektim, karar verdim. Telefon edip haykıracak, şarapları bitirip camdan atlayacaktım.
Aradım, ‘alo’ dedi, ‘seni seviyorum, ölecek kadar’ dedim kapadım telefonu.
İçmeye devam ettim, biliyordum ki gelmeyecekti. Çünkü terk etmişti ve ben de ona ‘fahişe’ demiştim.
Tekrar sigara yaktım. Artık iyice dönmeye başladı beynim. Hareket zoraki ediyordum. Sigaram bitmeden sızmamak için zor tutuyordum kendimi ki zil çaldı… Sigarayı söndürdüm…
Ve beynimde uzunca bir sessizlik oluştu…
Uyandığımda telefon çalıyordu, ilgilenmedim. Birkaç defa daha çaldıktan sonra sustu. Evin içinde perdeler kapalı, tül sararmış, radyo hala çalıyordu.
Başım çatlayacak gibiydi. Uzun zaman olmuştu. Beynim zonkluyor. Öylece mutfağa gittim. Kahve yaptım. İçerken yaşadıklarımı düşündüm. Değer miydi?
Geleceği düşündüm. İşe gitmem gerekti. Sonra yaşamam gereken bir hayat vardı. Tüm bunları düşünürken arada o geçiyordu aklımdan, acı, ızdırap, keder yaşamakla biterdi. Bitmeliydi de…
Radyoyu açtım, evi temizlemeye başladım… Biraz sonra işe gidecektim…
Hayat Seni Seviyorum Elini uzattı Özge. Elini bacağına koyan bu adamdan bir anda tiksinmiş elini ittirmişti.
Hava ne kadar karanlık, seviyorum seni hayat. Böyle başımın döndüğüne, sarhoş olduğuma, ara sıra küfür ettiğime aldanma. Seni seviyorum.
Sendeleyen bu kız, az önce onu hayvanca taciz eden, aslında arzulayan ama arzulamakla taciz arasına sıkışmış dürtülerin ne olduğunu bilmediği her halinden belli adamın tavrından sıkılmış kendini dışarı atmıştı.
Kabalık mıydı yaptığı…
Eve gidecekti. Durağı bulabilse otobüsü bulacak, belki evini de bulacaktı ve evine gidecekti.
Seviyorum seni hayat dedi bir kez daha Özge, gerçekten seviyordu hayatı.
İnsanların eve gidiş saatini çoktan geçtiği hatta birçoğunun eve gidip yapması gerekenleri yaptıktan sonra kendini yeniden sokağa attığı ve yeniden eve gitmek üzere olduğu saatin tam üzerindeydi vakit.
Belinden tutan kolun, hatta bu güçlü kolun bir savrukluğu ya da bir esprisi olmalıydı. Ani bir refleksle baktı sağına.
Yine sarhoşsun kız.
Sen değilsin sanki.
Memleketi kurtaracağım ben.
Bana ne!
Cadı…
Seninle evlenelim biz. Böyle olmayacak. Baksana sağımız solumuz dökülmeye başladı. Yaşlanınca birbirimize bakarız.
Benim annem bakire gelin istiyor.
Yaşlanınca bana bakmayacak mısın?
Bakmaz mıyım?
Bakmazsın.
Memleketi kurtaracağım ben.
Off of… Seni seviyorum hayat.
Ben sevmiyorum.
Başlama yine. Haydi, beni evime götür. Ayakta durmakta zorlanıyorum.
Gidiyoruz zaten.
Benim evime otobüsle gidiliyor.
Eve atacağım seni. Kapama yapacağım.
Gazoz kapağı mı yapacaksın? Elif olsa burnundan getirmişti senin.
Getirdi zaten. Sayende!
Sevişmek istiyorum.
Bırakmasaydın adamı sende.
Hayvan o, hayvanla sevişmek istemiyorum… Evlenelim biz.
Her şey insanlar için.
O ne?
Şarkı
Hayat seni seviyorum.
Biliyorum…
Kadının adama yaslandığı, adamın kadını taşıdığı, sarhoşluğu belli olmayan ki belki bu kadından daha sarhoş bir adam olduğu muhtemel olsa bile az önce sarhoş olduğu belli olmayan kadının şimdi bütün ayyaşlığı ya da sevimli, şirin, içkili hali ayyuka çıkmıştı. Birbirine alışık olduğu her hallerinden belli iki insan, öyle ki adam kadının çantasını almıştı, düşürmesin diye.
Ayten mail atmış, oğlunu çok seviyormuş, haydi beni kucağına al geldik apartmanın kapısına bak. Biliyorum ben burası senin evin, eve atacaksın beni.
Kapama yapacağım.
İkisinin ağırlığı birbirine eşit gözüken bu iki insandan erkek olanın kadını her halükarda taşımaya alışkın olduğu belli olsa bile, kucakta olan, sızmak için fırsat kollayan bu genç kız bir hamlede kendini yere bıraktı. Adam da sendeledi, anahtar aramaya başladı.
Anahtar deliği yerinde mi?
Anahtar yerinde değil.
Bu sarhoşluklar bana fazla.
Biliyorum cadı.
Ne garip bu aptal şehirde bir ikimiz kaldık.
Off of, başlama gene.
Demin ben dedim.
Ne dedin?
Başlama gene dedim.
Aferim.
Aferim denmez aferin denir.
Ben yüzümü yıkayacağım, sen kahve yap.
Kendin yap ben uyuyacağım. Sabah işe gitmem lazım.
Ben de gideceğim.
O zaman kahve içme uyu.
Olmaz ayılmak istiyorum, hem o adam hayvan, ben yüzümü yıkayacağım.
Kapıyı açıp bir musluğun başında yüzünü yıkayan, bir o kadar da aynada kendine bakan ki gördüğü yüz, orta yaşa dayanmış ve güzel bir yüz olmasına karşılık hala neye âşık olduğunu bilmiyor oluşu ile bu darmadağın hayatın getirdiği yaşam ya da her neye benzediği belli olmayan hayat titretti kadını. Aynaya bir kez daha baktı, yüzünü süzdü, zaman ne çabuk geçiyordu.
Pantolonunu indirip klozete otururken ya da öylece banyonun aynasını, duş perdesini, çamaşır makinesini, kapısını, tavanını, tavanındaki spotu seyrederken bir kez daha ama güçlüce hayat seni seviyorum diyebilmek istediğini, daha özgürce yaşamayı düşlediğini, daha iyi resim yapmak istediğini, daha güzel şarkı söylemek istediğini düşündü…
Duş alsa daha iyi olacaktı sanki ama yeniden ellerini yıkadıktan sonra kapıyı açtı ve içeri üstün körü seslendi.
Ne oldu kurtardın mı memleketi?
Evet.
Bravo, biliyordum başaracağını. Yeteneklisin sen. Kahve yaptın mı pekâlâ?
Hayır…
Beceriksiz.
Oysa adam gelir gelmez salonda bir koltuğa oturmuş hala ayağa kalkmamıştı, Özge yanına oturdu öylece adamın üzerine bıraktı kendini beceriksiz demeyi sürdürdü… Hep beceriksizdin zaten sen. Bir Elif’le evlenmedin gitti…
Kamyonlar Kavun Taşır Kamyonlar kavun taşır, ben hep seni düşünürdüm, Niksar’da evimizde küçük bir kuş kadar özgürdüm…
Şarkıya kaptırmıştı kendini. Kamyonlar kavun taşır, içimdeki şarkı bitti…
Bitmiş miydi?
Bak kamyoncunun yaptığına, adam gibi gitse ya. Zaten hava sıcak, acelen mi var, nereye yetişeceksin. Kavunların acelesi mi var yoksa?
Mermer kamyonu belli bir hız ki bu hız normalden fazla bir hız olduğu gibi bir de zaten tek şeritli bu yolda sollamaya çıkmıştı. Belki Deniz onun ‘seni mi bekleyeceğim birader’ tarzındaki sollama istediğini görmemişti de o böyle bir emrivaki ile önüne geçip gitmenin dolayısı ile trafiği sıkıştırmanın hazzını yaşatmıştı. Belki onlarca kilometre yanlarından hiç araba geçmemiş olmasına rağmen o sırada bir başka otomobilin karşıdan geleceği tutmuştu.
Tabii ki Deniz yavaşladı. Tabii ki bir kaza olmadığı gibi mermer kamyonu daha da hızlandı gitti.
Haydi, git, kavunların acelesi var, tüketime yetişecekler diye söylenmeyi sürdürdü. Oysa radyodaki şarkı çoktan geçmiş gitmişti, sırasını savmıştı bu uzun yolda. Bu tek şeritli yolda dinlediği onlarca şarkıdan biriydi ama evinde özgür olduğu, balkonundan kızları seyrettiği, göz kırptığı, okula gitmek ders çalışmak zorunda olduğu, çantasını önlüğünü eve gelir gelmez fırlatıp attığı gibi kendini sokağa saldığı günlerin özlemini alıp getirmişti zihnine.
Şimdi onca yılı devirmiş, mutlulukla mutsuzluk arasına inşa ettiği körkütük yavan bir hayatın ya da yaşayabilmek için çalışmak zorunda olduğu, çalışmak için ise bunca yolu tepmek gerektiği gerçeği asılı kaldı omzunda bir yerde…
Şu radyodan gelen, ses renginden notalarına, hızından ritmine kadar her şeyi ile değişen müziğe elleriyle direksiyona vurarak tempo tutmaya başladığı, hatunları güzeldir umarım diye gevşekleşmeye başladığı anlardı.
Deniz kimi zaman tutarlı bir şekilde aşk ile seks arasına kurduğu köprüyü anlamlaştırabiliyordu, kimi zaman ise sanki dünyadaki bütün kadınlarla ilişkiye girmek için sıraya girmiş erkekler gibi özgürce yolda karşılaştığı herkesle yatmayı tasavvur ediyordu. Bunca yıl baba olmayı bile düşünmemişti. Bir arabanın üzerinde savurmuştu kendini, rüzgârdan daha yavaş, rüzgâr kadar özgür…
Oysa sağında ve solunda seyrettiği uçsuz bucaksız arazilerin, sabah sabah ışıyan güneşe aldırmadan esen rüzgârın, bir anlamı olmalıydı hayatın. Hayatın anlamı bir evlat olmamalıydı ama bu kadar da sıradan olmamalıydı.
Tıraş olmak gibi bir şey değildi hayat. Şüphesiz Deniz’e bu bağıntıyı kurduran şey sakallarının uzamış olduğu gerçeği idi, yoksa radyoda çalan şarkıda, elleriyle tempo tuttuğu direksiyonda ve sağında solunda gördüğü arazilerin, yolun yalnızlığının, asfaltın siyahlığının, güneşin tepeden gülümseyen sıcaklığının payı yoktu bu bağıntıda. Deniz öylece arabayı sürerken bitse ya artık şu yol deyiverdi. Kaç saat oldu gidiyorum. Bu hızla o yolun biteceği yoktu oysa.
Hızlanmak da istemiyordu, bilmediği bir yere, bilmedikleri ile karşılaşmaya gidiyordu, gidiyordu da güneşin varlığı hatta bugünün sıcak olacağını haber vermesi sonbaharın geldiği gerçeğini değiştirmediği gibi bu mevsimde yol yapmanın, Deniz’i uğraştırmanın ne anlamı vardı. Bir tekne alacaktı ve bir dünya gezecekti, mercan kayalıkları, okyanus mavisi, sahipsiz adalar ve ne söylediğini anlamadığı bir sürü insan…
Yanlış meslek seçtiğini gemici olsa daha fazla rahat edeceğini falan düşündü, düşündü de ona tahammül edebilir miydi? Gemici olmak sadece gezmek demek miydi? Yaşam şüphesiz sadece çalışmayı emrediyordu. Mümkünse çoluk-çocuk sahibi olmayı…
Gemici olup çocuklarından uzakta yaşamaktansa, bu şekilde çocuğuyla beraber gezmeyi; iyide benim hiç çocuğum yok ki. Olsaydı herhalde gezmezdim bu kadar!
Telefon çaldı…
Düğmesine bastı araç kitine bağlı aletin, sevmiyordu ya telefonları…
Deniz bak ne diyeceğim sana, dinliyor musun beni, günaydın.
Özge sarhoş musun?
Gece sarhoştum, şimdi değilim bomba gibi uyandım ama işe de gitmedim Eren’de sızmışım gece. Onun telefonundan arıyorum. Merak etme kontör bol yani!
Eren orada mı?
Yok, gitti, çalışıyor o… Vardın mı sen?
Daha yoldayım.
İyi bak Ayten orada iki gündür söyleyeceğim cesaret edemedim.
Nerede?
Orada! Evlenmişti ya o. Oraya gittilerdi. 5 yaşında bir çocuğu var.
Sen ne kadar dedikoducusun öyle.
Aman be, size de iyilik yaramıyor. Ayten boşandı, kaç yıl oluyor. Aman be ne yaparsan yap bana ne ben kapatıyorum.
Ya dur!
Kapattı.
Özge bu kadar aceleci olmasaydın sen de bir koca bulurdun ya kendine. Bir çocuk yapardın. Şimdi sabah sabah bunu yapman gerekir miydi? Ben onca yıl oldu Ayten’i görmüyorum, varlığını bile unuttum. Cadı, nefret ediyor insan böyle zamanlarda senden. Zaten seni göreli de iki gün oldu, Eren neden hala kovmamışsa seni. Saplandınız oraya… Gören orada doğdunuz zanneder. Evlisiniz zanneder.
Neydi şimdi bu! Bana ne boşandıysa, git onunla seviş mi yoksa evlen mi demeye getiriyor.
Ben kendime gelirim, oraya varırım ve seni ararım Özge, alırım bunun intikamını. Yoksa Ayten’i zamanında bir ton belki bir tondan da fazla seviyor olduğum gerçeği zihnimin bir köşesinde duruyor olsa bile ben onu aramak için şehir şehir gezmiyorum ki!
Çalışıyorum, eğleniyorum. Kadınlarla sevişiyorum. Hatta bir sürü kadınla sevişiyorum. Belki Ayten’le sevişene kadar seviştiğim kadından daha fazla kadınla seviştim o zamandan bu zamana kadar. Hiç birinde Ayten’i aramadım ki.
Özlemedim ki.
Bende biliyorum o gece, Ayten’in gittiği gece sarhoştum ama bütün bunları bana bu sabah, bu güneşi güzel sonbahar sabahı hatırlatman gerekir miydi?
Bak ne diyor şarkı; yeni bir ülke bulamazsın, başka bir Deniz bulamazsın, bu şehir arkandan gelecektir, sen yine aynı sokakta dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın…
Konstantin Kavafis’in şiiri bu Özge sen bilmezsin belki, cadısın ya, nefret ediyorum senden…
Tek şeritli yol öyle bir kısaldı ki gözünde, sağındaki solundaki arazilerin hepsi, sonbaharın ya da bugünün sıcak geçeceğini haber veren güneşin, serinliğini her halükarda bütün bir mercan kayalıklarına değişmeyeceği güzellikte gibi gelen rüzgârın, asfaltın ve daha nicelerinin bir önemi kalmadı…
Daha da hızlandı, kalbi mi araba mı yoksa yol mu hızlandı bilmiyordu Deniz hızlandıkça şarkıyı-şiiri daha yüksek sesle söylemeye devam etti; geleceksin bu şehre sonunda, başka bir şey umma…
Kahrolsundu Özge’ler…
Yol Hasret; bu kelime, herkes için ifade ettiği anlam ne olursa olsun, çocukların kıyısında köşesinde oynaştığı, bir bakkal, bir berber dükkânının hemen göze çarptığı, öğlen sıcağının yakıcılığının omuzlarda hissedildiği, hatta ve hatta siyah asfalttan yükselen buharın yarattığı dalgalanmanın rahatlıkla görüldüğü yolda yürüyen adam için çok şey ifade ediyor olabilirdi.
Nihayetinde bu adam, daha uzun boylu olmasa bile kısa da olmadığı gibi, herhangi bir film sahnesinde karşılaşılan yıllar sonra evine dönen devrimci ya da işkenceye uğramış figüründen uzak gözükse bile, herhangi bir film sahnesinde ki kadar net bir gidişe benzeyen hikâyenin kendisiydi…
Kimi zaman küçük çocukların işaret ederek bu abi teröristmiş demelerine aldırmayıp bir de üzerine gülümsemesi, hatta giderken yine o küçük çocuklardan birini görünce yeniden gülümsemeye başlaması, bir ruhsal dinginliğin ya da yaşanılan bütün travmaların sona erdiğinin ispatı gibi duruyordu.
Sessizlik, işte sessizlik hayatın adadığı en büyük direniş öyküsünün başlangıç noktası gibi dursa da, önüne zamanı alıp koyduğunda sanki Pasifik okyanusunda bir yerlerde, birkaç mercan adasında huzuru bulabilecek olduğuna dair inancını bile yitirdiği günlerden kalan bir kelimeydi sessizlik…
Ah kim istemezdi ki bir deniz kenarında birkaç kaya, güneş ve kum ile zamanın büyük bir bölümünü haytalık yaparak ya da bir şeyler yazarak geçirmesin… Oysa yazmaktan daha güzel olan bir şey vardı, o da yaşamaktı.
Bütün filmlerde geçer, yazar herhangi bir adaya yerleşir, ya da bir koyda ve öyküsünü patlatmak için kalemi eline alır, o sırada bir küçük aşk yaşamaz da değil hani. Mutlak olmalıydı bir güzel, sevimli ve kesinlikle namuslu, hatta eline erkek eli değmemiş bir kız hikâyenin bu kısmında…
Sevmeliydi üstelik…
Küçük oyunlar oynamalılardı birbirlerine, kimi zaman en sertinden, kimi zaman da en yumuşağından kur yapmaları gerekliydi. Belki en sonunda yazar koydan ayrılırken alır götürürdü kızı, güzel bir bebekleri olacakmış gibi film biterdi.
Sahne kapanır, ışıklar açılır ve seyirci en muhteşeminden beğenisi ile sinema salonunu terk ederdi, bir dahaki filmde görüşmek üzere.
Kitapların yazıldığı filmler böyledir…
Oysa bu hikâyede böyle olmamıştı, derinden yaşanılan bir sevgi var mıydı ortada. Paylaşılan mutlu anları geri dönüp yâd etmek gerekli miydi işte bunu yine küçük çocuklardan biri bu abi teröristmiş diye yanındakine fısıltıyla işaret ederken, uzun boylu olmasa bile kısa boylu da sayılmayan bu adam, aşağı doğru bu sıcak yolda yürürken bilmiyordu.
Bildiği bir şey vardı, birçok güzel bahar, birçok güzel kış ve birçok güzel yaz geçirmişti bu ara mahallede, tozlu topraklı yollarda. Birçok seferinde şimdi peşinden gelmesini istediği, sonra bir an vazgeçip gelmemesini istediği kadından sebep acı çekmiş, belki bu yola birçok hatırayı gömmüş gidiyordu…
Hikâyenin sapma noktasına gelince, anlaşıldığı gibi burası bir koy ya da ada veya bir sahil kasabası değildi. Bildiğimiz, küçük çocukların en yakınındaki okuluna gittiği, babaların herhangi bir yerde işçi olduğu, annelerin ise küçük çocukları ile mahalle dostlukları arasına sıkışan bir yaşam sürdüğü, bildiğimiz ara sokaklardan oluşan bir mahalle…
Herkesin kapı önünde oturduğu, evlerin arasına çamaşır asılan Çingene mahallelerinden de değil… Bildiğimiz, kadınların evde olduğu, bayramların karşılıklı komşu ziyaretleri ile geçtiği, kimilerinin köye gittiği, hatta yolun birkaç yerinde kahvehanelerin olduğu, babaların ya da gençlerin oradan servise binip işe gittiği bir mahalle… Sağına soluna internet kafelerin döşendiği…
Küçük çocukların yaşama dair herhangi bir umudu kalpleriyle birlikte büyüttükleri, yazın yakındaki camiden Arapça kuran okumayı, dua etmeyi öğrendikleri mahallelerden biri işte…
Hikâyenin bir başka sapma noktası ise, söz konusu kadın öyle eline erkek eli değmemiş bir mahalle kızı olmadığı gibi mahallenin erkekleri tarafından yakından tanınan bir yosma da değildi. Hiçbir zaman küçük oyunlar oynamamışlar, birbirlerine kur yapmamışlar, kadının diğer erkeklerle olan ilişkilerini gizlemediği, adını adamın hiçbir şey koyabildiği, ilişki olmayan bir ilişkiydi… Kadının önemsemediği, adamın bir şekilde hissettiği…
Son sapma noktası ise, bu adam kitap falan yazmıyordu. Öyle kendi halinde basit yaşamı vardı ve yazmaktan çok yaşamakla ilgiliydi. Son yıllarında ise bu mahallede hiçbir şey yaşamadan kendi halinde bir ezber bozucu görünümündeydi.
Şimdi gitmek istiyordu yavaşça ve kadına gel dememişti, işte burada, gel dediği için kadın elbette gelmezdi ama yine de bir sızlanma çöktü içine, hiç olmazsa gel demeliydi…
Birkaç yıl önce başlamıştı her şey. Yirmili yaşlarını sağda solda çalışarak, gezerek geçiren bu adam, insanları yakından tanımayı öğrenmiş, hatta birçok gizli sırlarına ulaşmış ve bir gün ansızın kendini bu babadan kalma mahalleye atmıştı. Bahçesi olan bir evde, kimi zaman bahçede kitap okuyarak, bilgisayar başında kızlarla chat yaparak, mahalledeki küçük çocukların onu seyrettiğine aldırmadan mahallede ve şehrin merkezinde yürüyerek vakit geçirmişti bol bol.
Hayat, işte hayat denilen kelimeye kim ne derse desin adam için bir açıklaması vardı, yitirilen bütün duyguların doyumsuzlukla kesiştiği, aslında hayatta hiçbir şeyin önemli olmadığı gibi her şeyin kendini kendince bir öneme vehmettiğini çözebildiyse de, önemlilik ya da önemsizlik sınamasının gereksiz bir bütün teşkil ettiği toplam bir sınamaydı hayat.
Kadın hikâyeye bir gece ansızın dâhil olmuştu. Tanışma merasimi daha çok bu iki kişinin kim olduğu üzerine kendini kurgularken, adam için kendini tanıtacak bir ifadenin olmadığı düşüncesi yerleşikti. Kadın ise; meçhul kelimelerin birleşiminden oluşan yegâne toplumsal sorunların üzerine çöreklendiği, ne iş yaptığı önemli olmayan, özgür, kentli ve bireydi.
Bu iki kişinin, her ilişkide ortak bir şifrenin olduğu düşünüldüğünde, ortak şifresi ayna idi. Adam için ayna bir başka açıdan önemliydi, çünkü mahallenin imamı ile girdikleri ağız dalaşında, imamın sürekli aşkın ayna olduğu,insanın kendisini gösterdiği savı ve bu savda aşk ile varılabilecek en temel insani duygunun tanrı aşkı olduğu düşüncesinde olması şüphesiz bu adamı tetikliyor ve tanrı diye bir şey olmadığından insanlar kendilerine mi âşık oluyor diye sorgulayıp duruyordu imamı gereksiz yere.
Kadın adamın hayatına girdikten bir süre sonra adama dönüp senin aynan kırık demişti, adamın anlamsız bakışına aldırmadan sözüne devam etmişti, kadının ne söylediğini bir önemi yok ama şu anlaşılıyordu söylediklerinden; senin kafan kırık…
Oysa bir gece, kadın adama misafir olduğunda, elindeki kadehi salonun ortasında asılı duran kocaman aynaya atıp, terk etti beni orospu çocuğu diye söylenirken, adam kadına seni seviyorum demişti. Kadın bu söze, bundan sonra her söylendiğinde verdiği cevabı vermeye başladı; sen daha iyi bir kadına git, benim gibi onun bunun kucağından kalkmayan birini ne yapacaksın…
Daha iyi bir kadın, bu herhalde bakire bir kız bul demek oluyordu, yine de o sabah kadın ayıldığında adamın yanına bahçedeki koltuğa gelip, bir köşesine eteğini toplayarak kurulduğunda adamı bir gülme tutmuş ve söze girmişti; tam bir mahalle kızına benzedin işte, aferin sana, üstelik aynayı da sen kırdın… Senin de aynan kırık artık!
Kadın bu söze alınmış olacak ki alırım sana bir ayna deyiverdi. En sağlamından olsun, kadeh çarpmasına karşı dayanıklı olsun diye tamamladı adam cümleyi. Git şimdi benim aynamı al… Yok, git şimdi içeri çay demle, içelim, hem ayna borcunu da ödemiş olacaksın.
Kadın ile adamın arasındaki bu ve buna benzer sohbetlerin vardığı nokta, adamın kadına âşık olduğunu söylemesi ile tamamlanıyor, kadın da sessizce uzaklaşıyordu.
Bir gece, kadının olmadığı, kadının bir başka erkekle belki kendi evinde, belki erkeğin evinde olduğu bir gece, adam salonda oturmuş aynayı seyrederken ne kadar yalnız olduğunu düşündü. Evet, ne yazık ki gerçek oydu. Adam aslında bir hiçti. Şimdi vehmettiği bütün duyguların, insani olan ya da olmayanların hepsinden daha kıymetli bir duygusu vardı ve artık önemli ya da önemsiz bir duygu bütünlüğü oluşturup hayata salınmalıydı. Kadınla ve imamla geçirdiği vakitlerin toplamından ve çevresindeki bütün insanların ona kattıklarından edindiği deneyimin asli bir yalnızlık öyküsüne gidişi adamın hiçbir zaman yaşamadığı bir üzüntüyü yaşamasına sebep oldu. Evet, yalnızlığı keşfetmek, gerçek olan buydu.
Hayatında hiç geriye bakmadığını, hep bir düşünce fırtınası içinde yalnız kalmayı sevdiğini düşlediğinde ve şimdi geriye bakmak zorunda kaldığını ve geriye bakmaktan hoşnut olmadığını düşündüğünde gitti aynaya bir de kendisi vurdu. Ayna zaten kırıktı, iyice kırılmıştı.
Tabii ki kadın aynadaki kırıkların artmış olduğunu gördüğünde dönüp adama, aynan zaten kırıktı, iyice kırdın yani demişti. Bu şu demekti; senin kafan zaten kırıktı, iyice dağıtmışsın… Buna karşılık adam yine ilanı aşk etti ve seni seviyorum, hep seveceğim demekle yetindi. Bahçedeydiler ve kadın yine arkasına bakmadan uzaklaştı.
Bundan sonra adam imama gitmiş ve demişti ki; senin aşk deyip tanrıya bağladığın şey kader, kader de asla yansımaz, insanlar birbirine benzediği için herkes aşkın ayna olduğunu, kendini aramak olduğunu düşünür, oysa aşk her şeyden bağımsızdır ve düşüncesi yoktur. Mantığın durduğu yere aşk denmez, aşk iki kişilik de olabilir tek kişilik de ama asla yansımaz… Aşkın aynası yoktur ki kırık olsun demişti. Buna karşılık imam hiçbir şey söylememiş, daha doğrusu bu düşünce saldırısına karşı önceden gardını almamış olduğu için sessizce duasını okumaya devam etmişti…
Bir başka gece adam yine ayna karşısında kendi yüzünü seyrederken kadın eve paldır küldür girmiş ve yüzünü kırık görmekten korkmuyor musun demişti… Adam kadına dönüp seni seviyorum diyebilmişti, kadın içeri gidip çay demledi ve duymazlığa geldi bu sözleri, adam bir daha söyleseydi çıkıp gidecekti.
Bu geceden sonra adam imama gidip şöyle demişti; aşk ayna olabilir mi, insanlar kendi yüzünü kırık görmemek için sevgilisine bakmaktan, onunla konuşmaktan korkuyor, sevgilisinin gerçeklerinden kaçıyor olabilir mi diye sormuştu, imam da caminin bahçesinden ezan okumak üzere minareye doğru yürümüştü…
Yine bir öğleden sonra kadın aynanın önünde bilgisayardan gelen bir devrimci türküsü ile dans ederken adam kadını seyretmişti. Kadın bir sağa bir sola doğru kıvrılırken müzik bir anda bitmiş yerine odam kireç tutmuyor çalmaya başlamıştı, adam ayağa kalkmış, kadına sarılmış ve beraber salınmaya devam etmişlerdi. Şarkı bitince kadın çıkıp gitmişti.
Bunu üzerine adam imama gidip dedi ki; kader hiçbir şeydir, aşk hayatın kendisi ayna ise iki kişinin yansımasıdır. Seyretmeye cesaret edenler belki tutunabilir ama gerçek olan tanrı diye bir şeyin olmadığı, aşkın da müziğin ritmi ile kendi halinde akıp gittiğidir. Ayna kırıksa aşk yaşanmaz, ayna sağlamsa aşk daha da büyür. İmam da hiçbir şey söylememiş abdest almaya devam etmişti.
Bu ara mahallede, küçük çocuklar adamı gizlice işaret edip bu abi teröristmiş derken adam ellerini cebine atmış hem aşktan hem kadından hem de imamdan uzaklaşıyordu… Bütün bunları bir arada toplayan ayna ise evin salonunda kırık olarak kalmıştı.
Adam aşağı doğru sessiz sedasız yürürken yoluna imam çıkmıştı, ikisi karşılıklı durmuşlardı belli ki imamın söyleyecek bir şeyleri vardı ve anlatmaya başladı; aşk tanrıya duyulan sevginin ismidir. Kader ise tanrıya giden yola yani insanın yaşadıklarına denir. Tasavvuf çözmektir, tarikat çözülmüşlerle oyalanmaktır. Tanrı için aynaya bakanın cinsiyeti önemli değildir. Burada yola çıkan kadınsa tanrı erkek, erkekse tanrı dişidir… Ayna kırıksa ayna kırıktır, aynaya bakan değil… Aynaya bakan kendini görür, tanrıya bakan aşkı, aşka bakan karşı cinsi…
Bu sözlerden sonra adam sessizce imamın yanından geçmiş ve yürümeye devam etmişti, imamda öyle.
Bu öğlen sıcağında, sağında solunda küçük çocukların oynadığı, bir berber ve bakkal dükkânının göze çarptığı yolda ki bu yol siyah asfaltla kaplanmış bir ara mahalle caddesi, adam bu yolda gitmek üzere yürürken, bu hikâyede diğer hikâyelere nazaran birçok sapma yaşanmıştı. Bunlar; burada deniz yoktu, eli yüzü düzgün bakire namuslu bir aile kızı olmadığı gibi adam da bir kitap yazmamıştı.
Bunların yerine; birçok işçi baba ve ev kadını anneden oluşan aile ile hayatları en yakındaki bir okulda geçen küçük çocuklarla beraber onun bunun kucağında vakit geçiren ama yosma olmasa bile nerdeyse kendine yosma yakıştırması yapan bir kadın vardı ve adam kitap yazmamışsa bile yaşamıştı…
Yazarın notu; hikâyeyi okuyan herkesin tahmin edeceği üzere adamı yolda bir kez de kadın durdurdu, dedi ki; gitme, bu acıklı öyküye bir son verelim, bak sağlam bir ayna aldım, onu asarız duvara, beraber birbirimize bakarız, kırıkları tamir ederiz. Ben çay demlerim. Sonra beraber kitap okuruz. Çılgınlar gibi sevişiriz ve belki bir bebek yapar onu büyütürüz… Gitme yeter ki…
Hayır, bu bir şakaydı, kötü bir yazar şakası, hikâyenin sonunda böyle bir şey yok. İşte tam o an, yani adam aşağı doğru bu mahalleyi terk etmek üzere giderken kadın kendi evinde yeni bulduğu sevgilisi ile sevişiyordu ve tutarsız hayatın anlamsız bütün girdi ve çıktılarının üzerini örtmüş, aynanın kırık olup olmaması ile ilgili bir hayatı kurgulamaz haldeydi. Terlemişti, yeni sevgilisine sen de gideceksin nasıl olsa orospu çocuğu, şimdi daha derine sok ve arkandan yeni bir ayna kırmak zorunda kalmayayım diyordu…