Öyleyse anlatılmalısın sen, ki böylece yaşayalım seni. Hüzünle anılmak sana ihanet olur. En çok da özgürlüğün(271)neşesinin hiç eksik olmadığı gülümsemene. Zaten ölüm haberini aldığımda bu bana çok gerçekçi gelmemişti. Yine hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkacak, beni şaşırtmış olmanın mutluluğuyla kahkahanı patlatacaktın.
Ve o günden iki hafta sonra bunu yaptın zaten. Neresi olduğunu hiç önemsemediğim bir binanın çıkışında karşılaştığımda sevinçten kalbim duracaktı neredeyse. Bir bacağın aksıyordu, ama koltuk değneğini göstererek yardım etme talebimi geri çevirdin. O uzun merdivenleri öylece kimi basamakları da atlayarak çıktın. Senin o hiç kaybetmediğin neşenle doldurduğun otobüsümüz ağaçlıklı yollardan bizi buluşma yerine götürüyordu. Ancak işe gitmek için kurduğum saat beni senden ayırdı. Saati kapatıp geri döndüğümde, sen gitmiştin. Yine görüşeceğiz, biliyorsun, tüm mücadele alanlarında, en çok da barikat başlarında. Görüşeceğiz yoldaş.
Benim için en göze çarpan özelliğinden başlayalım. Seninle tanışana kadar kafamda ciddiyetle somurtkanlığı doğru orantılı algılayan bir solcu tiplemesi vardı. Ancak sen bunu tersyüz ediverdin. Zaten içinde bulunduğumuz mücadele özgürlük içindi ve bu yüzden de mücadele etmenin kendisi özgürleşmekle eşanlama geliyordu. Ve senin için -bu senden öğrendiklerimin en önemlilerindendi- özgürlük yaşanılabilecek en eğlenceli şeydi. Senin her zaman hepimizin en neşelisi olman, hep mücadelede en önümüzde olmandandı. Bu yüzden senin bu neşen bile mücadelede ne kadar arkanda kaldığımı hatırlatır ve bende sürekli ileriye doğru bir basınç yaratırdı. Zaten senin neşen ciddiyetinden, mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayabildiğini bilmenin rahatlığından kaynaklanıyordu.
“Önce dostluk”! Özgür bir dünya yaratma kavgası(272)içinde özgürleşiyorduk. Dostluk, bu özgürleşen insanlardan daha çok kime yakışabilirdi! Acıyı, sömürüyü, zulmü ve kötü olan herşeyi ve her duyguyu, kaynağı olan kapitalizmle birlikte gömmek için kendilerini -özellikle bu sömürü sistemi insanlara bireysel çıkarlar peşinde koşmayı dayatırken- feda eden insanlar, doğallığında en güzel duyguların temsilcileridirler. Dünya sömürüden temizlendiğinde, geriye özgür insanlar arasındaki dostluk kalacaktır. Ve bu yüzdendir ki mücadele dostlukla başlar. “Üzerine gelen kurşunu paylaşmak”; işte senin bu dostluk kriterin de -ki bunun en güzel örneğini verdin- bunun en yalın ifadesi zaten. “Abartı en büyük silahımızdır”; düşmanı abartacaksın, böylece kolay yenilgiler almazsın. Kendimizi abartacağız ki, gücümüzü son sınırına kadar isyanımıza katabilelim.
Yaşamın yoğunluksuz anlarını öyle bütün bütün doldururdun ki, senden etkilenip de devrimle aradaki köprüleri onarmaya girişilmemesi, en küçük bir zaafı bile hatırlayıp ona karşı mücadeleye girişme isteğinin uyanmaması olanaksızdı. Herhangi bir sıradan konuşma, öylesine muhabbetler, her an senin politik kritiklerine, dostça iğnelemelerine maruz kalmak durumundaydı. Edinebileceğin teorik, politik, bilimsel, güncel, sanatsal, vb. her tür bilgi birikimi -örgütsel illegaliteyi ihlal edenler hariç- senin için edinilmesi gereken bilgiydi. Bu bilgi hayal gücünü zenginleştirip isyanını güçlendirmeye yarıyordu. “Yaratıcılığın sonu, isyanın sınırı” yoktu. Tek başına fütursuzca faaliyete çıkardın. “Bu yazı için tam üç kutu sprey bitirdim” diye tatlı yakınmaların; yeni çıktığın işkence tezgahının ayrıntılarını anlatırken, “en eğlencelisi tazyikli suydu biliyor musunuz, aslında bütün güç sende, sadece susuyorsun, çok basit bir şey.(273)Onlarınsa eli kolu bağlı, yapabilecekleri hiçbir şey yok” diye, yüreğinin özgürleştirdiği bilincinle yarattığın direnişlerin...
“Beni öldürmeyen her darbe daha da güçlendirir.” Bunun sayısız örneklerini verdin, sadece dışımızdaki düşmana değil, içimizdeki düşmana karşı da. Peki, şimdi öldürebildiler mi, diye soranlara cevabımız açık: Sen devrim oldun ve devrim daha da güçlenerek yaşıyor. Zaten işkence tezgahı için varolan ilken ölürken de bu cevabımızı güçlendiriyor; “Bedenim yerlerde sürünebilir, ama onurum asla”. En son -şimdilik- düşmanla karşılaşmanda da bu ilkeni her zamanki ölümü yenmiş rahatlığınla hayata geçirdin. Biyolojik yaşamın için kullandığın bedenini doğal olarak kendinden ayrı bir nesne olarak kabul edip kendini isyanla, ‘71 manifestosunun devrimci militarizmiyle özdeşleştirdin ve onurunu asla bazıları gibi paspas etmedin. Hep olduğu yerde gecenin içinde parlayan güneşin -yani senin- ışınlarında parlattın onu. Ve şimdi bedenin cesetken, bu senin için yine çok bir şey değiştirmiyor.
Ama bu senin düşmanla son karşılaşman olmadı. Hangimiz girsek düşmanın işkencehanelerine, orada hep sen direneceksin. Düşman her defasında seninle yeniden karşılaşmanın kabusunu yaşayacak. Her barikatın en önünde yine sen olacaksın. İdeolojik, teorik, politik birikimini kuşanıp her damlasını kapitalizme mermi olarak yağdıracağız. Senin kadar seveceğiz yaşamı, öyle ki ölümün boyunduruğunu kırarak alay edeceğiz ölümle. Üzerimize gelen kurşunları paylaşarak, parti ve sınıfa dayanarak devrimi kazanacağız.
Bu yazı bitmedi ve sana asla veda etmiyorum. Seni yaşamaya çalışacağım ve ben de sözümde duracağım.
E.Yankı(274)
*************************************************
Ümit yoldaşa...
Hoşçakal tadında gecikmiş bir merhabanın hüznüyle...
O Eylül’de, orada hep aynı adrese çıkardı sokaklar. O gece, sokaklarda sadece ay ışığının sessizliği dolaşmaktaydı. Göz kamaştıran neon ışıklarından ve caddelerin hınca hınç kalabalığından geriye, geceden ürpertici bir yalnızlık kalmıştı. Sokak kedileri bile acele terketmişti kentin kaldırımlarını. Olağan vardiya değişimleriyle fabrikalar ağzını açmış, yutkunuyorlardı. Karnında torna sesleri, makine gürültülerine karışarak... Ve gecenin bu en ıssız vaktinde, duvarlarla bölünmüş apayrı bir dünya, bir tutam gökyüzüyle ölebilecek kadar özgürdü.