İSRAİL OĞULLARI BAHSİ
933- Huzeyfe’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Deccal çıktığı zaman yanında su ve ateş bulunacaktır. Fakat insanların gözüne ateş görünen soğuk sudur. Soğuk su görünen de yakıcı ateşdir. Sizden kim Deccal zamanına yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafa düşsün. Aslında O, (ateş değil) soğuk ve tatlı sudur.”
Huzeyfe der ki, Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim: “Sizden önceki bir devirde yaşayan bir adama, canını almak içlin melek geldi. Sonra (kabirde) kendisine soruldu: Hayırlı bir iş işledin mi? Bilemiyorum, cevabını verdi. Ona, bak (düşün), denildi. Adam dedi ki: Bir şey bilmiyorum, ancak ben dünyada insanlarla alış veriş yapardım. Onlara ikramlı verir, varlıklı olanı sıkıştırmaz ve eli darda olanı geçerdim (alacağımı bağışlardım). Bu yüzden Allah onu cennete koydu.”
Yine Huzeyfe der ki, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle "buyurduğunu işittim:
“Bir adam, Ölümü yaklaşıp hayattan ümidini kesince çoluk çocuğuna vasiyet etti: Öldüğüm zaman benim için bir yığın odun toplayarak bir ateş yakınız. Ateş, etimi yiyip kemiğime dayanarak kemiklerimi de yakınca, yanmış kemiklerimi alın. Bunları, Öğütün. Sonra rüzgârlı bir gün bekleyin. Onları o günde denize saçın. Adamın vasiyetini yaptılar. Allah, onun parçalarını bir, araya getirdi ve ona sordu: Bu vasiyeti niçin yaptın? Adam: Bunu senden korktuğum için yaptım, dedi. Allah da onu bağışladı.”
Ukbe bin Amir der ki, ben de bu hadîs-i şerifi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’den işittim; o adam da kefen soyucu idi.
Mütercim:
Başka bir hadîs-i şerifte: Deccalin hükmünde cennet ve cehennem gibi, azab ve mükâfat vasıtaları bulunacak. Fakat herkesin cennet sandığı şey, cehennemin kendisidir. Cehennem sandığı şeyde aynen cennettir, diye varit olmuştur.
934- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“İsrail Oğullarını peygamberler idare ederdi. Bir peygamber ölünce, onun yerini başka peygamber alırdı. Şu bir gerçek ki, benden sonra hiçbir peygamber yoktur. Fakat benden sonra halifeler gelecek ve sayıları artacaktır.” ashap sordular:
— (Ya Resûlallah) bize ne emredersin? Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Sıralarına göre, onlara yaptığınız biati (n gereklerini) yerine getiriniz ve onlara haklarını veriniz. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri onları, idare ettikleri kimselerden sorumlu tutacaktır.” (Halk, idareciye karşı sorumlu olduğu gibi, idareci de, idare ettiklerinden dolayı Allah’a karşı sorumludur.)
935- Ebû Saîd (Radıyallahu Anh) der ki:
“Muhakkak ki siz, sizden öncekilerin (kötü adetlerine) yollarına karış karış arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar, keler deliğine girseler siz de o deliğe gireceksiniz.” Ya Resûlallah! dedik. Bizden önceki ümmetler Yahudi ve Hıristiyanlar mıdır? Hazreti Peygamber:
“Başka kim olabilir? (Gayet tabii ki, onlardır)” buyurdu.
936- Ebû Amır’dan (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Benden, bir ayet olsun tebliğ ediniz. İsrail Oğullarından da rivayet ediniz. Bunda bir sakınca yoktur Her kim benim adıma kasten yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Mütercim:
Bu hadîs-i şerif üzerinde âlimler birbirinden ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, yalan hadîs uydurmayı din lehinde olan sözler olarak değerlendirerek haramdır, diyorlar. Helali haram ve haramı helal veya farzı inkâr gibi şeyleri uydurmak cehennem azabını gerektirir. Fakat dinimizde meşru olan bir şeyi değerlendirmek ve ona rağbet kazandırmak için uydurulan hadîslerden dolayı bunu yapanlar o azaba layık değillerdir. Meselâ: Kâfirûn sûresini okuyan kimse, dünyada ne kadar kâfir varsa onların sayısınca sevab kazanır, diye hadîs rivayet eden gibi. Bu gibi uydurma hadisler Beyzavi tefsirinde vardır. Diğer vaaz ve nasihat kitaplarında ise, bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar dinin aleyhinde olmayıp doğru olan sözlerdir. Çünkü Kâfirûn süresini okuyan kimsenin bu okuyuşu Allah katında makbul olursa, değil dünyada bulunan kâfirlerin sayısı, belki bütün dünyada bulunan tüm yaratıkların sayısı kadar sevab kazanabilir. Zira bu okuyuş sebebiyle hem dünyadan ve hem de dünya içinde bulunanlardan daha hayırlı olan cennete girebilecektir.
Bir de hadîs-i şerifin manası ve hükmü değiştirilmemek şartı ile lafızları değiştirilmiş olursa bu ittifakla caizdir. Fakat âlimlerin kahir ekseriyetine göre, hangi sebeple olursa olsun hadîs uydurmak batıldır.
937- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Yahudi’lerle Hıristiyanlar saç sakallarını boyamazlar; siz onlara muhalefet edin (kına ile boyanınız).”
Mütercim:
Kına ile sakal boyamak bizim Türkiye’de uygulanmamaktadır. Acemler, kına ile sakallarını boyarlarsa da bizde bu iş ayıb sayılmıştır. Siyah boya ile boyamak her yerde göze çarpmaktadır. Hâlbuki mücahid askerlerden başkasının siyah boya ile saç sakalını boyaması mekruhtur. Fakat zevcesi küçük, kendisi yaşlı olan bir erkeğin siyah boya kullanmasını da caiz görmüşlerdir.
938- Cündüb bin Abdullah’dan (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Sizden öncekilerden bir adam yaralanmıştı. Yaranın acısına dayanamadı ve bir bıçak alıp onunla kolunu kesti. Kanı dinmeyerek adamın ölümüne sebep oldu. (İntihar etmiş sayılan bu adam hakkında) Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Kulum, kendi canına benden önce davrandı ve bende ona cenneti haram kıldım.”
Mütercim:
İntihar etmek büyük günah olduğundan bunu yapan Müslümanlar cehenneme düşerler. Ancak imanları olduğu için ebedî olarak cehennemde kalmazlar. Fakat haram olan intihar işini helal kabul ederek işleyenler ise, ebedî olarak cehennemde kalırlar. Çünkü küfre varmışlar demektir. İntihar, cana kıymak olduğundan şirkten sonra gelen en büyük günahtır.
ABRAŞ, KEL VE A’MÂ BAHSİ
939- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Ânh) rivayet edilmiştir:
“İsrail Oğulları İçinde abraş, kel ve a’mâ olan üç kişiyi Allah Teâlâ imtihan etmek murad etti ve onlara bir melek gönderdi. Önce melek, abraş olan adama vardı ve en büyük isteğin nedir? diye sordu. Adam dedi ki: Güzel bir renk ve güzel bir cild (isterim); çünkü insanlar benden iğreniyorlar. Sonra o melek, abraş olan bu adamı sıvazladı. Hastalık adamdan gitti. Ona güzel bir renk ile güzel bir cild verildi. Sonra melek bu adama sordu:
— Dünya malından en çok sevdiğin nedir? Adam:
— Deve veya sığır severim, dedi. Bunun üzerine adama on aylık gebe bir deve verildi. Melek adama dedi ki:
— Sana bu deve mübarek (bereketli) olsun!
Bundan sonra melek kel olan ikinci adama geldi ve;
— Senin için en sevimli şey nedir? diye sordu. Adam:
— Gür saç ve benden bu kelliğin gitmesi; çünkü insanlar benden tiksiniyor, dedi. Melek onun da başını sıvazladı. Hemen kelliği gitti ve kendisine gür saç verildi. Sonra melek adama sordu:
— En sevdiğin mal nedir? Adam:
— Sığır, dedi. Allah ona yüklü bir sığır ihsan etti. Sonra melek ona: Sana bu sığır mübarek (bereketli) olsun, dedi.
Daha sonra ama olan üçüncü adama geldi ve:
— En sevdiğin şey nedir (diye) sordu. Adam:
— insanları görebilmem için Allah’ın bana gözlerimi geri vermesidir, dedi. Melek onun gözlerini sıvazladı. Allah da adamın gözlerini açtı. Melek yine sordu:
— Senin en sevdiğin mal hangisidir? Adam:
— Davarı severim dedi. Melek hemen bu adama doğurmalık bir koyun verdi: Bu üç adamın da hayvanları doğurdu, yavruladı. Birincisinin bir vadi dolusu devesi, ikincinin bir vadi dolusu sığırı ve üçüncüsünün de bir vadi dolusu koyunu oldu. Aradan zaman geçtikten sonra aynı melek, eskiden abraş olan adama abraş suretinde gelip:
— Ben yoksul bir adamım. Bu yolculuğumda bütün imkânlarımı yitirdim. Bugün, ancak Allah’ın ve bir de sizin sayenizde ülkeme varabilirim. Sonra bu güzel rengi, bu güzel cildi ve bu develeri veren Allah rızası için senden bir deve isterim ki, onunla yolculuğumu yaparak memleketime varayım, dedi. Adam:
— Haklar çok (senden daha muhtaçlar var,sana veremem), dedi. Melek adama dedi ki:
— Ben seni tanır gibiyim. Sen evvelce insanların senden tiksindiği ve fakir iken Allah’ın sana servet verdiği abraş değil misin? Adam cevap verdi:
— Hayır, ben bu servete, babadan babaya intikal suretiyle kondum. Melek ona:
— Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin, dedi. Sonra eski şekil ve suretinde kel adama geldi ve önceki adama söylediklerini aynen bu adama da söyledi. Bu kel adam da abraşın vermiş olduğu cevabı verdi. Melek bu ikinci adama da dedi ki; Eğer yalan söylüyorsan Allah seni eski haline çevirsin. Sonra melek, a’mâ olan üçüncü adama eski suretinde geldi ve:
— Ben yoksul ve yolcu bir adamım. Bu yolculuğumda çaresiz kaldım. Bugün, beni memleketime ulaştıracak bir imkânım yok, ancak Allah ve sonra sen varsın. Sana gözlerini çeviren Allah rızası İçin senden bir koyun istiyorum ki, onunla memleketime gidebileyim Adam şöyle cevap verdi:
— Ben kör idim. Allah, gözlerimi bana geri çevirdi. Aynı zaman da fakir idim. Allah beni zengin yaptı. Malımdan dilediğini al Allah’a yemin ederim ki, Allah rızası için bugün her ne kadar alırsan sana güçlük çıkarmam. Melek ona: Malına sahib ol. Siz imtihan edildiniz. Allah senden razı oldu; fakat diğer iki arkadaşına gazab etti”
940- Ebu Said’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“İsrail Oğulları içinde bir adam vardı; doksan dokuz insan öldürmüştü. Sonra kendi akıbetinin ne olacağını sormak üzere evinden çıkıp bir rahibin yanına vardı. Rahibe sordu. - Benim İçin kabul olacak bir tevbe var mıdır? Rahib, hayır (senin için tevbe yoktur) dedi Katil adam, bu rahibi de öldürdü. Adam yine soruşturmaya başladı. Birisi, ona dedi ki: falan ve falan kasabaya git (orada tevben kabul olur.) Katili yolda giderken ölüm yakaladı ve göğsünü o kasabaya doğru çevirerek can verdi. Sonra rahmet melekleri ile azab melekleri bu katil hakkında iddialaştılar. (Rahmet melekleri, tevbeye yöneldiği cihetle azab edilmemesini ve azab melekleri de henüz tevbe yerine varmadığından ona azab edilmesi gerektiğini söylediler.) Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri; katilin gitmekte olduğu tevbe kasabasına, yaklaş! ve ayrıldığı kasabaya da, uzaklaş! diye emretti. Sonra meleklere buyurdu ki: Ölen adam iki kasabadan herbiri arasındaki mesafeyi ölçün sonra o, gitmekte olduğu kasabaya bir karış daha yakın bulundu. Bu sebepten katil bağışlandı.”
Mütercim:
Katil hakkında uygulanması gereken ceza kısastır. Ancak bu kısas işini ölünün varisleri dava açarak hâkim huzurunda isbat etmeleri icab eder. Böyle bir dava olmadığı zaman, katilin tevbe ve istiğfar ederek Allah’a ibadetten başka kurtuluş çaresi yoktur. Ancak adam öldürme işinde kul hakkı olduğundan helâllik alma işi zor bir meseledir. Cenab-ı Hak dilerse, ölü tarafını razı ederek katili de bağışlayabilir. Yoksa adam öldürme gibi büyük bir cinayetin kolay bir şekilde bağışlanması vardır, diye bir düşünce hatıra gelmemelidir.
941- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Adamın biri, birisinden bir akar satın aldı. Sonra akarı satın alan adam, o akarda İçi altın dolu bir testi buldu. Akarı satın alan adam, akarın eski sahibine, altınlarını al, dedi, ben senden ev satın aldım, altın satın almadım. Akarın eski sahibi de, ben bu yeri, içindekilerle birlikte sana sattım, (altınlar senin hakkındır) dedi. Bunun üzerine, bir adamın hakemliğine başvurdular. Bu hakemliğine başvurdukları adam sordu:
— Çocuklarınız var mı? İkisinden biri,
— Benim bir oğlum var, dedi. Diğeri de:
— Benim bir kızım var, dedi. Hakem dedi ki:
— Oğlanı kızla evlendirin ve altınları onlara harcayın ve sadaka da; verin.”
942-Üsame bin Zeyd’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir.
“Taun hastalığı, İsrail oğullarından bir topluma yahut sizden önceki bir toplama gönderilen bir azaptır. Siz bir yerde Taun (veba) hastalığı olduğunu duyarsanız sakın oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bu hastalık çıkarsa, ondan kaçarak yerinizden çıkmayınız.”
Mütercim:
Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) Taun hastalığı zamanında Şam beldesine girmeyip Medine’ye döndü. Hatta Şam valisi Ebû Ubeyde (Radıyallahu Anh) Hazreti Ömer’e:
— Ya Ömer! Sen Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun? dedi. Hazreti Ömer’de ona şu cevabı verdi:
— Allah’ın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyorum. (Benim yaptığım iş de Allah’ın kaderi dışında değildir).
Ebû Mûsâ El-Eş’arî Hazretleri, Taun hastalığı zamanında çocuklarını taşraya uzaklaştırır olduğu ve bazı kimselerin de bu hastalıktan çevre yerlere savuştuğu nakledilmektedir. Şerkavî, şerhinde buna işaret ediyor.
943- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:
Ben, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e Taun hastalığından sorunca bana şu cevabı vermişti:
“Gerçekten taun bir azabdır; onu dilediği kimselere gönderir. Allah Teâlâ Hazretleri bu hastalığı müminlere bir rahmet kılmıştır. Hangi bir mümin, taun hastalığı çıkıpta Allah’dan sevab dileyerek, sabrederek ve ancak Allah’ın takdir ettiği şey kendisine isabet eder inancı ile memleketinde beklerse, ona bir şehit mükâfatı kadar sevab vardır (sonradan başka bir hastalık sebebiyle ölse bile yine şehit sevabını alır).”
944- Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu Anh) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in şu hadîsini anlatırken, sanki onu görüyor ve ona bakıyor gibiyim:
“Peygamberlerden bir peygamberi, kavmi vurmuş ve kana bulamışlardı. O peygamber ise yüzünden kanları silerek: Allah’ım! Benim kavmimi bağışla; çünkü onlar (benim peygamber olduğumu) bilmezler, diye dua ediyordu.”
Mütercim:
Bu olaya bizzat, Uhud savaşında Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz uğradı. Mübarek yüzünden akan kanları hem siliyor ve hem de: “Allah’ım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmezler” diye dua ediyordu.
945- Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) rivayet etmiştir:
“Böbürlenerek ve büyüklük taslayarak eteğinin uçlarını yerden çeken bir adam, Allah tarafından yere batırıldı ve o kimse, kıyamete kadar toprak içinde kaynayıp gitmektedir.” (Büyüklük taslayanlar, giysilerinin eteklerini uzatarak yürürken yerden çekerlerdi.)21
21 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:612-624
MENAKIB BAHSİ
946- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“İnsanları madenler gibi bulacaksınız. Cahiliyet devrindeki (İslâm’dan önceki) gibi insanlar, dinî bilgilere sahip oldukları takdirde, İslâm devrinin de iyi insanlarıdır. Bu vazife (devlet idaresi) için en iyi kişiyi, insanların bu göreve en isteksiz olanı bulacaksınız. Bunlara bir yüzle, bunlara da başka bir yüzle gelen iki yüzlü kişiyi, insanların en kötüsü bulacaksınız.”
947- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
Bu hususta (devlet idaresinde) insanlar (Araplar), Kureyş’e tabidirler. Müslümanları Müslümanlarına tabi ve kâfirleri kâfirlerine tabidir.
İnsanlar madenler gibidir. Cahiliyette hayırlı olanları, dinî bilgiye sahip oldukları takdirde, İslâm’da da hayırlı olanlarıdır.
Bu vazife (devlet idareciliği) için, içine düşünceye kadar insanların en isteksizi olan kişiyi, onların en iyilerinden bulacaksınız.”
948- Muaviye’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Bu görev (devlet idareciliği) Kureyş’indir. Hiç kimse Kureyş’in bu hakkına karşı çıkamaz; eğer çıkacak olursa, Allah onu, yüzünün üstüne yere çalar. Ancak Kureyş, din işlerini ve adaleti ayakta tuttukları müddet bu hakka sahiptirler; aksi halde onu yitirirler.”
949- İbni Ömer’den (Radıyallahu Anhuma) rivayet edilmiştir:
“Kureyş’den iki kişi kalsa bu görev yine onlarda kalacaktır.”
950- Cübeyr bin Mut’ım’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Haşimoğulları ile Muttaliboğulları bir ailedir.”
951- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Kureyş, Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşça ve Gıfar kabileleri benim velayetim altındadırlar. Onların Allah ve Resûlülünden başka velileri yoktur.”
952- Ebû Zer’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Bile bile kendisini babasından başkasına nispet eden kimse ancak nankördür. Kim de, soyundan olmadığı bir kavme kendisini nispet ederse, o kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.”
953- Vaile bin Eska’dan (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Bir adamın, kendisini babasından başkasına nispet etmesi veya rüyasında görmediği bir şeyi gördüm yahut Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in söylemediği bir şeyi, söyledi demesi iftira ve buhtanın en büyüğündendir.”
954- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Gıfar kabilesini Allah Teâlâ mağfiret etti. Eslem kabilesine Allah selâmet verdi. Usayye kabilesi ise, Allah’a ve onun peygamberine asi oldu.” (Bi’r-i Maûne’de peygamberin hafızlarını şehit etmişlerdi. Böylece isyan kökünden gelen adlarının gereğini yapmış oldular. Nitekim gufrandan gelen Gıfar ve selâmetten gelen Eslem de adlarına layık oldular.)
955- Ebû Bekre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
Temimoğulları kabilesinden Akra bin Habis, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine dedi ki:
Eslem , Gıfar ve Müzeyne (hadisin ravilerinden İbn ü Ebî Yakub’a göre muhtemelen de Cüheyne) kabilelerinden yalnız hacıları soyanlar sana tabi olmuştur. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Eslem, Gıfar, Müzeyne ve Cüheyne kabileleri, eğer Temim oğulları, Âmir oğulları, Esed ve Gatfan kabilelerinden hayırlı olursalar bu (ikinci grup) kabileler hüsran ve mahrumluk içinde kalırlar mı dersin?” Akra: Evet, bizim kabilelerimiz için büyük bir noksanlık olur, dedi. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlar (Eslem, Gıfar, Müzeyne ve Cüheyne) bunlardan (Temîm, Âmir, Esed ve Gatfan’dan) daha hayırlıdır.”
956- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Eslem kabilesi, Gıfar kabilesi, Müzeyne ve Cüheyne kabilelerinden bazı kişiler – yahut Cüheyne veya Müzeyne’den bazı kişiler Allah katında – veya kıyamet gününde – Esed, Temim, Hevazin ve Gatafan’dan daha hayırlıdır.”
957- Ebû Zer El-Gıfari (Radıyallahu Anh) der ki:
Ben, Gıfar kabilesinin bir ferdi idim. Mekke’de birinin Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığını duydum. Bunun üzerine kardeşim Enis’e, Mekke’ye gidip o zat ile görüş ve bana onun hakkında bilgi getir, dedim. Kardeşim Mekke’ye giderek görüşüp geri geldi. Kardeşime ne haber var? diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
— Allah’a yemin ederim, bu zat daima insanlara hayır ve iyilik emrediyor. Kötülüklerden sakındırıyor. Onu iyi bir kimse buldum.
Ben, kardeşime:
— Sen bana yeterince haber getiremedin, dedim. Sonra dağarcığımı ve değneğimi alarak Mekke’ye gittim. Mescid-i Haram’a girdim. Hazreti peygamberi tanımıyor ve onu sorup tanımak da istemiyorum gibi hareket ettim, suyundan içtim. Hem su yerine, hem de gıda yerine geçti. Ben bu halde iken —sonradan Ali olduğunu öğrendiğim— bir adam bana: galiba sen yabancısın, dedi. Ben de: Evet, dedim. Adam:
— Öyle ise, haydi bizim eve gidelim, dedi. Ben de:
— Peki, dedim. Böylece onunla evine vardık. Fakat ne o bana bir şey sordu ve ne de ben ona bir şey sordum. O gece evinde müsafir kaldım. Sabah olunca yine Mescid-î Haram’a girdim. Hazreti Peygamberden hiç kimseye yine soramıyordum, hiç kimse de ondan bana bir haber vermiyordu. Sonra Hazreti Ali yanıma geldi ve bana:
— Bu yabancı, daha konuklayacak olduğu yerini bulamadı mı? dedi. Hayır, dedim. Maksadımın Mekke’de kalmak olmadığını bildirmek istedim. Hazreti Ali:
— Öyle ise haydi gidelim, dedi. Beraberce gittik. Sonra bana sordu:
— Senin halin nedir, buraya kadar gelişinizin sebebi nedir? Ben dedim ki, halimi size anlatacağım. Ancak benim halimi hiç kimseye açmayacaksınız. Bu şartla size anlatırım, dedim. Ev sahibi (Hazreti Ali):
— Peki, öyle olsun; dedi. Bunun üzerine anlattım:
— Bize bir haber ulaştı. Burada peygamberlik iddiasında bulunan bir zat ortaya çıkmış. Bunun üzerine kendisi ile görüşüp bana haber getirmek üzere daha önce kardeşimi buraya göndermiştim. Fakat kardeşim beni tatmin edecek yeterince bir haber getiremedi. Sonra bu peygamberle görüşmek için buraya geldim. Bu konuşmama karşılık ev sahibi bana:
— Tamam, isabet etmişsin. Ben şimdi o peygamberin huzuruna gidiyorum. Beni takip et ve girdiğim yere gir eğer sana zarar verebilecek bir kimseye rastlarsam güya ayakkabımın bağı kopmuş da onu düzeltiyormuşum gibi bir kenara çekilirim, sen yoluna devam edersin, dedi. Sonra kalkıp gitti. Ben de onu takiben yürüdüm. Nihayet önce o ve peşinden ben, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in huzuruna girdik. Ben:
— Ya Resûlallah, bana İslâm dinini bildir, dedim. Hazreti Peygamber bana Şehadet kelimesini telkin etti. O anda İslam’ı kabul ettim. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şöyle buyurdu:
“Ey Ebû Zer: Bu davayı (Müslümanlığını) gizli tut ve kendi memleketine dön. Ne zaman açığa vurduğumuz haberini alırsan bize gel.”
Bunun üzerine ben Hazreti Peygambere şöyle dedim:
— Seni hak Peygamber olarak gönderen yüce Allah’a yemin ederim ki, şimdi gidip insanların ortasında şehadet kelimesini haykıracağım.
Hemen huzurlarından çıkarak Mescid-i Haram’a gittim. Kureyş kâfirlerinin hepsi orada idiler. Onlara hitaben:
— Ey Kureyş topluluğu! Ben, EŞHEDÜ EN LÂ ÎLÂHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMED’EN ABDÜHU VE RESÜLÜHÜ diyerek Allah’ın birliğine ve Hazreti Muhammed’in de onun peygamberi olduğuna şahidlik ediyorum, dedim. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri;
Bu dinini değiştiren adamı kalkıp dövünüz, diye emrettiler. Kalktılar ve beni öldüresiye dövmeye başladılar. Hazreti Abbas, imdadıma yetişerek üzerime kapandı. Sonra Kureyş topluluğuna dönerek:
— Siz ne yapıyorsunuz? Bu, Gıfar kabilesindendir. Gıfar beldesi ise sizin ticaret yerinizdir, daima uğradığınız yerdir, dedi. Beni bıraktılar. Ertesi gün sabah olunca aynı şekilde hareket ettim ve yine Kureyş kâfirlerinin saldırısına uğradım. Hazreti Abbas yine imdadıma yetişerek üzerime kapandı ve beni onlardan kurtararak aynı sözleri Kureyş halkına söyledi,
Bu hadîs-i şerifi anlatan İbni Abbas, işte Ebû Zer El Gıfarî (Radıyallahu Anh) bu şekilde Müslüman olmuştur, der.
Mütercim:
Hazreti Peygamberin ona: “İslâm dinini kabul ettiğini açığa vurma” diye emredişi, kesin bir emir olmayıp ona bir eziyet yapılmaması içindi. Bir merhamet icabıydı. Ebu Zer Hazretleri bunu anladığı için İslâmiyeti açığa vurmayı tercih etti.
958- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Kahtan kabilesinden bir adam çıkıp asası (sopası) ile insanları sürmedikçe (idare etmedikçe) kıyamet kopmayacaktır.”
Mütercim:
Kahtanî lakabıyla şöhret bulan bu şerefli zatın ismi Cehcah imiş. Bu zat güçlü ve adil bir idareci olan Hazreti Mehdi’den sonra ortaya çıkacaktır. Aynı zamanda Hazreti Mehdî’nin gidişatında bulunacaktır. Bir çoban koyunları bir, çomağı ile rahatça idare ettiği gibi, bu da bütün memleketler halkını öyle rahatça idare edecek ve halk da ona tam bir bağlılıkla itaat edecektir. Şerkavî şerhinde böyle yazılıdır.
959- Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) der ki:
Müreysi gazasında Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile beraberdik. Muhacirler de bir hayli kalabalıktı. Muhacirler arasında oyunbaz, (Cehcah bin Kays El-Gıfarî, adında) bir adam vardı. Dönüşümüzde bu oyunbaz adam Ensar’dan birinin kıçına tekme attı. Ensarlı, şiddetli bir şekilde öfkelendi ve ikisi de yandaşlarını çağırmaya başladılar. Ensarlı: Ey Ensar, yetişin! diye bağırdı. Muhacir:
— Ey Muhacirler, yetişin! diye bağırdı. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem çıkıp:
“Burada cahiliyet halkı davasının işi ne?” buyurdu ve sonra: “Bunların hali nedir?” diye sordu. Kendisine haber verildi ki, Muhacirlerden bir zat, Ensar’dan birine tekme atmıştır. Olay bunun üzerine çıkmıştır. Hazreti Peygamber:
“Bu cahiliyet adetini bırakın; o kötü bir şeydir.” (Münafıklardan olan) Abdullah bin Übey bin Selûl konuştu:
— Muhacirler, bize (Medinelilere) karşı çağrıştılar ha! Hele bir Medine’ye dönelim; muhakkak orada aziz (ev sahibi) olanlar zelil (sığıntı) olanları dışarı atacaktır (Medine’den Muhacirleri çıkaracaktır). Bunu duyan Hazreti Ömer, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e sordu:
— Ey Allah’ın peygamberi! Şu münafık Abdullah’ı öldürelim mi? Hazreti Peygamber:
“Hayır! Sonra insanlar, Peygamber kendi adamlarını öldürürdü, diye konuşurlar.” buyurdu.
960- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Amr bin Lühayy bin Kam’ate bin Hindif, Hüzaa kabilesinin atasıdır.”
961- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
”Amr bin Amir El-Hüzai ‘ye gördüm; Cehennemde bağırsaklarını yerden çekiyordu. Putlar uğruna develeri salıveren ilk insan odur. (Putlara adanan bu develer çöle salıverilir; onların etinden sütünden ve sırtından yararlanılmazdı.)
962- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki;
Hassan bin Sabit, Kureyş kâfirlerini hicvetmek için Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den izin istedi. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:
“Benim nesebim nasıl olacak? (Benim soyum onların soyu ile birleşmektedir.) " Hassan dedi ki:
— Ya Resûlallah! Hamurdan kıl çekilip çıkarıldığı gibi, seni onlar içinden çıkaracağım.
963- Cübeyr bin Mut’im (Radıyallahu Anh) rivayet eder:
“Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed ve Ahmed’im. Ben Manî’yim ki, Allah benimle küfrü silecektir. Ben Hâşir’im; kıyamette insanlar benim peşimden haşrolacaklar (toplanacaklar) dır. Ben Akıb’ım (peygamberlerin sonuncusuyum).”
964- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Hayret etmiyor musunuz! Allah Teâlâ Hazretleri, Kureyş kavminin beni kötüleyip tel’in etmelerini nasıl geri çeviriyor? Kureyş kavmi yerilen kişiye sövüp sayıyorlar ve yerilen kişiyi telin ediyorlar. Oysa ben MUHAMMED’im (övülen kişiyim).”
Mütercim:
Kureyş kavmi, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında, Muhammed isminin taşıdığı övülmüş manasının tam aksini kullanarak ona dil uzatırlardı. Onların bu davranışlarının kendi aleyhlerinde olduğunu ve Allah’ın bir peygamberi olarak Allah katında övülmüş bulunduğunu bu hadîs-i şerif belirtmektedir.
965- Hazreti Cabir’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Benim halim ile diğer peygamberlerin hali şuna benzer: Bir adam güzel bir bina yaptırmış, onu tamamlamıştır ve süslemiştir; fakat o binanın bir tuğla konacak kadar yerini açık bırakmıştır. insanlar, (seyretmek için) o binaya girip güzelliğine hayran olmaya ve keşke bu bir tuğlanın (boş kalan) yeri olmasaydı, demeye başladılar.” (Peygamberler binasının son tuğlası Peygamber Efendimizdir. Bu bina O’nunla kemale ermiş ve gerçek değerini bulmuştur.)”
966- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Benim halimle benden Önceki peygamberlerin hali şuna benzer:
Bir adam bir bina yapmış da onu güzelleştirmiş ve süslemiştir; ancak bir köşesinde bir tuğla yeri eksik bırakmıştır. İnsanlar o binayı dolaşıp seyretmeğe başlıyorlar ve bu binanın güzelliğine şaşıyorlar Diyorlar ki, keşke şu bir tuğla da konmuş olsaydı!..” Sonra Hazreti Peygamber:
“işte ben o bir tuğlayım ve ben peygamberlerin sonuncusuyum. (Peygamberler binası benimle tamamlamıştır).”
967- Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Ben, insanoğulları asırlarının asır asır en hayırlısından geldim ve nihayet içinde bulunduğum asırdan da peygamber olarak gönderildim.” (Peygamber “Efendimizin, insanlık tarihi boyunca en seçkin ve en temiz ailelerden geldikleri belirtilmektedir.)
968- İbni Abbas’dan (Radıyallahu Anhuma) rivayet edilmiştir:
“Ahlâkı en güzel olanınız, en hayırlı olanınızdır.”
969- Hazreti Aişe’den (Radıyallahu Anha) rivayet edilmiştir:
“Benim gözüm uyur; fakat kalbim uyumaz (daima uyanıktır).”22
22 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:624-634
Dostları ilə paylaş: |