Münâzarât
Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın
Şanlı Tali'siz Bir Devletin
Değerli Sahipsiz Bir Kavmin
Reçetesi
Veyahut Bediüzzaman'ın
Münâzarât'ı
İFADE-İ MERAM VE UZUNCA BİR MA'ZERET
Yâ Eyyühe'n-Nazır! Hasenatı seyyiatma.. sevabı hatasına tereccüh edenler mağfiret ve afve müstehakdırlar. İşte "iki inkılab" beni iki te'lif-i müşevveşe mecbur etti. İki rıhlet dahi iki kitabı ilham ettirdi. Şu eserlerden her birisi Kürd olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Arab'dır. Güya her bir eser, Arab abasını iktisa ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürd'dür. Böyle acibü'ş-şekil bir te'lif, te'lif kanununa muhalefetle muaheze olunmamak gerektir. Evet; benim hakkım sükût idi. Zira âcizim. Biliyorum, âsârım rağbete şayan değildir. Fakat Sa'dînm
olan matem-âlûd ve hikmet-âmiz kelâmının verdiği himmet... Hem de benim gibi iktidarsızların mahcubiyetlerini izale ile meydan-ı hamiyete çıkmaya cesaret vermek için nümune-i imtisal olmağa olan arzu... Hem de eserin bizzat rağbete şayan olmasa da, benim gibi me'mûl olmayan birisinden küçük bir eser dahi bir nev'i antikalık rağbetine şayan olmasına olan ümid.. beni eser yazmaya cesaret vermişlerdir. Yoksa ben bilmez değilim ki, eserle-
İFADE-İ MERAM: Maksadı anlatma, önsöz. YA EYYÜHE'N-NAZIR: Ey kitabıma nazar eden kişi. HASENAT: İyilikler. SEYYİAT: Kötülükler. TERECCÜH EDEN: Üstün gelen. İNKILAB: Değişim. TE'LİF-İ MÜŞEVVEŞ: Karışık ve anlaşılması güç yazı. RIHLET: Yolculuk. İLHAM: Kalbe doğuş. İKTİSA: Giyinme, elbiseye bürünme. ARAB ABASINI İKTİSA' VE TÜRK PANTOLUNUNU GİYMİŞ KÜLAHLI BİR KÜRD: Hem Arablar, hem Türkler ve hem Kürdler hakkında olan ve aynı zamanda onların hepsine de hitab eden. ACİBÜ'Ş-ŞEKİL: Tuhaf görünüşlü. TE'LİF: Yazılmış kitab. MUAHEZE OLUNMAK: Sorgulanmak, yargılanmak. ASAR: Eserler. MATEM-ALUD: Matemli, matemle karışık. HİKMET-AMİZ: Hikmetlice, hikmet verici. KELAM: Söz. HİMMET: Önemle üzerinde durma, iyilik, gayret. İZALE: Giderme. MEYDAN-I HAMİYET: Şehamet, hamaset, yüce bir davayı savunma meydanı. NÜMUNE-İ İMTİSAL: Örnek alınacak model. ME'MUL OLMAYAN: Umulmayan. ANTİKALIK RAĞBETİNE ŞAYAN OLMAK: Çok kıymet ve önem verilmek.
16 tCTİMÂÎ REÇETELER—II
rim bazan hem hakikat-şiken, hem nazm-şiken, hem üslûb-şiken, hem hayal-şiken, hem hüsün-şiken, hem ifrât-âlûddur. Lakin ne yapayım? Başka türlü de olamazdı. Zira tam bir asrı bir seneye sıkıştıran ve yedinci asırdan onü-çüncü asra kadar benim gibi kurun-u vustâ adamlarının hayalini yuvarlandırmaca her bir asır bir his ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilham eden Temmuz'un inkılab-ı mes'üdunun teşvikiyle... Hem de bütün devair ye tabakat-ı mütedahile-i mütesafileyi karıştıran., ve istibdadın tazyik-ı mec-nunanesiyle vücuda atılan., ve doktorların tokadıyla ademden tımarhane ka-pısıyla dışarıya fırlayan cinnet hatıratı olan eserimi tekmil edip, "İkiMekteb-i Musibet'in Şehâdetnamesi"m ibraza beni mecbur eden Mart ve Mayıs , meşum ve müdhiş olan ihtilal ve inkılabın verdiği heyecan ile; hem de gayet mü-tenevvia ve muhtelife tabayi ve hissiyatı tazammun eden., ve şu iki reçeteyi vücuda getiren üssü'1-esas-ı mesleğim elmas-misal olan İslamiyet hissinin sa-defi ve Kürdlükle memzuc olan milliyet fikrinin verdiği ders ile şöyle eserleri intaç etti. Demek her bir eserim, bir-kaç asrın fezlekesi ve Kürd taifelerinin-tabiatlannm enmuzeci ve gayet muhtelife etvanmm numunesi olduğundan hakiki intizam onda aramak abesdir.
Evet, edebin değil, belki edebiyatın kanununa karşı asarımı muhalefete sevkeden yedi esbabdır:
Evvela: Sahavetimden beri kâh kuyu dibinde, kâh minare başında gibi fehmen istidadlarda bulunuyorum. Kâh gayet dakik bir hakikat da'vet- siz elime geliyor. Kâh gayet tanışım, dostum olmuş bir hakikat, ecnebi olup
HAKİKAT-ŞİKEN: Hakikati kinci. NAZM-ŞİKEN: Düzensiz. ÜSLUB-ŞİKEN: Anlatımı bo
zuk. HAYAL-ŞİKEN: Hayal kırıcı. HÜSN-ŞİKEN: Güzelliği bozucu. İFRAT-ALUD: İfratla
karışık. KURUN-U VUSTA: Orta çağlar. HAYALİNİ YUVARLANDIRMAK: Hayalini gez
dirmek, (uzun bir zamana) hayaliyle bakmak. HİS: Duygu, idrâk. İNKILAB-I MES'UD: Mut
lu ve tatlı inkılab. DEVAİR: Çağlar. TABAKAT-I MÜTEDAHİLE-İ MÜTESAFİLE: İçice
girmiş tabakalar, basamaklar. TAZYİK-İ MECNUNANE: Delicesine tazyik. VÜCUDA ATIL
MAK: Var olmak. ADEM: Yokluk. CİNNET: Delilik. TEKMİL ETMEK: Tamamlamak.
İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHÂDETNAMESİ: Bediüzzaman'ın Divan-ı Harbi Örfi'-
deki savunmalarını içeren eseri. İBRAZ: Ortaya koyma, sunma. MEŞ'UM: Uğursuz. MÜ-
TENEVVİA: Çeşit çeşit. MUHTELİFE: Farklı, farklı. TABAYİ': Huylar, tabiatlar.
TAZAMMUN EDEN: İçine alan. ÜSSÜ*L-ESAS-I MESLEK: Mesleğin gerçek ve sağlam
temeli. ELMAS-MİSAL: Elmas gibi. İSLAMİYET HİSSİNİN SADEFİ: (İnci gibi) İslami
yet duygusunun sağlam kabuğu. MEMZUC: Karışmış. İNTAÇ ETMEK: Meydana gelmesi
ne sebep olmak, netice vermek. FEZLEKE: Hülasa, özet. ENMUZEC: Model, çeşitli özellikleri
yoğun biçimde ihtiva eden örnek. ETVAR: Tavırlar. ABES: Mantıksız, boş. ESBAB: Sebep
ler. SABAVET: Çocukluk. FEHMEN: Anlayış yönünden. İSTİDAD: Yetenek. DAKİK: İn
ce. ECNEBİ: Yabancı.
MÜNÂZARÂT 17
tanımıyorum. Hatta bir günde kâh gayet cahil, kâh tecrübeli bir siyasi gibi işe karışmak isterim.
Saniyen : Meşrutiyetin fecr-i sâdıkına kadar inşa ve kitabette tamamen hem ümmi, hem acemi idim. Her ne ki inşa ettim ise, üstadımız olan meşrutiyetten öğrendim. Cinan-ı cenanda yemişler kemâle ermemiş iken kopardım. Eğer size ekşi gelir ise, yüzünüzü ekşitip abus, kamterir olmayınız.
Salisen: Müstehak olmadığım teveccüh-ü ammeden neş'et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmil ettiği vazife-i mühimme ile, aczden neş'et eden atlamak., nümayişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım bir şeye girişmeye mecbur oldum.
R a b i a n : Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriyye, mes-leken bendeki tahdis-i ni'met, meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiye-ten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümayiş; şâş adama, eserlerimde hakikatten fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet, enaniyet var. Benim değil, milletimin enaniyetidir. Benlik var; benim değil, sınıfım olan melaike-i medari-sin izzetidir.
H a m i s e n : Ben, Kürdçe düşünürüm, Türkçe ve Arabça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi, ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisanın diline aşina değildir. Hem Türkçe'nin sarf-nahivini bilmediğimden ma 'naya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. "Hatta, evet,
SANİYEN: İkinci olarak. MEŞRUTİYETİN FECR-İ SADIKI: Meşrutiyetin ilanının kesinleştiği ilk günler. İNŞA VE KİTABET: Yazma. ÜMMİ: Okuma-yazma bilmeyen. CİNAN-I CENAN: Kalb ve gönül cennetleri. CİNAN-I CENANDA YEMİŞLER KEMALE ERMEMİŞ İKEN KOPARMAK: Kalbde ve ruhta his ve fikirler olgunlaşmadan, bunları başkalarına zamansız olarak anlatmak. ABUS: Asık. KAMTARİR: Çatık suratlı. SALİSEN: Üçüncü olarak. MÜSTEHAK: Hak kazanmış. TEVECCÜH: Saygıyla yönelme. TEVECCÜH-Ü AM-ME: Genel teveccüh, herkesin teveccühü. NEŞ'ET ETMEK: Kaynaklanmak. ŞÖHRET-İ KÂZİBE: Yalancı şöhret. TAHMİL ETMEK: Yüklemek. VAZİFE-İ MÜHİMME: Önemli görev. ACZ: Güçsüzlük. NÜMAYİŞ: Gösteri. RABİAN: Dördüncü olarak. FITRATEN: Doğuştan gelen. FAHRİYYE: Övünme. TAHDİS-İ NİMET: Nimeti şükürle anma. MEŞREBEN: Meşreb (ders alıp bağlandığı kanal) yönüyle. MEYL-İ TEFEVVUK: Herkesten üstün olma eğilimi. KAVMİYETEN: Kavim yönüyle. MEYL-İ TECELLÜD: Şecaatli ve cesur görünme eğilimi.. ENANİYET: Benlik, kendini beğenmiş ben-merkezlilik. MELAİKE-İ MEDARİS: Medreselerin melekleri, alimler. İZZET: Şeref, üstünlük duygusu. HAMİSEN: Beşinci olarak. MATBAA-İ HAYAL: Hayal matbaası. MÜTERCİM: Tercüman. AŞİNA: Tanıyan, tanışık. SARF-NAHİV: Gramer. MANAYA GİYDİRİLEN ÜSLUBUN DÜĞMELERİNİN KARIŞIK OLMASI: Bir şeyi ifade ederken kullanılan kelime ve deyimlerin yerine tam oturmaması.
18 ICTIMAI REÇETELER-^II
işte, şimdi, zira, olan, şu, bu" tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyyen razı olamıyorum. Zira külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.
S a d i s e n : Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden; mütercim, hayalinin tercümesinde, hattatın imlâsında, tabiin tab'ında, mütaliin fehminde bazen yanlış düşmekle güzel bir hakikat çirkinleşiyor.
S a b i a n ; Şu Saykal-ı İslamiyet veEkradReçetesi olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahraların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşv ü nema vererek kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem cesim bir şecere oldu. Hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşinine fırlatıyordu. Onlar da beni sahraların yüzlerine çarpıyordu. Sonra hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslamiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bazan rüzgar vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilaç için toplayıp, medine-i medeniyetin çarşısına götürdüler. Hatta bir kısmı Başid Da-ğı'nın yemişidir. Bir taifesi Ferraşin Ovası'nın meyvesidir. Bir miktarı Beytü'ş-şebab Deresi'nde kırmızılanmış semeresidir. İşte şu iki eseri yazdığım vakit zaman kısa, mekan vahşi, ben seyyah, zihin müşevveş, vücııd yarım hasta, yazmak acele olduğundan elbette müşevveş olur.
Ey ehl-i insaf! Ma 'zeretim bu... Kabul ederseniz insafın şe'nidir. Etmezseniz; emin olunuz size minnet etmem. Hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım. Vesselam. Şu eserin nağamatmı dinlemek için bir Kürd cesedini giymek, bir vahşi hayalini başına takmak gerekdir. Yoksa ne istima' helal, ne sema' tatlı olur.
*** Ebû lâ-şey Said
TASHİH: Düzeltme. ÜLFET: Tanışıp, kaynaşma. TEVAHHUŞ ETMEK: Ürkmek. SADİ-SEN: Altıncı olarak. İFRAT: Aşırılık. HATTAT: Yazıyı yazan. İMLA: Yazdırma, yazma. TABİ': Kitabı basan. TAB': Kitab basma. MÜTALİ': Mütalaa eden, inceleyen. FEHM: Anlayış. SABİAN: Yedinci olarak. SAYKAL-I İSLAMİYET: İslamiyet'in parlak cilası. EKRAD: Kürdler. SAYKAL-I İSLAMİYET VE EKRAD REÇETESİ OLAN ESER: İslam'ın üstünlüğünün ve gerçeklerinin üzerini kapatan perdelerin kaldırılması ve Kürdlerin geri kalmışlıktan kurtulmaları için takib edilecek yolu gösteren eser. KUVVE-İ MÜNBİTE: Biteklilik ve verimlilik. NEŞV Ü NEMA VERMEK: Kök saldırıp büyütmek. ŞECERE: Ağaç. CESİM: İri. YED-İ HAŞİN: Haşin el. HAMİYET-İ MİLLİYE: Milliyet'e olan içten bağlılık, milliyet davası. MEDİNE-İ MEDENİYET: Medeniyet şehri. SEMERE: Meyve. SEYYAH: Gezgin. ŞE'N: Özellik, şan, gerek. NAĞAMAT: Nağmeler. İSTİMA': Dinleme. SEMA': İşitme. EBU LA-ŞEY: Hiç bir şeyin babası olmayan, hiç bir ürünü olmayan.
MÜNÂZARÂT 19
Emma ba'd, ehl-i hamiyetin nazarına arz ediyorum ki:
Vaktâ meşrutiyetin ikinci yaşında İstanbul, temsil ettiği asırdan tarih-vâri bir nazar ile göçüp, kurun-u vustâya karşı aşağıya inmekle aşair-i Ek-rad'ın içinde cevelan ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye; güzden bahara bilâd-ı Arabiye'den bir rıhlet-i şitâiye ettim. Dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyeti ders verdim. Birden bana göründü ki; meşrutiyeti gayet ga-rib bir surette telakki etmişler. Her tarafın şüphe ve sualleri ağleb bir dereden gelmiş gibi gördüm. İşte, teşhis-i maraz için miftah-ı kelamı onlara verdim. Dedim: Siz sual ediniz, ben de ona göre cevap vereyim. Onlar istihsan ettiler. Zira Kürdler'in tabiat-ı meşrutiyet-perveranelerine binaen, dersi, münazara ve münakaşa suretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i meb'ûsân-ı ilmiye'yi andırıyor. İşte ta'mimen lil-faide suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım. Ta bir birine muavenette bulunsun. Hem de görmediğim Ekrad ve emsaline şu kitab, bana bi'1-vekale, onlarla konuşarak cevap versin. Hem de lisanları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin. Elhasıl şu kitap, tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiyle mükellefdir. Hem de siyaset tabiblerine, teşhis-i illete dair hizmet ile muvazzafdır. Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürd ve emsali fikren meşrutiyet-perver olmuş ve oluyorlar. Lakin bazı me'murun fiilen meşrutiyet-perver olması müşkildir. Halbuki akıllan gözlerinde olan avama ders veren fiildir. İmdi, suale ve cevaba başlıyorum.
S — Ey Şeyda! İstanbul'a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?
EMMA BA'D: Bundan sonra. EHL-İ HAMİYET: İçten bağlılar, belli bir meselenin davasını güdenler. TARİH-VARİ: Tarih örneği. AŞAİR-İ EKRAD: Kürd aşiretleri. CEVELAN: Gezinme, dolaşma. RIHLET-İ SAYFİYE: Yaz mevsiminde yolculuk. BİLAD-I ARABİYE: Arab ülkeleri. RIHLET-İ ŞİTAİYE: Kış yolculuğu. TELAKKİ ETMEK: Almak, karşılamak. AĞLEB: Taşkın. TEŞHİS-İ MARAZ: Hastalığı teşhis. MİFTAH-I KELAM: Sözün anahtarı, yani soru sorma. İSTİHSAN ETMEK: Güzel bulmak. TABİAT-I MEŞRUTİYET-PERVERANE: Meşrutiyetçi tabiat. MÜNAZARA: Karşılıklı fikir teatisi, fikri tartışma. MÜNAKAŞA: Söz düellosu. MECLİS-İ MEB'USAN-I İLMİYE: Ulema parlementosu. TA'MİMEN Lİ'L-FAİDE: Faydalı umumileştirmek için. MUSAFAHA ETTİRME: El sıkıştırma. MUAVENET: Yardım. Bİ'L-VEKALE: Vekaleten. CANİB: Taraf. SİYASET TABİBLE-Rİ: Siyasi bozukluklara çare arayanlar. MUVAZZAF: Görevli. MÜŞKİL: Zor. AKILLARI GÖZLERİNDE OLAN: Sadece gördüklerini bilen ve onlara inanan. İMDİ: Şimdi. ŞEYDA: Efendi.
20 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
C — Müjde getirdim.
S — Müjde ne demek? Bazılar bize "Sizin için fenalık var" dediler.
C — Nurdan zarar gelmez. Gelirse hu ffaş'a gelir. Murdar şeylere gelir. Size cemi kuvvetimle.yalnız Kürdistan 'a değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki: Umum İslam'ın, lâ-siyyema Osmaniler'in, bahusus Ekrad'm saadetinin fecr-i sâdıkımn geldiğini, hatta Başid başında
görüyorum. Faraza şu devletin yarı milleti ba-
hasında verilse idi, gene erzan ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz...
S — Biz öyle işitmedik.
C — Şeytanın arkadaşları çoktur.
S — Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve sualleri hallet.
C — Elbette. Fakat müşteri olmadan, istemeden malımı satmam.
S — İstibdad nedir? Meşrutiyet nedir? (Diğeri): "Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık". (Başkası): "Dinimize zarar yok mu?" (Daha başkası): "Jön-Türkler şöyledirler, böyledirler. Bizi de zarar-dide edecekler." (Diğeri): "Gayr-ı müslim nasıl asker olacak?" İlh...
C — Yahu! Şu gürültülü, karmakarışık, sizin gibi intizamsız suallerinize nasıl cevap vereceğim?
S — Kaide-i suali sen göster?
C — Meşrutiyet kanunuyla sual ediniz. Yani içinizde bir-iki zeki adamı intihab ediniz, ta size vekil olarak müşteri olup, sual etsin. Siz de dinleyiniz. (Onlar: "Peki, peki.")
S — İstibdad nedir, meşrutiyet nedir?
C — İstibdad; tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinadile cebrdir. Re'y-i vahiddir. Sû-i istima/ata gayet müsaid bir zemindir. Zulmün
HUFFAŞ: Gece kuşları, yarasa. CEMİ': Bütün. LA-SİYEMA: Özellikle. BAHUSUS: Özellikle. FARAZA: Diyelim ki. ERZAN: Ucuz. ZARAR-DİDE: Zarara uğrayan. KAİDE-İ SUAL: Sual sorma kaidesi. İNTİHAB ETMEK: Seçmek. TAHAKKÜM: Zorbalıkla hükmetme. MUAMELE-İ KEYFİYE: Keyfi muamele. İSTİNAD: Dayanma. CEBR: Zorlama. RE'Y-İ VAHİD: Tek bir kişinin görüşü, isteği. SU-İ İSTİMALAT: Kötü kullanımlar.
MÜNÂZARÂT 21
remelidir. İnsaniyetin manisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safilinine insanı tekerlendiren., ve alem-i İslamiyet'i zillet ve sefalete düşürttüren veağraz ve husumeti uyandıran., ve İslamiyet'i zehirlendiren... Hatta her şeye sirayet ile zehrini atan... O derece ihtilafatı beyne'l-İslam ika edip, Mu'tezile, Cebri, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdaddır. Evet; taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki, Cebriye, Rafızî, Mu'tezile gibi İslamiyet'i müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.
S — İstibdad bu derece bir s'emm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü'l-hamd, parçalandı. Onu esasiyle tedavi edecek olan tiryak-ı meşrutiyeti bize ta'rif et.
C — Bazı memurların ef'ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş'et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehm ettiğiniz meşrutiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-'i meşruayı beyan edeceğim. İşte meşrutiyet
âyet-i kerimelerinin tecellisidir. Ve meşveret-i şer'iyedir. O vücud-u nurani-nin kuvvete bedel.hayatı hakdır. Kalbi ma'rifettir. Lisanı muhabbettir. Aklı
MAHİ: Mahveden. ESFEL-İ SAFİLİN: Çukurların çukuru, en aşağı tabaka. ZİLLET VE SEFALET: Perişanlık, düşkünlük, yoksulluk, şerefsizlik. AĞRAZ: Garazlar. HUSUMET: Düşmanlık. SİRAYET: Bulaşma. İHTİLAFAT: Ayrılıklar. BEYNE'L-İSLAM: Müslümanların arasında. İKA ETMEK: Ortaya çıkarma, meydana getirme. MU'TEZİLE: İslam tarihinde Emeviler devrinde ortaya çıkan ve Allah'ı tenzih'te ileri gidip, akla öncelik vererek kulların yaptıklarının "yaratıcısı" olduğunu ileri süren ve Allah'a sıfat isnadını kabul etmeyen itikadi bir mezheb. CEBRİYE: İnsanın iradesini bütünüyle inkar edip, kulu kader karşısında rüzgar karşısındaki kuru yaprak gibi değerlendiren itikadi bir mezheb. MÜRCİE: İnsanların yaptıkları karşısında iyi-kötü değerlendirmesinde bulunmayıp bütün değerlendirmeleri Allah'a havale eden itikadi mezheb. Bu mezheblerin doğuşunda, idari, siyasi sistem ve değerlendirmelerin büyük etkisi olmuştur. DALALET: Belli ölçülerde İslam'dan, sırat-ı müstakim'den sapmış. TEVLİD ETMEK: Doğurmak. İSTİBDAD-I SİYASİ: Siyasi alanda baskı. İSTİBDAD-I İLMİ: İlim alanında tahakküm ve tekelcilik. RAFIZİ: Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisinde haddi aşarak, muarızlarını tekfire ve hatta Hz. Ali'yi nebileştirmeğe yönelen Şiî fırkaların genel adı. MÜŞEVVEŞ EDEN: Karmakarışık eden. SEMM-İ KATİL: Öldürücü zehir. LEHÜ'L-HAMD: Allah'a hamdolsun. TİRYAK-I MEŞRUTİYET: Meşrutiyet ilacı. EF'AL: Fiiller. ADEM-İ ÜLFET: Tanışıp, görüşmemek. MÜŞEVVEŞİ YET: Karışıklık. HAL-İ HAZIR: Şimdiki hal. TEFSİR ETMEK: Açıklamak, yorumlamak. HEDEF-İ MAKSAD: Hedef, gaye, maksad. MEŞRUTİYET-t MEŞRUA: Şeriat'a uygun meşrutiyet. MEŞVERET-İ ŞER'İYYE: Şeriat'a göre danışma. VÜCUD-U NURANİ: Varlık. BEDEL: Karşılık. MA'-
RİFET: Cenab-ı Allah'ı tanıma.
22 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
kanundur, şahıs değildir. Evet; meşrutiyet, hakimiyet-i millettir. Siz dahi hakim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir. Siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı aliyeyi uyandırır. Uyku bes. Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır. Siz de tam insan olunuz. İslamiyet'in bahtını, Asya'nın tali'ini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebediye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek. Siz daha me'yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyici ile çevirilmeye müstaid olan re'y-i vahid-i istibdadı, lâ-yetezelzel bir demir direk gibi, lâ-yetefellel bir elmas kiline gibi olan efkâr-ı ammeye tebdil eder. Siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor. Siz de hürriyet perverlikle padişah olmağa gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz'-i ihtiyarı temin eder, âzad eder. Siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üçyüz milyondan ziyade ehl-i İslam'ı bir aşiret gibi birbirine rabteder. Siz de o rabıtayı muhafaza ediniz. Zira meşveret perdeyi attı. Milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslamiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zira milliyetimizin ruhu İslamiyet'dir. Hakiki ve nisbi ve izafiden mürekkebdir. Başka millete benzemiyoruz.
S — İstibdadın çirkinliğine, meşrutiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?
C — Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil, size bürhan-ı nazariden daha ziyade muknidir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misal ile tasvir edip göstereceğim. İşte, biliniz:
Hükümet hekim gibidir. Millet hastadır. Farzediniz ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde —Allah etmesin— birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim. Hem de ta'çizimi isteme-
HAKlMİYET-İ MİLLET: Milletin hakimiyeti. AKVAM: Kavimler. SEBEBİ SAADET: Saadet sebebi. EŞVAK: Şevkler, coşkular. HİSSİYAT-I ALİYE: Yüksek ve ulvi duygular. BES: Yeter. ÖMR-Ü EBEDİ: Sonsuz ömür. MAZHAR ETMEK: Kazandırmak, layık kılmak. İBKA ETMEK: Bakileştirmek. ME'YUS OLMAK: Ümitsizliğe düşmek. HEVA: Nefsten kaynaklanan arzu ve emeller. TEHYİC: Coşturma. MÜSTAİD: Elverişli. RE'Y-İ VAHİD-İ İSTİBDAD: Tek bir kişinin keyfine ve reyine dayalı yönetim. LA-YETEZELZEL: Sarsılmaz. LA-YETEFELLEL: Yaralanmaz. EFKAR-I AMME: Kamuoyu. TEBDİL ETME: Değiştirme. SEFİNE-İ NUH: Nuh (a.s.) 'un gemisi. ESAS-I İNSANİYET: İnsan olmanın esası. AZAD ETMEK: Serbest bırakmak. CAMİD: Durgun, hareketsiz. RABTETMEK: Bağlamak. İHTİZAZA GELMEK: Titreyip, hareketlenmek. HAKİKİ: Gerçek. NİSBİ: Kısmi, izafi. İZAFİ: Görece, vakıa olarak gerçek, değişken gerçekliğe sahip. MÜREKKEB: Oluşmuş. TEFEKKÜR: Düşünme. TAAKKUL: Akletme. GÖZLE TAAKKUL ETME: Gördüklerine göre hüküm verme, gördüklerini anlama, sensüalizm. BURHAN: Delil. NAZARİ: Kesin ve somut olmayan, gözde canlandırılan. MUKNİ: İkna edici. TASVİR ETMEK: Özellikleriyle anlatmak. TA'CİZ: Rahatsız etme.
MÜNÂZARÂT 23
yen müdahanecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mizansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahud da ölür?
Evet, sırrına, şunun saye-i muzlimanesinde mazhar
oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek., hatta dâü'l-cû'ile karın ağrısına müptela olan emsalinize, hazm ilacı hükmünde olan iane toplamak, ya-hud eşkiyalık ve husumet derdiyle mültehab bulunan o vücuda, iltihabı tezyid eden hamidîlik icra etmek.. (ve ilâ âhir...) Acaba tedavi mi, yoksa tesmim midir? Melekü'1-mevte yardım etmektir. İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur.
Zira, sâbıkda padişah kendi yerinde mahbusgibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu. Yahud za'f-ı kalb ve kuvvet-i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahudmütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıi olan tabiatı anlattırmağa müsaid değildi. İşte hükümetteki istibdada, her şeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.
Amma bizzarurehükümet-iİslamiye'nin hedef-imaksadı olan meşrutiyet-i meşruanm timsalini isterseniz: Farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir. İçindeyim. Umum köylerde veyahud evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış., bir müntehab adam yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; "daü'1-cehl ile başağrısı var" yazılıdır. Ben dahi fen afyonunu —ibtida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı res-miyeye ifrağ ederek— veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan za'f-ı diyanet var. Ben de, fünunu, maarif-iİslamiye ile meze ederek bir macun yapıyorum; müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyo-
ı
Dostları ilə paylaş: |