İNANÇ TURİZMİ (YENİ ÇEVİRİ) İÇİNDEKİLER -
ÖNSÖZ
-
ROMALILAR
HAZRETİ İSA
MİSYONU
ÖLÜMÜ
-
HAVARİLER
-
ŞEHİTLERE YAPILAN ZULÜMLER
-
ŞEHİTLERİN ISTIRABI
-
ŞEHİTLERİN CESARETİ
-
EVANGELİSTLER
-
KİLİSENİN ZAFERİ
-
BİZANSLILAR
-
SELÇUKLAR VE HAÇLILAR
-
OSMANLILAR
-
MODERN TÜRKİYE
DOĞUAKDENİZ TÜRKİYESİNDEKİ AKTİF KİLİSELER
-ANTAKYA, İSKENDERUN, ADANA VE MERSİN-
DOĞUAKDENİZ TÜRKİYESİNDEKİ İLK TAPINAKLAR
-HATAY, OSMANİYE, ADANA, İÇEL İLLERİ-
DOĞUAKDENİZ TÜRKİYESİNDE ÖNEMLİ İLK HIRISTİYAN TAPINAKLARI -
ST. PETER KİLİSESİ
-
ST. SİMEON MANASTIRI
-
HABİB-İ NECCAR
-
ÇEVLİK (SELEUCİA PİERİA)
-
HİEROPOLİS-CASTABALA
-
KADİRLİ ALA CAMİİ
-
BEBEKLİ KİLİSE
-
ANAVARZA
-
ŞAR
-
YILANKALE
-
KOZAN KALESİ
-
ST. PAUL KUYUSU
-
ESHAB-I KEHF
-
KANLIDİVANE
-
AYAŞ (ELAİUSSA)
-
CENNET-CEHENNEM
-
HASANALİLER KİLİSESİ
-
KARAKABAKLI VE IŞIKKALE
-
CORYCUS VE KIZKALESİ
-
ST. THECLA TAPINAĞI
-
UZUNCABURÇ
-
CAMBAZLI KİLİSE
İNSANLIĞIN ARZUSU REFERANSLAR
ÖNSÖZ
Çağdaş turist, Türkiyenin o benzersiz kumsallarında doyasıya güneşleyip inanılmaz güzellikteki sularında serinleyerek her biri başlı başına bir hazine olan arkeolojik kalıntıların ve birbirinden muhteşem tarihi eserlerin sarsıcı güzellikleriyle sürekli büyülenir. Bu olağanüstü eserlere biraz dikkatlice ve derinlemesine bakıldığında sanki tarihin akışı içinde çok zorlu olayları yaşamış olan insanları görmüş gibi olursunuz. Minörasyanın Doğuakdeniz bölgesi, doğu ile batı dünyaları arasında sürekli olarak bir köprü konumunda olagelmiştir. Bu köprü sayesindedir ki, sadece mal ve eşya ticareti ile yetinilmeyerek Avrupa ülkelerinden yeni fikirler ve düşüncelerin transferinin gerçekleşmesi de mümkün olabilmiştir.
Bu kitapçıkta Hırıstiyanlığın başlangıç dönemleri tanıtılmaktadır. Bu bağlamda, Hırıstiyanlığın doğuşu, havariler dönemi, ilk Hırıstiyan toplumlar, Hırıstiyanlara Nero ve Dioclatianus gibi Roma imparatorları tarafından eziyet çektirilmeleri, M.S. 391 yılında Theodosius tarafından Hırıstiyanlığın resmen devlet dini olarak kabul edileceğinin önceden kestirilircesine daha M.S. 313 yılında Constantin’in Milan fermanının insanlara ibadet özgürlüğü sağlaması gibi hususlar açıklanmaya çalışılmıştır.
Ayrıca Bizans imparatorluğu, Haçlı seferleri, Selçuk Türkleri dönemlerindeki Hırıstiyanlığa da kısaca değinilmiş ve gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri tarafından Hırıstiyanlara özgürce ibadet hakkının tanınmasına da yer verilmiştir.
Antakyadaki St. Peter kilisesi, Tarsustaki St. Paul kuyusu, Silifkedeki St. Thecla tapınağı gibi Klikyadaki en önemli ilk Hırıstiyan tapınakları da olabildiğince ayrıntılı bir biçimde tanıtılmaya çalışılmıştır.
Hazreti İsa’nın 2000. doğum yılının anısına hazırlanmış olan bu mütevazi kitapçığın, insanlık deryasına düşen bir barış damlacığı olmasını umuyoruz.
Tayyar Zaimoğlu
Başkan
ÇUKTOB
ROMALILAR
Roma imparatorluğunda imparatorlar, halkını pagan konsept!ine uygun bir biçimde yönetmek üzere mutlak bir güce sahip bulunmaktaydılar. Roma imparatorluğunda sadece Romalılar tam olarak vatandaşlık ve öncelik haklarına sahip olmanın avantajını yaşıyorlardı. Sonraları, halkı zavallılığa ve sefalete mahkum eden, imparatorlukta tüm kurum ve kuruluşları ile tam anlamıyla bir gerileme periyodu yaşanmaya başlanıldı. Bunun sonucunda ise insanlar büyük bir mucize olmasını ve bir kurtarıcı Mesih’in gelmesini düşleyerek beklemeye başladılar.
HAZRETİ İSA
Romalılar gittikçe gerilerken, Hırıstiyan alemi ise Augustus yönetiminin 30. yılında Bethlehem’de doğan Hazreti İsanın öğretileri doğrultusunda sürekli yücelmeye başlamıştı. Hazreti İsa, Romalı aristokratların lüks ve ihtişamından sürekli uzak durmuş, tam aksine olarak sade ve mütevazi bir yaşam biçimini yeğlemişti. Yaşamını sıradan şehirler olan ve günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bulunan Galile ve Nazaret’te geçirmişti. Kocası sade bir marangoz olan, sıradan ve fakir sayılan bir kadının oğlu olarak dünyaya gelmiş, 30 yıla sığan ve zorluklar içersinde geçen yaşamında marangozluğu öğrenmiştr.
MİSYONU
Sinagog’ta almış olduğu haftalık öğretilerin dışında herhangi bir eğitim görmemiş olan bu fakir işçi, tanrının günahkarları bağışlayacağını açıklamak üzere tüm ülkeyi baştan başa dolaşmaya başladı. İnsanlar, alçak gönüllü ancak ikna yeteneği çok güçlü olan Hazreti İsa tarafından öne sürülen bu yeni inanç’ı çok çekici bulmuşlardı. O, sadece Allahın kelamını öğretmekle yetinmeyip hastaların iyileştirilmesi, ümitsizliğe düşmüşlerin teselli edilmesi, fırtınaların dindirilmesi, hatta ölmüş insanların diriltilmesi gibi sayısız mucizeler de ortaya koymakta idi.
ÖLÜMÜ
O’nun günden güne artmakta olan popülaritesi, pagan din adamlarının besledikleri düşmanlık ve nefret dolu duygularının körüklenmesine neden oldu. Mütevazi ve alçak gönüllülüğüne karşın son derece inandırıcı ve ikna edici bir özelliğe sahip bulunan Hazreti İsa tarafından bu yeni inanış, çok büyük kitlelere benimsetildi. O, Romalıların pagan uygulamalarının batıl olduğunu ifade ediyor, kendisinin de Allahın oğlu olduğunu dile getiriyordu. Ölüm cezasına çarptırılarak cezası hırsızlıktan mahkum edilen iki kişi ile birlikte çarmıha gerilmek suretiyle infaz edildikten sonra defnedildi.
Gömülmesinin üçüncü gününde mezarının boş olduğu görüldü. İnananları, onun yeniden dirilerek cennete yüceldiğini ilan ettiler.
HAVARİLER
İsanın ölümünden sonra, en yakını olan havarileri yeniden ortaya çıkıp onun doktrinlerini büyük bir cesaretle yayarak ve Hazreti İsanın dirilip cennete çıktığını ve tanrının sağında oturmakta olduğunu ifade ederek insanların arasında dolaşmaya başladılar. Havariler, iddialarının kanıtlanması için mucizeler de sergilediler. Böylece önceleri onları şaşkınlık ve merak içersinde dinlemekte olan insanlar, daha sonraları bu yeni doktrinleri benimsemeye başladılar. Pharisee’lerin tehditleri ve tanrı adını yaymaya devam etmemeleri hususunda uyarılmaları, hatta feci biçimde dövülmeleri ve zindanlara atılmaları bile asla onları yollarından döndüremedi. Serbest kalır kalmaz caddelerde ve halka açık yerlerde ibadet ve öğretide bulunmaya devam etmekten çekinmediler. Hatta Hazreti İsa uğruna acı çekmiş olmalarından dolayı kendilerini mutlu bile hissettiler.
Hazreti İsanın onları terk etmesinden hemen sonra onun en yakınları olan havarileri tekrar ortaya çıkarak İncili yaymak üzere bütün dünyaya dağıldılar. St. Peter, Hazreti İsaya inananlara ilk kez Hırıstiyan denildiği yer olan Antakyadaki kiliseyi kurdu. St. John, dini çalışmalarını Minörasyada sürdürdü. St. Philip, Kuzeyasyada faaliyet gösterdi ise de Phrygia’ya dönerek şehit oldu. St. Andrew, Scythia’da çoğunlukla göçebe toplumlar ile ilgilendi. St. Thomas ve St. Bartholomew, Parthian’larla ve İndian’larla birlikte oldu. St. Jude, Arabistan ve Mezopotamya’yı aydınlatmayla uğraştı. St. Mathews, Eithiopia, Mısır ve Abyssinia’ya gitti. St. Matthias, çalışmalarını Cappodocia ve Colchis’te sürdürdü. St. Paul ise hemen her yerde idi. Onun Romalılara Corinthianlara, Galeteanlara, Ephesianlara, Musevilere ve Phillipos halkına yazıtları halen mevcut bulunmaktadır.
ŞEHİTLE YAPILAN ZULÜMLER
Bu kısa anlatı, Hırıstiyanlığı kabul eden insanların çeşitliliğini tanımlamaktadır. Bu insanlar arasında en soylu ailelerin, hatta Nero sarayının mensuplarının bile bulunduğundan söz edilmektedir. Romada ve İmparatorlukta iki ayrı toplum yan yana yaşamlarını sürdürmüştür. Bunlardan birinci gruptakiler, nispeten daha küçük olmakla beraber hızlı bir biçimde büyüme eğiliminde olup Hazreti İsa tarafından öğretilen alçak gönüllülük, saflık, başkalarına saygı, fakirlere yardım gibi Hırıstiyan erdemlerinin örneklerine sahip idiler. İkinci gruptaki insanlar ise zalim, egoist, duygularıyla hareket eden, güç ve zevk-ü sefa peşinde koşan bir yapıya sahip idiler.
Doğal olarak bu iki toplum arasında başlangıçta büyük çatışmalara, bunun sonucunda ise nefret ve zulme sebep olan çok derin bir antipatinin varlığı söz konusu idi. Nero, çılgın eğlence partilerinde Hırıstiyanları canlı meşaleler olarak kullanmak suretiyle sistematik işkencelere başlamıştı. Hatta bu yeni dinin görünen lideri olan St. Peter ve havari St. Paul’a da işkence ettirmiştİ. Üç asır sonra, havarilerin ve inançları uğruna şehit olan inananların kanları ile kilise, zaferinin bedelini ödemişti.
ŞEHİTLERİN ISTIRABI
Yeni dinin popülaritesini yok etmek için Hırıstiyanlara zulüm yapmakla görevli olanlar, şehitlere en iğrenç ve şiddetli işkenceleri uygulamaktan geri kalmamışlardı. O günün koşullarında sıradan birer işkence metodu sayılabilen hapislik, kılıçtan geçirilmek, açlığa mahkum edilmek, vahşi hayvanlara yem edilmek gibi yöntemlere ek olarak, ateşe atılmak, içinde yağ kaynayan kazanlara atılmak, diri diri derisi yüzülmek, akkor hale getirilmiş demir sandalyelere oturtulmak, bu durumdaki demir ızgaraların üzerine yatırılmak, taşlanmak, canlı canlı parçalara ayrılmak, çarmıha gerilmek, katılaşmış cesetlere bağlanmak gibi akla hayale gelmeyecek işkenceler ve cezalar da uygulamışlardı.
ŞEHİTLERİN CESARETİ
Şehitlere uygulanan ve onların tahammül ettiği işkencelerin insanları ürperttiği kadar onların göstermiş oldukları cesaret örnekleri de o ölçüde şaşkınlık yaratmaktaydı. Küçücük çocuklar ve genç anneler ölüme bile tebessüm ederek, şarkılar söyleyerek ve tanrılarına şükrederek gitmekteydi. Onlar için en kötü şey bedenin değil de ruhun ıstırap çekmesi idi.
EVANGELİSTLER
Hazreti İsanın ölümü ve tekrar dirilişi olayından sonra, evangelist St. Matthew, St. Mark, St. Luke ve St. John M.S. 60-110 yıllarında kilise Evangel’lerini yazdılar. Bu Evangel’ler veya Gospel’ler, Hazreti İsanın hayatından ve öğretilerinden söz etmekteydi.
KİLİSENİN ZAFERİ
Şehitlerin kanlarıyla sulanarak hayat bulan tohumdan çoğalarak dünyayı kaplayan Hazreti İsa taraftarlarının sayesinde, önüne çıkan sayısız engellere rağmen kilise dört asırda çok büyük bir başarı kazandı. Sonuçta mağlup olanlar zalimler idi. İmparator Büyük Constantine M.S. 313 yılında kiliselere özgürlük, aslında devlet içerisinde onurlu bir konum kazandıran Milan Fermanını yayınladı.
O devirde bölgede yaygın olarak kullanılan dil Yunanca idi. “Alfa” ve “Omega”, Yunan alfabesinin ilk ve son harflerini oluşturmaktadır. Hazreti İsa, Book of Relevations’da “Ben Alfa ve Omegayım” demektedir. Bunun anlamının, “Ben İlk ve Son’um” olduğu açıktır. X işareti kutsal Trinity’i sembolize etmektedir. İmparator Constantine, M.S. 312 yılında Milvius köprüsü savaşının akşamında Hazreti İsanın kendisine zafere ulaşmak için Trinity sembolü olan X işaretini beraberinde taşımasını öğütlediğinin hayalini gördü. Hazreti İsanın sözleri, bu işaretle; Sen kazanacaksın! anlamına gelen “İn hoc signo vinces” idi. Constantine, savaşa üzerinde bu işareti taşıyarak girdi ve rakibi Maxence ve ordusunu mağlup etti. Bunun üzerine Costantine, imparatorluğun yegane güçlü hükümdarı oldu. Böylece Costantine’in kullanmış olduğu bu işaret, Hırıstiyanlar tarafından yaygın olarak kullanılmaya başlandı.
BİZANSLILAR
M.S.395 yılındaTheodosius, Roma imparatorluğunu oğulları arasında paylaştırmak üzere ikiye böldü. Honorius, başşehri Roma olan Batı’nın, Arcadius ise başşehri Costantinapole olan ve daha sonraları ise Orthadox’luğun da merkezi durumuna gelen Doğu’nun yönetimini üslendi. Burada, kısa bir zaman sonra basilica’lar, kilise’ler ve chapel’lerin yapımına başlandı. Pagan tapınakları ise 5. asırdan itibaren ya yıkılmak suretiyle yok edildiler ya da basilica’lara dönüştürüldüler. Bizans tüm Hırıstiyan kurum ve kuruluşları ile 1000 yıldan daha uzun bir süre ve 80 i aşkın imparatorun yönetimi altında, ta ki 1453 yılında Costantinople’in zaptedilmesine kadar yaşadı.
SELÇUKLAR VE HAÇLILAR
Selçuk imparatorluğu, batı Asyada çok geniş bir alanda Persia, Suriye, Ermenistan ve Minörasyanın büyük bir bölümünü işgal ederek 11. ve 12. yüzyıllarda hüküm sürmüştü. Bu arada 500 lü yıllardan 1453 yılına kadarki süreçte ise kilise, maddesel ve ruhani yönden çok büyük bir güce erişmişti. Bu bağlamda bir kral veya imparatorun kilise tarafından taç giydirilmeksizin yasal olarak görev hakkını kazanamadığı söylenebilir. Din, insanlar için sadece mutluluk ve refah kaynağı olmaktan çıkmış, politik amaçlar için bir araç da olmaya başlamıştı. Katolik kilisesi 1069 yılında Kudüs ve kutsal toprakları Müslümanlardan tekrar geri alabilmek için Haçlı seferlerini başlatmıştı. Bu amaçla Hırıstiyan Avrupa tarafından 8 ayrı sefer düzenlendi. Haçlı orduları genellikle Costantiople üzerinden Minörasyayı baştan başa kateden ve Müslüman Selçukluların elindeki topraklardan geçen bir yol izlemişlerdi. Haçlı seferlerinin sadece Müslüman dünyasında değil, aynı zamanda kilisenin bizzat kendisi üzerinde de çok önemli boyutta zararları olmuştu.
OSMANLILAR
Fatih sultan Mehmet, Costantinople’i 1453 yılında fethederek kendisine başşehir yaptı. Bu olayla birlikte hem Hırıstiyan dünyası hem de Osmanlılar için yeni bir çağ açılmış oldu. Avrupada reform hareketleri ve rönesans başladı. Osmanlılar dünya imparatorluğu olma yolunda sürekli olarak sınırlarını genişletmeye çalıştı. Fatihten itibaren Osmanlı sultanları, Hırıstiyan toplumuna kendi tapınaklarında ibadet etme ve Hırıstiyan olarak yaşamlarını sürdürme özgürlüğünü bahşetmişlerdi. Böylece kiliseler ve camiler barış içerisinde yan yana yaşamışlardı. Osmanlı sultanlarının haremlerinde Hürrem sultan, 4. Muratın annesi olan Kösem sultan gibi Hırıstiyan orijinli eşleri de oldu. Yeniçeriler, Müslümanlığı kabul eden Hırıstiyan çocuklarının oluşturduğu özel eğitimli bir ordu idi.
MODERN TÜRKİYE
Osmanlı imparatorluğunun temelleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti 24 temmuz 1923 tarihinde müttefik kuvvetlerle Ankara hükümeti arasında imzalanan barış antlaşması ile dünyaca tanınmıştı. Bundan hemen sonra 29 ekim 1923 tarihinde de Ankara hükümeti, Cumhuriyetin kuruluşunu ilan etti. Modern Türkiye devleti, anayasasında din yerine çağın gereklerine dayalı olmayı gerektiren laikliği benimsedi. Ülke genelinde her Türk vatandaşı ister Hırıstiyan, ister Müslüman, ister Yahudi olsun dinini seçme ve dilediğince ibadet etme özgürlüğüne sahip bulunmaktadır. Bu nedenledir ki günümüzde Katolik, Ortodox, Protestan kiliseleri ve Yahudi sinagogları sadece İstanbulda değil, ülkenin belli başlı şehirlerinde bile bulunmaktadır. Bu ibadethaneler, ülkedeki Müslüman olmayan bireylere dini hizmet sunmaktadırlar.
DOĞUAKDENİZ TÜRKİYESİNDE AKTİF KİLİSELER
Bu bölgedeki belli başlı Hırıstiyan tapınakları şunlardır
-
Katolik Kilisesi (Catholic Church)
Kurtuluş Caddesi, Kutlu Sokak No:6 31002 Antakya Tel: 0 326 2156703
-
Ortodoks Kilisesi (Orthodox Church)
Hürriyet Caddesi, Kilise Sokak No:14 31000 Antakya Tel: 0 326 2157771
-
Italyan Katolik Kilisesi (Italian Catholic Church)
Yenişehir Mahallesi, Mithatpaşa Caddesi No:5 31201 Iskenderun
Tel: 0 326 613 84 63
-
Aziz Corc Ortadoks Kilisesi (St. George Orthodox Church)
Denizciler Caddesi, Marcircor Kilisesi Fukara Vakfı No:43 31200 Iskenderun
Tel: 0.326 613 12 52
-
Aziz Nikola Kilisesi (St. Nicholas Orthodox Church)
Şehitpamir Caddesi, Rum Ortodoks Kilisesi Fukara Vakfı No:43
31200 Iskenderun Tel: (0.326) 614 12 52
-
Aziz Yohanna Kilisesi (St. John Orthodox Church)
Akdeniz Caddesi, Kilise Sokağı Arsuz/İskenderun Tel: 0 326 643 28 06
-
Karasun Manuk Ermeni Kilisesi (Karasun Manuk Armenian Church)
Şehitpamir Caddesi, 52. Sokak No:2 31200 Iskenderun Tel: (0.326) 613 27 74
-
İtalyan Katolik Katedrali (Catholic Cathedral)
Uray Caddesi, No: 85 33001 Mersin Tel: 0 324 2313227
-
Ortodoks Kilisesi (Orthodox Church)
Atatürk Caddesi, No: 2 33000 Mersin Tel: 0 324 2331687
-
Bebekli Kilise (Catholic Church)
Tepebağ Mahallesi, 10. Sokak No:35 Adana Tel: (0.322) 363 52 79
DOĞUAKDENİZ TÜRKİYESİNDE İLK HIRISTİYAN TAPINAKLARI
Costantine, kilise organizasyonuna dayalı bir devlet kurmuş ve ülkenin hemen her köşesine devasa dini yapılar inşa ettirmişti. Doğuakdeniz Türkiyesinde aşağıda sıralanan tapınaklar genellikle 5. veya 6. asırlardan kalmış olup şu anda çoğu kullanılmaz ve terkedilmiş durumdadırlar.
-
St. Peter Kilisesi.
-
Habib-i Neccar
-
Nahırlı köyü yakınlarında, St. Simon Sylite Manastırı.
-
Yeditepe köyünde Barleam Manastırı
-
Çevlik (Seleucia Pieria)
Osmaniye İlinde:
-
Bir Pagan tapınağı üzerine inşa edilen kilisenin kalıntıları arasında bulunmuş olan Ala Cami.
-
Hemite kalesi içindeki Kilise.
-
Castabala
-
Bebekli Kilise
-
Yağ Cami
-
Hasanağa Cami
-
Havariler Kilisesi
-
Oyma Kaya Kilise
-
Dilekkaya köyündeki Anavarza/ Anazarbus’taki Ermeni Kral Kilisesi.
-
Kozan kalesindeki Ermeni Pelestel Kilisesi
-
St. Paul Kuyusu
-
St. Paul Kilisesi
-
Eshab-ı Kehf
-
Ulu Cami (1579)
-
Makam Camii (1857)
-
Eski Cami (1415)
-
Kanlıdivane’deki (antik Canytelis) Papylos Kilisesi ve diğer 4 Kilise
-
Eski bir ada üzerindeki bir Kilise ve Ayaş’taki (antik Elaiussa) Roma tapınağından çevrilmiş olan Kilise.
-
Korykos kalesi ve Kız kalesindeki Kale
-
Şehir merkezindeki Roma tapınağından çevrilmiş olan Hırıstiyan Basilica’sı
-
Maryrium-Mağara içindeki kilise, St. Thecla Anıtsal Kilisesi, St. Thecla (antik Meryemlik) sitesi içersindeki Kubbeli Kilise veya Zenon Kilise ve Kuzey Kilise.
-
Boğsak adasındaki (antik Nesulion) iki Kilise.
-
Tisan’daki (antik Aphrodisias) St. Pantaleon Kilisesi.
-
Cennet Cehennem alanındaki Zeus tapınağı ve St. Mary Chapel’i,
-
Corycian mağaraları.
-
Hasanaliler köyündeki Kilise
-
Tekkadın’daki (Tekadın) iki Kilise.
-
Karakabaklı’daki iki Kilise
-
Işıkkale’deki Kilise.
-
Keşlitürkmenli’deki Kilise.
-
Sadece duvarları kalmış olan Stephane Kilisesi, Uzuncaburç’taki
(antik Deocaesarea) Mezar Kilise.
-
Ura’daki (antik Orba) Kilise.
-
Cambazlı’daki Kilise.
-
Alahan Manastırı
-
Eski Cami (1870),
-
Müftü Camii (1886)
-
Avniye Camii (1898),
-
Mığrıbi Camii (1898)
Antakya eski bir yerleşim alanı üzerine Seleukos tarafından MÖ. 300 yılında kurulmuştu. Antakyada geçmişte Doğu ve Helen kültürleri etkili olmuştu. Ancak MÖ. 64 yılında Roma egemenliğinin başlamasıyla Roma kültürü ve İnanç sistemi de etkisini göstermişti. Ana yollar üzerinde kurulmuş olan şehirde Paganizm, Ateşperestler, Yahudiler gibi farklı dinler ve inanışlar olmasına karşın iyi bir ticaret ve entelektüel yaşamın varlığı söz konusu idi.
Doğu ve Batı kültürlerinin iç içe olduğu Antakyada, Hırıstiyanlığın gelişmesi için sosyal atmosfer son derece uygundu. Zeus, Apollon ve Partheon’dan diğer tanrılar gibi Batı mitolojisindeki değerlere, Syrian Baal gibi doğu kültürlerindeki değerlere, tanrıçalar kültüne, ve ölüm, reinkarnasypn, ölümden sonraki yaşam, kullarının affedilmesi gibi kültlere inanan her türlü sosyal sınıf ve eğitim düzeyinden insanlar burada yaşamaktaydı.
Hırıstiyanlığın ilk yıllarında, Kudüsü terkeden bazı Yahudilere ek olarak Yunanca konuşan ancak Yunan olmayan bazı Helenist ve Cyrenian Yahudi göçmenler Antakyaya gelmişler ve yeni dini yaymaya başlamışlardı. Hiristiyanların Kudüste baskıya maruz kaldıklarında, aralarında yedi Deacon’dan biri olan Nicolaus’un da bulunduğu bir misyoner grubu da Antakya şehrine gelmişti. Böylece çok tanrıya inanan pek çok insan, din hakkında bilgi sahibi olmaya başlamış ve bundan da mutlu olmuştu. O zamanın koşulları altında bu yeni öğreti hem dinii hem de felsefii gereksinimler için bir çözüm olarak görülmekteydi. Bunun da ötesinde ilk misyonerlerin, Antakyadaki barış ortamı nedeniyledir ki korku duymalarına gerek yoktu.
Şehir ayrıca, Suriyenin başşehri olup Roma hükümdarının bir temsilcisi tarafından yönetilmekte idi. Kudüsteki Hırıstiyanlar, dindaşlarının Antakyada destek gördüklerini işittiklerinde ortamı tetkik etmek, ulaşılan noktayı değerlendirmek, beklentileri belirlemek ve bakış açısını ortaya koymak üzere Barnabas’ı oraya gönderdiler. Barnabas kendini Antakyada çok rahat hissetti. Çünkü, komşu bir toplumun bir ferdi olarak halk tarafından iyi karşılanmıştı.
Antakyada ibadetin ve herşeyin gayet düzenli bir biçimde devam ettiğini gözlemleyen Barnabas, Paul’un yaşamını sürdürmekte olduğu yer olan Tarsusa giderek ondan Antakyaya gelerek kendisine yardımcı olmasını istedi. Antakyaya birlikte dönerek bir yıl burada kaldılar ve insanlara yeni dini öğrettiler. Malalas’a göre, Pantheon’un karşısındaki Singon (Jaw) denen dar bir caddede veya şehirdeki geniş bir caddede halkı bilinçlendiriyorlardı.
Paul ve Barnabas’ın bu uğraşlarının başlangıcı MS. 40 yıllarına dayanır. Hazreti İsa’nın dinine inananlar için “Hırıstiyan” deyimi de ilk kez Antakyada ve yine MS. 40 lı yıllarda kullanılmıştı. Bu terim, Yahudilerden ayrı bir toplumu resmen tanımlamak ihtiyacını duyan Romalı yöneticiler tarafından kullanılmıştı.
Paul ve Barnabas’ın dinleyicileri başlangıçta belirli bir grup değildi. Dinsel konuşmaların pek çoğu, yeni katılanlar ve onlarla birlikte gelenlerin tanıştığı yerler olan evlerde gerçekleştirilmekte idi. Bu yerlerde kontrol ve gizlilik son derece önemli idi. Daha sonraları, Evangelist Luke’un arkadaşı Teophillus, kiliseye çevrilmek üzere evini bağışlamıştı.
“Kilise” sözcüğünün orijini olan “Eklesia” Hırıstiyan toplumunu ifade etmek üzere kullanılmıştı. Bu, kilisenin bir kurum olmadığını göstermektedir. St. Peter Antakyaya geldiğinde din, inanç, ibadet kavramlarının temel prensipleri dikkate alındığında bir birinden farklı gruplarla karşılaşmıştı. Her grubun bir doğal lideri ve evlerini toplantılara tahsis eden önemli bireyleri vardı. Ancak bunların hepsini bir araya getirecek tek bir lider mevcut değildi. Daha sonraki dönemlerde St. Peter, Antakya kilisesinin kurucusu (MS. 44 ), ilk Papa veya Patriarch olarak mütalaa edildi. Onun ilk ibadetini yaptığı ve ilk vaftizi gerçekleştirdiği yer olarak kabul edilen mağara-kilise, Ona izafeten St. Peter olarak adlandırıldı. Bu, Matta İncilin 18. bab, 16. bölümündeki şu ifadeye dayanır. “Sen Petrus’sun, ve ben kilisemi bu kayalarda bulacağım.” St.Peter, dinin Antakyada yayılışındaki katkılarının öneminin vurgulanmasının yanında ilk Papa olma ünvanı ile de onurlandırılmıştı. Bunların sonucu olarak Antakya, dört esas merkez arasında yerini almıştı. Bu merkezler ismen Roma, Kudüs, İskenderiye ve Antakya idi.
ST. PETER KİLİSESİ
Silpius dağının doğu uzantısı olan Staurin dağının yamaçlarındaki bir mağara geleneksel olarak ilk Hırıstiyanların toplanma yeri olarak bilinir ve St. Peter’in kilisesi olarak adlandırılır.
Bu, son derece normal bir şey. Çünkü ilk Hırıstiyan geleneğine göre St. Peter Antakya Kilisesinin kurucusu ve hatta ilk piskopos olarak kabul edilir. Ayrıca, Peter’in serüveninden söz eden St. Matthew İncilinin Antakyada yazılmış olduğuna inanılmaktadır.
Şimdilerde tıkalı olan tünel, olasıdır ki bir zamanların dağa doğru kaçma yolu idi. Duvarlardaki mozaik parçaları ve fresk izleri mağaranın ilk zamanlarından kalmadır. Dağdaki kayalardan sızan suların damlaması ile oluşan küçük havuzcuk, vaftiz amacıyla kullanılmıştı. Şu andaki mimber 1863 yılında eskisinin yerine yapılmıştır. Mağaranın orta çağda 1098 yılında Haçlıların eline geçişinden sonra bir kilise görünümüne dönüştürülmüş olduğu sanılmaktadır.
Katolik Kilisesi Anytakyada 1846 yılından beri Capuchin din adamları tarafından temsil edilmekte ve mağara ise dinsel hizmetler ve evlenme törenleri için halen kullanılmaktadır. Hac turlarına katılan gruplara da hizmet sunulmaktadır. 1963 yılında, St. Peter günü olan 29 Haziranda Papa Paul IV, burada bir ayin yapmış ve kiliseye yapılan bir hac ziyaret ile hoşgörü fırsatının her zaman elde edilebileceğini ifade etmişti.
St. Peter Kilisesi Antakya-Halep karayolunun sağ tarafında ve Antakyanın iki kilometre kuzey doğusunda bulunmaktadır.
.
ST. SIMEON MANASTIRI
Hırıstiyanlığın ilk zamanlardaki özelliklerinden birisi, mensuplarından istenen sadakat ve kendini kurban etme idi. Bir anlamda bu, din şehitliğinin, koyu Hırıstiyanların nihai amacı olduğu şeklinde bir yoruma yol açmaktaydı. Ancak, Hırıstiyanlığın Büyük Kostantin (324-337) tarafından Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra kendini kurban etmeye inanmış Hırıstiyanlar ortadan kalktı. Onlar için şehadet günü gitmiş, barış ve güven içerisinde sakin bir yaşam kendilerini tatmin etmez olmuştu. Kilisede, dünyasal zevklerden soyutlanmış bir yaşam biçiminin yayılması üzerinde Kilise ile İmparatorluk arasında barış sağlandı. Bu, Mısırda başladı, Filistin, Suriye, Minörasya ve Gaul’a kadar yayıldı.
Yönetsel güçlerin istenerek yapılan eziyetlere ve aşırıya kaçan davranışlara genellikle karşı olmasına rağmen, ömrünün çoğunu sütunların üzerlerinde adeta tüneyerek geçiren Styllite’ler (Yunanca stylos, tüğ kalem kelimesinden gelen), yeni bir yönelimin kuzey Suriyede tipik örneği olmaya başlamışlardı. Stylite St. Simon (MS. 389-459), bu yeni mezhebin kurucusu olarak bilinmektedir. St.Simon Klikya-Suriye sınırında doğdu ve genç yaşta Antakyaya göçtü. Bir manastırdaki temel Hırıstiyanlık eğitiminden sonra kendini Antakya yakınlarında bir hücreye kapadı. Bundan üç sene sonra, içine kapanmışlığının nişanesi olarak, kapanmışlığından caymasını engellemek üzere kendini bir kayaya zincirle bağladı. Fiziksel dayanıklılığı ve kendini adamışlığı, çok sayıdaki insan nezdinde onu ziyaret edilen kutsal bir kişi yaptı. Şifa arayan hastalar ve öğüt almak isteyen insanlar akın akın ona koşuyorlardı. İnsanların baskısından kaçmak için bir sütunun üzerine çıkmak suretiyle kendini izole etmeyi düşündü. Bu davranışı ise “Dünyadan yatay olarak uzaklaşamaktan ümidini keserek, dikey olarak uzaklaşmaya çalıştı” diye yorumlandı. İlk üzerine çıkılan sütun başlangıçta kısa iken, uzunluk sonradan yavaş yavaş artırılarak sonunda 13 metreye kadar ulaştı. Sütunun tepesi ise iki metre kare idi. Ancak o, sütununun tepesinde de öğütler vermeye, hastalıkları iyileştirmeye devam etti. Arapların yanında Hırıstiyanlar, Ermeniler, Persler de İngiltere gibi çok uzak ülkelerden buraya geliyorlardı. Sonuçta o denli ünlenmişti ki diğer şehirlerin, onun ölüsüne veya diğer bırakıtlarına sahip olmalarını engellemek üzere Antakya halkı onu koma halindeyken bir muhafaza içinde şehirlerine taşıdılar. Yolda bilinci açılan St. Simeon, kendini tekrar sütununa götürmelerini istedi ve bu isteği derhal yerine getirildi. Ölümünden sonra Antakyaya gömüldü. Onun sütununu İstanbula diktiren ve müritlerinden olan Stylite St. Daniel’in ricası üzerine İmparator Leo I(457-474), St. Simeon’un mezarını hemen başkente nakletti.
İnsanların adlandırdığı şekliyle bir “sütun aziz’in” yaşamını tanımlamak aslında hayli zor olsa gerek. Açlığa, susuzluğa, sıcağa, soğuğa, uykusuz gecelere rağmen hayli uzun bir süre yaşamış olmaları inanılmaz bir şey. Sütunun üzerindeki platformların etraflarında daima bir tür koruyucu parmaklık bulunmaktaydı. İhtiyaç olduğunda veya önemli bir konuğun gelmesi durumunda “sütun aziz’in” bir merdiven olmaksızın aşağı inmesi mümkün değildi. Stylite St. Simeon the Younger (?-529), St. Simeon’un diğer bir müridi idi. O da Antakya yakınlarında yaşamış, hatta bir sütun üzerinde papazlık ta yapmıştı. Zaman içerisinde bu Stylite azizlerinin sütunları civarında kiliseler ve manastırlar yapıldı ve onların müridleri ve inananları buralarda yaşamaya başladı. Bunlardan en önemlisi St. Simoen’e izafeten yapılmış olan, Orontes nehri vadisine yüksekten bakan ıssız bir tepenin doruğuna inşa edilmiş dev bir yapıdır.Yerel köylülerin buraya neden “ak-Kal’a veya kale demelerinin nedeni de budur. Bu kompleksin en çarpıcı özelliği merkezii bölümdeki Styllite sütununun kalıntıları, sarnıç, depo bölmeleri, ve ana kayaların yontulması suretiyle yapılan duvarlarıdır. Aslında manastır, farklı zamanlarda yapılmış olan, hepsi de özüne uygun olarak aziz sütununu kullanan ekstra binaların ilave edilmesi sayesinde varlığını sürdürebilmiştir. Kompleks’in merkezii bölümü 5. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanmaktadır. Buralarda sütunlar ve zevkle işlenmiş sütun başlıkları görülebilir.
HABİB-İ NECCAR
Habib-i Neccar camisi Kurtuluş caddesi üzerindedir. Burası eski bir Haçlı kilisesidir. Şehrin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra camiye dönüştürülmüştür. Minaresi ise 17. yüzyılda yapılmıştır.
ÇEVLİK (SELEUCIA PIERIA)
Seleucia Pieria (Çevlik), Orontes ırmağının, Keldağ’ın eteklerinde Akdenize döküldüğü yerden 10 kilometre kadar uzaklıktaki Coryphaesus dağının denize doğru bir uzantısı olan kayalıklarda, kısmen de daha aşağıdaki küçük bir düzlüğün üzerinde kurulmuş. Ugarit arşivlerinde ve Hititlerde bu dağ, Hazzi dağı olarak bilinmektedir. Efsaneye göre Seleucus I (MÖ. 321-281), bu dağda kurban keserken bir kartal kurbanın bir parçasını kopararak yeni kasabanın kurulacağı yere götürmş. Burası yakınındaki Antakya Pieria Dağına izafeten adlandırılmış olup kıralın saltanatında adını verdiği dokuz şehirden birisi olmuş.
Ancak kral, bir sahil şehrinin denizden gelebilecek saldırılara açık olduğunu görerek, güçlü bir donanmadan da yoksun olduğu içindir ki yeni başşehrini, ticari kara yollarının da rahatlıkla kontrol altında tutulabileceği bir yer olan Antakyaya taşımayı yeğlemişti. Kralın kuşkularında haklı olduğu, limanın daha sonraları MÖ. 241-219 yıllarında Mısır Ptolemie’leri tarafından ele geçirilmesi ile kanıtlanmış oluyordu. İlk Maccabee kitabında bundan şöyle söz ediliyordu “Şeytanı Alexandr üzerinde tuzak kurmasıyla, Kral Ptolemy, Selucia-by-the-Sea’ya kadar uzanan deniz kenarındaki şehirleri ele geçirdi” (1 Mc 11:8)
Selucia limanı bir nehirin oluşturduğu doğal bir çanağın genişletilmesi suretiyle oluşturulmuştu. Sonradan Vespasian, ve daha sonra da Titus tarafından nihayet ertesi yüzyılda tamamlandı. Bu arada limanın nehirin getirdiği siltlerle dolmaması için nehrin limandan uzaklaştırılması amacıyla bir yapay su yolu inşa edilmişti. 1400 metre dolaylarında bir kanal olan bu yapının son 130 metresi ise 6 metre genişlik ve yükseklikteki bir tünel olarak kayaların arasından geçirilmişti.
Titus tüneli olarak adlandırılan bu tünelin yapımı, Roma’nın illerde uygulamış olduğu en büyük proje idi. Vespasian (69-79) ve Titus (79-81) isimlerinin geçtiğii duvarlarındaki halen mevcut yazıtların, Domition’u da (81-96) kapsamakta olduğu gerekir. Diğer yazıtlar, çalışmanın bölümler halinde ve doğu Anadoluda konuşlandırılmış Romalı özel lejyonlar tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu belgelemektedir. Diğer bazı yazıtlar ise işin, Antonius Pius komutasındaki lejyon askerler tarafından 149 yılında tamamlanmış olduğunu göstermektedir.
Burası, St. Paul ve Barnabas’ın ilk misyoner seyahatleri için Kıbrısa yelken açtıkları limandır.
OSMANİYE
HIEROPOLIS-CASTABALA
Hieropolis, MÖ. 1. yüzyılda kurulmuş olan ünlü ve büyük bir Roma kentidir. Kayalar arasında, 6. yüzyıla ait caddeler, hanlar, bir tiyatro, bir kale, ve mezarlar bulunmaktadır. Artemis Tapınağından dolayıdır ki Castabala çok büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca 5/6. yüzyıla ait iki de kilise bulunmaktadır. Bunlardan birisi sütunlu yolun hemen sağındadır. Bunun yapımında, Roma Krallığı dönemine ait harabelerden kalan mimari kalıntılar kullanılmıştır.
KADİRLİ ALA CAMİ
Suriye stilindeki bu cami, aslında 12 yüzyılda kilise olarak kullanılmış, Roma döneminden kalma bir basilica’dır. 1498 yılında bir minare ve mihrap eklenmek suretiyle camiye dönüştürülmüştür. Burası Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde hep önemli bir yapıt olmuştur. Cami içerisinde Roma dönemine ait mozaikler, avluda ise Bizans dönemine ait mezarlar bulunmaktadır.
ADANA
BEBEKLİ KİLİSE Bebekli Kilise 1880-1890 yılları arasında yapılmıştır. Resmi adı, Saint Paul Kilisesidir. Kilisenin tepesinde 2.5 metre yüksekliğinde Meryem Ananın bronz bir heykeli bulunmaktadır. Türk halkının diğer dinlere olan saygısını demonstre etmek amacıyla burada hergün saat 18.00 de tören düzenlenmektedir. Bebekli Kilise Adananın şehir merkezindedir. ULU CAMİ
Ulu cami Halil Bey tarafından 1507 yılında yapılmış, 1541 yılında ise bir binanın eklenmesi suretiyle genişletilmiştir. Halil Beyin türbesi de buradadır. Cami yumuşak taştan yapılmıştır. Üzerinde, iri arap harfleri ile yazılmış bir kitabenin yer aldığı bir anıtsal girişi ve sekiz minaresi vardır. 16.yüzyıla ait ilginç bir örnektir.
YAĞ VE HASANAĞA CAMİLERİ
Yağ camii: Saint Jacques Kilisesi iken, Halil Bey tarafından 1501 yılında camiye dönüştürülmüştür.
Hasanağa Camii: Yağ Camiinin arkasında, Alidede caddesi üzerindedir. Planı, dünyaca ünlü Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Kubbeli olan bu camide yumuşak taşlar kullanılarak inşaatı 1558 yılında tamamlanmıştır.
YILANKALE
11. yüzyılda yapılan orta çağa ait bu Haçlı kalesi, Toros dağlarını Antakya şehrine bağlayan tarihi bir yol üzerinde yapılmıştır. Kale 8 yuvarlak burç ve bir de güney tarafında yapılmış bir askerii nizamiye’ye sahiptir. Ayrıca bir de kilise de bulunmaktadır. Kalenin eski ismi ise Govara Kalesidir.
ALADAĞ AKÖREN KİLİSESİ
Aladağ bölgesindeki Akören köyünde kurulmuş olan şehir, Toros Dağları üzerindedir. Bu şehrin kalıntılarının Roma devrinden kalma olduğu bilinmektedir. Akörende bazı kilise kalıntıları bulunmaktadır.
ANAVARZA
Roma krallığı sınırları içerisindeki Anazarbus veya Caesarea olarak bilinen yerleşim alanı, Adana iline bağlı Kozan ilçesinin 28 kilometre güneyinde kurulmuştur. Bu tarihi şehrin hemen surları dışındaki köy ise Dilekkaya’dır.
Anavarza’da 20 burç’a sahip ve 1500 metre uzunluğundaki bir sur’un, dört nizamiyenin, bir sütunlu yolun, bir hamam ve bir kilisenin kalıntıları yer almaktadır. Şehir surlarının dışındaki kalıntılar arasında ise bir tiyatro, bir stadyum, bir akedük, kaya mezarlar, şehrin batı tarafında bir mezarlık, masif kayalıklardan geçirilmiş bir yol, mozaikler (deniz tanrıçası Thetis’e ait olup MÖ. 3. yüzyıldan kalma ), türünün Adana bölgesindeki tek örneği olan 3 girişili bir tak-ı zafer ve tepe üzerinde bir ada gibi yükselen orta çağ kalesi, sayılabilen belli başlı eserlerdir.
.
ŞAR
Şar, Adananın kuzey doğusundaki Tufanbeyli ilçesine 20 kilometre uzaklıkta ve Kayseriye hayli yakın bir köydür. Burası Klikya Komanası (Clicia Commanage) olarak ta bilinir. Roma döneminde ise “Hieropolis ve Çoman” olarak adlandırılmış, Türkler ise Şar adını vermişlerdir. Bu yörede yapılan kazılar özellikle Hitit tarihini gün ışığına çıkarmış bulunmaktadır. Roma Dönemine ait kalıntılar da hayli iyi durumdadır.
Bu köyde gerçekleştirilen dini törenlerde Hitit Krallarının da görev almış olmalarından dolayıdır ki antik çağlarda burası hayli önemli idi. En büyük dini tören Hitit ana Tanrıçası “Magda-Mater” için yapılmıştı.
Ayrıca Göksu nehrinin sol sahilindeki tepede bir amphitheatre yer almaktadır. Bizans dönemine ait bir kilisenin kalıntıları da hayli ilgi çekicidir. Ancak bu klisenin tepesi yıldırım nedeniyle devrilmiş bulunmaktadır. Bu nedenledir ki bu kliseye bundan böyle “kırık kilise” denmektedir. Tanrıça tapınağının girişi olduğu sanılan Alakapı, 1800 yaşında olup tamamı, devasa tek bir parça taştan yapılmıştır.
KOZAN KALESİ
Kozan Kalesi çok büyük bir stratejik öneme sahiptir. Burası 9. yüzyılda Abbasilerin, 11. yüzyılda Selçukluların, daha sonra da Haçlıların eline geçmiş, 1187 yılında da Ermeni prensliğinin bir parçası olmuştu.
Kalede her üç yılda bir, vaftiz ile ilgili önemli bir seramoni yapılır. Bu seramoni kalenin Hırıstiyanlık açısından ne denli önemli olduğunu vurgulamaktadır.
MERSİN (İÇEL)
TARSUS ST. PAUL KUYUSU
Şehir merkezindeki kaymakamlık binasından kuzeye doğru zik-zaglar çizen 37. numaralı yoldan yaklaşık 300 metre gittiğinizde, çok sayıda eski tarsus evlerinin bulunduğu Cami-i Cedid mahallesindeki St. Paul kuyusunun bulunduğu alana varırsınız.
Bir zamanlar St. Paul’un evinin olduğu var sayılan ve çiçeklerle dolu olan bu meydanda bir de çıkrıklı kuyu bulunmaktadır. Duvarda asılı tanıtım levhasında St. Paul’un bir portresi ve hayat hikayesi yer almaktadır. Bazı eski sütunlar ve üzerinde yazılar olan mermer parçaları ise bu alanın dekoratif parçalarıdır. Son zamanlarda kazılarak gün ışığına çıkarılmış olan girişteki temel, Orta çağdan kalma bir duvarın özelliklerini yansıtmaktadır.
Ttaş duvar örülü ve kare kesitli olan 38 metre derinliğindeki kuyunun kapak taşı ise yuvarlak ağızlıdır.
Kuyunun eksilmeyen suyunun mukaddes olduğuna ve tedavi edici bir özelliğe sahip olduğuna inanılmaktadır. Bu sudan içen veya eline, yüzüne bu sudan süren kimse, kendini kutsanmış hisseder.
Kuyu alanı Tarsus Belediyesince korunmakta ve kontrol altında tutulmaktadır. Antik çağda Tarsus sadece sürekli olarak bir sanat ve kültür şehri olmayıp aynı zamanda dinsel bir merkez idi. Kilise konseyleriinin üçü 431, 435 ve 1177 de Tarsusta gerçekleştirilmişti.
Her ne kadar kesin olarak bilinmiyor ise de St. Paul’un doğum tarihinin MÖ. 5 ile 15 yılları arasında olduğu tahmin edilmektedir. Esas şehrinin Tarsus olduğunu, Kudüste Roma komutanı ile yaptığı bir konuşmasında şu cümlesi ile ifade etmişti “Ben bir Yahudi, bir Klikya Tarsuslusu, bir kötülüğü olmayan şehrin hemşehrisiyim”
.
Önceleri ismi Saul olan Paul, Roma vatandaşı olan ve çadır ticareti yapan bir Yahudinin oğlu idi. Gençliğinde tanrıbilim eğitimi yapmak üzere gittiği Kudüste, Haham Gamaliel’in müridi oldu. Saul o sıralarda Judaizme inanıyordu. Orada Hırıstiyanlığa geçen Yahudilerle tanıştı.
Saul, bir gün Şam’a giderken İsanın hayalini gördü. Bu mucizeden hemen sonra ise içi kutsal ruh ile dolarak Hırıstiyan oluverdi. Hanania tarafından vaftiz edilerek Saul yerine Paul adını aldı. Bundan itibaren tüm yaşamını gerçeği anlatmaya adadı.
Bu amaca yönelik olarak Paul, üç misyon seyahati gerçekleştirdi:
Bu seyahatlerin 44-47 yılları arasına rastlayan ilkinde St. Barnabas ve St. Marc ile birlikte Kıbrısa, Pamphylia’ya ve Galatia’ya gitti ve buralarda Perge, Pisidia, Thecla, ve Derbe ile karşılaştığı Iconium kiliselerini kurduktan sonra da tekrar Kudüse döndü.
49-52 yıllarını kapsayan ikinci seyahatinde ise St. Timothy ve St. Silas ile birlikte idi. Bu kez kuzeybatı Anadolu ve Makedonyaya giderek Hırıstiyanlığı Avrupaya taşıdı. Buralarda Phillippopolis, Salonica ve Piraeus kiliselerini kurdu. Atinada Aeropagos Konseyinde bir konuşma yaptı. Kısa bir süre Korinthos’ta kaldı. 52 yılında Akhala valisi Konsül Galio’ya karşı kendini savundu.
Üçüncü ve son seyahatini ise 53 ile 57 yılları arasında gerçekleştirdi. Bu kez Pieira’daki Selucia (Antakya) limanından gemi ile Efese geldi.Bu gezi yaklaşık olarak ilk seyahatinde gitmiş olduğu yerleri kapsamaktaydı. Troas ve Makedonyada da yeni başarılar kazanarak tekrar Kudüse döndü. 58 yılında karşıtı olan yahudilere ters düşmüş olmasından dolayı yakalandı ve iki yıl hapiste yattı. Sonrasında ise bir Roma vatandaşı olarak Sezar Mahkemelerinde yargılanma hakkının kendine verilmesini istedi. Romaya gönderildi. Malta yakınlarında gerçekleşen bir gemi kazasınının ardından serbest bırakılacağı Romaya ulaştı. Fakat çok geçmeden, 66 yılında tekrar hapse atıldı.
St. Paul 67 yılında Nero tarafından idam edilerek şehitlik mertebesine ulaştı. Gittiği her yerde paganizme karşı Hırıstiyanlığın propogandasını yapmıştı. Öğretilerinde, çarmıha gerilen İsa’nın bir Mesih ve kurtarıcı olduğunu ifade ediyordu.
St. Paul, mucizeleri ile insanları adeta büyülemişti. Zulüm altında ezilen toplumlara ise kararlı konuşmalarıyla ümit ve cesaret veriyordu. Bu bakımdan, pek çok ülkede Hırıstiyan gruplarının doğmasını sağlamıştı. Yahudilerle olan ilişkilerindeki hatalarına karşın, Yahudi olmayanlara nasıl davranılacağını çok iyi bilmekteydi. Bu nedenledir ki “Yahudi olmayanların Havarisi” diye isimlendirilmişti. İsa’nın doktrinlerini en başarılı olarak öğreten St. Paul, havari olarak gösterilmişti.
W. M. Ramsay’a göre, doğu yaşamının geleneksel kurallarını Yahudi fanatizminden ayıran ve bu kuralları daha serbest bir doktrinsel temele oturtan St. Paul bir reformist idi. Anadolu Hırıstiyan Topluluğuna yazdığı ondört önemli mektubu, yazdığı tüm önemli mektupların arasında ayrı bir yer oluşturmaktadır. Romada bulunduğu zamanlarda, Romalı hatip ve cefakar filozof Seneca ile mektuplaşmıştı. Hazır cevaplığın en iyi örneklerini de bu çalışmalarında ortaya koymuştu.
Augustine, Aquinas, Luther ve Calvin gibi büyük teolojistler, St. Paul’den derin bir biçimde etkilenmişlerdi. Her yıl 29 Haziranda St. Paul yortusu kutlanmaktadır.
ESHAB-I KEHF
Tarsusun 20 kilometre kadar doğusunda ve Toros Dağlarının bir tepesinin eteklerinde, Müslümanlar için uzun sürelerden beri kutsal bir ziyaret yeri olan “küçük bir mağara” vardır. Burası genellikle Hac görevi için Mekkeye gitmekte olan insanlar tarafından ziyaret edilmektedir.
Eshab-ı kehf ile ilgili olan efsaneye göre burası, içinde Yedi Uyurların gizlenmiş olduğu mağaradır. Bunların öyküsünün, Hırıstiyanların zulme uğradıkları, İmparator Decius’un (240-251) hükümdarlığı döneminde geçtiği varsayılmaktadır. Hıyanet suçundan dolayı kendilerini öldürecek olan Romalıların elinden kaçan bu insanlar, buraya gizlenerek onlardan kurtulmak isterler. Bir mucize gerçekleşir ve Hırıstiyanlara yapılan baskılar sona erinceye kadar uzun yıllar burada uyuya kalırlar. Bu süre içerisinde köpekleri Ketmehr tarafından korunurlar. Efsane, inançlı insanların tanrı tarafından korunacağının bir nişanesi olarak Kuranda yeralmaktadır (Sure XVII:8-26) (Benzer bir efsane de Efesteki Pion dağının kuzeyindeki bir mağara için söz konusudur).
Tarsus ile Namrun arasındaki bir yolun hemen sonundaki mağaranın girişi, bitişiğindeki modern bir cami ile yan yanadır. Ananeye göre mağaranın girişindeki dar bir geçitte sıkışan kimsenin tüm günahlarından arınacağı ifade edilmektedir. Mağaranın içerisinde ve çevresinde bağlanmış olan bez parçalarından, buraya ne kadar çok insanın sıkıntılarından kurtulmak üzere gelmekte olduğu kolayca anlaşılır.
Hem Hırıstiyanlar hem de Müslümanlar Yedi Uyurlar efsanesini benimsemektedir. Eshab-ı Kehf’in Arapçadaki anlamı”Mağara Arkadaşları” dır. Bu yedi delikanlının adları değişik şekillerde olup şöyle sıralanmaktadır: Malchus (Mesliha), Maximilianus (Mislina), Martinianus (Mernus), Johannes (Yemliha), Dionysius (Debbenus), Serapion (Shazzernus) ve Constantinus (Kefestatyus). Bu isimler, şeytanın şerrinden korunmak amacıyla genellikle uğurluklar üzerine yazılır. Ünlü köpeklerinin adı ise Kuranda da geçmektedir.
KANLIDİVANE
Ana yoldan yaklaşık 3 kilometre dışarda, Ayaş ile Limonlu arasındaki uzaklığın tam orta yerinde bulunan Kanlıdivane, geniş bir krater yapıdır. Krater, yer altı nehirlerinin etkisiyle oyulan çoğunlukla kireçtaşı formasyonlar olup bölgenin genel jeolojik yapısının bir parçasıdır. Kraterin güney duvarında MÖ. 3. yüzyıla ait, dört kadın ve muhtemelen rahip olan iki erkek figüründen oluşan ilginç bir röliyef bulunmaktadır. Bu sarp kayalar üzerine oyma yapan işçilerin çalışmalarının sağlanması için mutlaka olağanüstü mühendislik önlemleri alınmış olması gerekmiştir. Cezaya çarptırılan suçluların bu boşluğa atıldığına ilişkin hikayeler vardır. Bu boşluğun yakınında Bizans dönemine ait bir basilica kilise ve aidiyeti bilinmeyen küçük bir tapınak mevcuttur.
AYAŞ (ELAİUSSA)
Ayaş (Elaiussa), Kızkalesinin 3 kilometre doğusundaki Ayaş köyünün sınırları içerisindedir. Her ne kadar Hitit yazıtlarında MÖ. 1400 yılına dayanan Vilusa şehri olduğu belirtilmekte ise de diğer kaynaklar buranın MÖ. 11. yüzyılından kalan, Roma ve Hırıstiyanlık dönemlerinde önemli bir ada şehri olmasına karşın limanın kumlarla dolması yüzünden adanın ana kara ile birleşmesi sonucunda önemini yitirmiş olan Elaiussa şehri olduğunu iddia etmektedir.
Antik şehrin girişinde Romalılar dönemine ait mezarlar, sadece 5 sütunu ayakta kalabilmiş olan bir Roma tapınağı ve bir kilisenin kalıntıları halen durmaktadır.
CENNET VE CEHENNEM
Burası, Narlıkuyunun kuzeyinde ve ana yoldan 2 kilometre uzakta, içinde Cennet ve Cehennem çukurlarının, Zeus tapınağının ve bazı şehir kalıntılarının bulunduğu bir alandır.
CENNET
Bir yer altı nehrinin neden olduğu kimyasal erozyondan dolayı üst tabakaların çökmesi sonucunda oluşan Cennet Çukuru, Corycian Mağaralarının en büyüğüdür. 452 basamaklı kısmen antik bir patika yoldan gidilerek çukurun dibinde 260 metre uzunluğundaki mitolojik dev Typhon Mağarasına ulaşılır. Bu mağaranın girişindeki küçük kilise MS. 5. veya 6. yüzyılda St. Mary’nin adına inşa edilmiştir.
ZEUS TAPINAĞI VE KİLİSESİ
Bu tapınak Zeus’un zaferini sembolize etmek için yapılmıştır. Tapınak üç dönem boyunca amcına hizmet etmiştir. Hırıstiyan döneminde tamamen tahrib edilmiş ise de kilise, orijinal taşları ile yeniden yapılmıştır. Kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bu kilisenin 4. yüzyıla veya 5. yüzyılın başlarına ait olduğu sanılmaktadır.
CEHENNEM
Cehennem çukuru da Cennet çukurundaki doğa olayı sonucunda oluşmuştur. Mitolojiye göre Zeus, azgın ejderha Tycon’u Etna Volkanına atmadan önce bir süre hapiste tutmuştur.
HASANALİLER CHURCH
Cennet-Cehenneme giden yoldan devam edildiğinde, içinde eski Hırıstiyanlık döneminden kalan ve “Çanlı Kilise” diye adlandırılan yapıtın ayakta durduğu Hasanaliler köyüne ulaşılır.
KARAKABAKLI VE IŞIKKALE
Karakabaklı: Buraya, Mersin-Silifke karayolu üzerindeki Karadedeli köyünden itibaren 6 kilometrelik stabilize bir yol ile ulaşıldığında geniş bir alana yayılmış olan tarihi kalıntılarla karşılaşılır. Bu şehir kalıntılarının arasındaki taş kaplamalı yol üzerinde şehir Tetrapylon’u vardır. Bu, ilk Bizans dönemine aittir. Şehrin daha içeri kesimlerine ise evler yerleştirilmiştir. Burada eski bir kiliseye ait olan harabeler de görülebilir.
Işıkkale: Karadedeli köyünün 7 kilometre kuzeyindedir. Burada ilk Bizans döneminden kalan ve terkedilmiş harabeler vardır. Bunlar arasında tek katlı evler, bir basilica ve bir sarnıç sayılabilir.
CORYCUS KALESİ
Corycus Kalesi Mersin-Silifke karayolunun 6. kilometresindedir. Kale iki ayrı duvar ile çevrilmiştir. İkinci duvarın sonraki dönemlerde yapılmış olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kalede üç adet kilise ve bir de su sarnıcı vardır. Kalenin dışında ise mezarlık, kiliseler, sarnıçlar, anıtsal mezarlar bulunmaktadır.
KIZKALESİ
Bu, karadaki kalenin tam karşısındadır. Corycus, kıyıdan 800 metre uzaktaki küçük bir ada üzerine kurulmuştur. Savunma amaçlı 8 burç’a sahip olan kale, insanların olası tehlikelerden korunması amacıyla 12. yüzyılda yapılmıştır.
ST. THECLA TAPINAĞI (MERYEMLİK)
Türkçede Meryemlik olarak adlandırılan St. Thecla sitesi, Silifkenin 15 kilometre güneyindeki antik Seleucia acropolis’inde bulunmaktadır. St. Thecla, St. Paul’u tanımış olduğu yer olan Konyada doğmuş ve sürekli olarak erkek giysileri giymek suretiyle onu her yerde izleyerek çok koyu bir Hırıstiyan olmuştur. Kendini tamamen Hırıstiyanlığın yayılmasına adamış olup hırıstıyanlığın önde gelen öğretici azizdir. Sitenin nüvesini oluşturan kutsal mağara ve Martyrium, yarım kubbesinin bir parçası halen ayakta kalmış olan St. Thecla’nın anıtsal Basilica’sının tam altında bulunmaktadır. Kendisini öldürmeye kararlı düşmanlarının takibinden kaçan St. Thecla’nın, peçesini dışarısında bırakarak girmiş olduğu mağarada kaybolduğu yolunda yaygın bir inanış vardır. Peçe şeklindeki bir kaya, bu olayı temsil etmektedir. Bu mağara, 2. asırda bir Hırıstiyan tapınağına dönüştürülmüştür. Kazılarak yeryüzüne çıkarılan girişteki iki pencerenin ön tarafındaki yer mozaiklerini görülebilir. Üç oluklu ve doric başlıklı iki sıra halindeki sütunlarla birbirinden ayrılmış olan iki giriş bölümü ve bir ana bölümden oluşan Basilica, 4. asırdan kalmadır. Kutsal bölgeyi çevreleyen duvarın temellerini Basilica civarında görmek mümkündür. St. Thecla, fırtınalı yaşamının son yıllarını Clicia’daki Seleucia’da geçirmiştir.
St. Thecla Basilica’sında, kuzeyde ve vadiye doğru uzanan burun üzerinde Cupola Kilisesi veya Zino Kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır. Tek parça beyaz bir mermerden oyulmuş olan vaftiz kurnasını görmek halen mümkündür. Cupola kilisesi, İstanbuldaki Justinian’ın Saint Sophia Kilisesi ile doruğa çıkan Bizans kilise mimarisinin ilk örneklerinden birisi olması nedeniyle son derece önemlidir. İmparator Zeno, Cupola kilsesini Basiliscos zaferine teşekkür bağlamında inşa ettirmiştir. Kuzey kilisenin temelleri, kırılmış sütun gövdeleri, ve diğer kalıntılar çevreye saçılmış durumdadır. Bunlar arasında, kaşık şeklindeki bir mermer bloğu kayda değer bulunmaktadır. 14.40 m. boyunda ve 11.40 m. genişliğindeki büyük bir sarnıç, St. Thecla Basilica’sının mevcut yarım kubbesinin ykınında ve hiç bozulmamış olarak durmaktadır. Sarnıcın içinde üç eşit bölüm bulunmaktadır. Bu bölümler birbirinden, 2 sıra halinde başlıklı 32 kolonla ayrılmıştır. Yapımı, 6. asırın ilk yıllarına rastlamaktadır.
ALAHAN MANASTIRI
Alahan Manastır komplex’i Mut’tan 20 kilometre uzaklıkta, 1200 metre yükseklikteki bir tepe üzerinde olup derinlerdeki Göksu nehri vadisine tepeden bakmaktadır. Manastır içerisinde bulunmuş olan yazıtlara göre yapıt, 5.yüzyılda Tarasis the Elder tarafından inşa ettirilmiştir. Terasın batı ucundaki Basilica’nın röliyeflerle süslenmiş bir girişi vardır. Üst eşiğin ön yüzündeki röliyefler, uçmakta olan iki melek tarafından taşınan bir Hıristiyan madalyonunu tasvir etmektedir. İki sütunun ön yüzleri, acanthus yaprakları, üzüm yaprakları, üzüm salkımları, kınalı keklik ve balıklarla süslenmiştir. Vaftiz bölümünün yakınında üç kolondan oluşan bir sıranın ayırdığı ana bölüm ve giriş bölümü bulunmaktadır. Çok iyi bir biçimde korunmuş olan vaftiz kurnası, bir taştan yapılmış hac’ın ortasındadır. Hac’ın kollarına kazınmış basamaklar vaftiz kurnasına doğru inmektedir. Kaya mezarlar, som kayalara oyulmuş yarım daire şeklindeki niche’ler ve bu niche’lere yerleştirilmiş lahitlerden oluşmaktadır. Bu mezarlardan bir tanesi, manastırın kurucusu olup 426 yılında ölen Tarasis’e aittir.
Doğu kiliseye incelikle dekore edilmiş üç kapıdan girilir. Türk Marco Polo’su diye bilinen Evliya Çelebi, 1671 yılında bu kiliseyi yapımı henüz tamamlanmış bir yapı olarak anlatmaktadır. Doğu kilise ve Batı basilica arasındaki bir sütunlu giriş, manastır complex’inin ünitelerini birbiri ile irtibatlandırmaktadır. Bu sütunlu girişin orta noktasında ne amaçla yapılmış olduğu bilinmeyen ince oylumlu bir anıtsal Aedicula bulunmaktadır.
Diğer ikinci derecedeki yapılar, genellikle kayalık bölümlerin üst taraflarına yerleştirilmişlerdir. Bunlar herhalde rahipler için istirahat odaları, yemekhane , mutfak olarak kullanılmışlardır.
UZUNCABURÇ
Ulaşımı asfalt bir yol ile sağlanan Uzuncaburç, Silifkenin 30 kilometre kuzeyinde ve deniz seviyesinden 1200 metre yüksekliktedir. Burası ormanlarla çevrili bir platodur. Helenistik dönemde Olba diye adlandırılırken Roma döneminde Diocaesarea adını almış olan şehir, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde de varlığını korumayı başarmıştır. Bu gün bile o antik atmosferini devam ettirmekte ve ayrıca iskan amaçlı da kullanılmaktadır. Geçmişten günümüze ulaşan pek çok kalıntılar arasındaki Zeus Tapınağı, şehrin adını almış olduğu beş katlı ve 22 metre yükseklikteki burç, kaya mezarlar, çeşmeler, bazı kutsal yollar sayılabilir.
Helenistik döneme ait kalıntılar: Tapınak-mezar, Zeus Tapınağı, Surlar ve Uzun Burç
Roma döneme ait kalıntılar: Tiyatro, Şehir Girişi, Tyche Tapınağı
Bizans dönemine ait kalıntılar: Kiliseler
CAMBAZLI KİLİSE
Cambazl köyüne varabilmek için önce Uzuncaburc’un doğusundaki Yeğenli köyüne gitmek gerekir. Burada Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait yerleşim alanlarına rastlamak mümkündür.
Eski ve yeni yerleşim burada iç içedir. Bizans döneminde yapılmış olan kilise 20 metre uzunlukta ve 12.5 metre genişliktedir.
İNSANLIĞIN ARZUSU
Bu topraklara asırlar boyu barış içerisinde yan yana ve birlikte yaşamak üzere farklı din ve inanışa sahip insanlar gelmişlerdir. Tıpkı onlar gibi bizler de insani gelenekleri sonsuza dek taşımayı coşku ile ummaktayız.
KAYNAKÇA
1- Ramsay, W.M.: The Cities of St. Paul, London, 1907
2- Gough, Michael: Excavations at Alahan Monastery, Toronto, 1955
3- Eickhoffe: Friedrich Barbarossa im Orient-Kreuzzug und Tod Friedrich I, Tubingen 1977
4- Dagron, G.: Vie et Miracles de sainte Thecle, Bruxelles, 1978
5- Eyice, S.: Eininge Byzantinische Kleinstadte im Rauhen Kilikien, Mainz, 1981
6- Gough, Mary: Alahan, an Early Christian Monastery, Toronto, 1985
7- Hellenkemper, H.: Die Kirchenstiftung des Kaisers Zenon im Wallfahrtsheiligtum der
heiligen Thekla bei Seleukeia Köln, 1986
8- Budde, L.: St. Pantaleon Von Aphrodisias in Kilikien, Recklinghousen, 1987
9- Hild, Fund, Hellenkemper, H.: Kilikien und lsaurien, Wien 1990
10-Taşkıran, C.: Silifke (Selencia on Calyeadnus) and Environs Ankara, 1995
11- Kitabı Mukaddes Şti.: İncil (Secindirici Haber) İstanbul, 1997
12- Cimok F.: St.Paul in Anatolia, İstanbul,1 999
13- Anna G.Edmonds: Turkey’s Religious Sites,İstanbul, 1998
14- Cimok F.: Antioch on The Orontes,İstanbul, 1994
15- Zoroğlu L.: St.Paul’s Church
16- Çukurova Hotels Assaciation: Çukurova Guide, Adana, 1994
Dostları ilə paylaş: |