Ö N S Ö Z
"Medh-i nakış nakkâşa râcîdir." denilmiştir. Bu ifade, esere değil, o eseri meydana getirene teveccüh edilmesini, asıl eser sahibi olanın kutlanmasını işaret etmektedir. Çok güzel yapılmış bir resmi değil, o resmi yapanı methetmek gerektiğini, sadece resmi methetmenin ise, aslında o resmi yapan ressamı, nakkâşı övmek demek olacağını anlatan bu ifadeden hareket edersek, bilinip nakledilen kadarıyla, Sâlih Baba Hazretlerini anlatıp tanıtabilmek için -bir nakışa benzetirsek üfleyenin, nasıl üflendiyse öyle ses veren kavala benzetirsek - yani, Sâlih Baba'ya şekil, renk, âhenk ve mâna veren o benzersiz usta sanatkârları anlatmakla bu önsöze başlamak istiyoruz.
Bu sebeple, gerek Sâlih Baba Hazretlerini anlatmanın, gerekse himmet ve zuhurat eseri bulunan divanının mahiyet ve mânâsını izah edebilmenin, ancak bu mânâyı nakşeden mânâ erlerinin -serpinti halinde ve fotoğraf tesbiti şeklindeki görüntülerini- nakiller destesi içindeki hatıra, emir ve tavsiyeleri hâlinde kaydetmemiz gerekmektedir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimizin mağara ve hicret arkadaşı, gökde Atik ve yerde Sıddık olan müşavir ve halifesi Ebubekir Sıddık Efendimizden sonra TARİK-Î SIDDIKİ, Bayezid-i Bestâmî Hazretlerinden sonra TARİK-Î TAYFURİYE, Şeyhü'l-Meşayih Abdülhâlik Gücdevani Hazretlerinden sonra TARİK-Î HÂCEGÂN, feyizli ve nurlu tarikatın imamı bulunan Şâh-ı Nakşibend Efendimizden bu yana da TARİK-Î NAKŞÎBENDİ isimleri ile anılmış olan şânı yüksek ve hükmü kıyamete kadar bâkî Nakşi tarikatı; zaman icabı muhtelif kollara ayrılmış ve maneviyatın bu askerî sisteminin gerektirdiği şekilde, bu kollar muhtelif islâmi bölgelerde kümelenmiştir.
Ahrâriye, Müceddidiye, Naciye, Mazhariye, Muradiye, Kasaniye ve Hâlidiye gibi kollar içinde en geniş ve yaygın olan kolun kurucusu Nakşilik bünyesinde Kâdiriliği de -yemek içindeki tad ve lezzet gibi- derc eden, son zamanın müceddidi, Mürşidi Sekaleyn Mevlânâ Ziyaeddin Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'dir. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle "Yevmiye gün için bir halifesi bulunan" yani üçyüzaltmışbeş halife yetiştiren bu yüksek mürşidin kurduğu Halidî kolunun, böylece, üçyüzaltmışbeş şûbesi olduğu âşikârdır. Zâhirin tedbir ve genişleyen teşkilatlanmasına eş tedbir ve teşkilatı hemen kuran mâneviyat idaresi de, böylece, askerî sistemini genişletip kendi sevk ü idaresi içerisinde kendi ihtisaslaşmış sınıf ve şubelerini teşkil etmektedir.
1775 milâdide Bağdat yakınındaki Şehr-i Zur'un Karadağ kasabasında Hz. Osman soyundan doğmuş, zâhir ilimlerinin tamamını en mükemmel şekilde ikmal edip önce Kâdirî'den hilâfet almış ve Abdullah-ı Dehlevî Hazretlerinin yüksek tasarruf ve çekişi ile yaya olarak Hindistan'a giderek bir yıllık bir hizmetten sonra en yüksek mânevî makamlara erdiği müjdesi ile Nakşî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Ceştî tariklerinden hilâfet alıp önce, Bağdat'a sonra da Şam'a yerleşmiş ve:
- Git her istediğini sana verdim, denilerek ve zâhire de hükmü geçen bir bâtın sultanı olarak Nakşîliğe yeni bir şekil verip yeni ve hususi bir ruh ilâve etmiştir.
Bizim ibadet ve evrâdımızda yaptığı tecdid (müceddid olarak yapılanlar) ile büyüklüğü anlaşılan ve hükmü yürüyen bu ulu pîr, 1826 milâdîde Şam'da taundan vefat edip Sâlihiye mahallesindeki şehre hâkim tepenin üzerindeki zeytin, incir ve çiçek ve meyvesi hiç eksilmeyen nar ağaçları altından geçilen nurlu türbeye defnedilmiştir.
Tam isim ve şerecesi şöyledir: Ebü'l Baha Eş-şeyh Ziyaeddin Mevlânâ Hâlid bin Ahmed bin Hüseyinü'l-Os-mânîyü'ş-Şâfiiyyü'ş-Şehri Zurî.. Altı Parmak denilen Pir Mi-kâil torunlarındandır.
Ahlâk-ı hamide ve kerîmü'n-nefs sahibi bu mürşidin menakibi, Şeyh Muhammed bin Süleymânü'l-Bağdâdî hazretlerinin "Hadîkatü'n-Nediyye ve'l-Behcetü'l-Hâlidiyye" isimli eseri ile yeni harflerle "Mecdi Tâlid Tercümesi" olarak yayınlanan Seyyid İbrahim Fasih Hazretlerinin "El Mecdü'd-Tâlid fi menakıb-ı Şeyh Hâlid" isimli eserlerde teferruatı ile kaydedilmiş ve halifelerinin bir kısmı da zikredilmiştir.
Zâhir ve bâtın ilimlerindeki ekmeliyeti tasdik edilen bu zülcenaheyn büyüğün, Makâmât-ı Hariri Şerhi, Şerh-i Hadis, Farisi dilindeki Akaidü'l-İslâm, Akaid-i Nesefiye Talikâtı, İrade-i Cüz'iye Risalesi, Râbıta Risalesi ve ekserisi Farsça olan Âşıkâne Divânı, bilinen başlıca eserleridir.
Cenabı Hak derece ve kadrini yüceltip himmetini bizlere ulaştırsın.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin ilim ve tahsil arkadaşı olan ve Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri Hazretleriyle de amca-yeğen bulunan Seyyid Abdullah Hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerinin torunlarındandır. Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin Abdullah Dehlevî Hazretlerine hizmet için yola çıkışında da ona arkadaş olmuş ve Delhi'ye birlikte ve yine arkadaş olarak gitmeye kararlı olarak seyahata başlamışlar. İran Azerbaycanı'na gelirken, bazı müşkülâtla karşılaşmışlar. Aralarında şöyle bir karara varmışlar: İki kişi olarak Delhi'ye gitmelerine maddî engeller var. İçlerinden birisi giderse, ikisinin de tedarikini alıp gidecek... Kim de oraya giderse, oradan aldığı feyiz ve manevi tecellilere öbürü de ortak olup o da bu mirastan hisse alacak... Kur'aya karar vermişlerken, Seyyid Abdullah Hazretleri, kendi yaşının ilerlemiş olduğunu, genç ve sıhhatli bulunan Halid-i Bağdâdî'nin gitmesinin daha münasip olacağını düşünerek arkadaşının alacağı nisbetteki hissesinin bâkî ve mahfuz olması şartını hatırlatarak gitmekten feragat ettiğini ifade etmiş. Böylece Delhi'ye gidip kısa bir müddet sonra bütün nisbetleri toplayarak Bağdat'a dönen Hâlidi Bağdâdi Hazretleri de, makamına kâim olup yüce mücedditlik mertebesine ulaşınca, ilim, yol ve kavil arkadaşıyla olan ahitlerine tamamiyle uyup Seyyid Abdullah Hazretlerini de -bizim araştırmalarımıza rağmen künhüne vâkıf olamadığımız bir şekilde- devlet ve saltanatına ortak etmiş. Silsile-i şerifte "Menbai'l-hilmi ve nûri'z-zulâmi el-hâdî beyne'l-aşâiri ve'l akvâm Hazret-i Sirâcüddîn min halef-i seyyid'il-enâm" ifadeleri ile anılan Mevlânâ Es-seyyid Abdullah Hazretleri, asıl mânâsında bir tarîkat piri ve mürşidi olmadığı, halife ve bağlısı bulunmadığı halde, en yüksek makam ve mertebelerin nimet ortağı olmuş. Silsiledeki yeri böylece bir akit ve taahhüt ortağı, bir nisbet aksi, lâhikası şeklinde emsali bulunmayan bir manevî emanet olarak, nisbeti devam ettirici değil de bir özel nâiblik hâli şeklindedir... Mübarek kabirleri, yeğeni ve nisbetin vârisi olarak Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin hususi muhabbetini taşıyıcı halifesi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin kabri ile yanyana Şemdinli'nin Nehri köyündedir.
Seyyid Abdullah Hazretleri, biraderzadesi, yani yeğeni olan ve yüksek ilim ve üstün ahlâkı ile etrafına ışık saçan Seyyid Tâhâ Hazretlerinden Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine bahsedince, yanına getirmesini istiyor. Görüşüp buluşmalarından sonra da bir daha ayrılmayacak olan bağlılıkları kurulup hilâfete nail olması ve özel bir şûbe ile ve ayrı bir nisbetin vârisi hâlinde Şemdinli'de irşada başlıyor. Öyle ki İran Şâhı'nın iltifat ve bağışlarını "Osmanlı mülkünün sakini olmam, sizin bağışladığınız kasabaları almamamı gerektirir" diyerek reddediyor. Bu hadiselerin duyulmasından sonra İstanbul'a çağrılarak İran Şâhı'nın gönderdiği diğer hediyeleri devrin pâdişahı Abdülmecid'e takdim edip iltifatına nâil oluyor.
İlim, takvâ ve ma'rifette üstün kemâllerin sahibi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretlerinin, zamanının irşad ve medar kutbu olduğu silsile-i şerifte kayıtlıdır.
Sohbeti sükût ile olduğu, onun sükûtundan sohbet nimetlerinin kemâliyle hâsıl olduğu nakledilmiştir. Bir şey sorulunca cevap verir, bunun haricinde sohbeti sükût ile olurmuş.
Birkaç keçiden başka varlığı olmayan bir köylü Van'a gelişlerinin birinde Seyyid Tâhâ'ya intisap etmiş. Bir müddet sonra, bir kaza neticesinde keçilerden çoğu telef olmuş. Adamın karısı da "Bize bu tesbih uğur getirmedi, git de sahibine iade et" diye teşvik etmesi üzerine huzura gelerek:
- Seyda, gurban, bu tesbih bize uğurlu gelmedi, keçiler telefoldu. Ben bu işten vazgeçeceğim, diyor. Tahâ-yi Hakkarî Hazretleri:
- Sen bilirsin, diyor ve köylü gidiyor. Aradan yıllar geçiyor. İçlerinde pekçok âlim de bulunan bir cemaate namaz kıldırmakta iken birdenbire el ve kolunu sallayarak:
- Defol, diye bir harekette bulunuyor. Namazdan sonra, cemaatten mahrem bir mürid:
- Seyda, bu ne hâldir, namaz fâsit olmadı mı? deyince:
- Eskiden, filân zamanda birisi Van'da bizden ders almıştı ya, keçileri telefolunca da tesbihini iade etmişti. İşte o zât hâlet-i nezide, tam ruh teslim edeceği zaman şeytan imanına musallat olmuş, onu îmandan mahrum olarak dâr-ı bekâya gönderiyordu. O hareketle mel'unu defedip onun ikrar ile gitmesine sebep oldum. Hareketim ihtiyarsız olduğundan, namazımız fâsit olmamıştır, buyurmuştur.
- Seyda, bu zât nisbetini muhafaza etmemiş, ikrarını iade etmemiş midir? denilince de
- Evet, bize bağlılığı yoktu ama, birkaç gün olsun hizmette bulundu... Teşehhüd miktarı da olsa bizimle sohbet edip bir müddet de hizmeti oldu.. Cenab-ı Hak lütfedip onun tehlikede olduğunu bize gösterdi... Yolumuza lâyık olan budur ki biz de onu şeytanın şerrinden kurtaralım.
Bir an sohbette bulunup birkaç gün hizmet edene böyle imanla gitmeyi bahşedenlerin, gücü yettiği nisbette hizmetini son nefesine kadar devam ettirenlere nasıl bir lütufta bulunacaklarını kıyas etmemiz icabediyor.
Böyle bir büyüğü bütün kemâlleri ile anlatmak imkânsız. Esasen büyüklerin nisbetlerini devam ettirenleri anlatmak da, o büyüğü methetmek demek olduğunu baş tarafta söylemiştik. Bu sebeple, zamanımıza biraz daha yakın yerde yaşamış olan Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinden de birkaç cümle ile bahsetmeliyiz:
Seyyid Tâhâ'nın sayısı çok olan halifeleri arasında "Kardeşim Sâlih kâmildir, o herkesin başıdır" diye hatme ve teveccühü yapmasını emrettiği biraderi Sâlih Hazretlerinden sonraki ekmel vekili ve Gavs-ı A'zam olarak şöhreti hâlâ devam edeni Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî Hazretleri'dir. Seyyid Tâhâ Hazretleri Van'a teşrif edince, Abdülhakîm Hazretlerinin baba dedesi olan Seyyid Muhammed'in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed'in biraderi Lütfi'nin oğlu olan Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî de işte bu misafirlikte Hizan'dan Van'a gelişinde intisap etmiş ve çok kısa zamanda kemâle ulaşmıştır.
Hilâfetinden sonra, kendisinin yüzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye şeyhini ziyarete giderdi. Bir ayağı aksak olduğundan, bir hamalın yardımı ile yolculuk yapabiliyordu.
Ziyarete gittiği bir seferde, amcası Molla Abdülhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Fehim Hazretleri de Seyyid Sâlih'in vefâtından sonra hilâfetle şereflenerek ayrı bir şûbenin kolbaşısı olmuştur.
Sıbgatullâh-i Arvâsî Hazretleri'nin ilim ve kemâl sahibi iken intisabeden üç halifesinden ilki, Molla Hâlid-i Olakî, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahman-ı Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamlı yürütücüsü ve son zamanın müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmân-ıTagî Hazretleridir.
Hizan'ın Gayda köyüne bir meşâyihin geldiği şâyi olunca, o civarda geniş ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile tanınmış âlimlerin başı olan Molla Hâlid-i Olakî, etrafında ilim adamları ile Bey ve Ağaları toplayarak Gavs Hazretlerini imtihan etmek üzere o zaman Kölât'da bulunmakta olan Seydâ'nın yanına gidiyor. İlimde rüsuh kazanıp deniz gibi olmuş (mütebahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazırlayıp etrafındaki eşraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Gavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben başlıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, meşâyihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazırlamış. Birinci sual şöyleymiş, cevabı da böyle imiş, ikinci sual şu, cevabı da bu imiş diye Molla'nın soracağı sualleri daha o sormadan cevaplandırmaya başlamış. Molla Hâlid cevapları çok beğenmiş ama, kendi suallerinin de aynı olmasını -içinde tereddüt hâsıl olmasına rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale bırakmış. Böyle böyle hazırladığı suallerin sırası ile yedincisinin de cevabını pek mükemmel bir şekilde alan Molla Hâlid oraya düşüp bayılmış... Ayıldıktan sonra da Gavs'ın ellerine sarılıp velâyet kemâli ile mürşitlik kudretini tasdik ederek:
- Efendim, bu oniki suali hazırladığımda, bunların cevabını ancak çok yüksek dereceli velîlerin verebileceğini düşünmüştüm. Sualleri sormadan cevabını veren zâtın büyüklüğünü dil tariften âcizdir deyip özürler dileyerek bağlanmış ve yanındakilere de:
- Ben burada hizmet için kalacağım, isteyen gitsin, demiştir. Bir ay kadar Gavs'ın yanında kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kıldırmakla vazifelendirilmiş... Bir akşam namazına dururken, "Gavs-ı A'zam olanlar, ilim ve hafızayı silermiş, acaba Sıbgatullah Hazretleri gerçekten Gavs-ı A'zam mıdır?" diye gönlünden geçirip tekbir alarak namaza başlamış. İlimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki soruları üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlid-i Olakî, cehren okumaya başlayacağı Fatiha-yı Şerifi bir türlü hatırlayıp okuyamamış. Tekrarladıkça hatırına bir harf bile gelmemiş. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete geçirip dışarı çıkarak Farsça uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nın Gavsiyyetini beyan etmiş. Böylece, çok meşayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bilitizam söyledikleri şekilde (Kutbü'z-zaman, Gavs-ı A'zam) şeklinde değil de tecrübe ve ilmî süzgeçten geçirerek, tahkik ile Seyda'nın Gavsiyyetini ilme'l-yakîn anlamış bulunuyor. Gavs-ı A'zam'ın Molla Hâlid-i Olakî'nin topladığı Minah isimli bir eseri mevcuttur.
Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinin doğum ve vefat tarihlerini tesbit edemedik. Mübarek kabirleri, Hizan'ın Gayda köyü kenarında, bir meşe ağacının altındadır. Fotoğrafta açıkça görüldüğü gibi latin harfleriyle aynen "Gavs Seyit Sıbgatullah" kitabesi okunmakta meşayih ve âlimlere has olan sikke ve işaretlerle Kur'ân alfabesi ile başka herhangi bir ibare de kabir taşında bulunmamaktadır.(*)
Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, Hizan'ın Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim-i Çirçâkî isimli Kâdirî şeyhinin halîfesi. O zaman Gavs-ı A'zam'ın şöhretininin yayıldığı bir devir. Gavs'a bağlı bir derviş arasıra Abdurrahman-ı Tagî ile görüşüp konuşuyor. Bir gün dervişe Seyda-yı Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasıl bir kimsedir, keşfi kerameti var mıdır?" İstihza ile söylenen bu sözlere karşı ümmî olan derviş diyor ki: "Bu Kölât Çayını geçince benim şeyhimin feyzi nasıldır görür ve bu alaydan vazgeçersin." Bunun üzerine işi te'vile kalkıp, "Yok, ben keşfi, kerameti var mıdır diye sormuştum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi şeyhi İbrahim-i Çirçâkî'ye de vaziyeti anlatıyor. O zât da, "Bizim vazifemiz müslümanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onların elini öpüp, hayır duasını al" buyuruyor. Dervişle birlikte yola çıkıp şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir tarikatın şeyhini görmeye gidiyor. Kölât Çayını geçince içinde bazı hallerin hâsıl olduğunu farkederek dervişin keşif sahibi olduğunu anlıyor. Bir akşam namazında Gavs-ı cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler içinde olabilir, bana öyle tesir etti ki Gavs'ı görür görmez hemen ona bağlandım" diye ifade etmiştir. Öyle bağlanıyor ki artık onu görmeden duramıyor. Evine dönünce ayrıldığı için içi yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmış. Gidip yanında kalmayı da istirahatine mâni olur diye yapamaz, çok defa onun odasında dışarı bakan küçük pencere önünde elpençe durur, sabaha kadar kıpırdamadan bekler, kar üzerini kapatırmış. Sabahleyin karı açacak olan "karcı" ya Şeyh Hazretleri "Dikkatli olun, karşıdaki kar yığını değil Molla Abdurrahman(Tagî)dir" diye ikazda bulunurmuş. Böylesine bir bağlılık ve muhabbet... Seydâ bu muhabbetle mahbub olup makbul olmuş ve neticede "Kutbü'l-ârifin" olmuştur.
Bir gün Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenab-ı Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir?" Molla Hâlid-i Olakî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm şehitlikle olsun", "senin dileğin oldu" buyuruyor Şeyh Hazretleri..
Abdurrahman-ı Meczub da şöyle dilekte bulunuyor: "Allah bu aşk ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahman-ı Tagî'ye sıra gelince "Rabbimden dileğim, kıyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarının eksik olmamasıdır..." Gavs-ı A'zam Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...
Üçü de yerine gelen bu dilekler şöyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaşlanmış bir halde, bir düşman süvari birliğine yalın-kılıç hücuma geçiyor, bu savlet sonunda şehadet rütbesine ulaşıyor. Bütün aramalara rağmen mübarek cesedi bulunamıyor...
Abdurrahman-ı Meczub da aşkı muhabbeti hiç kesilip azalmadan devam ederek cezbe ve istiğrak hâli ile dâr-ı bekâya ulaşıyor.
Abdurrahman-ı Tagî'nin ise, kızından olan nesl-i necîbi, yani damadı ve halifesi Şeyh Fethullah'ın sulbünden hâsıl olan evlâtları hem zâhirde hem bâtında ilim ve tasavvufu bir arada cemetmiş olarak o zamandan beri devam edip gelmektedir. Paşa Hazretleri, onların satır ve sadır ilminin ikisini de hiç bozulmadan taşımakta olduklarını ifade etmişlerdir. Hatta onların erkek evlâtlarının oniki ilmi okuyup icazet almadan memleket dışına çıkarılmadığını belirtmiştir.
"Sultânü'l ârifîn ve Kutbu'l aktâbu'l-vâsilîn" ünvanı ile yâdedilen ve halkın "Şeyh Seyda" olarak tanıdığı yüce Şeyh Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, zamanın evliyâ kafilesinin başkanı ve "Selef ve tâbi'în müceddidi" bulunuyordu. Bu büyük mürşidin kendi devrinde Mehdi Hazretlerinin idaresine kadar gelecek olan zamana mührünü vuran tasarrufu çoktur. Bunların bir kısmını bile anlatmak bir kitap hacmini bulur. Bu sebeple, yukarıda anlatılana ek olarak eşsiz bir menakıbını daha nakletmekle yetineceğiz:
Seyda Hazretleri, hilâfetinden önce, memleketinden uzak olan bir kürdün marabası iken, evini ziyaret maksadıyla yola çıkıyor, gece bir dağın başında ateş yakıp istirahat ederken o civardaki bir çoban "Buraya bir kervan konmuş, kervancılara biraz süt satayım" diye bir kap sütle gelip Hazreti yapayalnız görünce:
- Hocam, bu sütü satmaya getirmiştim ama sen bir âlime, hocaya benziyorsun, hayrıma içip bana dua et, diye sütü bırakıp ayrılıyor.
Yine o esnada vadinin derinliklerinden yukarıdaki ateşi gören bir bağcı da, kervan konaklamıştır zannıyla bağından bir sepet üzüm toplayarak satmak üzere getirip bakıyor ki, tek başına bir zât namaz kılıyor. Vaziyeti kavrayarak:
- Hocam, kervan geldi zannederek şu üzümü satmağa getirmiştim, bakıyorum da sen iyi ve âlim bir zâta benziyorsun, hayrıma afiyetle ye, bana da dua et, diye üzümü bırakıp gidiyor.
Bu zuhuratlar üzerine tefekkür eden Seyda Hazretleri:
- Allah rızkı dilediğine, dilediği şekilde lütfeder, ben bir ağanın yanında çalışmasam da O bana taksimindeki hissemi verir, öyle ise ilim ve amele sa'yedip Allah'a makbuliyete gayret edeyim, diyerek bir daha yarıcılık işine dönmüyor.
Bu hadise üzerinden seneler geçip yüksek mertebesini bulduktan sonra da -unutmayıp derûnunda değerlendirdiği bu hâtırası dolayısıyla- müridanın pek çoğunun rızkını genişletip, taşı tutsalar altın hâline getirmeye himmet buyurarak bu lütuf şeklini usul ve hadem hâlinde devam ettiriyor.
İşte bu himmetin bereketi halifelerinin pek çoğunda devam edip gelmekte ve müridanı Allah'ın GANİ ism-i şerifinin sâyesinde bulundurarak, gönüllere ağırlık veren maişet endişesi ile bir tarafı küfre yakın olan fukaralık zilletini bertaraf ediyor.
Bir sohbetinde Paşa Hazretleri şöyle buyurur:
- Resulullah Efendimiz "Biz fakirliğimizle iftihar ederiz" buyurmuştur. Risaletpenah Efendimizin fakirliği, dünya fakirliği, maddi yoksulluk değildir. Cenab-ı Allah her şeyi Habîbinin emrine vermiş, onun emrine âmâde kılmıştır. Buradaki fakirlikten mânâ, isteyici olmak, acziyetini bilmektir. Herşeyin Allah'ın azamet ve kudreti eseri olduğunu idraktır. Gönülden mâsivâyı çıkarmaktır. (Bu da fenafillah demektir.) Bir mürid zengin ise fakir amelli, fakir ise zengin gönüllü olabilirse hazmı tamam ve mânen hüner sahibi sayılır.
Bu nakil ve beyanlarla burada tekrar edilmesi uzayacak olan diğer sohbetlerde tüten mânâya göre, mevzuu şöyle hülâsa edebiliriz: Nefsani tarîklerde görülen ve öteden beri işin iç yüzünü bilmeyen kimselerce yerli yersiz tekrarlanıp durulan fakirlik, riyazet, açlık ve zenginlik gibi birtakım mefhumlar, rûhâni tarikatlarda çok ayrı ve değişik usullere bağlanmış, çok defa -tahdit edilen sahaları- büsbütün kaldırılmış olduğundan, Nakşî Mürşidleri, müridlerinin iç âleminde zenginliğin yapabileceği tahribatı sihr-i helâlîleri vasıtasiyle gidererek bu zenginliğin zerre miktarı zarar vermemesini temin edip aksine yararlı hâle getirmekte ve büyük kerametlerini de gizleyip normal işlerdenmiş gibi göstermektedirler.
Bir müridin ıslâh ve makbuliyetinin hangi amel ve hizmet sebebine bağlandığını, zenginlik veya fakirlik gibi hayat tarzlarından hangisinin hakkında hayırlı olacağını bilmeyenlerce ulu orta söylenen şöyle yap, böyle yap tavsi-yeleri ile nefsani tariklerde yetişmiş olan eski velîlerin usul ve hallerini tekrar edip duranlar, bizim kolun benzersiz ölçü ve irşad sisteminde yeri bulunmayan ve diğer tarîkatlarda zararlı çok misali görülüp duran Çavuş, Tarif ve Zâhir Halifeleri denilen şahısların yaptığı tehlikeli ve eksik işlerdendir. İrşada memur olan irşad halifesi ise, müridin geçmiş ve geleceği ile nimeti nerede ve ne şekilde bir amel ve fiile bağlı olduğunu memuriyeti icabı -kendisine Resulullah Efendimiz tarafından bildirilip gösterildiğinden- manevi icraatını yakîn ile dosdoğru yapar elhamdülillah...
Nitekim, bütün bu hususları kısa ifadesi için hülâsa eden Paşa'nın şu beyanı mevzumuzun kubbesini dikmektedir:
"Her muhitin müridi ayrıdır..."
Bu hüküm meşrep, bilgi ve görgü farklılıklarının, değişik mizaç ve muhitlerin ilâçlarının da değişik olması sebebiyle, insanların islâh ve irşadı sadece mürşitlerin yüksek kârıdır, demektedir.
"Sâlih sözün dinle peder
Tedbîrine verme keder
Tedbîri de takdîr eder
Derdine derman ara bul
Bir kâmil insan ara bul"
Şâh-ı Cihan olan Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri öyle bir Rabbânî mürşittir ki onun yüksek himmeti böylece apayrı bir usuller zinciri hâlinde devam edip gitmektedir.
Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin ondokuz halîfesi "Eshab-ı Kiram" (1978) kitabında şöylece sıralanmaktadır: "Fethullah Verkanisî, Abdurrahman, Molla Reşid Nurşinî, Abdulkahhar ve Abdülkadir Hezanî, Seyyid İbrahim Esirdî, Abdülhakim Fersafî, İbrahim Ninkî, Tahir Eberî, Abdülhadi ve Abdullah Hurusî, İbrahim ve Halil Çuhraşî, Ahmed Taşkesanî ve Hoca Erzincânî'dir. Buna Muhammed Sâmi Efendi de denir." Ancak burada onbeş tanesi sayılmıştır. Bunlardan Fethullah Verkânisî (ki Seyda-yı Tagî'nin damadıdır)'nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşinî, yine Seydâ'nın oğlu olup Mektûbât adı ile mektupları toplanmıştır. Hazret lâkabı ile de tanınmıştır.
Seydâ Hazretlerinin mektuplarını Şeyh Fethullah Hazretleri "Mektûbât" ismi altında toplamıştır.
Yine Seydâ Hazretleri damadı ile Ravza'yı ziyaretinde "Senin mensubun îman ile vefat eder" hitabına mazhar olmuş bir büyükler büyüğü olup 1304 Hicrîde 57 yaşında vefat etmiş ve Nurşin'de bugün herkesin bildiği yere defnedilmiştir.
Hâlid-i Bağdâdî, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî ve Abdurrahmanı Tagî Hazretlerinin dördü (Seyyid Abdullah'ı da bunlara ilâve edince beşi) Kürt soyundan ve Şafiî mezhebindendir. Bunlardan sonra bizim kolda gelenler ise Türk ve Hanefîdir.
Ayrı ayrı herbirine mensupları olsun, tanıyıp duyanlar olsun bütün halk tarafından "Seyda" olarak hitabedilen Seyyid Tahâ, Seyyid Sıbgatullah ve Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin biri için yazılıp da Paşa Hazretlerince kimin olduğunu bilmediği kaydıyla "Uzun dörtlükleri ihtiva ettiği halde bu kadarı hatırımıza geliyor" diye sık sık söylenen şu şiiri de teberrüken buraya alıyoruz:
Yetiş imdadıma Seyda
Yürekte yareler peyda
Olayım âşık-ı şeydâ
Aman Seyda Gurban Seyda
Ey Şâh-ı A'zam Şâhı tü
Hem kıblegâh-ı râh-ı tü
Vekmen seki dergâh-ı tü
Aman Seyda gurban Seyda
Tehi destem yüzüm kare
Gözüm yaşlı yürek yare
Sen derdime eyle çare
Aman Seyda gurban Seyda
Dolap gibi kurulmuşam
Dostları ilə paylaş: |