OrtadoğU’da göÇ hareketleri ve tüRKİYE’ye etkiSİ



Yüklə 215,43 Kb.
səhifə1/4
tarix01.08.2018
ölçüsü215,43 Kb.
#65618
  1   2   3   4

ORTADOĞU’DA GÖÇ HAREKETLERİ VE TÜRKİYE’YE ETKİSİ

Şahsenem PINAR1

Doç. Dr. İbrahim MAZMAN2

ÖZET

Ortadoğu, gerek sahip olduğu doğal zenginlikler gerekse coğrafi konumu itibariyle tarih boyunca büyük devletlerin gözdesi olmuştur. Dolayısıyla hem Ortadoğu kavramının ortaya çıkmasında ve sınırlarının belirlenmesinde hem de nüfus hareketlerinde batılı devletlerin büyük etkisi olmuştur. Buradan hareketle Ortadoğu’nun dünyanın diğer bölgelerine göre politik gelişmelere daha duyarlı bir konumda bulunduğunu söylemek mümkündür. Bölgenin herhangi bir yerinde ortaya çıkan bunalım, dalgalar halinde yayılarak çevrelerindeki ülkeleri de etkilemektedir. Bu bağlamda bölgenin uluslararası göç tarihine bakıldığında; bölgedeki göç hareketlerinde “Kara Altın” olarak da tabir edilen petrol üretiminin etkili olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bölgede petrol üretiminin artması ve buna bağlı olarak meydana gelen politik gelişmeler uluslararası işgücü göçünü de beraberinde getirmiştir. Ancak bölgedeki bu zengin petrol yatakları aynı zamanda ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarına da yol açmıştır. Dolayısıyla günümüzde gelinen noktada bu çıkar çatışmalarının yol açtığı iç karışıklıklar bir zamanlar göç alan Ortadoğu’yu göç veren bir bölge haline getirmiştir.

İnsanlık tarihi kadar eski olan göç olgusu, toplumları ekonomik, sosyal, kültürel ve politik açılardan şekillendiren bir unsurdur. Özellikle savaş, iç çatışma ve doğal afetler gibi nedenlerle insanları vatan olarak benimsedikleri toprakları terk etmek zorunda bırakan zorunlu göçlerin toplumların şekillenmesindeki etkisinin daha bariz olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da yaşanan iç çatışmalar, bu bölgede meydana gelen göçlerin gönüllülük esasından uzak, zorunlu bir göç olduğunu göstermektedir. Zorunlu göçlerin gerçekleştikleri ülkelerde kültürel alandaki uyum sorunlarının yanı sıra ekonomik ve politik sorunların da büyük boyutlara ulaştığı görülmektedir. Bu sorunların en bariz örneğini coğrafi konumu itibariyle bu göçlere en fazla maruz kalan Türkiye’de görmek mümkündür. Dolayısıyla bu çalışmada; öncelikle Ortadoğu’nun doğal zenginlikleri ve coğrafi konumundan kaynaklanan çıkar çatışmaları üzerinde durulacak, akabinde bu çatışmaların bir sonucu olarak karşımıza çıkan zorunlu göçlere yer verilecek, son olarak da bu göçlerin sınırdaki en istikrarlı ülke olan Türkiye’ye etkileri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Çıkar çatışmaları, Zorunlu göç, Türkiye

MIGRATION MOVEMENTS IN THE MIDDLE EAST AND THE EFFECT OF IT TO TURKEY

SUMMARY

The Middle East, due to natural riches and geographic location it has owned, has been the favorite of the great States throughout history. Therefore, Western countries had a great impact on both the concept of emergence of the Middle East and the determination of the boundaries as well as population movements. From this point it is possible to say that the Middle East, compared to other parts of the World, is presented in a more sensitive location to political developments. The crisis that emerged in any part of the region also affects countries around, spreading in waves. In this context, when we look at the history of the international migration of the region, we see that the production of oil, also known as “Black Gold”, is effective on migration movements in the region. Therefore, the increase in oil production in the region and accordingly political developments occurring in the region has brought international labor migration along. However, this region is rich in oil deposits at the same time, has led to conflicts of interest between countries. Therefore, at this point today the internal turmoil that was caused by this conflict of interest has become the migrating Middle East once, a region that emigrate.

The phenomenon of migration as old as the history of humanity, is an element that shapes societies economically, socially, culturally.perspectives shaped element. Especially for reasons such as war, civil conflict and natural disasters, the influence of forced migration in the shaping of societies which has forced the people to leave the countries they have adopted as the homeland is appeared to be more pronounced. In this context, the civil conflicts in the Middle East shows that the migration occured in this region is far from the voluntary basis and a mandatory migration. In the countries where forced migration takes place, it is seen that the adjustment problems in the cultural area and also economic and political problems has reached great dimensions. It is possible to see the most obvious example of this problem in Turkey exposed to this migration due to its geographical position. Therefore, in this conflict; It will be primarily focused on the conflicts of interest arising from the Middle East's natural riches and geographical position, as a result of this conflict subsequently it will be given place to the encountered forced migration, and finally the effects of this migration to Turkey which is the most stable country on the border will be discussed.

Keywords: Middle East, conflicts of interests, forced migration, Turkey
GİRİŞ

Ortadoğu geçmişte olduğu gibi günümüzde de hem sahip olduğu doğal zenginlikler hem de coğrafi konumu itibariyle bütün dünya devletlerinin hâkimiyet kurmak istediği bir alan olmuştur. Bu durum ise bölgeyi dünyada meydana gelen bütün gelişmelere duyarlı hale getirmiştir. Dolayısıyla hem Ortadoğu kavramının ortaya çıkmasında ve sınırlarının belirlenmesinde hem de bölgede yaşanan çatışmalar ve bu çatışmaların doğurduğu nüfus hareketlerinde bütün dünya devletlerinin özellikle batılı güçlerin büyük etkisi olmuştur. Buradan hareketle gerek Ortadoğu kavramının ortaya çıkışı, sınırlarının yapaylığı ve bünyesinde barındırdığı dini ve etnik yapısı gerekse geçmişten günümüze içinde bulunduğu mevcut durum göz önüne alındığında Ortadoğu’nun tam anlamıyla bir belirsizlikler diyarı olduğunu söylemek mümkündür. Bir zamanlar sadece medeniyetin beşiği olarak bildiğimiz bu belirsizlikler diyarı sahip olduğu maddi ve manevi değerler nedeniyle sürekli olarak batılı güçlerin bir mücadele alanı olmuştur. Özellikle bölgenin dünya petrol rezervlerinin büyük bir kısmını içermesi, batılı güçlerin bu mücadelesinin şeklinin ve şiddetinin zaman zaman değişiklik göstermesine neden olmuş, kargaşa, çatışma, savaş başlıca mücadele vasıtası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunun yanı sıra özellikle son zamanlarda demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi argümanlar da kullanılarak bölgenin sürekli olarak kaynaması sağlanmıştır. Bu bağlamda sürekli olarak kaynayan Ortadoğu’yu dünyanın aktif volkanı olarak değerlendirmek mümkündür.

Ortadoğu’da gerek batılı güçlerin zeminini hazırladığı çatışma ve savaşlar gerekse yine batılı güçlerin desteklediği otoriter rejimler masum halkın üzerinde sürekli bir baskı unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu baskı unsuru zaman zaman Ortadoğu’dan dünyanın değişik yerlerine kitlesel olarak gerçekleşen göçleri de beraberinde getirmiştir. İkamet edilen bir bölgeden başka bir coğrafyaya taşınmak anlamına gelen göç olgusunu, bu baskı unsuruyla birlikte ele aldığımızda Ortadoğu’da gerçekleşen bu kitlesel göçlerin zorunlu göç niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda Ortadoğu’dan yakın geçmişte gerçekleşen kitlesel göçleri değerlendirdiğimizde en büyük kitlesel göçlerin 1979 İran Devrimi’yle başladığı, akabinde Irak’taki çatışmalara bağlı olarak meydana gelen özellikle ABD’nin Irak’ı işgaliyle bu göçlerin devam ettiği görülmektedir. Irak kaynaklı bu göçleri son zamanlarda Arap baharı adıyla gündeme gelen halk hareketlerinin neden olduğu göçler takip etmiştir. Bu bağlamda Ortadoğu’da yaşanan siyasal ve etnik eksenli çatışmaların mülteci ve sığınmacı hareketlerini ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Ortadoğu kaynaklı bu mülteci ve sığınmacı hareketleri en çok doğu ile batı arasında bir köprü vazifesi gören Türkiye’yi etkilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin gerek coğrafi konumu gerekse AB’nin göç politikaları nedeniyle bu düzensiz göç konusunda bir tampon ülke konumuna geldiği görülmektedir. AB’nin bu göç politikalarıyla hem seçici davranması hem de bu göç hareketlerini daha fazla sınırlandırması kriz bölgelerinin sayısını arttırdığı gibi göç akımlarının kavşağında bulunan Türkiye’nin yükünün artmasında da önemli bir rol oynamıştır. Bu yükün artmasıyla birlikte ülkemizde birtakım siyasi, ekonomik, sosyal ve toplumsal sıkıntıların gündeme geldiği görülmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle Ortadoğu kavramı ve sınırlarındaki belirsizlikler ve bu belirsizliklerin yol açtığı çatışmalar üzerinde durulacaktır. Akabinde bu çatışmaların bir sonucu olarak gündeme gelen göçler hakkında bilgi verilecek ve son olarak da bu göçlerin Türkiye üzerindeki çeşitli etkileri ele alınacaktır.
Belirsizlik Diyarı: Ortadoğu

Gerek Ortadoğu kavramının ortaya çıkışı, sınırlarının yapaylığı ve bünyesinde barındırdığı dini ve etnik yapısı gerekse geçmişten günümüze içinde bulunduğu mevcut durum göz önüne alındığında Ortadoğu’nun bir belirsizlikler diyarı olduğunu söylemek mümkündür. Ortadoğu kavramı ilk defa batılı devletlerin sömürgecilik anlayışıyla birlikte kullanılmaya başlanmış ve Ortadoğu bu anlayış çerçevesinde sürekli değişen sınırlara sahip olmuştur. Cemil Meriç bu durumu “Ortadoğu kaypak bir mefhumdur. Çünkü ne zaman doğduğu, niçin doğduğu, hudutlarının ne olduğu konusunda rivayetlerin muhtelif olduğu bir kavramdır” (Özdemir, 2013: 3) sözleriyle açıklamaktadır. Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi bu belirsizlik, kavrama bir yapaylık kazandırmış, emperyalist politikaların, sömürge anlayışlarının somut bir yansıması şeklinde kendini göstermiştir. Günümüzde de farklı isimler altında bu anlayışın devam ettiği görülmektedir. Asıl amaçları bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak olan Batılı devletlerin gelişmekte olan ülkeleri kalkındırmak, bölgeye demokrasiyi getirmek söylemleriyle asıl düşüncelerini perdeledikleri görülmektedir. Aslında bu tür iyi niyet göstergeleriyle aynı zamanda bölgenin coğrafi sınırlarını çizmeye, sömürecekleri alanları belirlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle bölgede son on yılda yaşanan gelişmeler, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri devam eden bu sömürge anlayışını daha fazla ön plana çıkarmaktadır.

Ortadoğu kavramı, “ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi ve Jeopolitikçi Alfred Thayer Mahan, National Review‟de yayınlanan, “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı makalesinde kullanmıştır. Mahan’a göre, Basra Körfezi, Süveyş Kanalı’ndan sonra Hindistan’a geçişte savunulması gereken en önemli bölgedir” (Sakin, 2011: 284). Bu tanımlamaya baktığımızda; Mahan’ın Ortadoğu kavramını daha çok Hindistan’ın batı sahillerini tanımlamak için kullandığı görülmektedir. “Ortadoğu terimini ilk kullanan Amerikalı Deniz Subay’ı Mahan olmasına rağmen, başlangıçta coğrafi bir kavram olarak ortaya çıkan Ortadoğu, dönemin en büyük sömürgeci devleti olan İngiltere tarafından Yakın Doğu, Uzak Doğu ile birlikte kullanılarak yaygınlaştırılmıştır. Gerçekten de Doğu tabirini ortaya çıkaran İngiltere, Yakın, Orta ve Uzak Doğu’yu kendisine göre belirlemiş ve dünyaya kabul ettirmiştir” ( Özdem, 2016: 4). Buradan da anlaşılacağı üzere Ortadoğu kavramının sömürgecilik anlayışıyla birlikte ortaya çıktığı, bölgeye özgü olmayan, belirsiz, yapay bir kavram olduğu görülmektedir.

Ortadoğu kavramının hem akademik dilde hem de konuşma dilinde çok sık kullanılmasına rağmen ilk ortaya çıktığı andan günümüze kadar üzerindeki sis perdesinin halen aralanamadığı görülmektedir. Dolayısıyla bu kavram farklı tanımlanıp farklı coğrafi bölgelere işaret ettiği için de farklı sınırların çizildiği görülmektedir. Coğrafi bir tanımlama olarak başlangıçta Osmanlı egemenliğinde olan topraklarla İran ve Afganistan’ı içine alan Ortadoğu kavramı zaman içinde genişletilerek Mısır’dan Basra Körfezi’ne, Türkiye’den İran’a ve Hint Okyanusu’na kadar uzanan bir alanı ifade etmek için kullanılmıştır. Bu coğrafi tanımlamaya dil ve din gibi faktörler de eklenerek farklı tanımlamaların yapıldığı da görülmektedir. Dil eklenerek yapılan tanımlamaya göre; Arapça konuşan ülkelere ek olarak Türkiye ve İran’ı kapsayan bölgeler de Ortadoğu olarak tanımlanmıştır. Zaman içerisinde coğrafi tanımlamaya dilin yanı sıra din de ilave edilmiş ve buna göre çoğunluğunu Müslüman nüfusun oluşturduğu Arapça konuşan Kuzey Afrika’dan Afganistan’ı da içine alan bölgeye kadar olan alan da Ortadoğu’nun içine dâhil edilmiştir. Günümüzde bu tanımlamanın Malezya’ya kadar uzatıldığı da ifade edilmektedir (Özdem, 2016: 5). Bir bölgenin sınırlarının belirlenmesinde yarımadalar, dağlar, nehirler gibi coğrafi faktörlerin yanı sıra din, mezhep, konuşulan dil, hatta gelir düzeyi bile etkili olabilmektedir. Yani bir bölgeye adını koyup tanımlayabilmemiz için anlamlı özelliklerinin olması yanında en azından bir yönden ortak özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu bağlamda bu sözde bölgeyi değerlendirdiğimizde; Hint ve Atlas Okyanusu olarak iki ayrı okyanusa, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi, Karadeniz, Ege Denizi, Hazar Denizi olmak üzere altı ayrı denize kıyısı bulunduğu görülmektedir. Ayrıca Afrika, Asya ve Avrupa gibi üç ayrı kıtaya yayıldığı; Güney ve Kuzey Kafkasya, Kuzey Afrika, Arabistan, Büyük Filistin ve Suriye, Mezopotamya, Hazar Havzası, Orta Asya, Hint Yarımadası gibi on ayrı alt bölgeden oluştuğu görülmektedir. Bütün bunların yanı sıra Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi üç tek tanrılı dinin ve bunlara bağlı sayısız mezhepler bu bölgede yaşamaktadır. Bütün bu coğrafi ve dinsel yapının yanı sıra Türkler, Araplar ve Farsiler olmak üzere onlarca farklı etnik-dilsel gruptan oluştuğu göz önüne alınırsa bu bölgenin dünyanın en önemli ve en büyük laboratuvarlarından biri olduğunu söylemek mümkündür. Durum böyle olunca bu bölgeyi tek bir kavram altında toplamak ve bu kavram ve sınırları üzerindeki belirsizliği ortadan kaldırmak pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bölgenin bu coğrafi, etnik ve dinsel farklılıkları göz önüne alındığında Ortadoğu’nun bir belirsizlikler diyarı olduğunu söylemek mümkündür.



Bu tanımlamaların sadece bunlarla sınırlı kalmadığı aynı zamanda bölgeye hâkim olan güçlerin politikalarına göre de değişiklik gösterdiği bilinmektedir. Özellikle ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında; Türkiye ve 22 Arap ülkesi, ilaveten İsrail, İran, Pakistan ve Afganistan’ı içine alan ve nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu alan da Ortadoğu olarak tanımlanmaktadır (Özdem, 2016: 5). Bu bağlamda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında çizmiş olduğu bu sınırlara baktığımızda tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin yaptığı gibi ABD’nin de kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiği, bölgenin sınırlarını belirlerken bölgenin etnik, dini, coğrafi ve kültürel özelliklerini dikkate almadığı görülmektedir. Dolayısıyla sömürgeciliğin bıraktığı etkilerin bölge sınırlarının oluşmasında önemli bir role sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu durumun yol açtığı belirsizlik ise geçmişten günümüze bölgede hem iç hem de dış güvenlik sorunlarının oluşmasına neden olmuştur. Ahmet Davutoğlu ise Ortadoğu’nun jeo-kültürel olarak tanımlanması gerektiğinin altını çizerek “Ortadoğu’yu, Hindistan’ın batısından başlayarak Kuzey Afrika’da Mısır’ı içine alan bir hattaki bölgeleri kapsayan alanlar için güncel alanda kullanılan bir kavram olarak tanımlamaktadır” (Erdönmez, 2010: 10). Davutoğlu’nun yapmış olduğu bu tanımlamaya bakıldığında Ortadoğu’nun jeo-kültürel havza olarak İslam kimliğini, jeo-ekonomik kaynak olarak petrolü, fiziki coğrafya olarak kurak bozkır ve çöl iklimini, stratejik olarak da Avrasya’yı çevreleyen kenar bölge kuşağının merkez hattını ifade ettiği görülmektedir. Bütün bu tanımlamalara bakıldığında Ortadoğu kavramı ve sınırlarının zamana, mekana ve ülkelerin çıkarlarına göre farklılık göstermekle birlikte her tanımın merkezini Arap Yarımadası ile Mısır’ın oluşturduğu görülmektedir. Ülkemiz açısından da bir tanımlama yapmak gerekirse hem tarihi hem de coğrafi ve kültürel açıdan Ortadoğu’yu Anadolu’nun güneyinden başlayarak Akdeniz’in doğu kıyıları, Mısır, Süveyş Kanalı ve Kızıl Deniz ile Basra Körfezi’nden Anadolu’ya kadar uzanan hat olarak tanımlamak mümkündür (Özdem, 2016: 5-6). Bütün bu açıklamalardan yola çıkarak batılı güçlerin Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak kabul edip dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze uzaklıklarına göre kategorize ettiklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu durum, sınırları net olarak belirlenemeyen öncelikli amacı bu güçlerin çıkarlarına hizmet etmek olan Yakındoğu ve Uzakdoğu kavramlarının yanı sıra Ortadoğu kavramının ortaya çıkmasında da önemli bir etken olmuştur. Dolayısıyla Ortadoğu kavramı, 20.yy’ın başlarında kullanılmaya başlayan batılı bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda Ortadoğu kavramını Anadolu, Mezopotamya ve Kafkasya isimleriyle karşılaştırdığımızda bu kavramın ne kadar yapay, üretilmiş, hatta icat edilmiş bir kavram olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu kavramının gerek batılı güçler tarafından ortaya çıkarılması ve aynı kavramla her ülkenin çıkarları doğrultusunda farklı yerleri işaret etmesi gerekse özellikle Yakındoğu ve Ortadoğu kavramlarının karıştırılması hatta zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılması Ortadoğu’nun belirsizlikler diyarı olduğunu savını güçlendirmektedir. Örneğin; “Amerikan Princeton Üniversitesi Ortadoğu bölgesi üzerinde çalışan birimlerine Near East adını verirken, Harvard Üniversitesi aynı bölge üzerinde çalışan birimlerine Middle East adını vermektedir” (Erdönmez, 2010: 12).

Geçmişten günümüze birçok faktöre bağlı olarak zaman içinde sınırları değişen Ortadoğu’nun günümüzdeki nihai sınırlarını şu şekilde tespit etmek mümkündür. ” Siyasî sınırlarıyla kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneyde Arabistan Yarımadası ve Sudan ile batıda Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti topraklarının uzandığı alan mantıkî bir tespit olabilir. Bu alanda yer alan belli başlı devletler; Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Irak Arap Cumhuriyeti, Suudi Arabistan Krallığı, Lübnan Cumhuriyeti, Ürdün Krallığı, İsrail Cumhuriyeti, Yemen Cumhuriyeti, Maskat-Umman Emirliği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt Emirliği, Sudan Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (Sakin, 2011: 288-289)’dir. Batılı güçlerin kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarına göre düzenledikleri ve çıkarlarının dönemsel olarak değişmesine bağlı olarak yeniden çizdikleri Ortadoğu bölgesinin sınırları halen büyük bir belirsizlik ve karmaşa içindedir. Dolayısıyla gerek kavramdaki gerekse sınırlardaki bu belirsizliklerin bu bölgedeki toplumsal yapıya da yansıdığını, nedenini kendilerinin bile bilmedikleri bir kargaşa içinde olduklarını söylemek mümkündür.



Günümüzde Medeniyetler Beşiği olarak adlandırılan Ortadoğu, üç semavi dinin doğduğu, yazının başladığı, ilk şehirciliğin yükseldiği, farklı insan ırklarının yer aldığı önemli bir alandır. Aynı zamanda coğrafi olarak Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında bulunmakta, dolayısıyla önemli ticaret yollarını da içine almaktadır. Bütün bunların yanı sıra özellikle 20.yy’dan itibaren değer kazanan ve “Kara Altın” olarak da tabir edilen petrol rezervleri bakımından da zengin bir bölgedir. Bütün bu özellikler göz önüne alındığında Ortadoğu’nun geçmişte olduğu gibi günümüzde de bölgede çıkarları olan büyük güçlerin ilgi ve oyun alanı haline geldiği dolayısıyla bölgede istikrarsızlık, güvenlik kaygısı ve yoksunluğun devam ettiği görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin sömürgesi haline gelen Ortadoğu bölgesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin kontrolüne girmiştir. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra bölgedeki faaliyetlerini arttıran ABD, terörü önleyici bir politika izleyerek Ortadoğu’ya tamamıyla yerleşmiştir. Ancak Amerika’nın Irak işgalinden sonra tahmin edemediği bir direnişle karşılaşması ve dünya kamuoyunun eleştirileri ABD’nin Ortadoğu’ya yayılma sürecinde strateji değişikliğine gitmesini gerekli kılmıştır. Askeri güç ve şiddete dayanan bir yayılma yöntemi yerine rızaya dayanan ve içerden desteklenen yöntemlerin gerçekleştirilmesi ABD’nin hem yükünü hafifletecek hem de Ortadoğu’ya müdahale etmesine meşruluk kazandıracaktır. Bu bağlamda insan hakları, kadının sosyal hayat içindeki yeri, demokrasi vb. gibi konularda başlattığı birtakım çalışma ve projelerle Ortadoğu’da bir değişim rüzgarının esmesinde önemli bir tetikleyici unsur olmuştur. Zaman içerisinde bu değişim süreci, gerek iç gerekse dış aktörlerin etkisiyle ülkelerin rejimlerini değiştiren bir karaktere bürünmüştür. Dolayısıyla yıllardır ekonomik sıkıntılar içinde otoriter rejimin gölgesinde yaşayan halkın yönetime karşı ayaklanmasıyla ortaya çıkan ve Arap baharı olarak adlandırılan halk hareketleri, bölgede tarihsel süreçte yaşanan en önemli değişimlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. “Yıllardır baskıcı ve otoriter rejimler tarafından yönetilen Arap halkları, 2010 Aralık ayında, Tunus’ta başlayan isyan dalgası ile birlikte çeşitli değişimlere sürüklenmiştir. Tunus’ta işsizlik ve ekonomik sorunlardan ötürü pazarcılık yapan üniversite mezunu Muhammed Bouazizi isimli gencin kendini yakmasıyla başlayan isyan ve değişim talebi bölge ülkelerinin çoğunu etkilemiş, Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetim değişiklikleri ile sonuçlanmış, birçok Arap ülkesinde de halkın yönetime karşı protestolar başlatmasına sebep olmuştur” (Orhan, 2013: 18). Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapay müdahalelerle yolundan saptırılmış olan Ortadoğu’da bugün yaşanan halk hareketleri, aslında bölgenin doğal seyrine kaldığı yerden devam etmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Arap Baharı’nın görünürdeki nedeni olarak her ne kadar Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendini yakması gösterilse de konunun temeline inildiğinde bu olayların patlak vermesinde daha derin ve köklü nedenlerin olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da yaşanan bu hareketlerin nedenlerini iç ve dış aktörlerin yol açtığı tarihi, ekonomik, sosyal, politik ve psikolojik unsurlarda aramak gerekmektedir.

Bu unsurları kısaca açıklamak hem Ortadoğu’nun içinde bulunduğu kaos ortamını anlamak hem de asıl konumuz olan göçün nedenlerini ortaya koymak açısından faydalı olacaktır. Dolayısıyla bu unsurları genel olarak değerlendirecek olursak; Ortadoğu’daki çatışmaların temelinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar gittiği görülmektedir. Yıllardır Osmanlı egemenliği altında sükûnet içinde var olan Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin kışkırttığı Arap milliyetçiliği ile karışmış ve bundan sonraki dönemlerde de sürekli olarak batılı güçlerin sömürgesi haline gelmiştir. Dolayısıyla batılı güçlerin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’daki ülkelerin içişlerine müdahale etmesi çatışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Şöyle ki, batılı güçler bölgenin dini ve etnik yapısındaki farklılıklardan faydalanarak bir kaos ortamının oluşmasında rol oynamışlar ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri liderlerin başa geçmesinde etkili olmuşlardır. Otoriter bir rejimin verdiği rahatlıkla hareket eden liderler ise sahip oldukları doğal zenginlikleri koltuk sevdaları yüzüne ucuz bir şekilde batılı güçlere pazarlamaktadırlar. Bu durum ise tüm bu süreçleri uzaktan seyreden halk ile liderler ve yakın çevreleri arasında ekonomik açıdan bir uçurumun oluşmasına neden olmuştur. Bütün bu gelişmeler, bölgede ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunların ortaya çıkmasında önemli bir etken olmuştur. Özellikle “ekonomik olarak yoksulluk, işsizlik, eğitimli gençlerin çaresizliği, genç nüfusun oluşturduğu demografik baskı, hayat pahalılığı ve ücretlerin çok düşük olması, sosyal adaletsizlik, yolsuzluklar, rüşvet, hukuktan yoksunluk, liderler ile yakın çevresinin ve bürokrasinin sahip olduğu ekonomik güç ile servetin yarattığı öfke, halk hareketlerini tetiklemiştir” (SAE, 2011: 3). Dolayısıyla söz konusu bölgedeki hemen hemen bütün ülkelerde giderek yaygınlaşan işsizliğin özellikle de eğitimli gençlerin işsizliğinin en büyük sorunlardan birini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Eğitimli gençlerin iş bulamaması, rejimlerin yanlış politikaları yüzünden geleceğe dair umutlarının sürekli olarak aşındırılması, bunların yanı sıra küreselleşmeyle birlikte gençlerin sosyal medyayı çok iyi kullanır duruma gelmesiyle birlikte dünyadaki değişimlerden haberdar olmaları ve kendi ülkeleriyle diğer ülkeleri karşılaştırma imkanı bulmaları gençlerin rejime karşı öfke duymalarına dolayısıyla bu öfkenin sokağa taşmasına ve rejim değişikliği istemelerine neden olmuştur. Bu bağlamda bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında Arap baharının asıl aktörlerinin işsiz gençler olduğunu söylemek mümkündür.

Arap coğrafyasında 2010 yılında başlayan ve temelinde derin ve köklü nedenleri barındıran yönetim karşıtı halk hareketlerinin sonucunda Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde rejim değişiklikleri gerçekleşirken; Ürdün, Bahreyn, Suudi Arabistan, Fas, Kuveyt, Cezayir ve Lübnan gibi ülkelerde de yönetim karşıtı benzeri gösteri ve protestolar düzenlenmiş, ancak yönetim değişikliğine yol açacak boyutlara ulaşmadığı görülmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da meydana gelen bu gelişim sürecinin bu bölge ülkelerini farklı şekillerde etkilediğini söylemek mümkündür. Bazı ülkelerde iktidarların devrilmesi, bazı ülkelerde de aynı sistemin devam etmesi şeklinde seyreden bu süreçten daha farklı bir şekilde etkilenen ülke de Suriye’dir. Suriye’deki halk hareketlerini diğer ülkelerden farklı kılan, yönetime karşı sürdürülen isyanlar karşısında rejimin şiddet politikası uygulaması ve bu durumun ülkeyi her geçen gün daha çok istikrarsızlığa sürüklemesidir. Ayrıca muhaliflerin zaman içerisinde farklı gruplara ayrılması ve kendi içlerinde mücadele içerisine girmeleri de olayı içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Dolayısıyla rejimin kendiliğinden çözülememesi, sorunun uluslararası bir krize dönüşmesine yol açmıştır. Sorunun uluslararası alana yansıması kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden ülkeler arasında da kamplaşmalara yol açmıştır. Irak’taki deneyiminden sonra strateji değiştiren ABD ile diğer batılı ülkeler yönetimin iktidarı devretmesi yönünde bir tavır alırken, yönetimin yıkılmasıyla karşılaşacakları olumsuz gelişmelerden endişe duyan Rusya, İran, Çin gibi ülkeler ise rejime destek vermektedirler. Ortadoğu’da özellikle Suriye’de yaşananlardan sınır komşusu olması itibariyle en çok etkilenen ülke Türkiye olmuştur. Türkiye, başlangıçta “komşularla sıfır sorun” politikasını izleyerek sessiz kalmayı tercih etmiştir. Ancak Suriye rejiminin sivil halka yönelik uyguladığı şiddetin artmasıyla birlikte Türkiye, Suriye yönetimini halkın taleplerine dikkate alması yönünde uyarılarda bulunmuştur. Bu durum ise Türkiye ile Suriye arasında büyük bir siyasi krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler genel olarak değerlendirildiğinde son zamanlarda Ortadoğu’nun özellikle Suriye’nin uluslararası güçlerin mücadele alanı haline geldiğini söylemek mümkündür.

Ortadoğu’da eskiden beri süregelen coğrafi, tarihi, sosyal, siyasal ve ekonomik belirsizliklerin yol açtığı karışıklıkların Irak işgali ve özellikle son zamanlarda ortaya çıkan Arap baharıyla birlikte daha fazla su yüzüne çıktığı görülmektedir. Bu karışıklıkların birçok önemli sonuçları olmakla birlikte hem bölgeyi hem de dünya kamuoyunu yakından etkileyen en önemli sonucunun ülkesindeki kanlı savaşlardan kaçanların oluşturduğu kitlesel göçler olduğunu söylemek mümkündür. Sınırda bulunması itibariyle bu göçlerden en fazla etkilenen ülkenin de Türkiye olduğu su götürmez bir gerçektir.


Yüklə 215,43 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin