Ey herkesin bir derdi var. Değirmencininki de şudur: Son pişmanlık fayda vermez. Atı alan Üsküdar’a vardıktan sonra.
D. NEVRUZ
-
ATA BİNEN ADAM
Adamın birinin karısı ölmüş. Kendi kendine karar vermiş. 99 kişiye soracağım. 100. kişi ne derse onun dediğini yapacağım deyip, atına biner. Dağ, bayır demeden yol alır ki, bir sabah namazı yetişkin adam değnekten atına binmiş, tırıs gidiyor. Yolcu selam verip, atlıyı durduruyor ama atlının hali tam zırva ama kavli atlının yüzüncü kişi ne derse onu yapmaktır. Yolcu atlıya der ki; benim karım öldü.
-
Kız mı alayım?
-
Dul mu alayım?
-
Koca karı mı alayım?
diye sorar. Değnekten atlı; “kız alırsan, kız seni bilir. Dul alırsan, dul başkasını bilir. Koca karı alırsan orasını Allah bilir” deyip. Atını dehlemiş. Yolcu “dur babam çok güzel bir şeyler söyledin ama ben anlamadım. Şunu güzelce izah et” deyince. Atın başını çekmiş. “Evladım, kız alırsan koca senin gibi olur sanır seni bilir. Dul alırsan başkasını bilir sen ondan iyi isen geçinir yoksa geçim olmaz. Koca karı alırsan o her şeyi bildiğinden iyi olur onu Allah bilir” deyip, gider. “Böyle güzel güzel konuşuyorsun da bu halin nedir? Çocuklar gibi değnekten ata binmiş sokaklarda dolaşıyorsun? “ Atlı der ki: “Bugün şehrin kadısı öldü. Beni kadı yapmak isterler. Ben bu vebalı almak istemediğimden böyle sokak sokak dolaşıyorum ki boşver benim için o da zırvalamış desinler diye böyle hareket ediyorum”.
Başkasının gözyaşı üzerine köprü yapılıp, payidar olunamaz.
D. NEVRUZ
-
PİR SULTAN ABDAL
Abdal’ın manası halk arasındaki gibi yoksul, perişan olan değildir. Abdal, gezici, şair, filozof ve halk adamıdır.
Pir Sultan Abdal da Sivas’ın Çamşıhı yaylasında doğmuş. Özellikle Sivas ve havalisinde ömrünü geçirmiş olmakla beraber Şah’la görüşmek üzere İran’a da gitmiştir. Kendisi Abdal, filozof ve şairdir. Şair ve filozoflar ölümden korkmazlar. Madde bağımlılıkları da yoktur. İkbal ve şaşadan uzak hiçbir mevkide de gözleri yoktur. Onların isteği halkın iyi ve hakkaniyete uygun olarak yaşamasını isterler. Bu nedenle de idarecilerle araları iyi gitmez.
Pir Sultan Abdal da Sivas Valisi Hızır Paşa ile iyi geçinmez daima çekişme halinde olmuşlardır. Hızır Paşa olmadan evvel Pir Sultan’dan nefes ister. Pir Sultan “ben sana nefes ederim ama sonunda sen beni öldürürsün Hızır” der. Hızır “olur mu Şıh’ım iyiliğe kötülük yapılır mı?” der. Bununla beraber Pir Sultan Hızır’a nefes eder. Paşa ve Sivas’a Vali olur.
Vali Paşa bir gün vilayet erkanına ziyafet verir. Sivas’ta iki kadı vardır. Lakapları kara kadı ve sarı kadıdır. Ziyafet şaşa ile yenir. Pir Sultan bir lokma bile almaz. Vali Paşa yemekleri neden yemediğini sorar. “Senin yemeklerini ben değil, benim köpeklerim de yemez” der. Vali Paşa “olur mu öyle şey” diye sorar. Pir Sultan kara kadı ve sarı kadı isimli köpeklerini çağırır. Yemeklerden yemelerini ister. Yemekleri köpekler de yemez. Pir Sultan Abdal, Vali Paşa’ya “gördün mü? Yemeklerini köpeklerim bile yemediler” der. Vali Paşa buna kızar. Pir Sultan Abdal’ı bir meydana diker. Halkı da toplar ve herkesin bir taş atmasını emreder. Toplanan halk birer taş atar. Yalnız Pir Sultan Abdal’ın taş atmayıp gül attığı görülür. Pir Sultan Abdal:
Akıl ermez şu feleğin işine,
Dertli bülbül gibi zareler beni,
Gökten yağmur gibi taş yağar başıma,
Bir dostun attığı gül yaralar beni.
diye bir dörtlük şiir okur.
İyi günler ve dostlukların devam etmesi dileği ile.
-
ODACI VE ÇERİBAŞI
Bir Vali oğlunun gönlü çeribaşının kızına düşmüş. Vali Bey çocuğuna “oğlum onların sosyal yaşantısı ile bizimki birbirine uymaz. Sonunda sen mutlu olamazsan bizler de olamayız. Gel bu sevdadan vazgeç” dedi ise de o kız olmazsa ben intihar ederim” der. Delikanlı değini yapar mı yapar. Vali Bey çocuğunu herkesten iyi bilir ya. Durumu mektupçuya açar (o zamanlar Vali Muavininin adı mektupçudur). Mektupçu ile durumu enine boyuna mutalaa eden Vali Bey kızı istemeye razı olur ve bu işe de mektupçuyu memur eder. Mektupçu kendinden gayet emin olarak çeribaşının (Çingene Reisi) kapısını çalar. Gayet seçilmiş kelimelerle “sevgili kerimenizi Vali Bey mahdumuna Allah’ın emri ve Peygamber’in kavli üzere istemeğe geldim” der. Mektupçunun sözü biter bitmez çeribaşı “Heyt! Siz kim oluyorsunuz Vali Bey? Ne oluyor da benim kızımı istemeğe cesaret ediyorsunuz. Defolun. Derhal hanemden çıkın. Sizi bir daha görmek istemiyorum”.
Mektupçu pür telaş oradan çıkar. Valiliğe gelir. Durumu Vali Bey’e arz eder. Vali Bey “şunu demedin mi? Bunu demedin mi?” diye sorar. Mektupçu “hepsini söyledim fakat laf duyuramadım” der.
Bunları dinleyen kapıcı içeri girer. “Kusura bakmayın kapıyı dinledim” Ben bu kızı alırım isteklerimi yerine getirirseniz”. Vali Bey “kocaman mektupçuya kızı vermeyen çeribaşı sana hiç vermez” der. Odacı fikrinde ısrarlıdır. “İsteğimi yerine getirin ben kızı isterseniz alıp, derhal getireyim” der. Vali Bey “isteğin nedir?” diye sorar. Odacı bir at, bir tabanca, bir mavzer ve takım fişek ile jandarma elbisesidir” der. Vali Bey bunlar derhal temin edilsin diye talimat verir. Odacı teçhizatı kuşanıp, ata biner ve yola çıkar. Çeribaşının otağına yakın silahları seri halde ateşler ve daima nara atar. “Lan hey çeribaşı. Ananı avradını s…k. ederim” der. Çeribaşı pür şaşkın atın başını tutar. “Jandarma’ya ağam boynumuz kıldan incedir. Suçumuzu bilelim de af dileyelim. Atından in bir kahvemizi iç. Sonrada konuşuruz” der. Jandarma “kızı Vali Bey’in oğluna niye vermedin? Ana avrat s.k. ettiğim. Kızı verirsen inerim. Yoksa buraları yıkarım” der. “Aman ağam kızın sözü mü olur. Bir kız sana feda olsun” der Jandarmayı attan indirir.
Kahveler içilirken kızı neden mektupçuya vermedin diye sorar. “Ağam mektupçu senin gibi lisanı münasiple konuşmadı ki. Al götür bir kız sana helal olsun” der. Jandarma ancak peki demekle yetinir. Memnun ve muzaffer olarak başarısını Vali Bey’e anlatır olayın tamamı ile.
Yetki ve salahiyet her şey değildir. İdare edenler evvela halk psikolojisini bilmek zorundadır.
D. NEVRUZ
-
PADİŞAH VE HELVACI ÇIRAĞI
Padişahlardan birisi tebdili kıyafette esnafı teftiş ederken bir helvacı atölyesine uğrar. Herkes son gayretle çalışmaktadır. Selam vererek “kolay gelsin” der. Helvacı çırağı yorgunluktan bitap düşmüş bir vaziyette gelenin kim olduğunu bilmeden “kolaysa başına gelsin” der. Gelen ziyaretçi “vurun şunun başını” diye emir verir. Helvacı çırağı “vuramazsın padişahım” der ve devam eder. “Köyümüze gidelim. Evvela dedemin, sonra babamın en sonra da benim başımı vurdur. Çünkü dedem, babamı, babam da beni okutmadı ki bir misafir nasıl karşılanır usulü nedir, öğreneyim? Ben cahil olduğum için ve de yorgunlukla sizi kabaca karşıladım özür dilerim” der.
Padişah “peki benim padişah olduğumu nasıl bildin?” der. Helvacı çırağı bu ülkede sizden başka hiç kimse baş vurdurmaya yetkili değildir padişahım” der. Padişah, bu cevap karşısında helvacı çırağını ödüllendirir.
-
PADİŞAH VE ÇOBAN
4. Murat Bağdat seferinden maiyeti ile dönerken yolları bir koyun çobanının ağılına düşer. Çoban gelenleri canı gönülden karşılar. Yer gösterir, oturmalarını sağlar ve hemen bir koyun boğazlar ve ortam şartlarında pişirir. Dağarcığını açar ve ne kadar ekmeği varsa ortaya döker. Konukları buyur eder. Konuklar koyunu yerken Vezir “yahu çoban efendi çok zahmet çektin bu kadar zahmete gerek yoktu” der. Çoban elindeki budu Vezir’in suratına çarpar ve “ev sahibinin işine karışılmaz” der. Konuklarda bir kıpırdanma olur ama padişahın işareti ile herkes yerine oturur.
Sabah misafirleri yolcu ederken padişah çobana kendini tanıtacak bir hediye verir. “Şayet yolun İstanbul’a düşerse bu hediye ile beni bulursun” der. Vedalaşırlar. Gel zaman çobanın yolu bir gün İstanbul’a düşer. Dağarcığındaki padişah hediyesini göstererek “bu adamı görmek istiyorum” der. İşareti görenler “bu padişahındır” derler. “Seni padişah ne yapacak bu kıyafetinle?” derler. “Olsun siz beni bu adama götürün” der. Oradakiler ister istemez adamı saraya götürürler ve padişaha haber verilir. “Şu işareti taşıyan bir adam sizi görmek istiyor padişahım” derler.
Padişah işareti tanır ve adamı huzura alır. Derhal bir ziyafet sofrası kurulmasını ve yemek masasının denize yakın olmasını ister. Akşam olup, sofraya oturulunca padişah “olmamış” diyerek yemekleri tabağı ile denize atar. Fakat Çin Hükümdarının hediye ettiği tabağı da atacakken Vezir “aman Sultanım o tabak Çin Hükümdarının hediyesidir. Lütfen atmayın” der ama çoban Vezir’e tokadı aşk eder. Ve “ev sahibinin işine karışılmaz” der. Padişah misafire “dağdaki hareketin rövanşını almak istedim ama benim Vezirim misafirim kadar zeki değildir” der. Ayrıca padişah misafirini türlü çeşit hediyelerle uğurlar.
-
İSLAM VE FETVA
Selam ve salat onun üzerine olsun Hz. Peygamber Muhammed Mustafa miladi 570 yılında doğdu. 610’da mürüvvete erdi. Yani Peygamber oldu 23 senede Kuran’ın inmesi tamamlandı. 63 yaşında 633 yılında öldü. Ölümünü Müslümanlar kabullenmek istemedi. Fakat Peygamber’in aynı zamanda kayınpederi de olan Ebu Bekir’i sıddık ey nas Peygamber de herkes gibi beni ademdir. Binaenaleyh her insan doğar, yaşar ve ölür. Peygamberimiz de öldü. Mealinde ifade ile cemaate bildirdi.
İslamiyet’in ilk yıllarında ve Peygamber’in sağlığında din işleri vahiy yolu ile yani Allah tarafından görevli Cebrail isimli melek vasıtası ile çözülürdü. Peygamber’in ölümünden sonra da halifeler marifeti ile (dört halife Bekir, Osman, Ömer ve Ali) marifeti ile ve çoğunlukla Peygamber’in sünnetine dayanılarak hal olurdu. Zira 4 halifeden en az biri görgü ve duygu tanığı idi ama ne yazık ki 4 halifenin üçü katledilmiştir. Yani insan eli ile öldürülmüştür. Bunlar; Osman, Ömer ve Ali r.a.’dırlar. ve İslam’da laiklik böylece başlamıştır. Hele Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çekişme yürekler acısıdır.
Zira Hz. Ali Muaviye’ye biat etmiş olmasına rağmen Muaviye’nin korkusu sonucu Ali’nin ölümü gerçekleşmiş. Bundan mada Ali’nin iki oğlu Hasan ve Hüseyin de Hasan’ın yemeğine zehir katarak, Hüseyin’i de Kerbela’da Muaviye taraftarları susuz bırakarak tüm aile ve çocukları ile öldürülmüşlerdir.
Bundan sonra İslam’da Emeviler ve Abbasiler zamanında bir ilerleme olmuştur. Ama Allah emri olan ikilik burada da galip gelmiş, İslam ve din perişan duruma düşmüştür. Hz. Peygamber Miraç’ta Allah’tan birçok dileği kabul olunmuş ama “Yarabbil Alemin ümmetim arasından ikiliği kaldır” niyazında bulunmuş ama bu istek Allah tarafından kabul olunmamıştır. İslam aleminde ikilik kıyamete kadar devam edecektir. Bugün bunun tezahürleri de görülmektedir.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Yılmaz’ın “Allah’la Korkutanlar” adlı eseri muazzama göre Peygamber’in ölümünden sonra 630 ile 795 yılları arasında yaşamış 4 mezhep sahibini görmekteyiz. Hanifi, Şafi, Hammeli ve Maliki adındaki dört mezhebin sahibi imamlar 165 sene de yaşamışlar. Fakat birbirlerini hiç görmeden neşredilen fetvaları ya kabul etmişler veya eleştirmişlerdir.
Böylece İslam’da fetva devri başlamış bulunuyor. Allah’ın tüm iyilikleri bu imamlar üzerine olsun ki bugün İslam aleminin tüm dini kaideleri (AKAIT) bunların fetvasına dayanmaktadır. Namaz, oruç, hac, gusül abdesti, zekat, kurban, nezir ve nikah ve buna benzer kaidelerin hepsi bu 4 imamın fetvasına dayanmaktadır. En son imam Ahmet Maliki ölümü 795’tir. Bundan sonra fetva neşrolunmamıştır. Bugün itibarı ile tam tamına 1214 senedir. (2009) Fetva yok. Din adamı geçinenlere sorduğumuzda cevap fetva devri kapanmıştır oluyor. Halbuki İslam dinin anayasası fetvadır. Şu kadar senedir fetvasız idare edilen cemaat şaşkın ve perişandır. Zira herkes bir başka beyanda bulunuyor.
Örneğin; memleketimizde din işlerini tetvire memur Diyanet İşleri Başkanlığına sorunuz faizin haram olduğunu söylerler. Ama hacı adayının parasını 3-4 evvel alır onu bankaya yatırır, faizini de alır. Çünkü işlerine böyle gelmektedir. Hasılı dinin rasyonel olarak idrak edilmesi için fetva devrinin başlaması gerektir kanısındayım. Aksi halde herkes kendine ve çıkarına göre dini kaide koyar ki cemaati şaşırtan da budur. Tabi fetva çıkaracak alimi ve babayiğidi bulmak şartıyla bulamazsanız daha çok mehdiler çıkacaktır.
Gün geçtikçe müspet ilimlerden uzaklaşarak hurafe devri başlayacak. Doktor, hastane ve bağımsız mahkemeler yerine üfürük ve muska devri başlayacaktır. Şimdiden bunun tezahürleri de görülmektedir. Bir oluşun doğruluğunu temin etmek için Kur’an’a el basmalar, plajlara müdahaleler şimdiden başlamış durumdadır bile.
-
HACI BEKTAŞI VELİ
Hacı Bektaş Veli 1209 - 1210 Horasan’da doğdu. 1271 Kırşehir Sulucakarahöyük’te öldü. Yazılı kaynaklarda geçen bir söylentiye göre Hacı Bektaş Veli Horasan’da bulunduğu dönemde Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yeseviye Tarikatının görüşlerini benimsemiş. Anadolu’ya gelip, Baba İzhak’la tanıştıktan sonra eski düşüncelerini değiştirmiş. 1240’tan önce Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli önce Sivas’ta oturmuş, sonra ününü duyduğu Babailik’in kurucusu Baba İshak’la tanışmak için Amasya’ya gitmiştir. Baba İshak’ın yanında kaldığı sürece onun görüşlerini benimsemiştir. Selçuklular’a karşı ayaklanan Baba İshak’ın öldürülmesinden sonra Anadolu’nun birçok yöresini dolaşan Hacı Bektaş Veli sonunda Kırşehir’in Sulucakarahöyük bucağına yerleşmiş orada kurduğu dergahta çevresine toplananlara Bektaşiliğin ilkelerini açıklamaya başlamıştır. Onun kadın ana ile evlendiğini söyleyenler olduğu gibi bu kadını evlat edindiğini söyleyenler de vardır.
Hacı Bektaş Veli’nin yaşam öyküsü birtakım söylencelerde olağanüstü olaylarla süslenmiş bir eser olan Menakibi Hacı Bektaş Veli velayetnamede bütün ayrıntıları ile sergilenmiştir. Bu eserde o gerçek istediği tasarladığı biçimde anlatılmıştır. Nitekim bu eserde Eflaki Dede’de menakibül arifin (ariflerin menkıbeleri) adlı yapıtında Hacı Bektaş’ın marifetle dolu bir kalbi vardır. Fakat şeriata uymuyordu diye niteler. Onun dervişleri aracılığı ile Mevlana ile düşünce alışverişinde bulunduğunu bildirir.
Söylenceler Hacı Bektaş Veli’yi arslana bindirir, kuşlarla geyiklerle konuşturur, denizler üzerinde yürütür, arslan postuna oturtarak göklerde uçurur. Ona ölüyü diriltir, körleri gördürür, hastaları sağlığa kavuşturur. Yaşamının bir söylence niteliği taşımasına karşın geliştirdiği düşünce Anadolu insanının dünya görüşünü, ahlakını, bireysel, toplumsal ilişkilerini biçimlendiren bir özle doludur. İnsan varlığı çevresinde odaklaşan bu düşünce sevgi sorunundan yola çıkar.
İSMET ZEKİ EYÜBOĞLU
163. syf.
-
KOMŞU HAKKI
Bir apartmanın iki dairesinde ayrı ayrı iki adam oturmaktadır. Alt kattaki adam evine erken gelir, erken gider. Üst kattaki adam ise tam aksine geç gelir, evinden geç gider. Alt katta oturan uykunun tam bastığı sırada üst kattaki gelir, ayakkabılarını çıkarır, küt yere bırakır ve alttaki adamın uyanmasına sebep olur. Uyanan adam bakar ki bunun çekileceği yok yukarı çıkar ve durumu rica yollu anlatır. Üst kattaki adam özür diler ve bir daha yapmayacağını söyler.
Amma lakin ertesi gün üstteki adam yine gelir ayakkabısının birini çıkarır ve küt yere bırakır. Fakat alttaki adama verdiği söz aklına gelir. Ayakkabının diğer tekini çıkarır hafifçe yere koyar. Alttaki adam bekler, bekler ve sonunda yukarı çıkar üsttekine “be komşu diğer ayakkabını da çıkar da uykumu uyuyayım” der. Üstteki “unutmuşum sana verdiğim sözü özür dilerim bundan sonra olmayacaktır. Hakkını helal et” der. Ve bu hal bir daha olmaz.
-
YAŞLI DEBAĞA VE SADRAZAM
Bir kış günü kullarının nasıl yaşadığını yakından görmek isteyen bir padişah kılık değiştirerek sadrazamıyla birlikte dolaşmaya çıkmış şehirde. Bir dere kıyısında ham postekileri sularda tokaçlıya çitleye kullanılır bir deri haline getirmeye uğraşan yaşlı bir debağa rastlamışlar. “Esselamü aleyküm piri peder” demiş. Yaşlı adam başını kaldırıp, kendisini selamlayana şöyle bir bakmış. Ve “selamün aleyküm ey cihanaserver” demiş. Aralarında garip bir konuşma başlamış kılık değiştirmiş padişahla deri debağı arasında. Padişah sormuş: “altılarda ne yaptın?” yanıt şöyle gelmiş: “Altıya altı katmadan 32’ye yetiştiremiyoruz”. Padişah yine sormuş: “Geceleri kalkmadın mı?” Yanıt: “Kalktım ama ellere yaradı. Sana bir kaz göndersem yolar mısın cıyaklatmadan?”
Padişahla Sadrazam saraya geri dönerlerken sadrazam: “Sultanımız efendimiz” demiş. “O yaşlı deri debağı ile ne konuştunuz öyle?” Padişah “anlamadın mı?” demiş. “Hiçbir şey anlamadım” “Git öğren öyleyse. Öğrenemezsen de bir daha gözüme gözükme”. Sadrazam koşa koşa yaşlı dericinin yanına dönmüş. “Hey buraya bak” demiş. “Nereden anladın sen yanımdaki kişinin padişah olduğunu? Kendisinin selamına selamün aleyküm ey cihana server diye yanıt verdin.” İhtiyar derici ben cevabı para karşılığı veririm” demiş. Sadrazam “olur ama soru başına 100 altın veririm” debağ “Olur. Madem siz öyle münasip gördünüz peki” demiş. İhtiyar derici “Lütfen 100 altın” Sadrazam hemen saymış.
Debağ “Onun sırtındaki kürkü ancak bir padişahın giyebileceği bir samurdandı. Sonra da çok üst düzeyden bir selam vermişti”. “Altılarda ne yaptın diye sordu ne demekti o?” “Lütfen 100 altın” Sadrazam 100 altın hemen saymış. Sadrazam “yılın sıcak 6 ayında çalışmadın mı ne demek?” Debağ “100 altın lütfen” hemen sayılmış 100 altın. “6 ay yaz çalışmasına 6 ay kış çalışmasını eklemeden 32 dişimize yetiştiremiyoruz ve karnımızı doyuramıyoruz demek istedim”. “Peki geceleri kalkmadın mı diye sordu onun anlamı ne?” 100 altın hemen sayılmış. “Çocukların olmadı mı demek istedi” “Sen de ellere yaradı dedin, bu ne demek?” 100 altın lütfen hemen sayılmış 100 altın. “Çocukların olmadı mı dedi, ben de oldu ama hepsi kız oldu ellere yaradı dedim”. “Sana bir kaz göndersem yolar mısın diye sordu, sen de ciyaklatmadan dedin o ne demek?”
İhtiyar derici gülümseyerek “Onu da siz bulun” dedi. Altın istemem.”
-
ESSENİ FELSEFESİ
Dünyada dört cins adam vardır. Birinci cins; benim olan benimdir, senin olan senindir der. Bunlar orta sınıf halktır. Ya da bazılarının dediği gibi SODOM’dur.
İkinci cins insan; benim olan senindir. Senin olan da benimdir der. Bu bildiğimiz halktır. Hakir görülenlerdir.
Üçüncü cins; benim olan senindir. Senin olan da senindir der. Bunlar pek sofu olanlardır.
Dördüncü cins ise; benim olan benimdir. Seninki de benimdir der. Bunlar kötülerdir.
İlk görüş, Adem oğullarından kardeşi Habili öldüren ve ilk şehri kuran Kabil’in görüşüdür. Bu bakımdan onu ve görüşünü kınamak gerekir. Üçüncü cins insan da kınanması gereken bir görüşü destekliyor. Zenginlerin dağıtımından pay almamış olmak bahanesi ile yoksulluğu bir erdem gibi göstermeye çalışarak kendisini bir kat daha küçültmeye çalışan insandır. Bu yani ikiyüzlülüğün bir çeşidini gösterir. Yoksulların gururunu meydana koyar. Dördüncü cins insan; büyük toprak sahipleri ile tefecilerdir. Bunların görüşüne neresinden baksan tutacak tarafı yoktur. Kala kala ikinci cins insan kalıyor. Benimki senin, seninki benim diyen insan.
İşte Esseni Felsefesi kısaca budur.
ARTHUR KOESTLER
KÖLELERİN İSYANI, sayfa 74-75
BİR DİLEKÇE
Kaçana zabıt,
Ölene tabut,
Maktül derdest,
Katil firar,
Asayiş berkemal.
Arzolunur.
-
YEDİ UYUYANLAR (Ashab-ı Kehf)
Atatürk merhumun çok güzel bir sözü (gerçi tüm sözleri güzeldir ya) Tarih yazmak, tarih yapmak kadar zordur. Yazan yapana sadık kalmaz ise değişmeyen hakikat karşısında insanlık bocalar.
Menkıbeye göre idare edenlerin zulmünden kurtulmak için 6 arkadaş bir mağaraya sığınır. Peşlerinde bir de kıtmil (köpek) ve bir sürü koyunları vardır. Hem koyunlar ve hem de köpek arkalarından gelir. Koyun sürüsüne taş olasıca arkamızdan gelme diye taş atarlar. Koyun sürüsü taş olur. Taş şeklindeki sürü bugün bile görülebilmektedir. Ama köpek lisana gelerek Allah sizin de benim değil midir? Tanrı aşkına beni terk etmeyin diye niyaz eder. Kafile kıtmili de alarak mağaraya girer ve uyurlar. Söylenceye göre bu uyuma üç yüz sene sürer. Bu kanı köpeğin değiştirdiği tüy sayısına dayanmaktadır. Üç yüz sene güneş ışığı ile beslenmişlerdir. Uyanınca acıktıklarını hissederek arkadaşların da bir kaçını nevale almak üzere çarşıya yollarlar. Ama ellerindeki para kral Takyanos’a aittir. Gıda satıcısı bu paranın geçmez olduğunu ifade eder. Adamlar paranın kral Takyanos’a ait olduğunu ısrarla söylerler. Ama gıda satıcısı haydi be hangi giden Takyanos der ve ilave eder Takyanos gideli üç yüz sene olduğunu ifade eder. Adamlar boş olarak mağaraya döner. Durumu arkadaşlarına anlatırlar. Sonucun ne olduğu belli değildir veya ben bilmiyorum.
Gelelim işin aslına, yurdumuzda 4 tane Ashab-ı Kehf olduğu söylenir. Kahramanmaraş - Afşin, Antalya, İzmir - Efes ve Mersin - Tarsus.
Ben bunlardan Antalya’yı görmedim. Afşin, Efes ve Tarsus’u bizzat gördüm. Bunlardan Efes ve Tarsus mağaralarının kapısı doğuya bakar. Afşin’in ise kapısı güney batıya bakar. Bu nedenle Efes ve Tarsus sadece sabah güneşini görürken Afşin gün ışığının dörtte üçünü görür. Kitabın yazdığına göre, yedi uyuyanların (Şems) sadece güneşle beslendikleri yine kitap emridir. Afşin’e Selçuklular devrinde bir cami, kervansaray ve imaret yaptırılmıştır. Efes ve Tarsus’ta böyle bir yapı da yoktur. Netice olarak Efes ve Tarsus’ta yaşayanlar sosyal yönden kalkınmış olmasına karşılık Afşin’de doğru dürüst bir yol bile olmadığı gibi ora halkı yaşama mücadelesi vermektedir.
Bu itibarla sadece düşünce olarak bu olguyu tersine çevirmek istemek insanlığı şaşırtır.
Bab-ı Ali yüksek kapıdan
Firar edip kaçarken
Yek bir atlı süvariye
Tesadüfen rastladım.
-
EFES ANTİK KENTİ
Antik çağlardan beri günümüze kadar harabe olarak da varlığını sürdüren Efes, İzmir’e 70 km uzakta ve Selçuk kasabası hudutları içerisindedir. Güneyinde Bülbül Dağında Meryem Ana türbesi kuzeyinde Ayasuluk Tepesi’nde St. Jean Kilise ve mozolesi vardır. Efes Ege’nin en işlek limanlarından olup, 80.000 nüfusu sinesinde barındırmış. Gemiler yük almış ve yük boşaltmış bir limanıdır.
Gemi bağlamak için demir tobalar ve panamalar halen mevcut olmakla beraber deniz Efes’ten 6 km uzaklaşmıştır. Efes, deprem ve sivrisinek baskınından 4 kere yer değiştirmiş ve en son olarak MS. 160 yılında bugünkü Ayasuluk Tepesi’ne taşınmış ise de Efes’in huzurunu bulamadıklarından hal çeşitli yörelere dağılmış ve hayat Efes’te tamamen sükut etmiştir. Şehri boydan boya kat eden mermer cadde halen sapa sağlam hizmet görmekte olup, caddenin altından akan kanalizasyon da halen çalışmaktadır.
Efes çağının en modern bir şehridir. Sosyal ihtiyaçların hepsi karşılanmıştır. Örneğin; mermer caddenin iki tarafında aşk evi, meyhane, hamam ve mabet vardır ki bu tesisler bugün bile en modern şehirlerde bile birbirine bu kadar yakın değildir. Zeus Kitaplığı’nda özellikle avukatlar kanun ve kitaplar okuyarak mahkemede müvekkillerini savunurlar. Agora meydanında halkın günlük dert ve istekleri yerine getirilir. 25.000 kişilik büyük tiyatronun sahne düzeni halen çalışmaktadır.
Bundan mada Mısırlı bir doktor Efes’e gelerek 1500 kişilik Odeon adında tiyatro yaptırmıştır. Bu halkın çok memnuniyetini kazanmış olacak ki, doktora halk meclisinin kararı ve kralın onayı ile Mısır’dan gelip, Efes’te kazandığınız parayı Efes ve Efesliler uğruna harcadığınız için heykelinizin dikilmesine karar verilmiştir ibaresi taşıyan bir kitabe sunulmuştur. Efes’te kız ve erkek liseleri de vardır. Bununla beraber çok filozof, bilim adamı ve düşünür yetişmiştir ki, bunlardan en önemlisi filozof Heraklit’tir. Heraklit, bir düşünce olarak der ki; Vatandaşlar kanunların tatbiki için surlarda dövüşür gibi dövüşmelidirler.
Devran o devrandır ki bu husus halen münakaşa konusudur. Bolluk ve bereket tanrıçası Artemis Efes’te yaşamıştır. İlk pencereli cami de Efes’tedir. İsabey Camii.
Efes’teki kazılar Avusturya Arkeoloji Enstitüsü marifeti ile Sultan Abdülaziz zamanından beri yürütülmekte olmakla beraber halen neşriyatı yapılamamıştır. Altın kaplamalı Artemis heykeli bugün İzmir Fuar Müzesi’ndedir. İngilizler bir dünya harbinde bu heykeli kaçırmak için çok uğraşmışlar ama bulamamışlardır. Kazıyı yapanların ne kadar kıymetli eser kaçırdığı biliniyor ama bugüne kadar yakalanmamıştır.
-
MUHTAR VE TÜRBEDAR
Avşar kadının oğlu muhtar olmuş. Kendini seçenlerle meydanda sohbet ederken Avşar anne bir hışımla gelmiş. “Muhtar Bey oğlum sen bunlarla vakit geçirme davranagil. Yoksa sana nazar erişir.” diye oğlunu çeke çeke eve götürmüş.
Buna benzer başka bir kişi de yeni muhtar seçilmiş. Fötr şapkası ile ilericiliğin temsilcisi olduğuna inanan mahalle muhtarı mevkii sahiplerinden bir hayır gelmediği için ölülerden medet ummak zorunda kalan çaresizler bolluğu nedeniyle sayıları bir hayli artmış olan Evliya türbelerinden birine uğramış. Sakallı, takkeli türbedarın karşısına dikilen fötr şapkalı muhtar “Sürekli mumlar yanıyor burada demiş o mumlar eriyip bittiğinde ne yapıyorsunuz kalıntılarını?” Türbedar sakin bir sesle “tanıdık birkaç mum imalatçısına gönderiyoruz. Onlar da bize birkaç yeni mum gönderiyorlar.” Fötr şapkalı muhtar sürdürüyormuş sorgulamasını. “Buralarda adak olarak kurban falan da kesiliyor onların derilerini ne yapıyorsunuz?” Türbedar hep aynı sesle sakin cevap verir. “Onları da tanıdık birkaç debbağa gönderiyoruz. Onlar da türbeye birkaç kuzu postu gönderiyorlar. Eskileri ile değiştiriyoruz” demiş. Muhtar; “Buraya sünnet olacak çocuklar da getiriliyor” demiş. “Onlara sünnetçi bulduğun da oluyor mu?” “Bazen oluyor.” “Peki pipilerinden kesilen uç parçaları ne oluyor?” sakallı takkeli türbedarın da tepesi atar gibi olmuş. “Onları da senin gibileri adam sanıp da muhtar seçenlerin parti merkezine gönderiyoruz. Onlar da bize bir dal tarak gönderiyorlar. Barbie bebeklerin saçlarını tarıyoruz.” İşittiği karşısında muhtar bin pişman evine dönmüş. Çünkü bozuk düzen öyle ki; bir muhtar, bir vali veya kaymakamla çözülemez.
-
TEOKRASİ VE LAYİSİZM
Gerek Peygamber ve ilk dört halife zamanında ve gerekse Emevi ve Abbasi Arap Devletleri’nde İslam Hukuku kanunnameler halinde derlenmedi. İslam’da ameller yahut hareketler için iki hüküm makamı ve iki çeşit müeyyide vardı. Dinin manevi ve vicdani hüküm ve müeyyidelerini müftüler yahut fakıhler fetvalarla düzenlerdi. Müftülerin zecri ve lerair yoktu. Kazai hüküm ve müeyyideleri de kadılar düzenlerdiler.
Kadılık bir mahkeme-i şeriye ve bunların hükmü kanun mahiyetinde idi. Bu hukümlere akdiye denilirdi. Akdiyelerin müşterek kudretine daha sonraları şeriat denildi ve bu anlam daima kanun manasına alındı. Bütün şeriat hükümleri kadı ve bütün yargı makamları şeriat mahkemesi mahiyetinde idi. Daha sonra Şeriye Bakanlığı kuruldu.
İslam fıkhında kaynaklar kitap (Kur’an) sünnet (Peygamber’in amelleri) ve hadis (yani peygamber’in kavilleri). Fakihlerin istıhatları (yani kıyas) ve iema ümmet (yani toplumun kararları) idi. Şeriat yani İslam Hukuku da örf ve adetlerden gelmeyen naslarla örf ve adetler icma ve uluemr yahut devletin emirlerinden ibarettir. Görüldüğü gibi hukukta bir yeknesaklık yoktur. Her kadının verdiği karar kanun hükmündedir. Ama karar sahibini bağlar. Yani her kadının kararı kendinden menkuldur ki, bu şartlar altında hilafetin kaldırılması şeri hükmün yok sayılması ve modern hükmün yok sayılması ve modern hukuk kurallarının konulması bir mecburiyet olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |