108. KEVSER SÛRESİ
Mekke döneminin başlarında, Âdiyât sûresinden sonra indirilmiştir.adını ilk ayetinde geçen ve “en büyük hayır, mahşerde bir havuz, cennette bir nehir” anlamına gelen “Kevser” kelimesinden almıştır. 3 ayettir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
Ey Peygamber! İnkârcıların alaycı sözleri, baskı ve eziyetleri karşısında üzüldüğünü, zaman zaman kendini çaresiz ve yalnız hissettiğini biliyoruz. Fakat üzülme, ümitsizliğe kapılma; çünkü Rabb’in sana öyle muhteşem bir nîmet vermiştir ki, o nîmetten istifâde ettiğin sürece, en üstün, en güçlü dâimâ sen olacaksın:
1. Gerçekten Biz sana, dünyada her türlü iyiliğin, güzelliğin ve bereketin; âhirette ise ebedî cennet nîmetlerinin kaynağı olan bu Kur’an’ı vahyetmekle, insanoğlunun sahip olabileceği en büyük nîmeti, Kevseri verdik.
2. Öyleyse, sana bu nîmeti bahşeden Rabb’ine hakkıyla şükretmek için, kulluk ve itaatin rûhî ve bedenî bir ifâdesi olmak üzere ve sadece O’nun huzurunda secdeye kapanarak Rabb’in için namaz kıl ve malını, canını, çoluk çocuğunu ve tüm varlığını O’nun uğrunda fedâ etmeye hazır olduğunun göstergesi olarak, yalnızca O’nun adına kurban kes! Eğer bunu başarabilirsen, sana müjdeler olsun:
3. İnsanlığı bir tek Allah’a kulluk ve ibâdete çağırdığın için sana kin besleyen ve hakikatin sesini kesmek, Allah’ın nurunu söndürmek için plânlar kuran, iman erlerine karşı amansız savaş başlatan zâlimler var ya; asıl onlardır, eninde sonunda işi bitirilecek, nesli kesilecek, defteri dürülecek ve her türlü hayırdan, güzellikten, bereketten mahrum kalarak silinip gidecek olanlar!
Bir insanın değerini, servetinin çokluğu, makamının üstünlüğü, mensup olduğu kabilenin gücü, evlatlarının sayısı gibi dünyevi ölçütlere göre belirleyen inkârcılar, Allah Rasûlü’nü bu gibi özelliklere fazlaca sahip olmadığından küçük görüyorlardı. Onlara göre, bu değerlerden yoksun biri Allah tarafından Peygamberlikle onurlandırılmış olamazdı. Üstelik o, yaşadığı toplumda üstünlük için en önemli değer yargısı olan erkek evladına da sahip değildi. Oğulları vefat etmişti. Ona tâbi olanların da çoğu toplumun batıl ölçülerine göre zayıf ve hor görülen insanlardı. Bu yüzden düşmanları ona, soyu kesik anlamına gelen “ebter” diyorlardı. Bununla Peygamberin hayır ve bereketten yoksun olduğunu, omuzladığı davanın kısa zamanda başarısızlığa mahkum olduğunu kastediyor ve bunu şiddetle arzu ediyorlardı. Oysa Peygambere “kevser” verilmişti. Yani ona Kur’an gibi bütün hayır ve bereketlerin kaynağı bahşedilmişti. Ayrıca o, tertemiz bir ahlâka sahipti. Öyleyse o asla ebter olmayacaktı. Onun davası galip gelecek, ümmeti çoğalacak, Allah, onun önünde kimseye nasip olmayan ufuklar ve imkanlar açacaktı. Peygambere kin besleyenler yeryüzünden silinerek ebedî azaba göçüp gidecek; o yetim Peygamber ise gönüllerde taht kuracak, anneler çocuklarına onun adını verecek, onun davasına baş koyan milyonlarca insan ona tâbi olacaktı. Hatta ona ebter diyenlerin çocukları ve nesilleri de bu kervana katılacaktı. Ve sonunda öyle de oldu. İşte, onun yaşadığı yüce ahlâka sahip olan, onun öğrettiği Kur’an’ı kendileri için bir yaşam tarzına dönüştüren, onun gösterdiği hedeflere doğru yürüyen herkes, o kevserden bu dünyada nasibini almış demektir. Böylelerini kıyamette “Kevser Havuzu”, cennette ise “Kevser Irmağı” beklemektedir.
109. KÂFİRÛN SÛRESİ
Mekke döneminin başlarında, Mâûn sûresinden sonra indirilmiştir. İnkârcıların dinde pazarlık tekliflerine Müslümanların nasıl bir tavır takınması gerektiğini ortaya koyan sure, adını da kâfirlere hitap ile başlayan ilk ayetindeki “el-Kâfirun” (kâfirler) kelimesinden almıştır. 6 ayettir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ey Müslüman! Gerek servet, şöhret, makâm gibi dünyalıklar vâdederek, gerekse tehditler savurarak, sana dinin temel ilkelerinden taviz vermeni teklif eden inkârcılara seslenerek, de ki:
“Bakın, ey inkârcılar!”
2. “Ben bir Müslümanım; bir elime Ay’ı, bir elime Güneş’i verseniz bile, sizin taptığınız ve beni de kulluğa çağırdığınız o sahte ilâhlara tapmam!”
3. “Nitekim, siz de benim kulluk ettiğim sonsuz ilim ve kudret, rahmet ve merhamet sahibi, eşi ve ortağı olmayan, bütün âlemlerin biricik sahibi, yöneticisi, efendisi, Rabb’i ve İlâhı olan Allah’a, O’nun razı olduğu şekilde O yüce Kudret’e kulluk etmiyorsunuz. Siz Allah’a isyân etmekten korkmuyorsunuz da ben sizin tehditlerinizden mi korkacağım.”
4. “O hâlde hiç boşuna ümitlenmeyin; ben sizin taptığınız, kulu kölesi olduğunuz hiçbir şeye bugüne kadar tapmadım, şimdi de tapmıyorum bundan sonra da ebediyen tapacak değilim!”
5. “Zaten bu inkârcı tavrınızdan vazgeçmediğiniz sürece, siz de asla kulluk etmeyeceksiniz, benim kul olduğum yüce Allah’a! Size göre bireysel, toplumsal, ekonomik, siyasal alanlarda Allah’tan başka sözü dinlenecek, kulluk yapılacak nice varlıklar var; benim ise hayat programımı belirleyen Kur’an’ım, izinden yürüyeceğim Peygamber’im var!”
6. “Öyleyse, birbirimizi kandırmayalım, açık ve net konuşalım: Hak ile batıl arasında bir uzlaşma, bir kaynaşma olamaz! Sizin dininiz size, benim dinim bana! Sizin dininiz sizin olsun. Benim de yaşanacak dinim var. Haberiniz olsun.”
110. NASR SÛRESİ
Hz. Peygamber’e vefâtından birkaç ay önce gönderilen ve dünyadaki elçilik görevinin başarıyla tamamlandığını —dolayısıyla, Rabb’ine kavuşma vaktinin artık geldiğini— bildiren bu sûre, Allah yolunda canla başla mücâdele eden müminlere ilâhî yardımı müjdelemektedir. Adını birinci ayetinde geçen “Nasr: yardım, destek” kelimesinden almıştır. 3 ayettir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ey Peygamber! Büyük bir fedakâlık ve sabır gerektiren çetin bir mücâdelenin ardından nihâyet sana, Allah’ın yardımı ve kâfirlere karşı kesin zafer geldiği,
2. Ve insanların, Allah’ın dinine akın akın girdiklerini gördüğün zaman,
3. İşte o zaman, sakın övüneyim, gurura kapılayım deme. Çünkü asıl zor imtihân o zaman başlamış demektir. O an, şeytanın seni fitneye düşürebileceği en zayıf anın olacaktır. O hâlde, bu büyük başarının senin marifetin değil, Allah’ın sana bir lütfu olduğu bilinciyle Rabb’ini hem kalbinle, hem de söz ve davranışlarınla överek, anıp yücelterek ve O’nun buyruklarını, hükümlerini dâimâ yüreğinde ve gündeminde canlı tutarak, en içten duâ ve yakarışlarla hamd ile tesbih et ve ne kadar iyilik yapmış olursan ol, yine de kendini kusursuz, mükemmel görme; daha iyiye, daha güzele ulaşabilmek için gayret göster; bunun için, dâimâ O’ndan mağfiret dile. Hiç kuşkusuz O, her zaman Kendisine yönelenleri rahmetiyle kucaklayan ve tövbeleri kabul edendir.
111. MESED SÛRESİ
Mekke döneminin henüz başlarında, Fâtiha sûresinden sonra indirilmiştir. İlk nazil olan sûreler arasında yer almaktadır. Adını, son kelimesi olan ve “Hurma lifinden bükülmüş ip, urgan, kalın halat” anlamına gelen “Mesed” kelimesinden almıştır. Tebbet ve Leheb adlarıyla da bilinen sûre, 5 ayettir.
Ebû Leheb, Peygamber’in öz amcasıydı. Fakat sahip olduğu güç ve servetiyle kibre kapılarak İslâm çağrısını reddetmişti. Başından beri Peygambere şiddetli muhâlefet göstermiş ve onun çağrısının insanlara ulaşmaması için elinden geleni yapmıştı. Allah katında üstünlük ölçüsünün mal ve servet değil, ahlâk ve erdemlilik olduğunu ifâde eden İslâm prensibi, onun bu dine düşman olmasının en büyük sebebiydi. Ebû Leheb’in, İslâm’a düşmanlıkta kendisinden hiç de geri kalmayan Ümmü Cemil adında bir karısı vardı. Mekke “sosyetesinin” en parlak simalarından biri olan ve Peygambere duyduğu kin ve öfke yüzünden onun evinin önüne ve geçtiği yollara dikenler atacak derecede azgınlaşan bu kadın, ayrıca, mücevherlerle süslü değerli bir kolyesini Müslümanlara karşı savaşta kullanılmak üzere Kureyş ordusuna hibe etmişti.
Hz. Peygamber, yakınlarını açıkça uyarma görevini (26. Şuarâ: 214) alınca, Kâbe’nin hemen yanındaki Safâ tepesine çıkıp her kabîleyi ismi ile çağırarak şöyle seslendi: “Size ‘Şu dağın arkasında düşman askerleri saldırmak üzere bekliyor!’ desem bana inanır mıydınız?” Onlar da “Evet!” diye cevap verdiler, “Çünkü sen hiçbir zaman yalan söylemezsin!” Bunun üzerine Peygamber, “O hâlde, sizi kıyâmet ve âhiret gerçeği ile uyarıyorum!” deyince, dinleyiciler arasında bulunan Ebû Leheb, “Yazıklar olsun sana, bizi bunun için mi buraya topladın!” diyerek yerden taş-toprak almış, Hz. Peygamber’e doğru atarak yüz çevirip gitmişti. Kısa bir süre sonra, bu sûre nazil oldu.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ebu Leheb’in elleri kırılsın, gücü ve saltanatı yok olsun. Kahrolup gitsin; zaten kendisi kopkoyu bir inkâr bataklığına saplanarak kahroldu ya!
2. Ne o güvendiği malı ve serveti kurtarabildi onu o korkunç âkıbetten ne de diğer çalışmaları ve kazandıkları.
3. İşlediği günahlardan dolayı, alevli bir ateşe girecektir o!
4. Bir zamanlar lâf getirip götüren ve Peygamber (s)’in yoluna dikenler taşıyarak Ebu Leheb’e destek olan karısı da, yaptıklarına uygun bir ceza olarak, kendilerini yakacak odunları sırtına yüklenmiş olarak kocasına eşlik edecek.
5. Hem de gerdanında, —o dillere destan kolyesi yerine— hurma lifleriden örülmüş kalın bir halat olduğu hâlde!
112. İHLÂS SÛRESİ
Mekke döneminin ilk yıllarında gönderilmiştir. İhlâs; dini bâtıl inanç ve hurâfelerden, şirk ve küfür bulaşıklarından temizleyerek katıksız/katışıksız hâle getirmek demektir. Kur’an’ın üç temel konusundan birisi olan tevhid ilkesini özetleyen bu sûre Hz. Peygamber tarafından Kur’an’ın üçte birine denk görülmüştür. 4 ayettir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ey Müslüman! Hak dinin temeli olan tevhid inancını tüm insanlığa bildirmek üzere de ki: “O Allah’tır, birdir. Kâinatın her zerresinde sonsuz ilim, kudret ve merhametinin tecellîlerini görüp durduğunuz, bu yüzden varlığını öteden beri zaten bildiğiniz, fakat sıfatları konusunda her zaman yanılgıya düştüğünüz Allahû Teâlâ eşi-benzeri ve ortağı olmayan, olması da düşünülemeyen bir tek rab ve ilâhtır.
2. Allah, Samed’dir. Her şey O’na muhtaçtır, fakat O, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Tüm canlıları besleyen, terbiye eden, yöneten ve yönlendiren, Kendisine “Kul olmaya” lâyık tek varlık O’dur.
3. Doğurmamıştır, doğmamıştır. O’nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ne kendisi başka bir ilâhtan meydana gelmiştir ne de kendisinden başka bir ilâh zuhur etmiştir. Doğmak ve doğurmak, âciz ve muhtaç varlıkların özelliğidir; oysa Allah tam ve mükemmeldir, her türlü âcizlikten, noksanlıktan uzaktır, yücedir.
4. Hiç kimse ve hiçbir şey, ne zâtında, ne de sıfatlarında O’na denk değildir. Kudret O’nundur, yücelik O’nundur, büyüklük O’nundur. Emrine itaat edilecek, hükmüne boyun eğilecek tek otorite, tek ilâh O’dur.”
113. FELAK SÛRESİ
Konu ve üslup bakımından birbirlerine oldukça benzeyen ve Hz. Peygamber (s) tarafından “Muavvizeteyn” (Allah’ın himayesine ulaştıran ikili) olarak adlandırılan Felak ve Nas sûreleri, Mekke döneminin ilk yıllarında gönderilmiştir. Felak sûresi, adını birinci ayetinde geçen “Felak” (şafak, sabah, tan ağarma vakti) kelimesinden almıştır. 5 ayettir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ey Müslüman! Tehlikelerle dolu şu hayat yolculuğunda, insanlığa dünyada ve âhirette kurtuluş yolunu göstermek üzere de ki:
“Ben, felakın Rabb’ine sığınırım. Gönderdiği Kur’ân sayesinde inkâr ve cehâlet karanlıklarını paramparça eden, böylece aklımı ve gönlümü iman ve Kur’ân nuruyla aydınlatan yüce Rabb’imin benim için belirlediği kulluk sistemini bireysel ve toplumsal hayatıma egemen kılarak O’nun himayesi altına girerim. Bunun için:
2. O’nun yarattığı şeylerin şerrinden O’na sığınırım. O’nun yarattığı ve kullanılış amacına göre, hem hayır hem de şer olabilecek bütün varlıkları, O’nun tâlimatları doğrultusunda, O’nun isteğine uygun bir şekilde kullanarak dünya ve âhiret tehlikelerinden korunurum.
3. İnsanlığın başına bir kâbus gibi çöken inkâr ve cehâlet karanlığının şerrinden O’na sığınırım. Gerek bâtıl ideolojilerle, gerek din adına uydurulan bidat ve hurâfelerle yıkıma uğratılan gönüllerin yeniden iman nuruyla aydınlanması için Kur’an ve Sünnete dayalı insan eğitimine başlayarak, zihinleri uyuşturup felç eden her türlü bağnazlığa, cehâlete, hurâfeye karşı O’na sığınırım.
4. Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden O’na sığınırım. Cincilik ve benzeri safsatalarla halkı aldatan; birtakım yaldızlı kelimelerle insanların gözünü boyayarak gerçekleri çarpıtan; şeytânî taktiklerle kitleleri uyutarak hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışan “büyücülerden” O’na sığınırım.
5. Ve kıskançlığının etkileri ortaya çıkmaya başladığı zaman, kıskancın şerrinden Allah’a sığınırım. Kin, haset, kıskançlık, çekememezlik gibi her türlü ahlâki zaaflara düşmekten ve böyle kimselerin şerrine uğramaktan O’na sığınırım. İşte bunları yapabildiğin takdirde Allah’ın koruması altına girmiş, dünya ve ahirette kurtuluşu hak etmiş olurum.
114. NÂS SÛRESİ
Mekke döneminin ilk yıllarında, Felak sûresinin hemen peşinden nazil olmuştur. Adını, ayetlerin sonunda tekrar edilen “en-Nâs: İnsanlar” kelimesinden almıştır. 6 ayettir.
Bir önceki sûrede, kendilerinden Allah’a sığınmamız gereken kötülükler tanıtılmıştı. Burada ise, kendisine sığınmamız gereken Allah’ın Rab, Melik, İlâh olduğu anlatılıyor ve bütün kötülüklerin kaynağı olan insan ve cin “şeytan”larına işâret ediliyor.
Rabb; terbiye eden, yetiştiren, eğiten, hayatın programını yapan yetkili varlık demektir. Buna göre insanın yaptığı şeyleri ona yaptırtan, yapmadıklarını da yaptırtmayan güç onun rabbidir.
Melik; hükümdar, kral, padişah demektir. Bu kelimenin kökünde, sahip ve hakim olma anlamı vardır. Varlık O’nun olduğu için, varlık üzerinde yönetim hakkı da O’nundur.
İlâh; kulluk ve itaate lâyık kutsal varlık, yani tanrı demektir.
Allah, insanların yegane Rabb’i, Melik’i, İlâh’ı olduğundan O’ndan başka hiçbir varlığa kulluk edilmemeli, dünya ve ahiret saadeti için yanlızca O’nun hükümlerine itaat edilmeli ve yalnızca O’na sığınılmalıdır.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne göderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabb’imin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum:
1. Ey Müslüman! Dünyada ve âhirette kurtuluşa ulaşabilmek için Rabbine el açarak, kendi benliğine ve tüm insanlığa seslenerek de ki:
Bakın, ey insanlar! Ben; insanların Rabb’ine; onları besleyen, terbiye eden, yetiştiren, yöneten, yönlendiren ve koruyan Allah’a sığınırım.
2. İnsanların mutlak Hükümdarına!
3. Tüm varlıklara hükmeden, her şeyi kontrolü ve otoritesi altında bulunduran, kulluk ve ibâdete lâyık olan biricik İlâh’a, insanların İlâhına!
4. O sinsi şeytanın şerrinden ki,
5. Türlü taktik ve yöntemlerle hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışarak insanların kalbine kötü düşünceler fısıldayıp durur.”
6. Zannedildiği gibi onlar sadece “cin şeytanlarından” ibaret değildir. Bu şeytanlığı yapanlar Hem cinlerden, hem insanlardandır.”
Allah’ın Rasulü, Muhammed (s) her gece yatağına girdiğinde avuçlarını birleştirir ve İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okuyup avuçlarına üfler, sonra da ellerini vücudunun ulaşabildiği her tarafına sürer ve bunu üç kez tekrarlardı.
Ey Müslüman! Buraya kadar okuduğun ayetlerle sana cennetin yolunu gösteren Allah’a hamd etmen gerekmez mi? Öyleyse hemen Fatiha Sûresini okumaya başla ve hamd et Allah’a. Çünkü Kur’an okunup bitirilen bir kitap değil, her zaman ve her yerde sürekli okunması ve gündemde tutulması gereken bir zikirdir.
İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre bir adam Allah’ın Rasulüne “Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sordu. Rasulullah (s) “Durmayan yolcunun amelidir” buyurunca adam tekrar “Durmayan yolcu nedir?” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Rasulü “Kur’an’ı baştan sona okuyan birisinin durmayıp yeniden okumaya başlamasıdır” buyurdu. (Tirmizi, Kıraat, 13) Buna dayanarak Mekke Kurası hatimden sonra Fatiha Sûresini ve Bakara’nın ilk beş ayetini okuyarak Kur’an’ın başına yeniden döner ve okumalarını burada bırakmazlardı.
Dostları ilə paylaş: |