1 İmam Mâturidi'nin Hayati Ve Yaptıkları: 2


- Hadis ehli : Bunların benimsedikleri mebde'ler, nakli deliller­dir ki onlar da kitap, sünnet ve icma-ı ümmettir. 2-



Yüklə 1,06 Mb.
səhifə4/26
tarix17.01.2019
ölçüsü1,06 Mb.
#98916
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26

1- Hadis ehli : Bunların benimsedikleri mebde'ler, nakli deliller­dir ki onlar da kitap, sünnet ve icma-ı ümmettir.

2- Re'y ve aklî delilleri benimseyenlerdir ki, onlar da, Eş'arîler ve Mâturîdî'lerdir. Eş'arîlerm imamı Ebu'l Hasan el-Eş'arî'dir. Mâturîdî-lerin imamı ise Ebû Mensur el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî olan mebde'ler-de, naklî delile dayanan her meselede ittifak halindedirler. Naklî delil-lerdeki mebde'lerinde akim caiz olduğunu idrâk ettiği hususta; aklın caiz olduğunu idrâk edemediği mes'elelerde aklî ve nakli delillerde iktifa et­mişlerdir. Bazı mes'eleler hariç bütün itikada ait mes'elelerde görüş bir­liğine varmışlardır.111

3- Kitab'ut Tevhîd'in ihtiva ettiği hususların incelenmesi:

A) İmam-ı Mâturîdî Kitab'ut - Tevhîd'in bir bölümü ile taklidin ip­tali hakkında müsamahalı davranıp kolaylık gösteriyor. O, bununla ehl-i sünnetle Mu'tezîle arasında varılan taklidin fasid ve bâtıl olduğu hak­kındaki icmam dışına çıkmış olmaz. îmam-ı Eş'arî ve ona tâbi olan Eş'arîler mukallidin tekfirine kadar ileri gittiler. Çünkü Eş'arîler ima­nın sıhhatma îmanın, deliller ile kaim olmasını şart koştular. Hatta Eş'arîler şu görüşü ortaya atıyorlar : «Bir şahsın müslüman olması bulûğ çağından sonra tasdik edici değil, şek'edici olmadıkça sahîh olmaz.»112 Tabiidir ki, burada sekten murad şekkin kendisi değildir. Bi­lâkis gek'ten murad insanda yaradılış itibarı ile bulunan fikirlerden şahsı temizlemektir. Ta ki delillere bakıp düşünmek sureti ile hakkı ka­bul etsin. îman için kullandığı delilleri kullanabilmek için her müslüma-nm bulûğ çağma yaklaştığı veya bulûğ çağından evvel fikri düşünme ve delilleri kullanmağa yetenek elde etmek için yetiştirilmesi gerekir. Tabi bu hususlara müslümanm gücü yettiği vakitte...

îbn-i Hazm diyor ki: «Muhammed Bin Cerîr et-Taberî ve es-Sım-nânî hariç olmak üzere Eş'arî'Ierin hepsi kişi ancak delillerle müslüman olabileceği ve delilsiz müslüman olamıyacağı görüşünü savundular. Ta-berî diyor ki; erkeklerden ve kadınlardan kim ki bulûğ çağma'ulaşır veya kadınlardan adet halini görme çağma ulaşır da Allah-u Teâlâ'yı bütün sıfatları ve isimleri ile istidlal yolu ile bilmezse o kimse kâfirdir, malı ve kanı helâldir.

Ve yine Taberî; erkek veya kız çocuğu yedi yaşma girdiği vakit onları öğretime tâbi tutup Allah-u Teâlâ'nın bütün isimlerini ve sıfat­larım delillerle anlıyabilmeleri için yetiştirilmeleri vacibtir, diyor. Eş'arî-ler de, bu hususların ancak bulûğ çağından sonra gerektiğini söylüyor­lar.113 Mu'tesiîelerin taklidi iptal etme hakkındaki sözleri, îmam-ı Mâtu­rîdî'nin Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinde ileri sürdüğü görüşlerin dı­şına çıkmıyor. Mu'tezile'den olan ve 415 H. / 1024 M. yılında yani Mâ­turîdî'nin vefatından seksen sekiz sene sonra vefat eden kadı Abdülceb-bâr, Mâturîdî'nin söylediğinden başka bir şey dememiştir. İkisinin ara­sındaki ihtilâf sırf ibarede görülmektedir. Delillerin kullanılmasına ge­lince, ikisinin de delil kullanma tarzı birdir.

îmam-ı Mâturîdî Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinin ilk bölümünde şöyle diyor : Biz, insanları dinî konulardaki inançlarında muhtelif mez­heplere bölünmüş ve bu bölünmelerine rağmen bir kelime üzerinde it­tifak etmiş olduklarını görüyoruz. Birinin benimsediği görüş, hak ve ger­çek ise, diğerininki gerçek dışı ve bâtıl olur. Bununla beraber hepsinin taklid edilen selefleri bulunduğu hususunda ittifak halinde oldukları gö­rülmektedir. Öyle ise taklid eden kişinin mazur olmadığı sabit olmuş­tur. Çünkü; kendisi gibi mukallîd olan, kendi görüşünün zıddı iddiasın­da da isabetli olabilir ki, bunlara bakıldığında sayılarının çoğalmasın­dan başka bir şey olmadığı görülür. Ancak, ne var ki, son sözü söyle­me hakkına sahip olan birisinin öne sürdüğü hükmün hak olduğunu bil­direcek ve hakka isabet ettiğini vicdanlı kimseye kabullendirecek aklî bir delili bulunan, müstesna. Kim ki incelenmesi gereken hususu, dinî esaslara dayanarak incelerse hakka isabet etmiş olur. Bunlardan her birinin Peygamber Aleyhisselâmm inandığı hususun hak ve gerçek ol­duğunu bilmesi gerekmektedir...114

Gazi Abdül Cebbar «Muğni» adındaki kitabında taklidin fasid ve bâtıl olduğunu beyan etmek için açmış olduğu bölümde şöyle diyor : «Şunu iyi bil ki, taklid etmenin caiz olduğunu söylemek inşam bir za­rureti inkâr etmeye götürür. Çünkü cisimlerin kadîm olduğunu söyle­yenleri taklid etmek, bunların hadis olduğunu söyleyeni taklid etmek­ten daha evlâ ve üstün değildir. Öyle ise cisimlerin hem kadim hem hadis olduğuna inanması gerektir ki bu mümkün değildir. Veya her iki inancın dışına çıkması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Diğer mez­hepler hakkındaki söa de aynı böyledir... Kişinin "ben bu husustaki inançta çoğunluğu taklid ederim" demesine hakkı yoktur. Çünkü bazan hakka isabet eden bir olur, yalnız kalır; hakka isabet etmeyip bâtıla saplananların hepsi çoğunluğu teşkil eder. Öyle ise kişinin bu yoldan başka bir yolla hakkı öğrenmesi vaciptir...»115

İki şahıs arasındaki şu ittifak Mâturîdî'nin Mu'tezîle mezhebinin imamının tesiri altında kalmasına hiç delâlet eder mi? Biz Gazi Abdül Cebbar'm bu mes'elede İmam-i Mâturîdî'nin tesiri altında kalmasını uzak görmüyoruz. Gerçekten biz biliyoruz ki Gazi Abdül Cebbar Mu'~ tezile mezhebine tâbi olmazdan önce Eş'arî mezhebinde ve ehl-i sünnet itikadı üzere yetişmiştir.116 Ve yine bilyoruz ki îmam-ı Eş'arî her ne kadar taklidi zem etmiş ise de kendisinden bu deliller gibi deliller nak-lolunmamiştır.117 Nitekim kendisinden sonra gelen Gazi Abdül Cebbar­da ve imam-ı Mâturîdî'de bu delilleri görüyoruz.

Taklid'in bâtıl ve aklen redaouınması şer'e de uygundur. Çünkü taklid, şeriatta de zem oîunnıuştUr, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde taklid ve taklid edeni zem ederek şöyle buyurmuştur : «... Biz ataları­mızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız.»118 «Her Peygamber de ümmetine şöyle demiştir : «Atalarınızı, üzerinde buldu­ğunuz dinden daha doğrusunu si2e getirdimse de mi? (bunu kabul et-miyeceksiniz...)»'119 «... ya ataları foir şey anhyamaz ve doğruyu seçemez idiseier de rni? (ona uyacaklar),»120 yine şöyle diyecekler: «Ey Rab-bimiz! Doğrusu bizler, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler.»121 Kur'îm.j Kerînı'de bu âyetlerden başka bu hususta bir çok âyetler varid olmuştur.122

Ve yine böylece Allah-u Teâlâ bizi delillere bakmaya teşvik ve ter-ğip buyurmuş, onlardan ibret alnımızı düşünüp imal-i fikretmemizi em­retmiştir.123Taklid ise ancak akim faydasını ve akıldan istifade edile­cek menfaati ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü akıl düşünmek ve imal-i fikredilmek iQin yaratılmıştır. Ziyasından istifade etmesi için eline kandil verilen kişinin, kandilin ışığım söndürüp karan­lıkta yürümesinden başka kötü ve çirkin bir iş olabilir mi?124



B) İmam-ı Mâturîdî kitabında Marifet hakkında bir görüş arze-diyor. Ve bize akıl, haber ve duyu organları vasıtası ile ulaşan bilgi­lerde, bizim ne ölçüde bilgi sahibi olduğumuzu ve hakka isabet etme öl­çüsünü münakaşa eder. Bu metod onun katında eşyanın hakikatlerini bilmeye dair yegâne yolumuzdur. Bizim, Marifete ulaşabilmek için bu yol­lardan birinden müstağni olmamız mümkün değildir. Çünkü Marifet­lere ulaşabilmek için bu yollardan birine başvurmak gerekir. Zira her yolun bir Marifetler grubu vardı t.

Biz, hisle lezzet almanı, acı ve keder duyulanı, bakî ve fânî olanı anlar ve biliriz. His ile elde edilen marifeti inkâr eden herkes, kendini beğenmiş inatçı bir kimsedir. Onunla münazara etmek doğru değildir.

Çünkü o, kendisinin bizzat öğrendiği ve bildiği şeyi inkâr ediyor. Ona vurmak veya bir tarafını kesmekle acı vermemiz kâfidir ki bu şiddetli acı ile acı duyduğunu bilsin. Biz böylece ona kendisi gibi inatla muka­bele etmiş, duyduğu elemi, hissettiği acıyı inkâr etmiş oluruz. Tâ ki daha şiddetli azaba düşsün, bocalayıp kalsın ve içinde gizlenmiş oldu­ğu perdeyi yırtıp atsın.125

Haber'e gelince —veya bu asrın deyimi ile başkasının şahadetine gelince— bu kendi isimlerimizi, soy ve sopumuzu ve bütün eşyanın isimlerini bilmekte bize vesile oluyor. Tıpkı haberle geçmiş zamanlarda vukubulan olayları, uzak beldeleri, yararlı ve zararlı olanları ve haya­tımızda bizzat müşahade etmek suretiyle görüp de bilemediğimiz her şeyi bildiğimiz gibi.

İmam-ı Mâturîdî, haberin iki çeşidi arasını ayırd eder. Bunlardan birincisi Mütevatir haberdir ki, onun doğru olduğunu tesbit etmek için ona bakmak ve incelemek gerekir. îkincisi, Peygamberlerin verdikleri haberlerdir ki kendilerinin doğruluğuna açıkça delâlet eden âyetler, on­larda bulunduğu için onların verdikleri haberlerden daha doğru, daha gerçek bir haber yoktur. Çünkü kalbin Mutmain olduğu haber, doğru ve açık-seçik olması bakımından Peygamberleri (a.s.) haberlerinden ba§ka bir haber yoktur. Bizim marifetlerden beyan ettiğimiz hususla­rı inkâr edenler aklen münkir ve inatçı kimselerdir. Bunun içindir ki Peygamberlerin haberlerini inkâr eden kimseye inatçı, kibirli kimse de­mek daha doğru ve lâyıktır.126

Bakmak suretiyle inceleme ise, bu sözü kabul etmek gerekir. Çün­kü haber ve hisle elde edilen ilim hakkında hüküm verecek olduğumuz hususta o, hâkim rol oynamaktadır. Bu ise duyulardan uzak olan veya­hut da duyulara hoşluk veren şeylerde olur. Haber ile bilinen hususun kendisinde yanlışlık olup olmadığı ihtimali bulunan çeşittendir. Sonra Peygamberlerin tebliğ ettikleri, âyetlerle, sihirbazların öne sürdükleri bügiler ve başkalarının empoze ettikleri ilimlerin arasını ayırd etmek lâzımdır...127

Biz, bakmakla kadîm olanı bilip onu hadis olandan ayırd ettiğimiz gibi mahlûkatta bulunan hikmeti ve kendisini yaratana delâlet edecek hususları nıahlûkata ve mahiyetine bakmak suretiyle bilip öğreniriz. Bunların hepsi kendisini bilmeye ancak bakmakla varılan hususlardır... Tabii bunlar akla kullanıp eşyaya bakmak suretiyle elde edilir.128

Biz, Mütekellimlerden birinin Mâturîdî'den önce Marifet hakkında nazariye öne süren bir bilgin görmedik.129Nitekim Mâturîdî'den sonra hiç bir kelâmcı görmüyoruz ki telif ettikleri eserlerin mukaddimesi raarifetden hâlî kalsm.130 Güya îmam-ı Mâturîdî, kelâm bilginlerine, ken­disinden sonra bir yol bırakmış ve bunlar da eserlerinin mukaddimele­rinde marifetten bahsetmişler ve bizim bilgilerimizin değer kıymetini münakaşa etmişler de, Mâturîdî'nin bırakmış oldukları yoldan yürüyüp gitmişler.



C) Biz, Kitab'üt - Tevhîd'de Öyle deliller görüyoruz ki, Mâturîdî bunlarla cisimlerin hadis olduğunu ispat ediyor. Bu delillerin, Mu'tezüe-lerin özellikle Mâturîdî'den tahminen bir asır önce gelen İbrahim Bin Seyyar en-Nezzâm'm öne sürdükleri delillerin aynı olduğunu görürüz. İmanı-ı Mâturîdî, Mu'tezîle ile fazla ters düşmüyor. Ancak îmam-ı Mâ-turidî, cisimlerin veya cevherlerin veya maddelerin —onları tercih ve on­lara verdiği isimler gibi— hadis olduğunu ispatta delil olarak habere daha geniş bir yer veriyor.

Maddeler, bizim eşyanın hakikatlerini bilmeye yol olarak gösterdi­ği, akıl, his ve haberin şahadeti ile hadistir (diyor îmam-ı Mâturîdî). Habere gelince : Gerçekten AUah-u Teâlâ her şeyi yaratanın kendisi olduğunu haber veriyor.131

Göklerin ve yerin yaratıcısı132 kendisinin olduğunu ve göklerde ve yerde olanların sahip ve mâliki bulunduğunu haber veriyor.133 Hisse ge­lince; biz, varlıkları kendilerine olan ihtiyaç ve zarurete binaen hisse­deriz. Zaruret ve ihtiyaç kendilerinden başkasına ihtiyaç duyuran hu­suslardır. Böyle olan her şey hadistir. Çünkü başkasından müstağni olmak, kadîm olmanın şartıdır. Çünkü kadîm olan kıdem sıfatıyla baş­kasından müstağnidir. Biz, varlıklar bozuldukları vakitte bozulan kıs­mının düzeltilmesi için başkasına muhtaç olduğunu ve her ne kadar ke­mâl ve kuvvet halinde olsa dahi kendisindeki noksanlığı gidermekten âciz; olduğunu hissederiz, anlarız. Ve birbirlerine benzemiyen, zıd olan tabiatlarının bir arada bulunmasına icbar edecek kimseye muhtaç oldu­ğunu da hissederiz. Ve yine hissederiz ki, varlıklar cüz ve parçalarının arasını uyumlu kılmaya kadir olan bir varlığa muhtaç olduğunu, hal değiştirdiğini ve dolaya* ile fânî olarak yok olup gittiğini hissediyo­ruz, îşte böyle olan her varlığın ve her şeyin kendiliğinden var olması caiz değildir. Bu hal de onun hadis olmasına en büyük delildir.'134

îmam-ı Mâturîdî'nin cisimlerin hadis olduğunu ispat etmekte ele aldığı aklî deliller, kelâmcılar katında meşhur olan kaideye mebnidir ki, cisimler hâdiselerden hâlî kalmaz ve hâdiselerden hâlî kalmıyan her şey hadistir kaidesinden ibarettir.

Cisimler, hareketten, durmaktan, toplanma veya ayrılmaktan, te­miz veya pis olmaktan, güzel veya çirkin, fazla veya noksan olmaktan hali kalmaz. Bu saydıklarımız, his ve akıl ile biliniyor ki, hâdisdirler. Çünkü birbirine zad olan iki şey bir arada cem olmaz. Öyle ise teselsül, yani birbiri ardınca geime sabit olur. Bu hususta da hadis olmaklık var­dır.135 Böylece biz, yazıcısız yazının meydana geleceğini bilemeyiz. İki şeyin birbirinden ayrılması, ancak onları ayıran bir varlığın bulunması ile olur. İçtima, sükûn ve hareket te böyledir. Öyle ise âlemin tümünde, bu hususların bulunması gerekir. Zira âlem birbiriyle kaynaşmış, birbi­rinden ayrılmış durumdadır. Hattâ âlemin uyumlu halde bulunması şa­şılacak şeylerin en büyüğüdür. Âlemin kendiliğinden toplanması ve ay­rılmasının mümkün olmayıp, bunların başkası ile vnkubulması daha gerçek ve doğrudur. Sonra yazı ve teliften görünen her şey, kendisini meydana getirenden daha hadis1 olur (yani yazıyı yazan sonradan var olmuş ve yok olmaya mahkûm olduğu için hadistir, fakat yazılan yasa, yazandan daha sonra varolup, daha çabuk yok olur). Bütün âlem de bunun gibidir. Çünkü âlemde yukarıda zikrettiğimiz anlamların hepsi vardır.136

imam Mâturîdî'nin his ve akıldan alıp öne sürdüğü bu delillerin aynını 231 H. / 845 M. yılında yani Mâturîdî'nin âhirete îrtihalinden takrîben bir asır önce vefat eden İbrahim bin Seyyâd en-Nezzâm adındaki Mu'tezile mezhebinden olan bir âlimin ele aldığını görüyoruz, ibrahim bin Seyyar en-Nezzâm, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam-ı Mâturî-dî'nin yaptığı gibi cisimlerin tamamen hadis olduğuna dair saraheten bu delilleri öne sürüyor. Kitab'ül - İntişarda şunları okuyoruz : «İbra­him en-Nezzâm diyor ki, ben sıcağın soğuğa zıd olduğunu, bu iki zıd olanın bir yerde toplanmadığını, her ikisinin bizzat bir arada bulunma­sının mümkün olmadığım gördüm; kendi vücudumda onların içtima et­tiğini bilince, anladım ki, bunları bir arada toplayan bir varlığın ve bunların kendi tabiat ve durumlarının hilâfına olarak bir arada top­lanmasına icbar eden bir kuvvet vardır. Üzerinde cebir ve men'e carî olan her şey zayıftır. Onun za'fiyeti ve kendisine başkasından gelen etki ve icbar, onun hadis olduğunun ve kendisini yoktan var eden, yara­tan ve hiç bir şey'in kendisine benzemeyen bir kuvvetin varlığının en büyük delilidir. Çünkü hadis olduğuna delâlet etmekte kendisine ben­zetilen her hükme, hadis olduğu hükmü verilir. Bütün bunları meydana getiren kuvvet âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah'tır. Allah'tan gayri, yani insanlar tarafnıdan iki zıd olan su ile ateşin, toprak île havanın bir yere cem'i ise, bu da eşyanın hadis olmasına bir delildir. Ancak ne var ki, onu meydana getiren, kendisini zıddı ile cem'eden insan değil­dir. Çünkü insanın üzerine, kendisinin meydana getirdiği şeye icra et­tiği cebir sistemi tatbik olunur. Bu eşyayı meydana getiren, ve eşyaya benzeyen insanı vareden, kendisine hiç bir şeyin benzemediği Allah'tır. «O'nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir şey yoktur.»137

ibrahim en-Nezzâm bazen bu delilleri nıaniviyye mezhebinin görüş­lerini çürütme babında kullanıyor. Maniviyye mezhebi bâtıl fikirlerini şu sözleri ile yaymaya çalıştılar : «Işık ve karanlık âlemin aslıdır. Ken­di zatları bakımından birbirlerine zıd ve muhalif olmalarına rağmen fiillerinde imtizaç etmişlerdir.» Kitab'ül - întisâr'da şunları okuyoruz: «İbrahim en-Nezzâm muhaliflerine şöyle diyor : Aydınlıkla karanlık, sizin vasfettiğinis hal üzere oldukları vakitte kendilerinden meydana gelmek suretiyle nasıl birbiriyle içtima ve imtizaç ediyorlar? Bunların üstünde kendilerini bulundukları hâli almaya cebreden, bir arada topla­yan, amellerinden meneden bir kuvvet olmadıkça, bu tıpkı tabiatında yuvarlanma bulunan taşın yuvarlanmasını meneden ve yaradılışında akı­cı vasfı bulunan suyun akmasını meneden bir kuvvetin olduğu gibi tezahür eder. Bilâkis aydınlık ile karanlık sizin sözünüze göre ziyadesiyle birbirine zıd ve ayrı olmaları gerekirdi. İbrahim, iddia ediyor ki eşyayı yaratan bir yaratıcı, ona yön veren bir müdebbir (idare eden) vardır ki onu dilediği gibi olmaya mecbur kıldı, istediği şekil üzere bulundur­du. Eşyadan dilediğüıi bir arada topladı; dilediğini de ayrı ayrı kıldı.138 Kitab'ül - Intisar'm başka bir yerinde de şu satırları okuyoruz : «ibra­him en-Nezzâm, hakikaten şu iddiada bulunuyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, birbirleriyle zıd olan eşyayı bir arada toplanmaya mecbur kıldı ki bu eşya kendi cevherleriyle bulundukları hâl üzere bırakılmış olsalar­dı bir arada imtizaç edemezlerdi. Ama kendilerinde bulunan birbirleri­ne zıd hallerden uzaklaştırılıp içtimaya mecbur kılındıklarında bir arada bulunmayı kabullenmeye mecbur oldular. Çünkü bunların asil madde­lerinde ve gelişmelerinde cebir halinde imtizaç ve içtima etme vardır. Tıpkı bulundukları halde serbest bırakıldıkları takdirde cevherlerinde ve hallerinde birbirlerine zıddiyetleri olduğu gibi... Bu görüş öyle bir görüş ki; insanların çoğu İbrahim en-Nezzâm'm görüşüne katılıyorlar. Bu me­sele gizli-kapalı değil, açık ve seçik bir mes'eledir.»139

Hayyât'm, Nezzâm'dan naklettiği ve Mu'tezileden olanların çoğun­luğu Üe beraber bulunduğu bu görüşlerdir ki, biz bunları, bu beyandan sonra Mâturîdî'nin Kitâb'üt - Tevhîd'inde mütereddid olarak zikrettiğini görüyoruz. Bunların hepsi Mu'tezîle ile Mecûsîler, dinsizler ve putperest­lerden islâm âleminde yayılmış olan diğer dinler arasındaki münazara­ların meyvesidir. Hiç şüphe yoktur ki, bu münazaralar, kelâm ilmini zen-ğinieştirmiş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur. Gördüğümüz gibi bu münazaralar ehl-i sünnet üzerinde çok büyük bir tesir bırakmıştır.



D) îmam-ı Mâturîdî, cisimlerin hadis olmasında kullandığı delil­leri Allah'ın varlığını ispat etmekte de öne sürüyor. Şöyle ki: Cisimler kendi kendileriyle bizzat içtima edemeyip, birbirlerinden ayrılamadıkları ve cisimlerin kuvvetli ve kemâl hallerinde kendilerine arız olan bir yıp­ranma ve çökmeyi ıslâh etmeye kadir olmadıkları vakit ve bunların ta­biatlarında birbirlerine karşı zıddiyet bulunduğundan kendi kendileriyle içtima edememektedirler. Bunların tabiatlarına aykırı olarak bir durum almaları için muhakkak bunları cebreden bir kuvvetin bulunması gere­kir. Bu haller böyle olduğu zaman sabit olur ki, bunların tümünü mey­dana getiren, Âlim ve Hâkim olan Allah'dır.140

îmanı-ı Mâturîdî'nin başka bir delili vardır ki; o delilde Eş'arî ile beraber ittifak etmişlerdir. Delil, Tegayyür (değişme) fikrine mebnîdir. Şöyle ki : Âlem, kendisinde bulunan dirilik, ölüm, ayrılık, içtima, kü­çüklük, büyüme, pislik ve temizlik gibi muhtelif durumlarla değişmek­tedir. Âlem, devamlı olarak meydana gelen değişiklik hallerine girer. Eşyanın kendi kendine değişik hâl alması mümkün ve caiz değildir. Yoksa boya vurmazdan, elbisenin boyasının kendiliğinden değişmesi, geminin bulunduğu hâli, kendisinin alması caiz olurdu. Geminin kendi­liğinden bulunduğu hâle girmesi mümkün olmayıp onu meydana geti­ren birisinin bulunması muhakkak lâzım geldiği ve elbisenin renk de­ğiştirmesi için boyacının onu boyaması gerektiği gibi, âlemin hâlden hâle geçmesi, durum değiştirebilmesi için de bunlara kadir olan bir kud­ret sahibine muhtaçtır ki o da Allah-u Teâlâ'dır.141

Bu delilin aynını îmam-ı Eş'arî'nin ifadelerinde buluruz. Eş'arî'nin Kitâb'üî - Lema' adındaki eserinde şu hususları okuyoruz : «Mahlûka-tın bir yaratıcısı olduğunu açıkça bildiren hususlardan biri de, Pamuğun kendiliğinden ipliğe dönüşmesi, sonradan da bir sanatkârın, bir doku­yanın rolü olmaksızın kendiliğinden kumaş olması ve o kumaştan da bir elbise olması mümkün ve caiz değildir. Bir miktar pamuk temin eden ve sonra onun iplik olmasını, sonra ipliğin ustasız ve dokuyucusuz bir kumaş, bir elbise olmasını bekliyen kişide akıl bulunmaz ve cehalet der­yasına dalmış olur. Yine bir arsaya varıp alan, içinde bir bina görmiyen kişinin toprağın, kendiliğinden tuğla olmasını ve ustasız birbiri üstüne yığılmasını ve böylece bir evin meydana gelmesini bekliyen kişi de ca­hilin tâ kendisidir. Bir meni damlasının pıhtılaşmış kan olması, sonra et parçası olması, sonra et ve kan ve kemikten, akıllara hayranlık ve­recek şekle girmesinin meni damlasını yaratan ve onu hâlden hâle nak­leden bir yaratıcının varlığına delâlet etmesi, elbetteki gerekir.142

Sonra îmam-ı Mâturîdî, başka bir delil kullanıyor ki, bu delili; ken­disinden önce geçen Kelâmcılar veya feylesoflardan birinin kullandığım görmüyoruz. îmam-ı Mâturîdî, âlemde şerrin bulunduğunu şu delille is-bat ediyor : Âlem, kendiliğinden var olmamıştır, bilâkis âlemi yaratan vardır. Eğer âlem yaratıcısız olarak kendiliğinden var olmuş olsaydı, âlemde şer bulunmazdı. Çünkü, varlığı kendisinden olan, kendisi için hâllerden en güzelinden, vakıtlardan en iyisinden, sıfatlardan en hayırlı ve bahtiyar sıfatlardan başkasına rıza göstermezdi. Binaenaleyh, böy­lece kendiliğinden var olmıyan âlemde şerrin bulunması sabit olmuş olur.143

Ne gariptir ki, îmam-ı Mâturîdî şerri, delil olarak Allah'ın varlığım ispatta kullanmıştır. Çünkü biz, feylesofların, Allah-u Teâlâ'nm varlığı­nı ispat etmek için ele aldıkları delilleri en yüksek fikirden olmasını ter­cih ettiklerini görüyoruz. Meselâ, Eflâtun, Allah'ın varlığını ispat et­mekte iyilik ve güzellik fikrini esas olarak ele alıyor. Allah, Eflâtun'a göre, eşyada güzelliği ayird eden bir illettir. Her «iyilik» ve «güzel»-in illeti Allah'tır. Eflâtun böyle diyor. Aristo ise, «nizam» ve «gaye» fikirlerini tercih ediyor. Her nekadar bu ikisini Allah'ın varlığının is­patında delil olarak sarahaten kullanmıyorsa da; bu iki fikri şiddetli ve hararetli olarak müdafaa etmesi, şu hususu öne sürdüğünü teyid ediyor : Tabiatta nizamın başlaması ve tabiatm açık seçik olarak son bulma hali mümkün değildir ki tabiatın kendi fiilinden olsun. Bu iki hal ancak nizamı talep eden ve tabiatın son bulmasını taakkul eden akılın fiilidir. Böylece tabiat kendisini taakkul eden akü ile meydana gelmiştir.

E) İmam-ı Mâturîdî, Allah-" Teâlâ'nm birliğini ispat etmekte Eş'arî gibi Kur'an-i Kerîm'den alman ve temamı' delili144 olarak isim verilen delille iktifa etmiyor. Kur'an-ı Kerîm'de temânu' delilini ifade eden şu âyet-i celîleler varid olmuştur : «(Ey Resulüm, müşrikler hak­kında) de ki "Allah'la beraber dedikleri gibi ilâhlar olaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş'm sahibine (Allah'a üstün gelmek için) muhakkak ki bir yol ararlar idi (O'nunla çarpışırlardı)"145, "Eğer yer ile- gökte Al­lah'tan başka ilâhlar olsa idi, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar, yok olurdu..."'146, "Allah, hiç evlât edilmemiştir, beraberinde bir ilâh1 da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah ile beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başla­rına kalarak aralarında ayrılıklar baş gösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi. (Bu çekişme ve savaşlar olmadığına göre Allah'ın eşi ve ortağı yoktur.) Allah, onların isnat ettiği şirk vasıflarından (ve bütün noksanlıklardan) münezzehtir."147....Yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki; Allah, her geyi yaratandır. O birdir, herşeye galib ve hakîmdir."»148

Evet îmam-ı Mâturîdî bu âyet-i celilelerden alman temânu' delili ile iktifa etmeyip başka aklî deliller öne sürmüştür ki, onları hülâsa- ola­rak aşağıya alıyoruz. Eğer Allah bir olmamış olsa idi, âlem sonsuzlukla karşı karşıya kalmazdı. Çünkü Allah'tan başka birçok ilâhların bulun­ması caiz olsaydı bu takdirde ilâhlardan herbirine sonsuzluk isnat et­memiz mümkün olurdu; yine ilâhlardan her biri bir varlık olsa idi, ken­disini meydana getirenler hadis olmaktan berî olmazdı ve bütün âlem son bulma halinden çıkar ebedîleşirdi. Bu ise rnügahade ile bâtıldır.149

îmam-ı Mâturîdî'nin burada Allah'ın birliğini ispat etmek için ele alınan esas delillerden biri olarak âlemin son bulmasını ele alması fikri Aristo'nun ele aldığı fikrin ta kendisidir. Ne var ki Aristo bu delili îmam-ı Mâturîdî'nin kullandığı gibi kullanmadı. Bilâkis âlemin son bulacağını, Aristo yıldızların hareketlerini sağlayan müstakil kuvvetler vardır, de­diğinden Allah'a ortaklar koştuğu için şirk'e düşmüştür.

îmam-ı Mâturîdî şu görüşü öne sürüyor : Peygamberlerin kahhâr ve bir olan Allah'ı agık açığa beyan eden âyetlerle gelmeleri, Allah'ın vahdaniyyetine şahittir. Çünkü Allah'ın mülkünde kendisine ortağı bu­lunsa idi Peygamberleri âyetleri açıklamaktan men ederdi. Zira bu açık­lama ile Allah'ın ilâhlığı iptal olunduğu gibi kendisine ortak olanlar da ortadan kalkardı.150

Yine âlemin yaradılışında görülen sanatın inceliği ve âlemin bir sis­tem ve düzen üzere bulunması Allah'ın birliğine delildir.151 Çünkü eğer Allah ile beraber ilâh olmuş olsa idi aralarında tedbir ve takdirde bü­yük ihtilâflar vuku bulur, göğün ve yerin takdirinde, Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların seyrinde, gecenin, gündüzün ve saatlerin düzenlenmesinde ayrılıklar vuku bulurdu. Halbuki bunların hepsinin bir düzen üzere bu­lunması hepsinin tedbir ve takdirine hiç bir muhalifi, muarızı bulunma­yan hekim ve âlim olan tüm kâinatın idarecisi olan Allah-u Teâlâ'mn birliğine delâlet eder. Bunların hepsine Allah-u Teâlâ'mn : «Yedi göğü kat kat yaratan O'dur. O Rahmanin yarattığında hiç bir düzensizlik göremezsin...»152 kavl-i celîli delâlet etmektedir.

F) Allah-u Teâlâ ilim, hayat, semi', basar, kelâm, kudret, irâde, tekvin, rahmet, rızık ve bunlardan başka zatî ve fiilî sıfatlardan ezelde zâtını vasfettiği her sıfatla ezelî olarak mevsuftur. Bu hususta zatî sı­fatlarla fiilî sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.

Bu sıfatlardan birinci gurupta bulunan yani ilim, hayat, semi', ba­sar, kelâm, kudret ve iradeden ibaret olan zatî sıfatlar hakkında ehl-i sünnet arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Sünnet ehlinin hepsi bu sıfatla­rın sıfât-ı maânî olup kadîm ve Allah'ın zatı ile kaim olduğu ve bu sıfat­ların Allah'ın zatı olmadıkı gibi zatının gayri de olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

Dr, Mahmut Kasım (bu sıfatlar ne Allah'ın zatı ve ne de zatının gayrıdır) ibaresinde öyle bir çelişki vardır ki bunun kaldırılması müm­kün değildir, diyor.153 Fakat allâme Aliyyu'l - Kârî, zihindeki varlıkla dıştaki varlığın arasını ayırd etmek sureti ile bu çelişkiyi ortadan kal­dırıyor ve diyor ki : «Bu sıfatlar zihindeki mefhum itibarı ile Allah'ın aynı değildir. Dıştaki varlık bakımından da Allah'ın gayri değildir. Çün­kü sıfatların anlamı zâtın anlamından başkadır. Ancak ne var ki bu sı­fatlar kâinattaki zuhuru itibarı ile birbirinden ayrılmaz.154

Sıfatlardan ikinci grubu teşkil edenler, yani tekvîn, rahmet, rızık ve diğerleri gibi fiil sıfatları hakkında, Eş'arî ve Mâturîdî mezheplerin­den olan kelâm bilginlerinden bazı muhakkikler, şu görüşü öne sürdü­ler : Bu mes'elede, sünnet ehlinden iki mezhep arasında çok büyük ihtilâf var. Çünkü Mâturîdîler, fiilî sıfatların, gerçek sıfatlar olup, ka­dîm ve Allah-u Teâlâ'nm zatı ile kaim olduğunu kabul ediyorlar. Oysaki Eş'arîler, bu sıfatların yani, sıfat-ı fi'liyye'nin, sırf nisbî ve hadis sıfat­lar olduğunu savunuyorlar.155 Fakat; biz sonradan gelen, Gazâlî ve Bâ-killânî gibi zevatın öne sürdükleri görüşlerin ışığı altında, Eş'arîler ile Mâturîdîlerin görüşleri arasında bir mukayese yaptığımız zaman, bu mes'ele hakkında sünnet ehli arasındaki ihtilâfın genişliği daralmış ve taraftar bulamaz olduğunu görüyoruz. îmam-ı Mâtıırîdî, Kitâb'üt - Tev-hîd adındaki eserinde şöyle diyor :

«Allah-u Teâlâ mutlak olarak vasf olunduğu vakit, ezelde kendisi ile vasfolunmasi lâzım olan, ilim, fiil ve benzeri sıfatlarla vasfolunur. Ken­disinin vasfolunduğu sıfatla birlikte, bu sıfatların gerektirdiği, malûm, mukadder, murad ve mükevven (varolmuş) gibi sıfatlar zikredildiğinde de, o şeylerin yakıtlarının zikredilmesi lâzımdır ki, vasfın münderecatı­na giren eşyanın kadim oldukları zannma varılmasın.156 Bu Bâkillânî'-nin kasd ettiği mânâdır ki, bu babda Bâkıllânî şöyle diyor : «Fiilî sıfat­lar ise, onlar, Allah'ın kendilerini yaratmazdan önce bulunan her sıfat­tır; her ne kadar Allah'ın bu sıfatlarla kendisini vasf etmesi kadim ise de.»157

îmanı Gazâlî'ye gelince, bu müşkülü halletmek için her nekadar Aristo'nun Öne sürdüğü fiil ve kuvvetin mânâlarını kullanıyorsa da, bu davranışı ile, îmam-ı Mâturîdî'nin kasdettiği mânânın dışına çıkmış ol­maz, îmam-ı Gazâlî diyor ki : «Rezzak ve Hâlık gibi fiil köklerinden alman isimlerle AUah-u Teâlâ'nm ezelde vasfolunması doğru olup olma­dığı hakkında ihtilâf vukubuldu. Bilginlerden bazıları ezelde Allah'ın bu gibi isimlerle vasfolunması doğrudur. Çünkü eğer doğru olmamış olsay­dı Allah'ın bu gibi sıfatlarla vasfolunması tegayyürÜ icap ettirirdi» de­diler. Bilginlerin bir kısmı da, şu görüşü öne sürüyorlar; Allah-u Teâlâ'­nm ezelde hâlık sıfatıyla vasfolunması doğru olmaz. Çünkü ezelde ya­ratma yoktur, halik sıfatıyla nasıl muttasıf olur? Bu mes'eledeki per­deyi kaldırmak için şu örneği verebiliriz : Kılıç, kınında iken kesicidir; kendisi ile bilfiil kesma hasıl olduğu vakitte de kesicidir. Her iki hâl bir arada zikredildiği vakitte iki muhtelif anlamda kılıç kesici olur. Evet, kılıç kınında bilkuvve kesicidir, kendisiyle kesme işi meydana geldiğinde ise bilfiil kesicidir...

Kılıca kınında iken kesicidir denmesinin anlamı, kendisinde bulu­nan kesme sıfatının o halde iken tesbit edilememesi, kılıcın kendisinde ve kesici sıfatında bulunan kusurdan değildir. Bilâkis kendisinden baş­ka bir engelin bulunmasından ileri gelir. Kılıca kınında kesicidir, den­mesinin mânâsı itibariyle, Allah-u Teâlâ'yı ezelde hâhk'tır diye vasfet-mek doğru olur. Çünkü yaratma bilfiil meydana gelince, olmayan bir şeyin Allah'ın zatında yeni bulunmasından meydana gelmemiştir. Bilâ­kis fiilin tahakkuku için her ne şart koşulmuş ise ezelde mevcuttur. Kı-lıc herhangi bir şeyi kestiği anda kendisine verilen kesici vasfının taşı­dığı mânâ itibariyle Allah-u Teâlâ'ya ezelde Hâlık'tır, denmesi doğru olmaz.158

F) îmam-ı Mâturîdî Allah-u Teâlâ'nm isimleri tevkifidir (mahdut­tur) Allah-u Teâlâ'ya Şer'i Şerîfde vârid olan isimlerden başka bir isim veremeyiz, diyor. Buna göre Allah-u Teâlâ, cisimdir, dememiz sahih ol­maz. Hatta bu sözümüz ile benzememeyi, yani Allah, cisimdir, fakat ya­rattığı cisimler gibi değildir159 veya bununla Allah'ın varlığını ispat et­mek murad etsek bile Allah'a cisim dememiz caiz olmaz.160

Mâturîdî diyor ki, «gerçek olan Allah'dan varid olandır ki hakika­ten cisim Allah'ın isimlerinden değildir. Allah'dan böyle bir şey varid olmamıştır. Allah'ın izin verdiği kimselerden de böyle bir şey işitilme-miştir. Allah'a cisimdir demek asla doğru değildir. Eğer Allah'a cisim isnad etmek aklî, naklî veya hissî, delilsiz caiz olmuş olsaydı Allah'a şa­hıstır, demek de caiz olurdu. Bunların hepsi naklî delillerle reddedilmiş­tir. Yine mahlûkata verilen her ismin Allah'a verilmesi caiz olurdu ki bu da fasid ve bâtıldır...»161

Ve yine Mâturîdî diyor ki «hiç bir kimse cismi, Allah'ın zâtını ispat eden isimlerden kımıamıştır. Zira kendilerinde ispat ismi ihtimali bu­lunmasına rağmen sıfatlar ve arazlara cisim ismi verilmez. Bunun içindir ki Allah'a cisimdir demek, fasıd ve bâtıldır.162

Kendisi Eş'arî mezhebinden olan Imam-ı Bâkıllânî, Mâturîdî'den son­ra Allah'ın isimlen tevkifidir, dediği zaman İmam-ı Mâturîdî'nin söyle­diğinden daha fazla bir şey söylememiştir. Bâkıllânî, Allah'a cisim den­mesini reddetmiştir. Çünkü diyor; «Müslümanlar Allah'a akıllıdır, zekidir ve ezberleyicidir denmesinin haram olduğu hakkında fikir birliğinde bu­lunmuşlardır. Bu isimler müstehaktır mânâsına olsa bile. Çünkü Al­lah, âlimdir, akıl, zekâ, idrâk ve anlayış ilimden daha çok bir şey ifade etmezler. Allah-u Teâlâ nurdur, makirdir, müstehzidir, ımısahhinür den­mesi ve bu sıfatlarla vasfedilmesi nakli deliller ile caizdir. Yoksa aklî deliller Allah'a bu isimlerin isnad edilip, bunlarla vasfolunmasm red eder. Bu husus delâlet ediyor ki Allah-u Teâlâ'ya isim verilmekte ria­yet edilen şey, ancak şer'i şerifte varid olup izin verilenidir. Banım dı-şmda bir şey değil.»'163

Allah-u Teâlâ'nm isimleri tevkîfî olduğuna göre kendisine «şey» dememiz caizdir. Çünkü Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'indeki âyetlerde bu hususu beyanla buyuruyor ki: «O'nun misli gibi hiç bir şey yok­tur»164 «De ki : şahit olmak bakımından hangi "şey" en büyüktür? De ki Allah, benimle sizin aranızda şahittir...165 Akıl bu ismi Allah'a is­nad etmeyi men' etmiyor. Çünkü "şey" lik örf ve âdette ispat içe kul­lanılan isimdir. İspattan başkasında kullanılmaz. Zira «şeysiz> demek nefyi ifade eder. Bu kelime ile küçüklük kasdedilmediği vakitte de böy­ledir. Öyle ise "şey" in ispat ismi ve Tâ'tiü yani güçsüz ve hareketsiz olmayı nefyettiği sabit olur.»166

G) İmam-ı Mâturîdî katında keyfiyetsiz olarak Allah'ın görünme­si naklî delülerle vaciptir. Zira keyfiyet, şekil ve suret sahibi olan için olur. Allah-u Teâlâ, durmak, oturmak, bir yere dayanmak, bir yere bağ­lanmak, bitişmek, ayrılmak, ön cihette bulunmak, arka cihette bulun­mak, kısa olmak, uzun olmak, parlak olmak, karanlık olmak, durgun olmak, hareketli olmak, mubayin olmak, yapışmak, hariç olmak, dahil olmak, bunlar ve bunlara benzeyenlerden, Allah, yüce olduğu için ak­lın takdir ettiği veyahut da zekânın, fikrin benimsediği mânâlardan meydana gelen sıfatlarla mevsuf olmaksızın görülür.167

Müminler Allah'ı dünyada göremezler, fakat âhirette görürler. Kâ­firler ise âhirette Allah'ı görmekten mahrumdurlar. Çünkü Allah-u Teâlâ Kur'aim Kerîm'de «Hayır (inanmazlar) Şüphesiz ki onlar, o gün (Kı­yamet günü) Rableri(ni gormek)den kat'iyyen mahrumdurlar.»168 buyu­ruyor. Bu mes'elelerin hepsinde Mâturîdî ve Eş'arîlerden olan sünnet ve cemaat ehli icma' etmişlerdir. Fakat bundan sonra aralarında Al­lah'ın görünmesinin aklen caiz olup olmadığı hakkında ihtilâf etmişler­dir. İmam-ı Mâturîdî Allah'ın görünmesinin caiz olması hususunu ispat etmekte aklî delilleri yetersiz görüyor ve Allah'ın görülmesine tefsirsiz olarak inanıyor,169 Oysa ki Imam-ı Eş'arî Allah'ın görülmesinin caiz ol­duğunu ispat etmek için aklî delil Öne sürüyor. Imam-ı Eg'arî'nin Al­lah'ın görümlesinin ispatı için kullandığı delile vücûd delili ismi verili­yor.170

Şu bir hakikattir ki, varlıkların görülmesi sahihtir. Görülüyorlar, çünkü onlar vardır. Allah vardır, öyle ise görülmesi sahih ve caizdir. Görülenlerin görülmesi mevcut oldukları için sahihtir. Çünkü biz, ha­kikatleri muhtelif olan cevherler ve arazlardan ibaret olan eşyayı görü­yoruz. Evet renkleri gördüğümüz gibi cisimleri de görüyoruz. Birbirine benzemiyen bu hakikatlerin arasındaki müşterek vasıfdan bahsetmemiz lâzımdır ki, bununla görülmelerinin mümkün olduğunun sebep ve illet­lerini ortaya koyalım. Ta ki illet, muttarid ve nıün'akis olsun. Seyir ve taksimat, delâlet ediyor ki, cevher ve arazlardan ibaret olan bu muh­telif hakikatler arasında vücut ve hudustan başka müşterek bir sıfat yoktur. Fakat hudûs'un, görmenin imkânı için illet olması caiz değil­dir. Çünkü hudûs, kendisine yokluk sebkat eden varlıktan ibarettir. Yok­luğun ise hüküm hakkında hiç bir etkisi yoktur. Hudûs, illet için sahih olmadığı vakit, geride ancak vücut kalır. Vücut ise görülen üe görül­meyen arasında müşterek bir sıfattır. Öyle ise Allah'ın "vücud" sıfatı kendisinin görülmesinin caiz olması için illet ve sebeptir. Dlet hâsıl ol­duğu vakitte şüphesiz olarak hüküm de hâsıl olur ve böylece Allah'ın görülmesinin sahih ve doğru olduğunu söylemek vacip olur.171

Eş'ari'nin bu delilini Mâturîdî olan bilginlerin çoğunluğu tarafından destek görmüştür. Evet Eş'arî'yi bu delilinde Ebu'1-Muîn en-Neseî «Tebsıret'ül - Edüle» nâm eserinde, Ali bin Muhammed el-Pezdevî «Keşf 'ul Esrar» adındaki kitabında, Nureddin - Essâbûnî «El-Bidâye Fi-Usûliddîn» ismindeki eserinde teyid edip desteklemişlerdir. Nitekim vücud deliline Fahreddin Razî itiraz etmiş ve ru'yet hakkındaki görüşünde Mâturîdî'-nin fikrini benimsediğini ilân etmiştir.172

H) Ve, «O çok esirgeyici (Allah'ın emri ve hükmü) arşı istilâ et­miştir»173 mealindeki âyeti celîle hakkında biz aklın da kabul ettiği şe­kilde, Allah-u Teâlâ gerçekten mekansız olarak vardı diyoruz. Mekân­ların ortadan kalkması ve Allah-u Teâlâ'nm olduğu ve bulunduğu gibi baki kalması caizdir. Allah ezelde olduğu gibi var idi. Şimdi de ezelde olduğu gibi vardır. Allah-u Teâlâ zeval bulmak, değişikliğe uğramak ve yok olmaktan berîdir, münezzehtir, yücedir. Bu mevzuda Kur'an-ı Ke­rîm'de varid olan âyetlerin beyan ettiğini ifade ederiz. Başkasına ihti­mali olduğu için âyette varid olanı kesin bir mânâ ile te'vil etmeyiz. Allah-u Teâlâ ne murad etti ise ona îman ederiz. Böylece, Allah'ı gör­mek ve diğer hususlar hakkında Kur'an-ı Kerîm'de sabit olan her şeye îman ederiz. Bunlara her hangi bir şeyin benzediğini nefyetmek vacib-dir. Allah'ın murad buyurduğu şeye, onu bir şeyle kıyaslamak suretiyle tahkik etmeksizin îman etmek de vacibtir.174

îmam-ı Mâturîdî burada bize, selefin müteşabihler hakkındaki tutu­munu açıklıyor: Râbiat'ür - Re'ye «O çok esirgeyici (Allah'ın emri ve hükmü) arşı istilâ etmiştir» mealindeki âyeti celüeden sorulup, «Allah nasıl istilâ etti?» denildiğinde, sorana şu cevabı verdi : «İstilâ mechûl değil. Keyfiyet anlaşılmaz, zira mâkul değildir. Bu mevzuyu beyan eden âyet-i celîle Allah'dan gelmiştir. Peygamber aleyhisselâmm vazifesi Al­lah'ın emrini tebliğ etmektir. Bizim görevimiz ise, tebliğ olunanı tasdik etmektir.»

Mâlik bin Enes'den rivayet edilmiştir. Kendisine Allah-u Teâlâ arşı nasıl istilâ etti?» diye.sorulunca, başını eğip yere bakarak şöyle cevap vermiştir : «istilâ mechûl değil, keyfiyet de ma'kul değildir. Buna inan­mak ise vacibtir. Bunu sormak da bid'attır.» Böylece İmam-ı Mâturîdî Kur'an-ı Kerîm'de varid olan nasları tefsir ve te'vil etmeksizin selefin benimsediği metodu benimsemiştir. Bu hususa, Allah-u Teâlâ'nm mu­rad ettiği gibi olduğuna inanmaktadır.

I) İnsan gerçekten fâil-i muhtardır. Bizden her birimiz kendisini bilir ki, yaptığı şeyde muhtar, onu yapan ve kesbeden kendisidir.175 Ni­tekim Allah-u Teâlâ insana fiil ve ihtiyar vermiştir. Allah celle celâlühü Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır : «Siz dilediğinizi yapın...»176, «... ve hayrı yapın ki, kurtulabilesiniz.»177 «(Bunlar mukarreblerin) iş­ledikleri iyi amel (ve hareket)lere bir mükâfat olarak (yapılır).»178 «İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se onu(n sevabını) göre­cek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy)se onu(n cezasını) göre­cek.»179 İnsanın fiilleri her nekadar insanın kesbiyle ise de, onun yara­tıcısı ancak Allah (c.c.)'tır. Allah bu hususu beyan ederek şöyle buyu­ruyor : «Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.»180 İnsa­nın fiillerini Alîah-u -Teâlâ'ya izafe etmek, onları insandan nefyetmeği gerektirmez. Bilâkis, insanın fiilleri, yok iken var etmek ve bulundu­ğu hal üzere yaratmak itibariyle Allah'a aittir. İnsanın ancak kesbi ve fiili vardır.'181 Mâturîdî görüşünde fiil, insanla Allah arasında tevzi ediliyor. Allah'a izafe edildiğinde ona, halk, yani yaratmak deniyor. Kula izafe edildiğinde ise kesb ismi veriliyor. Bununla îmam-ı Mâturîdî, in­sandan fiili ve ihtiyarı yok ediyor. Onu havada asılı olan bir âlet gibi yapan Cebriye ile insanın fiillerinde Allah'ın hiç bir tedbiri ve yarat­ması yoktur, diyen Mû'tezile arasında orta bir metod benimsiyor. İmam-ı Mâturîdî diyor ki : «Allah-u Teâlâ'nm kendisini vasfettiği sıfatla mev-suf olması, onunla övülmesi için, her iki görüşü de benimsemek, adalet olur. Nitekim Alîah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «... Her şeyi yaratan O'dur...»182 «Şüphesiz ki, Allah her şeye kadirdir.»183

Allah-u Teâlâ'nm en üstün bir adalete sahip olduğunun bilinmesi için de bu iki görüşün savunulması gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu­yurmuştur : «Yoksa Rabbin, asla kullara zulmedici değildir.»184 «... Eğer Allah'ın ni'met ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz.»185

Sonra, kulların fiillerinin, Allah'a izafe edildiği vakit, Allah yarattı denildiği, kullara isnad edildiğinde ise, kullar kasd ettiler, kesb ettiler denilmesi gerektiğine yeteri kadar delil ortaya konuldu ise de, bu hu­susa delil olarak öne sürülecek delillerden biri de, kulların fiillerinde iki halin bulunmasıdır. Meselâ : Birinci halde, kullar yapacakları her hangi bir şeyi ne akılları ile takdir edebilirler, ne de yapılması için kasd etme, hatırlama gibi bir hale ulaşabilirler. Yok olanı varlığa çıkarmak gibi. İkincisi ise, yasak kılmanı yapmak veya yapmamak, emrolunanı yap­mak veya yapmamak gibi, kulların akıllarının idrâk edebildikleri,, yapıl­ması veya yapılmaması hususunun kullar tarafından kasdedilmesi, edil­memesi hali... Bu örnekle anlaşılıyor ki, birincide kulların hiç bir rolleri bulunmaz, ikinci halde ise kulların rolleri bulunur.186

İnsanın ihtiyarı olan fiilleri, âlet ve sebeplerin sağlam olarak bu­lunması halinde, Allah-u Teâlâ'nm insanda yarattığı kuvvet ve güçle meydana gelir. Sebep ve âletlerin tam bulunmasiyle insan fiillerden herhangi birini kasdettiği vakit, Allah-u Teâlâ kendisinde bu fiili işle­mek için kudret yaratır. îşte insanın yapmış olduğu her hangi bir fiil­den dolayı zem olunup azaba müstahak olması, veya övülüp sevaba, mükâfata lâyık olması bu kasda göre ele alınır. Çünkü insan şer fiili işlemeyi kasd ettiğinde ve Allah'ın da onun kasdma göre kötü fiilin iş­lenmesi için kendisinde kudret yaratmasiyle, hayır fiilîni işlemeğe kasd etmediğinden, kendisindeki hayır fiilinin işlenmesi için gereken kudreti kendisi zayi ediyor. Hayır fiilini işlemeği kasdettiğinde hayır fiilini iş­lemek için kudret halkeder. Fiil, haddizatında sevap ve azap mahalli de­ğildir. Fiilde sevap ve azap, ancak ona yönelen kasıd itibariyledir. Uy­kuda olan veya aklı başında olrmyan mecnunun fiiline sevap ve azap te­rettüp etmez. Bu, kasıtsız olarak icra edilen fiil için sevapla azap bu­lunmadığına delâlet eder. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur : «Üç (kişi) den kalem kaldırıldı; (yani üç kişinin fiiline bir şey yazılmaz)... uyanmcaya kadar uyuyanın; erginlik çağma ulaşıncaya kadar sabinin; iyileşip aklı başına gelinceye kadar mecnunun (iyi veya kötü fiilleri için bir şey yazılmaz).»

Fiilin haddizatında sevabla azap kaynağı olmayıp ancak sevap ve azap fiili işlerken ona yönelinen kasıd itibariyle olduğuna şu husus da delâlet eder : Fiil, hayır için olduğu gibi şer için de olur. Meselâ; hic­ret etmek gibi. Hicret işine haddizatında ne sevap yonelinir ne de gü­nah. Kendisine, onunla ancak ne kasd olunduysa ona göre hü­küm yönelir. Çünkü Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, buyuruyor ki, «Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes niyetine göre mükâfat gö­rür. Kimin hicreti Allah ve Resûlu için olursa onun hicreti Allah ve Re­sulü içindir (Yani sırf Allah ve Peygamberinin emrini yerine getirmek maksadı ile hicret ettiği için mükâfatlandırılır.) Kimin hicreti de elde edeceği dünya malı veyahut nikâhhyacağı bir kadın için olursa onun hicreti de, niyet ettiği şey için olur (yani karşılığında sevap alamaz...)» Bazen istitaat; yani bir işi yapmaya güç yetme sözü söylenir, onunla hadis olan kudret değil, organların, âlet ve sebeplerin salim ve işe ya­rar bir halde olması kasdedilir.187 Meselâ : Eli sağlam olan ve berabe­rinde kâğıt kalemi bulunan kimseye «bu adamın yazı yazmaya gücü var­dır» denir ve yine yanında kalem ve kâğıt bulunmayan, yahut kalem ve kâğıt bulunup da eli çolak veya felçli olan şahsa da «bunun yazı yaz­maya gücü yoktur» denir. İşte organların âlet ve sebeplerin selâmeti mânâsı ile Allah-u Teâlâ'nın «... Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır, farzdır...»188 mealindeki âyeti celîlede bulunan «istitaat» tef­sir olunur. Bu bilinen bir gerçektir ki, Hac yoluna güç yettirme, ancak azık ve binek ile olur.'189 Teklif ise, birinci mânâ, yani hadis olan kud­rete göre değil, azalar, âlet ve sebeplerin selâmeti anlamına tefsir edi­len istitaat'a göre olur. Hiç şüphe yoktur ki, bu mânâya gelen istitaat, fiilden Önce gelir.

îmam-ı Mâturîdî şöyle diyor : «Bizce asıl olan şudur; Kudret ismi ile isimlendirilen şey iki kısımdır. Birincisi, sebeplerin salim, âletlerin, sıhhatli olmasıdır ki, bunlar fiillerden önce gelir. Bunların hakikatleri, her nekadar fiiller, bunlarla meydana gelirlerse de, fiiller için yapılma­mışlardır. Fakat bunlar, Allah'ın dilediğine ikram ettiği ni'metleridir... İkincisi ise, öyle bir mânâdır ki, kendisinin fiil için olduğundan başka hiç bir şey ile açıklanması mümkün değildir. Hiç bir hal ile bulunması caiz değildir. Ancak, fule taallûk edince kendisi ile fiil vâki olur.190

Böylece İmam-i Mâturîdî teklifin mercii olan kudreti iki kısma ayııyor. Birincisi, mümkün —kılıcı kudrettir—, ona sebeplerin sıhhatli, illetlerin sağlara olması ismini veriyor. Bu, kudreti lâzimiyle tefsir et-nelîtedir. Çünkü kudret, sıfatın bir hakikatidir ki, onunla kul, diledîği-ıe uygun olarak ya fiili işler, veyahut da terkeder.

İkincisi; Mümkün kılıcı kudretin üzerine zaid olan kolaylaştırıcı çudrettir ki, onunla kul, Allah-u Teâlâ'nm ihsan ettiği kolaylıkla tek-if olunan fiili yapmaya kadir olur. Bununla beraber kolaylığın, sebep-erinin sağlam olması, elbetteki lâzımdır. Kolaylaştırıcı kudret, Mâturîdî ndinde fiilden Önce değil, fiille beraberdir. Allah onu, sebeplerin sağ-am, âletlerin salim olması ve kasıttan sonra fiile mukarin olarak ya­ratır.191 Mu'tezile; bu görüşe muhalefet ediyor. îmam-ı Mâturîdî'ye öre kasıd, sebep ve âletlerin sağlam olması ile beraber teklifin mercii192 Vâki olan fiil ise, o ve kendisine zamanla mukarin olan hadis kud­ret, kadîm olan Allah'ın kudretiyle vuku bulur. Eğer âlet ve sebeplerin 3ağlam olmasıyla beraber kasıt olmasaydı, hadis olan kudretin takdir olunmuş olan şeye mukareneti vukubulmazdı. Yani ne hadis olan kud­ret ve ne de ona mukarin olan fiil bulunurdu. Hadis olan kudretin tak­dir olunmuş olan şeye mukareneti, Eş'arî'ye göre kesbden başka bir şey ieğildir. Kulun amelinde kesbden başka bir şey bulunmaz. Fakat kesb, Mâturîdî'ye göre ihtiyarî'dir. Yahut dilersen kasıttır da diyebilirsin. tmam-i Eş'arî'nin kabul ettiği kesb, fiilden önce değil, fiille beraber bu­lunur. Çünkü o, hadis olan kudretin, takdir olunan şeye talllukunun ta kendisidir. Mâturîdî'ye göre ise kesbin fiilden önce olması ve kudreti, hadîs olan kudretle birlikte bulunması caizdir.



I) Fiillerin, yaratılması sabit olunca, bunların olması ile kazanın ve fiillerin güzellik ve çirkinlik bakımından bulundukları halde olmala­rı için de kaderin varolması sabit olur. Esasen, kazanın hakikati, eşyanın ve fiillerin yaratılması ve herşeyi yerli yerine konmasından başka bir şey değildir. Bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı.»193 Ayet-i celîledeki «kaza» kelimesi «halaka - yarattı» manasınadır. Fiiller de buna binaen vasıfla­nır.

Kader, bir şey'in meydana geleceği şekilde ezelde takdir ve tahdid edilmesidir. Yani, varolan herşeyin, hayır, şer, güzel, çirkin, yüksek ruh­lu ve alçak ruhlu olma bakımından bulunduğu hal üzere ezelde takdir edilmesidir. Allah-u Teâlâ'nm «Gerçekten biz, herşeyi bir kaderle yarat-mışızdır.»194 mealindeki âyet-i kerimesinin ifade ettiği mânâ bu hususu açıkça beyan etmektedir. Bunun mânâsı, Aîlah-u Teâlâ taat ve hayrı, takdir edip yarattığı gibi, isyan ve serleri de takdir edip yarattı, de­mektir.

îmam-ı Mâturîdî, Ma'siyct ve şerrin islenmesi fiili ile isyan ve ser­lerin takdir edilmesi ve yaratılması arasında fark bulunduğunu söylü­yor.195 Bunların takdir edilmesi, yaratılması, hepsi Allah-u Taâlâ'dan-dır. Çünkü her şeyin yaratıcısı O'dur. Ma'siyet ve serlerin fiili ise, Al-lah'dan değil, bilâkis kulun kasd etmesi, ihtiyarı, güç ve kudretiyle mey­dana gelmiştir.

İmam-ı Mâturîdî, masiyetin yaratılmasının Allah'a izafe edil­mesinin edeb bakımından doğru olmadığına önemle işaret ve tenbihde bulunuyor ve diyor ki : «Gerçekte her ne .kadar Allah-u Teâlâ, her şe­yin Rabbi, her şeyin ilâhı, her şeyin halikı ve her şey O'na ait ise de, bu deyimler, pis, kötü olanlar ve şeytan hakkında kullanılmaz...'buna göre küfür ve mahiyetlerin Allah'ın kazası, kaderi ve iradesiyle vuku-bulduğunu söylemek mekruh olur... Bu husus insanlar arasında da ay­nıdır. Meselâ : Gerçekten her nekadar her şeyin yaratıcısı Allah ise de, insanlar tarafından Allah'a niyaz edilerek, «ey habislerin ve pislik­lerin yaratıcısı» gibi sözler kullanılmaz. Bu hususta asıl olan sudur; Al­lah'a karşı ta'zim ifade eden, nimetlerine ve emirlerine karşı şükür ifa­de eden her söz Allah'a izafe edilir. Bu gibilerin dışında kalanlar ise hakikatte Allah'ın yarattığı oldukları halde Allah'a izafe edilmez.196

İşte bunların hepsi Mâturîdî'ye göre kaza ve kaderdeki çözülmesi güç problemlerdir. Bu ehl-i sünnetin hepsinin katında da aynıdır. Bi­zim görüşümüze göre, bu müşküller çözülmeksizin, olduğu gibi kalmış­tır. Allah, fiilleri yaratır; fiilleri işlemek için kudreti de yaratır, öyle ise Allah, niçin insanın meylini ve kaselinin yaratıcısı olmasın? Meyi olsun, kasd olsun, her ikisi de, fiiller nev'inden başka bir §ey değildir.

J) Mü'min, zina yahut kati gibi büyük günahları işlemekle islâm-dan çıkmaz. İman ile küfür arasında iki menzil arasında bulunan men­zil gibi bir menzil olmadığı gibi iki isim arasında bulunan isim gibi de bir isim bulunmaz. Zira. Ailah-u Teâlâ, beşeri, mü'min ve kâfir olmak -üzere ikiye ayırmıştır. Ve şöyle buyurmuştur : «Sizi yaratan Û'dur; Öyle iken içinizden kimi kâfir oluyor, kimi mü'min...»197 «Ey Resulüm, de ki; Kur'an Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îman etsin, dileyen kâfir olsun.»"198 Allah-u Teâlâ, kâfirlere, rahmetinden ümidini kestirmiştir; Allah : «... îşte onlar Allah'ın rahmetinden ümidini kes­miş olanlardır...»199 ve «.... Allah'ın lutfundan ümidinizi kesmeyiniz; çün­kü Allah'ın lutfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.»200 buyur­maktadır. Ailah-u Teâlâ mü'minlere tövbe etmelerini teşvik ederek, şöy­le buyuruyor : «Ey mü'minler, hepiniz Allah'a tövbe edin ki dünya ve âhiret saadetine kavuşasınız.»201

Allah-u Teâlâ, bu âyeti celîle ile mü'minlerin günahkâr olduklarım, kendilerinde îmanın bakî kalması ile birlikte tövbe ile mağfiret edilip günahtan temizleneceklerini haber veriyor. Esasen küfür, örf ve âdette ancak yalanlama mânâsına geliyor. Büyük günâh irtikâb eden kimse ise günahı işlerken onun haram olduğunu inkâr etmeyip tasdik ediyor. Ba­ğışlanmasını Allah'dan ümit ediyor ve Allah'ın azabından da korku­yor.202

îman, dil ile ikrar olmaksızın kalb ile tasdik etmektir. Çünkü Al-îah-u Teâlâ : «kalbi îmanda karar kılmış olduğu halde, (küfür keli­mesini söylemeye) cebr olunanlar (ve böylece yalnız dilleri ile söyli-yenîer) müstesna, kim Allah'a küfrederse, onlara şiddetli bir azap var; lâkin küfre bağrını açanlar üzerine Allah'dan bir gazap ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.»203 ve «Bedeviler, îman ettik dediler. De ki; siz îman etmediniz ama, (bari) müslüman olduk deyin. îman henüz si­zin kalbinize girip yerleşmemiştir...» buyurmuştur.204 Her nekadar dili ile-ikrar eden kimse, islâm hükümleri ile muameleye tâbi tutulsa da bu hüküm böyledir. Çünkü insanın kalbine muttalî olmaya kimsenin gücü yetmez. Bu, ancak ğaibleri çok iyi bilen Allah'a mahsustur. Bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz sallallahü aleyhi veseHem efendimiz, şöyle bu­yurmaktadır : «Ben, insanların "Lâilâheülellah" deyip benim Peygam­berliğimi kabul etmelerine dek onlarla savaşmak için emrolundum. Ke-lime-i şehadeti söyleyip Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de ger­çekten Peygamber olduğuma inandıkları vakit benden kendilerini ve mallarını korumuş olurlar. Ancak işledikleri suçlara hak olarak verilen ceza müstesna. Onların içlerindeki durumlarının hesabı Allah'a aittir.»205 Resul-i Ekrem (s.a.v.) savaşlardan birinde Keîime-i Şehadet getirdik­ten sonra küffardan birini öldürdüğünde Usâme bin Zeyd'e sitem ede­rek şöyle buyurmuştur : «O'nu Lâiîâheillallah. dedikten sonra mı öldür­dün?» Usâme, Peygamber aleyhisselâm'a «O kelime-i şehadeti kendisi­ni ölümden kurtarmak için söylemiştir» deyince Resûlüllah, şöyle bu­yurmuştur : «Sen onun kalbini yarmış miydin?» ve devamla Peygam-ber-i Zîşan «Gerçekten ben insanların kalblerini delmek ve karınlarını yarmak hususunda bir emir almadım.»206 buyurdu.

İmanı ifade etmekte istisna asla caiz değildir. Çünkü istisna, şek ve şüpheli olan yerlerde kullanılır. Allah-u Teâlâ bu hususta insanların şiddetle kaçınmasını emretmiştir. «Ve sonra... (îmanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda malları ile canları ile savaşmışlardı»207 buyuruyor. Allah-u Teâlâ îmanı kesinlikle istediğini şu âyet-i celüeleri ile beyan buyuruyor : «Peygamber ve mü'minler, Rablerinden kendisine indirilen Kur'an'a îman ettiler.»208 «Ey mü'minler, yahudi ve hristîyan-ların sizi kendi dinlerine da'vetlerine karşı şöyle deyin : Biz Allah'a ve bize indirilen Kur'an'a, İbrahim ve İsmail ve îshak ve Yakup ve torun­larına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün Peygamber­lere Hableri tarafından verilen kitaplara îman ettik.»209



K) İmam-ı Mâturîdî Kitab'üt - Tevhîd adındaki eserinde bir bölüm açarak Seneviler ve Materyalistlerden dinsizler ve mecûsîlerin görüşle­rini zikrederek, bunların görüş ve düşüncelerini birer birer nakz ve iptal etti. Tıpkı Markiyûnîier, Disanîler, Manivüer ve Senevilerin sözlerini ve görüşlerini teker teker çürüttüğü gibi.210 Kitab'üt - Tevhîd, halen eli­mizde bulunan en önemli ve en eski eserlerden biri ve bu mezheplerin sahiplerinin görüşlerine en geniş yer verdiğini gördüğümüz bir kitaptır. Bu kitap, 379 H. / 987 M. yılında vefat eden İbn-i Nedim'in fihristin­den, 415 H. / 1024 M. senesinde vefat eden kadı Abdü'l - Cebbar'm «MuğnU adındaki kitabından ve 558 H. / 1153 M. senesinde irtihal eden Şehristani'nin Eî-Milel'ü ve'n - Nihel adındaki eserinden daha önce yazılmış "bir eserdir.

îmanı-ı Mâturîdî'nin adı geçen bâtıl mezheplerin görüşlerini ne de­rece ve ne miktar naks ve iptal ettiğini tahdid etmekte güçlük çekiyo­ruz. Çünkü biz, eserlerinin çoğu ve özellikle ilk zamanlardaki bilginleri­nin te'lifatmdan çoğunun kaybolduğu, mu'tezile mezhebi, gerçekten bu babda yani adı geçen bâtıl mezheplerle mücadelede kelâmcılardan ilk gelenlerden idiler. Münazara. ve münakaşalarında bu mezhep erbabının çoğunluğunun görüş ve fikirlerini çürütüp ortadan yok etmeye mu­vaffak oldular.211 Biz, İslama aykırı düşen fırkaların durumunu beyan eden ve Mâturîdî'den sonra gelen bu mezhepler ve fırkalarla münakaşa ve münazarada bulunan Mu'tezilenin görüşlerini bir araya toplayan Gazi Abdü'l - Cebbâr'm Muğnî ismindeki kitabında yazılanları gözden geçirdiğimiz zaman Kitab'üt - Tevhîd ile Kitab'ul Muğnî arasında büyük bir benzerlik bulunduğunu görürüz.

Diğer taraftan Muğnî'yi yazan Gazı Abdü'l - Cebbâr'm Manİviyye mezhebi hakkında yazı yazarken, 247 H. / 861 M. yılında vefat eden Ebû îsa El - Verrak ve onun semavi mezhepleri hakkında yazdıkları hu­suslara sarahaten itimad ettiğini görürüz. Biz, Abdü'l - Cebbâr'm «Hi-kâyetü'l - Kavlil - Manİviyye» unvanı ile yazmış olduğu bölümde şunla­rı okuyoruz : «Ebû îsa El - Verrak, onların çoğundan, ziyânm kuzey yönünden devamlı olarak yükseldiğini ve karanlığın Güney canibinden devamlı olarak alçaldığını rivayet eder...»212 Kitabın diğer bir yerinde de şu hususları okuyoruz : «Ebû İsa El - Verrâk'dan rivayet edilir ki, ziya ile karanlığın fiilleri ihtiyarîdir.»213diyor. Kitabının başka bir ye­rinde ise şu satırlar yer alıyor : «Senevi olan Verrak kitabında diyor ki : Onlar üç fırkadır. Birinci fırka, arazları nefyediyor, ikincisi ise araz­ları cisimler için cevher olarak ispat ediyorlar.214 Üçüncü fırka ise, araz­ların sıfat olduğunu iddia edip onlar, ne cisimdir ve ne de cismin gayrî­dir, görüşünü savunuyorlar.»215 îmam-ı Mâturîdî de bu konuları işlerken aynısını yapıyor. Çünkü Profesör Corc Feyda, Mâturîdî'den bahseder­ken ve Markiyûniyye, Disaniyye ve Maniviyye mezheplerinden bahseder­ken216 şu hususları açıklamıştır : «Gerçekten Mâturîdî bu mezhepler­den bahsederken Ebû İsa El-Verrâk ile görüş birliğine varıyor.» Buna göre Profesör Feyda, Varrak ile Mâturîdî'nin bu mezhepler hakkındaki malûmatlarını bir yerden aldıklarını tercih ediyor. Bu şöyle dursun, ha­kikaten Mâturîdî. Kitab'üt - Tevhîd adındaki eserinin bir çok yerinde açık seçik olarak Verrâk'dan bahsediyor.217 Diğer taraftan biz, Gazi Abdü'l -Cebbar ile îmam-ı Mâturîdî'nin ziya ile karanlığın iki ilâh olduğunu öne süren mezhepleri naklederlerken her ikisinin arasında bir görüş birliği olduğunu görüyoruz. -

Biz, Gazi Abdü'l - Cebbar'in Manivilerin görüşlerini nakletmek için özel bir bölüm açtığı «Muğnî» adındaki kitabında şu satırları görüyo­ruz : «Onlar, bâtıl iddialarını öne sürüyorlar ve diyorlar ki; gerçekten ziya ile karanlığın her biri beş cins olarak ayırd edilirler...» ve rivayet edilir ki, o beş cins kara, beyaz, kırmızı, sarı ve yeşil'den ibarettir. Bun­lardan ziya âleminde bulunan beyaz, hayırdır; karanlık âleminde bulu­nan ise serdir. Bunların beş duyusu vardır, bu beş duyudan ziyada bu­lunan hayır, karanlıkta bulunan ise serdir...218 îmam-ı Mâturîdî bu mez­heplerin sözlerini ve görüşlerini nakletmiştir. Mâturîdî'nin Kitab'üt - Tev-hîd'inin bir bölümünde şunları okuyoruz : «Ziya ile karanlıkdan her biri beş cinstir. Onlar; kırmızı, beyaz, sarı, siyah ve yeşilden ibarettir. Bu cinslerden ziya cevherine gelen her şey hayırdır, karanlık cevheri­ne gelen ise serdir. Ve böylece bunlardan her birinin beş duyusu vardır.

Bunlar ile ziya cevherini idrâk eden hayırdır ve karanlık cevherini id­râk eden de serdir...»219

Üçüncü nokta olarak şuna işaret etmek isteriz ki, gerçekten Gazi Abdü'l - Cebbar ile Mâturîdî arasındaki görüş birliği, Verrak'dan nak­ledilen hususlar ile adı geçen mezheplerin görüşlerinin rivayetindeki it­tifakla da kalmıyor; bilâkis bu ittifak daha genişleyerek Senevilerin, sözlerinin red edilmesi ve görüşlerinin bâtıl ve geçersiz olduğunun açık­lanmasında da açıkça görülüyor. Biz, Kitâb'ul - Muğnî'de şunları okuyo­ruz : «Bundan sonra deriz ki, onların şu hususları kabul etmeleri gere­kir. Karanlığı diri olarak vasfettikleri zaman aynı karanlığı kudret, ilim ve idrâk sıfatiyle de vasfetrneleri lâzımdır. Eğer bunlar böyle yapmaz­larsa karanlığı fiille vasfetmeleri doğru olamaz. Yine o zaman karanlığın ziyâvı, ziyanın durumlarını bilmesi ve onu yakalayıp onunla savaşmayı is­temesi gerekirdi. Bu hususlar onların öne sürdükleri hazeyanlaröan iba­rettir. Onlara şöyle denir; «Eğer ziyâmn karanlığa, diri ve âlim olma­sı bakımından eşit olması caiz ise, ziyanın karanlığa hayır ve üstünlük­te de müsavi olmasının doğru olması gerekmez mi?» Bu öne sürülen gö­rüşler onların mezheplerini iptal eder ve onların, karanlığı vasfettikleri her sıfatla ziyayı da vasfetmek yoluna girmelerini ilzam eder. Ziyâya verdikleri her sıfatla karanlığın da mevsuf olması gerekir. Çünkü bun­lar ziya ile karanlığı; diri olmaları, âlim olmaları, müdrik ve fail olma­ları bakımından birbirlerine müsavi tuttular, tşte mezheplerini yıkan noktalar bunlardır... Her nekadar ziya ile karanlığın yaratılışları itiba­riyle bulundukları hâl üzerinden başka bir hale geçmeleri mümkün olup onlardan hayrın şer olması ve serlerin de hayır olması cevazı benim­senir ise de.220

Kitab'üt - Tevhîd'de de şu satırları görüyoruz : «Bundan sonra ma­lûm olsun ki, gerçekten karanlık cevheri eğer ziyayı gördü ise vo onu hapsetmek için güçsüz bir hale sokup kendi emri altına almış ise ilim ve görmek ile mevsuf olan karanlıktır. Yoksa kendisinden korunmak için onu görmiyen ve zulmünden, kahrından kurtulmak için de onu bil-miyen ziya değil, ilim, kudret, rü'yet, zenginlik, şeref, bunların hepsi karanlık cevherinde olduğu vakit kahrolma, bilmeme, acz, zillet, yumu­şaklık gibi hususlar da ziyanın cevherinde olur. Bunun hepsinin sahibi

eğer hayır olursa evvelkinin hepsi de ger olur. Size hayr'ı şer'i göste­ren nedir?»221

Bunların hepsi Imam-ı Mâturîdî ile Gazi Cebbar'm arasındaki Sene­vilerin görüşlerini rivayette ve onların sözlerini reddetmekteki ittifak ettikleri hususlara verilen bir kaç örnekten başka bir şey değildir. Bunlardan başka Tevhîd ile Muğnî kitaplarında ittifak ettikleri çok nok­talar görülmektedir.

Bizim İmam-ı Mâturîdî'nin, —Gazi Abdü'l - Cebbar'dan önce yaşa­masına rağmen— Senevîyelerle yapmış olduğu münakaşa ve münazara­ların kuvvetlilik derecesini tahdid etmemiz çok güç ve zor ise de, eli­mizde nas olarak bulunan ve kendisine çok ihtiyaç duyulan, bu babda yazılan eserlerin en eskisi olan Kitab'üt - Tevhîd, îslâm âleminde yayıl­mış bulunan adı geçen bâtıl mezhepler ehlinin görüşleri hakkında bil­gilerimize çok şeyler katmıştır.222 Bu husus da bir gerçektir ki, müs-lümanlarm bu bâtıl mezhep sâlikleri ile yaptıkları münakaşa ve müna­zaraların bizzat kelâm ilminin gelişmesinde çok büyük tesiri olmuş­tur.223 Haddizatında tevhîd dini olan islâm dinini, müslümanlarm çok hararetli müdafaa etmeleri, müslümanlarm fethettikleri ülkelerde karşı­laştıkları Seneviye ve benzeri mezheplerin görüşlerinin yayılmasını fiilen önlemiştir. Yine müslümanlarm, Seneviye görüşlerine ve âlemin kadîm olduğunu söyleyen Yunan feylesoflarına karşı âlemin hadis olduğunu ispat etmekte, yaptıkları mücadele ve müdafaa bu fikirlerin yayılması­nı fiilen Önlemiştir.

Bu münakaşa ve müdafaaların tesirlerinin bulunmasına rağmen Se­nevilerin bazı görüşleri müslümanlarm içlerine girmiş ve ilm-i kelâmda­ki nazariyelerinde yer almıştır. Allah'ın cisim olması (hâşâ) fikri, is-lâma ve islâm dininin ruhuna çok uzak ve aykırı olmasına rağmen bu görüşün islâma girebilmesi için açılan kapılardan en açığının Seneviye mezhebinin kapısı olduğunu görüyoruz. Biz, Allah'ın cisim olduğu gö­rüşünün Şiîlerde yerleştiğini görüyoruz. Nitekim Yenbric'in bu sözleri, bu sözümüze bir delil teşkil etmektedir : «(Şiîler) özellikle islâmda Se-nevîye mezhebinin görüşünün imtizaç ettiği bir yerdir. Çünkü Şiilerin temel felsefe ve görüşlerinde Seneviye mezhebinin görüşlerine münasebet teşkil etmektedir. Bu gizli olmıyan, acık - seçik bilinen bir husustur. Örneği ise, Şiilerin imamları hakkında sarfettikleri sözler ve Seneviye mezhebinin ilâhlara cisim isnad etmelerine çok yakın olan Allah'ı cisim­le vasfetmeleridir.»224 Hatta Kerrâmiyye fırkasının sahibi Muhammed bin Kerrâm gibi, âbid ve zâhid olan bir zatın tecsim felsefesini benim­seyerek Allah'ın zâtını Seneviye mezhebinin ziya ve karanlığı tasavvur ettiği gibi tasavvur ettiğim görüyoruz. Bu hususta, Bağdadî şöyle di­yor : «Gerçekten Muhammed bin Kerrâm, kendi taraftarlarını, ilâhı ci­sim olarak kabul etmelerine çağırdı ve Allah'ın hududu olan, bunun al­tından bir nihayeti bulunan cisim olduğunu ve Allah'ın arş'a mülâki ol­ması için bir cihete sahip bulunduğunu iddia etmiştir. Bu sözü, Senevi­ye mezhebinin ileri sürdüğü görüşe çok benzemektedir. Zira, Seneviye mezhebince ziya diye isim verdikleri mabudları, her nekadar beş cihet­ten biri ile nihayet sahibi değilse de, karanlığa mülâki olan cihetten nihayet sahibi olduğunu söylüyorlar."225

Biz, Seneviye mezhebinin bazı görüşlerinin bizzat ehl-i sünnetin içi­ne girmiş olduğunu uzak görmüyoruz. Çünkü sünnet ehlinin sıfatlar hakkındaki görüşü ile Seneviye mezhebinin görüşü arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Biz, Muğnî adındaki kitapta şu satırları okuyoruz : «Seneviye mezhebinden olan Verrâk kitabında diyor ki : Onlar, yani Mânİviyye mezhebini benimsiyenler üç gruptur. Birinci grup arazları nefyeder. Diğer ikinci grup ise arazları cisimler için cevher olarak ispat eder. Üçüncü grup da arazların sıfat olduğunu iddia eder ve sı­fatların ne cisim olduğu ve ne de cismin gayri olduğu söylenmez der­ler. Bu son görüş, sünnet ehlinin Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazret­lerinin sıfatları hakkında ehl-i sünnetin görüşünün aynıdır. Zira sün­net ehli, Allah-u Teâlâ'nuı sıfatları, ne zâtının aynı ve ne de zâtının gayrıdır,» diyorlar. 226




Yüklə 1,06 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin