Mes’ele 288(Alemin Muhdisi Birdir)
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Âlemin muhdisinin bir olduğuna, birden fazla olmadığına delil : İşitme, akıl ve âlemin yaradılışının şeha-det etmesidir.
îşitme, sözdeki ittifakı sağlar. Oysaki insanlar «bir» sayısı hakkında ihtilâf etmişlerdir. Çünkü «bir» sayısının birden fazlaya delâlet ettiğini Öne süren kimse, bir sayısını kabul etmesine rağmen gerçekten bir sayısı, sayıların başlangıcına isim olduğu gibi büyüklük, saltanat, yükseklik ve üstünlük gibi deyimlere de isim olarak kullanılır. Tıpkı : «Filân, zamanının tekidir; fazilet ve üstünlükte emsali bulunmayan biridir.» dendiği gibi. Bu anlamın ötesine geçen, sayının gayrinde söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Sayıların adet bakımından sonu yoktur.
Sayılan şeyin incelenmesinde, sonunda adet çıkar. Bunun için âlemin sonsuz olması vacip289 olur. Çünkü onlardan her biri bir şey olsaydı muhdis olanların son bulmalarından dolayı âlemin tümü de sonsuzluk halinden çıkardı. Bu da uzak bir ihtimaldir.
Sonra kendisine işaret edilen hiç bir şey yoktur ki üzerine ziyâde kılınması veya kendisinde noksanlık görülmesi öne- sürülüp iddia edilmesi mümkün olmasın. Sayı bakımından bu gibisinin hakikati olmadığı için kendisine, başkasının katılmadığı hususunda bir şey söylemek vacip olmaz. Bunun içindir ki «bir» adedi, hakkında ortaya konan bu söz gerçeğe uygun değildir. Tevfîk Allah'tandır.
Sonra tevhîd ehlinin bilip inandığı llâhdan gayrı ilâhlık dâvası ve kendisinden, rububiyyetine delâlet eden fiilin eserine işaret olarak bir şey zikredilrnemiştir. Hiç bir şeyde bunu yüklenmesi için kendisine imkân Bağlıyacak bir mânâ bulunmamıştır. Ve akılları tesiri altına almaya icbar edecek âyetlerle, mucizelerle teyid edilmiş olan peygamberleri de göndermedi. Öyle ise âlemin muhdisinin birden fazla olduğunu söylemek hayâl ve vesveseden ibarettir.
Yine peygamberlerin âyet ve mucizelerle teyid edilerek gelmeleri de, âlemin muhdisinin bir olduğuna delâlet eder. Çünkü bunları görenler eğer bu fiil, kendisinin ortağı olan kimseden meydana gelmiş olsaydı, o peygamberi, mucizelerini izhar etmekten men' ederdi demek zorunda kalırdı. Çünkü peygamberlerin mucize beyan etmeleri, onların ulûhiyetlerini ve rububiyetlerini iptal eder. Böylesi bir şey bulunmamıştır. İnsanlardan kendilerini büyük görenler ve dâva sahibi olanlardan, insanların sözlerini izhar edecekleri mucizelere çevirmeyi isteyenlerin ve bu hususta peygamberlere karşı çıkıp böbürlenen kimselerin çok olmasına rağmen peygamberler, mucizelerini izhar etmekten menolunmadi-lar. Böylece mucizeleri izhar etmek suretiyle gönderilme hususunun ancak peygamberlere verildiği sabit olmuştur. Çünkü hak olan ilâh ve mahlûkati yaratan Allah, bir olan, Kahhâr olan Allah'tan başkası değildir.
O Allah ki her kibirli ve inatiı olan kişinin incelediği hususlar şöyle dursun, süsleyip ortaya attıklarını mahv-u perişan edip kendilerini kahretmiştir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra akıl, şu hususa delâlet ediyor : Eğer âlemin muhdisi ve mucidi birden fazla olsaydı, âlemin ancak ıstılah üs vücud bulmasının imkân ve ihtimali kabul edilirdi ki, bunda da rubûbiyyenin fesada uğraması ve ayrıca başka bir mânâ da vardır. Şöyle ki : Herhangi bir şey ki, biri, onun isbatını murad ederse diğeri de onun nefyini isterdi; birinin var etmek istediğini, diğeri yok etmek isterdi. İbkâ etmek ve ifna etmek hakkında da aynı söz söylenir. Bunda ise birbirine tenakuz yani, birbirine karşı uyumsuzluk vardır. Bu husus, âlemin muhdisinin bir olduğuna...290 ve âlemin tedvirinin kendisine ait olduğuna delâlet eder.
Şu husus iyi bilinmektedir ki, padişahlar ve sultanlar arasında bilinen ve mutad olan bir husus vardır. O da onlardan her birinin kendilerine benzeyip rekabet edenler ile mücadele etmek ve onları yenip, mülk ve saltanat, galip gelenin olması için ellerinden gelen bütün güç ve kuvvetlerini sarfederler. Ve bunlardan her biri diğerini, hükmünü infaz etmekten men' ederler ve gücü yettiği kadar saltanatım izhar etmekten onu engellerler. Yeryüzünde bu husus tahakkuk etmemiştir. Bilâkis Azîz ve Hakini olan Allah-u Teâlâ'nm hükmü ve sultası carî ve nafiz olmuştur. Öyle ise, âlemin muhdisi bir'dir. Bir olan Allah'dır (Celle Celâluhu). Bu Allah-u Teâlâ'nm : «Ey Resulüm, (müşrikler hakkında) de ki : Allah'la beraber, dedikleri gibi ilâhlar olaydı o takdirde bu ilâhlar Arş'm sahibine (Allah'a üstün gelmek için) muhakkak ki bir yol ararlardı. (Onunla çarpışırlardı).291 Kavl-i celîli'nin te'vilidir. Birincisine, yani, rubûbiyetin fesadının meydana gelmesine ise Allah-u Teâlâ'nm, : Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrardı, yok olurdu...»292 ilâhi ifadesi işaret ye delâlet etmektedir.
Yine, eğer Allah'la beraber bir ilâh olmuş olsaydı, muhakkak ki diğeri hikmetini izhar ederdi. Kudret ve saltanatı, fiili ile bilinmesi için hak ve gerçek olan Allah'ın fiilinden kendi fiilini ayırırdı. Böyle yapan olmayınca gerçekten- Allah-u Teâlâ'nm ulûhiyette bir, rubûbiyette tek olduğu açıkça bilinmiştir. Bu husus da Allah-u Teâlâ'nm su âyet-: celi-linin mânâsını ifade etmektedir : «Allah, hiç evlâd edinmemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi Allah'la beraber bir takım ilâhlar olaydı o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar başgösterir.. ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»293 Ve Allah-u Teâlâ'nm : «... Yoksa Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü.»294 âyet-i celâli de aynı hususu beyan buyurmaktadır.
Eğer âlemin muhdisi, birden fazla olsaydı, âlemin varlığı ancak ıstılah bakımından vücud bulması muhtemel olurdu; diye aklın delâlet etmesi, ayrıca acizlik ve cehalete de delâlet eder. Bununla beraber, eğer böyle olsaydı mahlûkatm yaratılması, onun gerçeğe çıkarılması işi «bir olan»a ait olmazdı. Bu husus ancak bir olanın mahlûkatı, kendi kudret ve icad etme sıfatlarının altına sokması ile olurdu.
Ve yine eğer Allah ile birlikte bir ilâh daha olsaydı, onun fiili diğerini memnun etme veya etmemeye kadir olmaktan hâli kalmazdı. Allah'ın da onun karşısında durumu aynı olurdu. Her ikisi de beraberce bu hususa kadir olmuş olsalar idi, her ikisinden biri dikerini techil etmeye mâlik olurdu ki bunda da rubûbiyetin izale edilmesi vardır.
Yok her ikisi de bu hususa kadir olmamış olsalardı, her ikisinden biri âciz kalırdı. Acz ise ulûhiyeti giderir. Veyahut her ikisinden biri kadir olup, diğeri kadir olmasa idi, kadir olan Rab olurdu, diğeri de rabbi olan olurdu. Oysaki gaybı bilmek rubûbiyete ait bir ilimdir. Kim ki ru-bûbiyete ait olan ilme sahip olmasa o kimse Rabbi olanm tâ kendisidir.
Sonra iki ilâhtan her biri diğeri hakkında kudretini şu şekilde icra etmekten hâli kalmazdı. Şöyle ki : Kendisinden başkasının yapmak istediğini ya red ederdi veyahut rıza gösterip reddetmezdi. Her ikisinde de bu şekilde kadir olmak sıfatından sıyrılmaları mümkün olur ve âciz olduğu da gerçekleşirdi. Bu şekilde Rab olma vasfım giderirdi. Yahut biri kadir olma özelliğine sahip olurdu. İşte kadir olma özelliğine sahip olan Cenab-i Allah'dir.
Mahlûkat ile istidlal etmeğe gelince; bu husus şöyle ifade edilmektedir : Eğer âlemin muhdis ve mucidi birden fazla olsaydı, âlemin ted-virindeki işler değişirdi. Tıpkı kış ve yaz zamanlarının değişmesi, bitkilerin yerden çıktıktan sonra olgunlaşması, kemâle ermeğe dönüşmesi, gök ve yerin sistem olarak takdir edilmesi veyahut güneş, ay ve yıldızların seyri, mahlûkatın gıda maddelerinin değişmesi veyahut da hayvanların yaşamalarının tedvirinin değişmesi gibi hususlar meydana gelmesi gerektiği gibi.
Bunların hepsi bir yol ve nizam üzere, bir nevi tedbir ve bir şekil ve kanun üzere hareket ettiklerine göre bu husus bir çok idarecilerin idaresi* ile gerçekleşemeyeceği bir hakikattir. Bunun içindir ki, âlemin muhdisi ve mucidinin bir olduğunu söylemek lâzımdır.
îkinci olarak şu husus öne sürülür : Gerçekten yer - gök, yeryüzü çevresi ve yeryüzü ehlinin rızıklarmm menfaatlara bağlı kılınması 295gibi birbirlerine çok uzak ve birbirlerine benzemeyen cinsler; hatta yerden çıkan her çeşit bitkinin gökten akseden veya inen sebeplerden meydana gelmesi; ülkelerde yaşayan her milletin ihtiyaçlarının yeryüzüne yayılmış bir halde olması; beşerin yaşantısının çeşitli kazançlara bağlı bulırsa kâfidir. İsim, akıl ve kıyas ile bilinmez. Bizim, Kâbi'nin296 «o şeyin cisim olmadığı anlaşılıp sabit olduğunda onun araz olduğu meydana çıkmış olur.» sözünü hatalı görmemiz ve bu husustaki sözlerimiz de böylece ifade edilir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun, yani, cisim olmayanın araz olduğu sözü, yaratıklardan, mahlûkattan cisimden başkasının gerçekten araz olduğu hususu kabul edildiği zaman öne sürülürse bu görüşün benimsenmesi gerekir. Allah-u Teâlâ'nm Kitab-ı Celîl'i olan Kur'an-ı Azâ-müşşân'da araz kelimesinin eşyadan bir parçasının murad edilmesinde, isim olarak zikredilmektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz...»297 ve «Eğer davet olundukları sefer, bir dünya menfaati ve orta yollu bir sefer olsaydı, mutlaka senin arkana düşerlerdi...»298 mealindeki âyetlerde bu husus zikredilmiştir. Buna göre araza, sıfat ismi vermek islâmî isimlere daha yakındır. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır. 299
Dostları ilə paylaş: |