BÖLÜM II. 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ
1908 yılının Temmuz ayında Makedonya’da bulunan İttihat ve Terakki örgütüne
bağlı askerlerin anayasal rejim talepleriyle Osmanlı hükümetini dize getirmeleri ve 30 yılı
aşkındır süren II. Abdülhamit’in istibdat rejimine son vermeleri sonucunu doğuran
ayaklanma hareketi, Osmanlı İmparatorluk tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil
etmektedir. Fransız Devrimi’nin ardından dünyayı saran ulusalcı akımların iyiden iyiye
zayıflatmış olduğu çok uluslu İmparatorluğun yaşama ya da yaşatılma sebebi 19.yüzyılın
sonu itibariyle sadece yıkıldıktan sonra kopacak gürültüden Büyük Devletler’in
çekinceleriydi. Özellikle Endüstri Devrimi’nden sonra gelişmiş kapitalist devletlerle yarısömürge
tarzı bir ekonomik ilişki kuran Osmanlı Devlet’i, kapitülasyon rejimi yüzünden
ülkenin kaynaklarını yabancılara sunmaya zorlanırken içinde bulunduğu kriz sürekli
derinleşti. Bu yüzyılda Batı’ya öykünen aydın bir bürokrat grubun imparatorluğu yıkımdan
kurtarmak için giriştiği sistematik reformlar, ülkenin sosyo-politik yapısında devrimci
dönüşümlere zemin hazırlarken, eşzamanlı olarak dönüşen aydın kesim siyasal katılım
talepleriyle iktidara karşı ciddi bir muhalefet yarattı. II.Abdülhamit’in despotik polis devleti
niteliğindeki rejimi esnasında kurulan İttihat ve Terakki Örgütü, Jön Türk olarak adlandırılan
bu muhalif aydınların düşünsel mirasını devralarak, idealize edilen siyasal düzeni kurmak
için eyleme geçti. Daha önce bürokratik bir karar olarak adapte edilen anayasal rejimin bu
kez bu rejime kökten inanan kişilerce zor kullanarak tekrar uygulamaya konması ülke
tarihinde eşi benzeri olmayan bir devrimci başkaldırı hareketidir.
1908 Devrimi, imparatorlukta ilk modern devrim hareketidir. Ülkenin 19.yüzyılda
geçirmiş olduğu modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı aydın tabaka, siyasal alanda
Abdülhamit’in reaksiyoner-despot rejimiyle çatışması devrimci başkaldırıya zemin
hazırlamıştır. Devrim, modern olanın gelenekseli ezdiği dünyadaki sayısız örneklerinden
biridir. İttihatçı kadrolar devleti çözülmekten kurtarmaya çalışırken aynı zamanda sosyoekonomik
yapıyı modern nitelikte dönüştürmeyi amaçlamışlardı. 1908 Devrimi I. Dünya
Savaşı’ndaki yenilgi yüzünden çok kısa bir süre iktidarda kalacak olan İttihat ve Terakki
Partisi her ne kadar İmparatorluk’u yıkılmaktan kurtaramasa da iktidarı boyunca
gerçekleştirmeye çalıştıkları toplumsal mühendislik yönündeki çabaları, İmparatorluk’un
yıkıntıları üzerinden yükselen Türkiye Cumhuriyeti için tamamlanması gereken bir ödev
olmuştur.
2.1. Osmanlı Siyasal Sisteminin Kökenleri
13.yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nin 16.yüzyılın ortalarına dek
süreklilik gösteren istikrarlı büyüme süreci, devasa genişlikte topraklara yayılan dev bir
imparatorluğu vücuda getirmiştir. Osmanlı Beyliği’nin Anadolu’daki diğer beyliklerin
arasında liderliği nasıl ele geçirdiği ve üç kıtaya yayılan genişleme başarısını mümkün kılan
iç ve dış mekanizmalar üzerinde bu konuda çalışan uzmanların görüş birliğine vardıkları bir
çok nokta vardır. Öncelikle zaman ve mekanın Osmanlı Beyliği’ne sağladığı uygun koşullar
böyle bir genişleme sürecinin yolunu açmıştır; Bizans İmparatorluğu’nun özellikle
12.yüzyıldaki Haçlı Seferi’nden sonra sürekli olarak güç yitirmesi, daha sonra Osmanlı
egemenliğine tabi olacak Balkanlar bölgesindeki devletlerin dağınık ve güçsüz oluşları ve
Osmanlı Beyliği’nin coğrafi olarak Anadolu’nun kuzey-batı bölümünde yerleşik olması
sonucu diğer beyliklere göre uygun bir yayılım sahasında bulunması Avrupa’ya doğru
genişlemeyi mümkün kılmıştır. Osmanlılar’ın genişleme sürecinde öne çıkan bir diğer unsur,
“Gaza” fikridir; İslam aleminin tüm dünyayı kaplamasına dek sürdürülecek dini savaş
idealinin özellikle Hıristiyan Bizans’a komşu olan bir beylikte çok güçlü bir esin kaynağı
olması kaçınılmazdı. Gaza dini bir görev olarak uç beyliklerinde yaşayan toplulukların tüm
toplumsal değer sistemlerine nüfuz etmişti138. Ancak bu dini savaş, gayri-müslimleri yok
etmek ya da İslam’a döndürmek için değil onlara boyun eğdirilmesini öngörüyordu. Osmanlı
devleti hiçbir zaman fethettiği yerlerde yerleşik olan halkın dini inançlarına uygun bir şekilde
yaşamalarını engelleyecek uygulamalara gitmedi.
Osmanlılar’ın 13.yüzyılın sonu ve 14.yüzyılın başını kapsayan dönemdeki
spektaküler yükselişi, küçük toprak beylerinin, yerel ve göçebe aşiret reislerinin ve onların
138 İNALCIK, H., The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), New York, Praeger Publishers, 1975,
s: 6
mahiyetlerindekilerin askeri bir yönetici gruba dönüşmelerinin sonucuydu139. Osmanlı
Devleti’nin kuruluş döneminde dayandığı bir diğer toplumsal grup, esnaf ve zanaatkarların
tüm Anadolu yerleşim birimlerinde örgütledikleri “ahi” teşkilatıydı. Anadolu’nun büyük
şehirlerinde önemli bir nüfusa sahip olan ahiler, ekonomik bir örgüt olmanın yanı sıra
toplumsal olarak bütünleştirici işlevlere sahipti. Beylik döneminde Osmanlı merkezi
otoritesinin temel işlevi askeri işbirliği sağlamak, toplumun katmanları arasında görev
dağılımını belirlemek ve uçbeyleri arasında yüksek hakem olarak hareket etmekti140. Beyler
hüküm sürdükleri toprakları üzerinde kendi ordularını oluştururlar ve savaş zamanı merkezi
otoriteden gelen direktifler doğrultusunda ordularının başına geçip onları savaştırırlardı. Bu
yönden bakıldığında Osmanlılar bir aşiret konfederasyonunun işbirliğine dayalı bir sosyoekonomik
ve askeri oluşumun tepesinde oturan bir yönetici aile görünümü vermektedir.
Osmanlı sisteminin temel mekanizmasını işleten temel unsur fetihlerdi; tam bir savaş
makinesi görünümü arz eden Osmanlı siyasal ve toplumsal düzeninde askeri unsur kilit
noktaydı. Osmanlı toplumsal sisteminde askeri sınıf yönetici katmanı oluştururken, toplumun
geri kalan unsurları sürü anlamına gelen “reaya” olarak adlandırılmıştır. Padişahın başını
çektiği askeri sınıfı, ulema ve yürütme ile ilgili işler gören ve kul statüsündeki askerler
oluşturmaktaydı. Yönetenler, ulema örneğinde de görülebileceği üzere askerlikle doğrudan
ya da dolaylı bir ilişkileri olmasa da askeri sınıfa mensup sayılırlardı. Yürütmeyle ilgili olan
işlerin başlıcaları yönetim ve askerlik olup bu işleri gören yeniçeriler, sipahiler ya da devletin
üst düzey adamlarının hepsi padişahın kulu statüsündeydi. Padişahın tek emriyle
katledilebilecek denli kırılgan bir konumda olan kulların, öldükleri takdirde mallarına devlet
139 KARPAT, K. H., Structural Change, Historical Stages Of Modernization And The Role Of Social Groups In
Turkish Politics, Social Change And Politics In Turkey: A Structural-Historical Analysis, der: Kemal H.
Karpat, Leiden, E.J.Brill, 1973, s: 28
140 Karpat, a.g.e.
tarafından el konurdu141. Yönetilen sınıf olan reaya, yönetici sınıfa dahil olmayan ve devlete
vergi ödeyen Müslüman ya da gayri-müslim herkesi kapsayan bir kategoridir. Reaya arasında
da Müslüman-gayri müslim, şehirli-köylü, yerleşik-göçebe şeklinde kategoriler mevcut olup
her grup farklı statü ve vergi yükümlülüklerine tabiydi. Buradan da anlaşılacağı üzere vergi,
Osmanlı toplumunun sınıfsal kategorizasyonunda en öne çıkan göstergedir.
Osmanlı ülkesinde tüm topraklar hukuki açıdan padişahın malı sayılırdı. Bizans
İmparatorluğu’nda da bütün topraklar şeklen devlete ait olduğu için Osmanlılar fethedilen
yerlerin toprak mülkiyetini üzerlerine almakta herhangi bir sorun yaşamadılar. Bizans
döneminde hakim olan bağımsız köylülük, imparatorluğun son döneminde gerileme
göstermiş ve özellikle 11.yüzyıldan sonra otoritenin bölünmesi ve köylülüğün bağımlı bir
statüye sokulması, Bizans toplumsal yapısının çökmesine yol açmıştı. Feodalleşmenin
başlangıcı görülmeye başlandığı esnada iktidarın Osmanlı eline geçmesi bu gelişmeye son
verirken Avrupalı anlamda bir aristokrat sınıfın evrimini de durdurmuştur142. Osmanlı’da
tarım arazisinin kullanımını düzenleyen hukuksal yapıyı şeriat ve padişahların koyduğu örfi
kanun belirliyordu. Şeriat, bireyin genel anlamda toprak üzerindeki tasarruf haklarını
güvenceye alırken, kanun daha çok devlet denetiminin devam ettirilmesine odaklanıyordu.
Devletin toprak üzerindeki denetiminde en öne çıkan unsur tımar sisteminin adaptasyonudur.
Tımar sisteminde toprağın ve tarımsal üretimin denetimi fiilen devlet, sipahi ve çiftçi
arasında paylaştırılıyordu; sipahiye bir tımar verilir ve o da maaş olarak sınırları belli bir
arazide sabit ölçekteki devlet gelirini köylülerden toplardı. Toprağın belli kişiler tarafından
kullanımı ya da başkasına devri konusunda devletin koyduğu kuralları uygulatan da
sipahilerdi. Osmanlı tarım sisteminde bir diğer unsur çift hane sistemidir. Çift hane sistemi
tarımsal üretimin, her birine bir çift ya da çiftlik verilmiş köylü haneleri temelinde
141 AKŞİN, S., Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1996, s: 7
142 KEYDER, Ç., Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 20-21
düzenlenmesidir. Bu çiftlikler, bir hanenin yaşam nafakasını çıkarmasına ve devlete kirayı
ödemesine yetecek genişlikte araziler olup, bunların büyüklüğü toprağın verimli oluşuna göre
60 ile 150 dönüm arasında değişmektedir. Tımar sistemi ve devletin katı denetimi altında
işleyen çift hane sistemi, büyük toprak mülkiyetinin güçlenmesinin merkezi yönetim
tarafından kontrol edilebilmesini sağladı.
Osmanlı, 14.yüzyıl itibariyle güçlü daimi ordusu ve geniş bürokratik örgütlenmesi
olmadığı dönemde gücünü büyük ölçüde beylerin işbirliğine dayandırsa da gelecekte
kuracağı büyük ölçüde merkezileşmiş bürokrasinin tabanını erken dönemlerinden itibaren
oluşturmaya başlamıştı143. Genellikle İslam'a döndürülen Hıristiyan ailelerin çocuklarından
oluşturulan “devşirme”ler devlet yüksek bürokrasisinin personeli olacak şekilde küçük
yaşlardan itibaren eğitime tabi tutulmaktaydı. Sahip oldukları her ş__________eyi padişaha borçlu olan
devşirmeler (ya da kullar) zamanla bürokrasideki Türk unsurunun yerini aldılar. Özellikle II.
Mehmet döneminde yayınlanan ve 19.yüzyıla dek varlığını sürdüren “Kanunname”
imparatorluğun temel idari yapısına şekil verdi. Bu yasa ile beylerin bürokratize edilmesi
süreci hız kazanırken toprakları katı bir denetime tabi kılındı144. II. Mehmet İstanbul’un
fethinin hemen ertesinde güçlü Türk ailelerine karşı saldırıya geçmiş ve ilk iş olarak
Bizans’la mali ilişkileri olan Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmüş ve de dört kuşaktan beri veziri
azamlığı ellerinde tutan Çandarlı sülalesinin siyasal gücünü kırmıştır. Çandarlılar’ın yanı
sıra iktidar kavgası güden tüm feodal eğilimli aristokrat ailelerde bu saldırıdan paylarına
düşeni almış ve çiftlikleri müsadere edilmiştir. Balkanlar Türk egemenliğine geçtikten sonra
bölgedeki feodal çiftlikler, kendi isimleriyle yeni sisteme eklemlenmiştir. Osmanlı merkezi
güçleri bunları “miri arazi” olarak mümkün olduğunca tımar sistemi içinde bütünleştirmeye
çalışsalar da, tımar sisteminin kendisi de feodal gelişime elverişliydi; tımarlı sipahiler daima
143 Karpat,1973., s: 30
144 Karpat, 1973, s:30
hassa çiftliklerini raiyet çiftlikleri aleyhine geliştirme eğilimindeydiler. Ayrıca Osmanlı
padişahları anti-feodal yaklaşımlarında çelişkili durumların ortaya çıkmasına yol açacak
davranışlar göstermişlerdir. Örneğin, tımar sistemini mülk sistemi aleyhine yaygınlaştırmaya
çalışılırken aynı zamanda güçlü ailelere büyük malikaneler niteliği kazanacak ölçüde geniş
tımar arazileri bahşedilmiştir145.
Fetihler, tüm Osmanlı politik ve sosyo-ekonomik sisteminin motor gücüydü; fetihler
durduğunda sistemin tüm çelişkileri ve açmazları su yüzüne çıktı. Osmanlı, 16.yüzyılın
ortalarında sınırları üç kıtayı kapsayan muazzam büyüklükte bir imparatorluk haline gelmişti;
Avrupa’da güçlü devletlerle sınır olan Osmanlı’nın daha ileriye gitmesi oldukça zorlaşmıştı.
Fetihlerin azalması ve zorlaşması ülkenin ekonomik düzenini sarsan etkiler yaptı; savaşta
kazanılan gelirlerin azalması imparatorluğun mali dengelerini sarstı. Osmanlı’nın destansı
devrinin kapanmasının en önemli sebeplerinden biri coğrafi keşifler sonrası ticaret yollarının
değişmesi ve Avrupa’daki fiyat devrimiydi. Yeni Dünya’nın keşfinin ardından İspanya’nın
vasıtasıyla Avrupa’ya altın ve gümüşün akışı, para miktarının artışına ve dolayısıyla bu
ülkelerde parasallaşma ve enflasyona yol açtı. Avrupa’daki fiyat devrimi, Osmanlı’da da
kendisini göstererek ekonominin bir ölçüde parasallaşmasına ve köylüyü pazar ilişkilerine
sokmaya başladı. Ayrıca 1550’lerden sonra nüfusun hızla artması ve bunu karşılayacak denli
üretim artışının sağlanamaması sefalet ve açlığın yanı sıra kanunsuzluk ve eşkıyalığı da
beraberinde getirdi146. Tarımdan çıkarılan artı-değer hükümetin modern ateşli silahlar
almasına ve sayıları artan askeri sınıfı beslemeye yetmemeye başlamıştı. Ayrıca eyaletlerdeki
tımarlı sipahilerin gözden düşmesi ve ateşli silahlara sahip Yeniçerilerin sayılarının
arttırılması, kırsal alandaki hakim sistemin çözülmesine yol açtı. Gelirlerin masrafları
karşılayamadığı noktada, eyaletlerdeki idareciler yasadışı faaliyetlere yöneldi. Anadolu’daki
145 Timur, T., Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s: 134-135
146 Akşin, 1996, s: 10-11
sosyo-ekonomik sistemin feodalleşmesinin başlangıcı olan Celali isyanları, merkezi
hükümetin gelir kaynakları üzerinde denetimini kaybetmesinin ve gelirlerin eyalet idarecileri
ve vakıflar üzerindeki nüfuzlarıyla ulema tarafından kontrol edilmesinin sonucuydu147.
Toplumsal statü ve gelir kaybına uğrayan sipahiler, feodal ailelerin ve yöneticilerin
çocuklarının yanı sıra ortakçı köylülerin de etkin olarak katıldığı isyan dalgası, sınıf tabanlı
yeni bir sosyal örgütlenmeye yol açacak evrimi başlattı148.
Devletin ateşli silah kullanabilen yaya askerlere odaklanması maaşlarını hemen alan
yeniçerilerin sayısının artmasına yol açtı. Bu duruma bir de askeri teçhizattaki masraflar
eklenince, vergilendirme tarzının yeni koşullara uygun olmadığı ortaya çıktı. Devletin temel
likidite kaynağı olan ve gümrük, hayvan vergisi gibi belirli bazı gelir kaynaklarına uygulanan
iltizam sistemi, 17.yüzyılın başından itibaren geleneksel tarım vergisi öşüre de
uygulanılmaya başlandı. Mültezimler devlete ödünç para sağlarken aynı zamanda kırsalda
tefecilik tarzı ekonomik ilişkiler dönemini başlattı. Tefecilik hiçbir zaman küçük köylü
mülkiyetini temel alan sistemi yıkacak boyutlara ulaşamasa da bağımsız köylülük şartlarını
ortadan kaldırdı ve sermaye birikimi sağladı149. Gelişen yeni ekonomik ilişkiler çerçevesinde
tarımsal alanın vergilendirmesi kapsamında merkezi yönetime nakit sağlayan bir anlayışla
yeniden düzenlenmesi, buradaki köklü asillere yeni bir ekonomik saha açtı. Daha önce
hükümetle köylüler ve şehirlerde ikamet edenler arasında ilişkiyi sağlayan aracılar rolü gören
ayanlar vergi toplayan ve köylülerin devletin topraklarındaki kiracılık koşullarını
denetleyenler olarak büyük bir ekonomik güce ulaştılar. Ayanlar, feodal toprak beyleri
147 İSLAMOĞLU, H.&KEYDER, Ç., “The Ottoman Social Formation”, The Asiatic Mode of Production ,
Science and Politics, içinde, der: Anne M. Bailey&Joseph R. Liobena, London, Routledge and Kegan Paul,
1981, s: 2
148 Karpat,1973., s: 34
149 İslamoğlu&Keyder, a.g.e.
değillerdi; daha çok yükselişe geçen bir toplumsal katman görünümü çizen bu kişilerin
ekonomik etkinlik sahası tarım dışında ticaret ve imalat sektörlerini de kapsamaktaydı150.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal sistemi 17.yüzyıldan itibaren büyük ölçüde
değişime uğradı. Güçlü padişah figürlerinin olmadığı ve askeri-ulema takımının devletin
idaresinde sürekli nüfuzunu arttırdığı bu dönemin en öne çıkan özelliği eski mutlu günleri
geri getirmek için birçoğu başarısızlığa mahkum olacak reform hareketlerine girişilmesidir.
Dışarıdan gelen tehditlere karşı padişah ve bürokratlarının giriştiği reformlar, genel olarak
bakıldığında geleneksel düşünce kalıplarıyla ele alınmış ve askeri kaygılara odaklanmış bir
görünüm arz etmektedir. Reformlar padişah ve yakın çevresinin kaygılarıyla biçimlenmiş
olmasının yanı sıra 16.yüzyıldan itibaren Batı’daki sosyo-politik ilişkilerin kapitalist
ekonomiyle şekillendiği sürecin içsel bir değerlendirmesinin gereğince yapılamamış olduğu
barizdir. Ayrıca, eyaletlerdeki ulemanın ve gücünü sürekli arttıran ayanlar kendi çıkarlarına
ters geldiği durumlarda reformlar karşı direnişi, bunların sınırlı olan başarı ihtimalini daha da
aşağıya çekmiştir.
17.yüzyılda, az çok topraklarını elinde tutmayı başaran Osmanlılar 1699 yılında
imzaladıkları Karlofça Anlaşması’yla Avrupa’da büyük toprak kayıplarına uğradılar. Kanuni
Sultan Süleyman’ın saltanatın son dönemlerinden itibaren ülke idaresi, padişahlardan çok
saray içindeki güç odaklarının eline geçmiştir. Osmanlı padişahlarının düştüğü aciz durumun
en sembolik örneklerinden biri II. Osman’dır. Bu padişah, yeniçerilerin ve ulemanın gücüne
set çekmek için yaptığı planlar daha uygulamaya geçirilmeden bu güç odaklarının tepkisini
çekmiş ve muhalefetleri, padişahı Yeniçeriler tarafından boğularak öldürülmesine varacak
denli şiddet içermiştir. Devletin siyasal ve ekonomik anarşi içinde bulunduğu bir dönemde
başa geçen IV. Murat ise geleneksel kurumların işlemesinde kişisel çıkarların önüne geçmeyi
denemiştir. Demir yumruğuyla imparatorluğa kısa bir süre de olsa disipline edebilmiş olsa da
150 Karpat, 1973, s: 37-38
geleneksel yöntemlerin ve kurumların Avrupa’da olanlardan daha üstün olduğu öncülüyle151
kalkışan reformlar ülkedeki yapısal sorunları çözmeye yetmemiştir. Köprülü Döneminde de
aynı şekilde işleyen bir reform mantığı söz konusudur. Bu dönemin en anlamlı olan
unsurlarından biri artık Osmanlı tarihinde padişahlardan çok sadrazamların kişiliklerinin öne
çıkması ve de sadrazamlığın bir hanedanlık mantığında aynı aileden kişilere kesintisiz
geçebilmiş olmasıdır. Köprülü sadrazamlarının sonuncusu olan Kara Mustafa Paşa’nın
yeterince hazırlanmadan girişmiş olduğu Viyana seferi sonunda imzalanan Karlofça
Anlaşması ise Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarından çekilme sürecini başlatmış ve
imparatorluktaki gerilemenin henüz farkında olmayan Avrupa devletlerini adeta
uyandırmıştır.
18.yüzyıl Osmanlı için bir öncekini aratacak denli çökertici olmuştur. Bu yüzyıldan
itibaren defansif bir konuma itilen imparatorluk Avrupa’da yükselen yeni büyük güç olan
Rusya’yla adeta bir varolma mücadelesine girmiştir. Toprak kayıplarının sürdüğü bu
dönemde, yeniçeriler şiddet ve yıldırı yoluyla devletin üst mevkilerine yerleştirdikleri
üyeleriyle güçlü pozisyonlarının devamını sağlamışlardı. Ülkenin eğitim, dini ve kültürel
kurumlarında tekelci bir hakimiyeti olan ulema sınıfı ise yayınladıkları fetvalarla hükümet
işlerinde etkin nüfuzlarını sürdürmekteydiler. Eğitim yoluyla kitlelere dolaysız ulaşabilen bu
sınıfın elindeki en büyük silah çıkarları için binlerce insanı sokağa dökebilme yetileriydi ki
bu Yeniçeri birliklerinden sonra en etkili yıldırı silahıydı152. Denetimleri altındaki vakıf
arazileri ve mülkleri sayesinde önemli bir ekonomik güce sahip olan ulema sınıfının
kazalarda ve naipler yoluyla kazalardaki adli örgütlenmede de büyük bir otoriteye sahipti.
Osmanlı’nın gerileme döneminde idari yapının bozulması sonucu büyük miktarda
miri arazi vakıflara ve özel şahıslara ait çiftliklere dönüştürüldü. Borcu olan pek çok köylü,
151 Shaw, 1978, s: 197
152 Shaw, 1978, s: 282
yerel kadının bir kararıyla topraklarını bölgedeki ayana ve sipahilere vermek durumunda
kaldı. Süreç içinde bu topraklar özel mülkiyete dönüştü153. Bunun yanı sıra iltizam
hiyerarşisini denetim altında tutan ayanlar 18.yüzyılda hakimiyetlerini daha da arttırdılar.
Bulundukları bölgelerde devletin otoritesini temsil ederek tarımsal artığa el koyan bu kişiler,
köylüden topladıkları vergilerle kırsal kesimde hakimiyet sağlamalarının yanı sıra ticarete de
el koyarak şehir ekonomisini yönetmeye başladılar. 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren,
taşra merkezlerindeki ayan meclisleri Batı Avrupa’dakine benzer bir şehir aristokrasisi olma
boyutuna erişti; bu meclisler ekonomiyi düzenleyen bir çok kararların yanı sıra, şehir gelirleri
ve harcamalarıyla ilgili kararlar da vermeye başladı. Ayanın nüfuzuna gittikçe daha fazla
boyun eğmeye başlayan hükümet taşradaki bu tarz örgütlenmeyi tanımak zorunda kaldı154.
18.yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı devleti tam bir kısır döngü içinde bir görünüm arz
etmekteydi. Merkezi yönetim, saray içindeki güç odaklarınım çekişmeleri sonucunda galip
olanın yörüngesinde şekillendiği bu ortamda yeni başa geçecek padişahın tahta çıkma evresi
tam bir entrika yumağıydı. Yeniçeri, ulema ve saray kadınlarının kendi çıkarları için en iyi
adayı seçmeye çabaladıkları bu ortamda güçlü kişiliklerin tahta çıkabilmesi ya da tahta
çıkanların özgür hareket edebilmeleri çok zayıf ihtimallerdi. Ayanların güçlerini kendi
çıkarlarına alet etmeleri sonucu idare, yerel bazda daha da yozlaştı. Herhangi bir temsil
gücüne sahip olmayan reaya sıfatındaki kitlelerin yaşam koşulları durağan ve verimsiz üretim
ilişkileri ve de merkezi-yerel güç odaklarının işbirliği içindeki sömürüsü sonucu sürekli
seviye kaybına uğradı. Hükümetin başı sıkıştığı yerde yeni vergiler koyması, köylünün artıdeğerinin
daha yüksek oranlarda sömürüsüne zemin hazırlarken bu kitleyi yoksulluğa
mahkum etti. Temel toplumsal yapısını köylülüğün oluşturduğu imparatorluk, taşradaki
153 İNALCIK,H., “Çiftliklerin Doğuşu”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder
& F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 23
154 Keyder, 1999, s: 26-27
idarenin yozlaşması beraberinde başıbozukluk ve illegal ekonomik ilişkileri getirerek tüm
sistemi kaosa sürükledi. Her alanda tam bir yapısal çürümenin yaşandığı imparatorluk,
Avrupa’nın gücüyle tam bir gövde gösterisi yapacağı 19.yüzyıla enkaz halinde girdi.
2.2. Osmanlı Siyasal Sisteminin Modernleşme Süreci
Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı dönemine sahne olan 19.yüzyıl, kesintisiz
devam eden siyasal ve sosyo-ekonomik çözülme sürecini dizginlemek için planlanan
reformlar zincirine sahne oldu. 19.yüzyıldaki Avrupa’nın siyasal ve ekonomik olarak tüm
dünyadaki geleneksel iktidarları tehdit ettiği ve hatta yuttuğu ortam Osmanlılara önceki
yüzyıllardaki rehaveti gibi bir lüksü tanımamıştır. Bu yüzyıla damgasını vuran Fransız
Devrimi’nin beraberinde getirdiği ulusçuluk düşüncesi, bünyesinde bir çok etnik halkı
barındıran Osmanlı İmparatorluğu için kaçınılmaz bir tehdit oluşturduğu ortamda toprak
bütünlüğünü korumak için birçok reformlara girişildi. Önceki yüzyıllara göre daha kapsamlı
ve bütüncül karakter gösteren reformların en çarpıcı özelliklerinin başında Batılılaşma ereği
çerçevesinde ele alınmış olmalarıydı. 17. ve 18.yüzyıllardaki Osmanlı’nın destansı
dönemlerindeki sistemin üstünlüğü ve geleneksel olanı diriltme fikriyatı oldukça gözden
düştüğü bu yüzyılda, reformlar imparatorluk nasıl kurtulur telaşıyla gönüllü ya da Batılı
devletlerin baskılarıyla hayata geçirildi. Batı’nın kurumlarının ve metodlarının adaptasyonu
sonucu ortaya çıkan yapısal dönüşümler ülkenin siyasal ve sosyo-ekonomik evrimine
damgasını vurmuştur. Daha önceki yüzyıllarda Osmanlı’nın Batı’yı yeterince tanımaması ve
orada olup bitenlerin kendi gelecekleri için teşkil ettiği yıkıcı gelişim potansiyelini
kavrayamama, yapılan reformların sınırlı bir çerçevede ele alınmış olmasına yol açmıştı.
19.yüzyılın hemen başında tahta geçen III. Selim saltanatı, Osmanlı Batışlılaşmasında
bir dönüm noktası teşkil eder . III. Selim reformlarında155 temel dürtünün, imparatorluğu
askeri yönden güçlendirmek ve özellikle de en büyük tehdit unsuru olan Rus Çarlığı
karşısında direnmekti ve bu bağlamda öncellerinden pek de farklı olmayan bir reform
felsefesine sahipti. Onu farklı kılan ise amacına geleneksel olmayan yollardan ulaşmaya
çalışmasıdır; reformlarını siyasal ve toplumsal alanlara yaymasıyla, daha çok kendilerini
askeri alanla sınırlayan öncellerinden ayrılmıştır. Hakim düzende köklü dönüşümler yapmayı
hedefleyen III. Selim’in tüm yenilik girişimleri “Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen)” başlığı altında
anılır. “Nizam-ı Cedit” terim olarak ilk kez Fazıl Mustafa Paşa tarafından imparatorluğa
getirilen iç düzen için kullanılmıştır ve III. Selim’e dek bu terimin kullanımına bir daha
rastlanmamıştır. İktidarının başlarında Viyana’ya gönderdiği Ebubekir Ratıb Efendi,
Avusturya örgütleri ve siyaset hakkında yazdığı bir yazıda Avusturya’daki mevcut idare
düzenini Nizam-ı Cedit olarak adlandırmaktadır. Bunun yanı sıra Fransız Devrimi sonunda
kurulan yeni rejim de Osmanlı devletinde “Fransa Nizam-ı Cedidi” şeklinde anılmıştır.
Buradan da anlaşılacağı üzere “Nizam-ı Cedit”, Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcut idari
düzenin yerine yenisinin konulması anlamını taşımaktadır156.III. Selim, yeniçerilerin
devletten çok kendine hizmet eder bir vaziyette olduklarını ve böyle bir ordunun
İmparatorluğun ihtiyaçlarının çok gerisinde olduğunun bilincindeydi. Ancak mevcut asker
ocaklarını bir çırpıda kaldırmanın ve yerine yenisini kurmanın imkansız olduğunu
kavrayarak, bir yanda Batı tarzında modern bir ordu kurma hazırlıklarına başlarken diğer
yandan eski ocakları olabildiğince düzene sokmaya çalıştı. Bu çerçevede Nizam-ı Cedit
adında modern silahlarla donatılmış bir ordu kurdu ve çoğunlukla Anadolu’daki Türk
köylerinden toplanan yeni ordunun askerleri, Avrupa tarzında bir eğitime tabi tutuldu. Yeni
155 III. Selim döneminde yapılan reformların geniş bir özeti için, Bkz. KARAL, E.Z., Osmanlı Tarihi, 5. Cilt,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s: 13-76
156 Karal, 1995, s:61
ordunun yetiştirilmesine paralel olarak tophane, tersane ve mühendishanenin de
düzenlenmesine girişildi. Bu çerçevede kurulan daha önce kurulmuş olan Mühendishane-i
Bahri Hümayun (Deniz Okul)’un yanında Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Topçu Okulu)
kuruldu. Bu girişimlerde Avrupalı ve özellikle de Fransız uzmanlardan geniş ölçüde
yararlanıldı.
III. Selim’in ordudaki modernleşmenin bu denli üzerinde durmasının bir diğer nedeni
ülkedeki ayanlaşma sürecinin doruğa ulaşarak ülke bütünlüğünü tehdit eder boyutlara
gelmesiydi. Ayanların aracılığı olmaksızın hükümetin asker ya da vergi toplamasının çok zor
olduğu bu koşullarda ayanlaşmanın padişahın otoritesini kısıtladığı açıktı157. Kendi emirleri
altında hareket edecek bir ordu hem yeniçerilerin hem de ayanların hakim konumunu
sarsacaktı. Bunun yanı sıra yeni orduyu finanse etmek için kurulan “İrad-ı Cedit” adındaki
ayrı özel hazinenin, belirli mevki ve ayrıcalık sahibi toplumsal kesimlerden toplanacak
vergilerle ayakta tutulması öngörülmüştü Bu durum ilk olarak ayanların tepkisini çekti158.
1806 yılında askeri reformların Balkanlar bölgesine genişletilmesi amacıyla yeni birliklerin
Anadolu’dan buraya sevk edilmesi planı, ayanların büyük tepkisini çekti.
Anadolu’dakilerden daha güçlü olan Balkanlar’daki ayanlar, Edirne’de toplanarak bu
birliklerin ilerlemesine karşı çıktılar; Selim’in geri çekilmek zorunda kalması sonun
başlangıcını hazırladı. Bu geri çekilme Nizam-ı Cedit düşmanlarını cesaretlendirdi; ulema ve
yeniçerilerin aktif bir propagandayla yürüttükleri muhalif hareket 1807 yılında doruğa ulaştı.
Yeniçeri yamaklarının kurduğu örgütün başlattığı isyan, Nizam-ı Cedit’in kaldırılmasını talep
etmekteydi. Kabakçı Mustafa İsyanı olarak tarihe geçen hareket yeniçeri birliklerinin ve
ulemanın aktif katılımıyla daha da genişledi ve sonunda Selim’in Nizam-ı Cedit ordusunu
kaldırmasına sebep oldu. Bu olayı takiben Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin yayınladığı
157 Akşin, 1996, s: 17-18
158 İnalcık, 1964, s: 50
Selim’in halifeliğe uygun olmadığı ve sorumsuzluğuyla gücünü kötüye kullanarak Müslüman
halka zulmettiği yönündeki ferman 159 asilere eylemlerinde meşruiyet bahşetmiş oldu.
Köşeye sıkışan Selim, tahttan çekildiğini bildirdi.
III. Selim’in reformlarının bu yüzyıl boyunca devam edecek modernleşme çabaları
için yolu açma işlevi görmüş olduğu şüphesizdir. Askeri reformların yanı sıra uluslararası
ilişkilerde Osmanlı’nın kendi başının çaresine bakacak güçte olmadığı kavranarak, Batılı
devletlerle karşılıklı anlaşmalar yapıldı ki bu Osmanlı’nın denge politikasına adapte
olmasının başlangıcıydı160. Bu yeni uluslararası politika, 19.yüzyıl boyunca devletin ayakta
kalmasını sağlayacak başlıca unsurlardan biri olacaktır. Avrupa’da daimi elçiliklerin
kurulması da yine bu politikayı tatbik edebilmek için Batı’yı tanıma gereğinin bir
yansımasıdır. Daimi elçilikler, imparatorluğa Batı etkisinin sızmasını oldukça
kolaylaştırmıştır.
III. Selim’in makamından çekilmesini takiben isyancılar, saf ve cahil olan IV.
Mustafa’yı, kendilerinin asi eylemleri için cezaya tabi tutulmayacakları sözünü alarak,
padişah tahtına oturttular. Bu iktidar değişikliği yeniçeri ve ulemanın hükümette tam kontrolü
ele geçirmesini sağladı. Ancak Nizam-ı Cedit taraftarı ayanlar Rusçuk ayanı Alemdar
Mustafa Paşa önderliğindeki 15 bin asker İstanbul’a yürüdü. Geliş amaçları, sarayda
hapsedilen III. Selim’i kurtarmak ve Nizam-ı Cedit’in tekrar yürürlüğe konmasını
sağlamaktı. İstanbul’da güç toplayan Alemdar Mustafa Paşa yeniçerileri bastırsa da III.
Selim’in katledilmesini engelleyemedi. Saraya girdiğinde onun cesedini bulan Alemdar,
Şehzade Mahmut’u yeniçerilerin elinden kurtardı. Şehzade’yi II. Mahmut olarak tahta
geçirirken kendisini de onun sadrazamı yaptı. Daha önce ayanlar hiçbir zaman yeniçeri
birliklerine karşı ittifak oluşturmamıştı. 1806’da Rumeli ayanları, III. Selim’e karşı
159 Karal, 1995, s: 83
160 Karal, a.g.e
yeniçerilerle işbirliğine girerken, Anadolu’daki bazı güçlü ayanlar Nizam-ı Cedit’i
desteklediler. Fakat şu an hem Rumeli hem de Anadolu ayanları gericilere karşı birleşirken,
reformlara sempatilerinden çok merkezi hükümeti kontrol etmek ve eyaletlerdeki
konumlarını güvence altına alma güdüleriyle harekete geçmişlerdi161.
Alemdar Paşa, 17.yüzyılın sonlarından beri iyice keskinleşen merkezi yönetim-ayan
çekişmesine bir anlaşma yoluyla son verilmesi gerektiğini düşünüyordu ve bu nedenle
valileri ve ünlü ayanları başkente davet etti. Ayanlar yapılan müzakerelerden sonra orduya
Sened-i İttifak adındaki ünlü belge hazırlandı. Sened-i İttifak, Osmanlı tarihi açısından
benzeri bulunmayan bir belgedir; devlet ayanların varlığını tanımış olmanın yanı sıra bu
kişilere dokunmamayı ve alacağı vergileri dahi bunlarla pazarlık ederek saptayacağını kabul
ediyordu. Bunun karşılığında ayanlar, padişaha başkaldırmamayı, eğer aralarından birisi
ayaklanırsa onu yola getirmek için aralarında ittifak kuracaklarını ve İstanbul’da herhangi bir
ayaklanma olduğu taktirde yine onun yardımına koşacaklarını taahhüt ediyorlardı. Bu
anlaşmayla Osmanlı tarihinde ilk kez padişahın yetkileri sınırlanıyordu. Sened-i İttifak bu
yönüyle Magna Carta’ya benzetilmiş olsa da şekil olarak benzer karakter gösterir; Magna
Carta, İngiltere’nin liberal-demokratik gelişmesinde bir safhaya denk düşerken, Sened-i
İttifak yerel güç odaklarının kurmuş oldukları feodal sistemi meşrulaştırmalarıydı.
II. Mahmut Sened-i İttifak’ı gönülsüzce imzaladı ve onu hazırladığı için de Alemdar
Paşa’ya büyük öfke duydu. Ayanların eyaletlerine dönmelerinden hemen sonra Alemdar, eski
Nizam-ı Cedit ordusu tarzında kurduğu askeri ocağa tepki çekmemesi için Segban-ı Cedit
adını verdi. Yeni askeri ocağın kuruluşuna paralel olarak yeniçeri ocaklarında giriştiği
düzenlemeler büyük tepki çekti. Yeniçeriler ayaklanarak Alemdar’ı öldürdü; Mahmut
sadrazamının öldürülmesi karşısında kılını kıpırdatmadı. İsyanın devam etmesi üzerine
padişah, Segban-ı Cedit ordusunu kaldırdı ama kafasındaki düşünce yeniçeri ocağını
161 İnalcık, 1964, s: 51
kaldırmaktı ve uygun zamanı beklemeye koyuldu. 1821’de çıkan Yunan isyanı karşısında
yeniçerilerin ne denli beceriksiz ve disiplinsiz oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Bu
dönemde İstanbul halkı ve ulema arasında da yeniçerilere karşı düşmanlık ve nefret
gelişmeye başlamıştı. Osmanlı tarihine “Vaka-i Hayriye” olarak geçen Yeniçerileri ocağının
kaldırılması tam bir ihtilal havası içinde oldu. Yeniçeri ocağının yanında kurulan yeni
birliğin askerleri, yanlarında ulema, medreseliler ve İstanbul halkı ile yeniçerilere karşı
saldırıya geçtiler. Binlerce yeniçerinin öldürülmesinin yanı sıra, ocakla ilgisi olanların ve
olduğu sanılanların kısa bir sorgulama sonrasında katledilmesiyle II. Mahmut tam anlamıyla
terör estirdi162. Kuruluş amacının tamamen dışına çıkarak sadece kendine hizmet eden
yeniçerilik kurumu, sistemde yapılmak istenen her türlü reform hareketine direnerek
imparatorluğun gelişmesine ket vuran başlıca unsurlardan biri olmuştu. Bu gerici güç
odağının tasfiyesi sırf II. Mahmut’un değil, onların mirasçılarının da modernleşme
çabalarında yolu temizlemiştir.
Yeniçerilerin kaldırılmasını takiben yerine Batı tarzında Asakir-i Mahsure-i
Muhammediye adında yeni bir ordu kuruldu. Askeri reformları idari alana da yayan II.
Mahmut padişah, sadrazam ve şeyhülislamda toplanmış yetkileri nezaret sistemi kurarak
çeşitli bakanlıklara paylaştırdı. II. Mahmut’tan önce yapılan reform çalışmaları hükümet
kurumlarının yapısına dokunmamıştı; yüzyıllardan beri geleneksel yapının korunmuş olduğu
imparatorlukta hükümetin örgütsel yapısında yapılan değişiklikler, Batılılaşma yönünde
önemli adımlardı163. II. Mahmut ana hedef olarak, merkezi otoriteyi tüm imparatorluk
çapında etkin kılmak ve merkezi yönetimin de kendi içinde bütünlük arz eden bir yapıya
kavuşmasını istiyordu. Ayanlar bu hedef için büyük bir tehditti ve padişah bu grubu tasfiye
etme amacındaydı. Ancak, bu ayanların en güçlülerinden biri olan Mısır valisi Kavalalı
162 ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzunyüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 38
163 Karal, 1995, s: 194
Mehmet Ali Paşa’nın isyanı, devletin adeta varlığını tehdit eder bir mahiyete büründü.
Mehmet Ali Paşa, Mısır’da Fransızlar’dan yardım alarak geniş ölçüde askeri ve ekonomik
reform çalışmalarına girişmiş ve bir hayli de başarılı olmuştu. Reformlarına II. Mahmut’tan
önce başlayan ve ondan daha başarılı olan Paşa ile padişah arasındaki çekişme iç savaş
boyutlarını da aşarak uluslararası bir sorun haline geldi. Anadolu’nun içlerine kadar gelen ve
İstanbul’daki hanedanın varlığını tehdit eden isyan, Büyük Devletler’in yardımıyla
bastırılabildi.
Mehmet Ali Paşa’nın Anadolu içlerine ilerlediği esnada ölen II. Mahmut, devletin
sarsılan otoritesini tekrar kurmak için giriştiği reformlar mevcut sistemi disipline etmenin
çok da ilerisine geçemedi. Batılı yöntem ve kurumlar padişah otoritesini tartışmasız kılmak
amacıyla adapte edilmişti, ancak devletin dayanakları önceki devirlerde olduğu gibi kaldı164.
II. Mahmut, güçlerinin doruğundayken siyasal ve ekonomik tabanlarını yok ettiği ayanlar
için asıl vurucu darbe Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun iç evrimi karşısındaki
tavırlarını netleştirerek Mehmet Ali Paşa’nın isyanında merkezi yönetimin tarafını
tutmalarıydı165. Bu dönemde idarenin merkezileşmesi yönündeki atılımlar içinde özellikle ilk
nüfus sayımının yapılması ve ülkede posta teşkilatının kurulması önemli gelişmelerdir. II.
Mahmut’un eğitim alanına gösterdiği ilgi, kayda değerdir; ilköğretimin zorunlu kılınması ve
Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderilmesi onun dönemine rastlar. Batı tarzında bir müfredatın
izlendiği yüksek öğrenim kurumlarının kurulması gelecek nesil Osmanlı aydınlarının
yetişeceği ortamın temellerini atmıştır.
1839’da babasının ölümü üzerine tahta geçen Abdülmecit’in sadrazamı olan Mustafa
Reşit Paşa, Osmanlı’nın en köklü reform hareketine giriştiği Tanzimat Dönemi’nin mimarı
olacaktı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’yla başlayan bu dönemde
164 Karal, 1995, s: 143
165 Keyder, 1999, s: 27
imparatorluğu çözülmekten kurtarmak için girişilen geniş kapsamlı ve köklü reformlara
girişilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk akımı Osmanlı İmparatorluğu’nda
yıkıcı etkilerini çok çabuk göstermişti. İmparatorluğun çeşitli dinlere ve etnik kökenlere
mensup unsurları arasında 16. yüzyıldan beri gerek kültürel gerek kısmen ulusal nitelikli
kıpırdanmalar zaten mevcuttu. Özellikle Balkan halklarının ulusal bilinci onlara Ortaçağ’daki
ulusal karakterli devletlerinin ve kültürlerinin mirasıydı. Bu yüzden Balkanlar’daki ulusal
hareketlerin sebebi doğrudan doğruya Fransız Devrimi’ne bağlı değildi.166 Devrimin söz
konusu mirası bu halkların gözünde bir gelecek hedefi olarak tekrar gözden geçirerek
hareketlerine taban oluşturmalarını sağlayacak düşünsel açıyı vermiş olduğu söylenebilir.
Balkanlar’daki ulusal hareketlerde, bu ulusal efsanelerin yanı sıra, 18.yüzyıldan beri gelişen
ticari hayatın yarattığı burjuva nitelikli sınıfların doğuşu ve burjuvaların Osmanlı iktidarını
kendileri için bir yük ve engel olarak görmeye başlamalarının etkisi çok büyük olmuştur.
1804’te maruz kaldıkları kötü idarenin düzeltilmesi için padişaha ricada bulunan Sırpların eli
boş gönderilmesinden sonra milliyetçi bir niteliğe bürünen ayaklanma, süreç içinde Ruslar’ın
da aktif desteğiyle 1916 yılında Sırbistan’a özerklik verilmesiyle sonuçlandı. 1815 yılında
başlayan ve en başından beri milliyetçi karakter gösteren Yunan ayaklanması ise Avrupalı
Büyük Devletler’in de bu halk lehinde taraf olmaları sonucu 1830 yılında Yunanistan’ın
bağımsızlık kazanmasıyla son buldu. Osmanlı’nın milliyetçi ayaklanmalar sonucu
Balkanlar’daki iki önemli bölgesini kaybetmesi, imparatorluğun geleceği açısından oldukça
endişe verici nitelikteydi. Ayrıca Büyük Devletlerin özellikle Yunan isyanında takındıkları
Osmanlı aleyhtarı tutum, yöneticileri fazlasıyla telaşlandırmış ve acil reform ihtiyacını su
yüzüne çıkartmıştır. Bu çerçevede, azınlık milliyetçiliklerinin Osmanlı modernleşmesini
hızlandırdığı söylenebilir.
Tanzimat Fermanı Osmanlı tarihinde tam bir dönüm noktası olmuştur; daha önceki
166 Ortaylı, 1999, s: 61
dönemlerde askeri ve siyasal alanda sıkışıp kalan modernleşme çabaları, Tanzimat
döneminde sosyo-ekonomik yapıyı da içine alarak “toplumsal mühendislik projesi” şekline
dönüştü. Tanzimat döneminde girişilen reformlar, nitelik olarak bürokrat elitin toplumu
yukarıdan dönüştürmek için giriştiği modernleşme çabaları kategorisinin tipik örneğidir167.
Eski güzel günleri geri getirmek yönündeki klasik yaklaşımını tamamen bir yana atılarak,
Batı’nın üstünlüğünü kabul edilip bu gelişmişlik düzeyini yakalamak için girişilen Tanzimat
reformları her şeyden öte imparatorluğun tarihsel evriminde Batı medeniyetine dahil olmak
için verilen büyük ve cesur bir karardır168. “Nizam Verme” (düzenleme) sözcüğünün çoğulu
olan “Tanzimat” sözcüğü, Lale devrinde yeni tarzda tertip edilmiş birliklerden oluşan ordu
düzenlemesi anlamına gelirken, bu dönemde hükümet yönetimine yeni bir düzen verme
anlamına geçti169.
Aydın bürokratik bir kadronun sürüklediği Tanzimat reformları, Osmanlı
bürokrasisinin dönüşümünün ulaşmış olduğu modernleşme düzeyi bakımından oldukça
çarpıcıdır. Tanzimat bürokratlarının en ayırıcı özellikleri askerlikten habersiz kişiler olup
bürokrasi içinde yetişerek yükselen devlet memurları olmalarıydı; Batılı ülkelerin
başkentlerinde görev yaptıkları esnada bu kültürle iletişime geçen bu kişiler Avrupa devlet
yapılarını ve zamanın uluslararası koşullarını inceleme fırsatı bulmuşlardı. Fransızca konuşan
ve diplomasi üstatları olarak yetişen bu kişiler, güçlerini askeri yada ulemalık kariyerlerinden
değil kişisel becerilerinden almaktaydılar. Yeni bürokrasi ne “kul” ne de “din adamı”ydı;
bunlar, diplomat nitelikleriyle öne çıkan devlet memurlarıydı. Bu çerçevede Osmanlı
167 Bu tarz bir kategorik yaklaşım için Bkz. BLACK, C.E., Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Ankara, İş Bankası
Kültür Yayınları, s: 100-104
168 Sina Akşin, Tanzimat dönemini, Türk toplumunun Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçmesi olarak niteler, Bkz Akşin,
1996, s: 17
169 BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973, s: 187
bürokrasisinin bu dönemde laik bir nitelik kazanmış olduğu söylenebilir. Babıali’nin
yönetimde egemen unsur olduğu Tanzimat dönemi, Osmanlı tarihinde modern merkeziyetçi
devlet yapısının kurulduğu dönemdir; Osmanlı bürokrasisi geleneksel yapısını, ideolojisini,
eğitim ve çalışma biçimini dönüştürerek toplumu kontrol etme tekniklerini ve tarzını
değiştirmiştir170. Modern toplumsal sınıfların oluşma süreçlerinin başlarında oldukları ve
devlet yönetimine baskı yapma safhasına henüz ulaşamadıkları imparatorlukta, modern
zihniyetli bürokratların iş başına gelmelerinin anlamı kuşkusuz çok büyüktü.
Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihsel koşullara bakıldığında Balkanlar’daki
azınlık ayaklanmalarının etkisinden daha çok Kavalalı Mehmet Ali’nin isyanı öne çıkar. Bir
valinin devlete bu denli kafa tutacak gücü bulması ve devletin ordularını bozguna
uğratmasının yarattığı eziklik psikolojisi, yöneticileri derinden etkiledi. Nizip savaşının
kaybedilmesi gün yüzüne çıkan askeri iflasın171, Batı’nın yardımıyla bertaraf edilmesi
düşüncesi çerçevesinde 1838 yılında İngiltere’yle Balta Limanı Anlaşması olarak bilinen
Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması imzalandı. İngiliz mallarına iç gümrüklerin kaldırıldığı ve
bazı ürünlere Osmanlı’nın uyguladığı tekelin kırıldığı bu anlaşma imparatorluğun gelecekteki
sosyo-ekonomik evrimine yön verecek nitelikler arz etmekteydi. Bir dönem Londra
büyükelçiliği yapan ve zamanın Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın girişimleriyle
imzalanan anlaşma, İstanbul’daki İngiliz nüfuzunun güçlenmesinin yolunu açmıştır.
İngilizlere yakınlığıyla bilinen Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin kendi başına
varlığını sürdüremeyeceği ve Avrupa güçler dengesinin koruyucu şemsiyesi altında toprak
bütünlüğünü destekleyen İngiltere ve Fransa’yla yakınlaşmasının gerektiğini düşünüyordu.
Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısının Batı tarzında dönüştürülmesi hem devleti
170 Ortaylı, 1999, s: 90
171 Akşin, 1996, s: 23
güçlendirecek hem de İngiltere ve Fransa’nın güveninin kazanılmasını sağlayacaktı172.
Tanzimat Fermanı dış müdahalenin en fazla yoğunluk kazandığı dönemde bu Paşa tarafından
hazırlandı. Kendisinden önce zaten başlamış olan reformların çerçevesini genişletmek ve
devamını sağlamak amacıyla kaleme alınan Tanzimat Fermanı, Avrupa ya da İngiliz
baskısına bir ödün değil gönüllü olarak girişilen bir çabanın eseriydi.
3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hattı, bir anayasa ya
da kanun olmayıp daha çok Avrupalı hükümdarların halkları ile arasındaki ilişkilerde
değişiklikler yapılacağını vadeden bir “charter” (senet) türünde bir belgedir. Böyle bir
belgeye dayanılarak bir yazılı anayasa ya da bir dizi yeni kanun hazırlanmasına
gidilebilirdi173. Osmanlı bürokratları ise ikinci yolu benimsemiştir. Osmanlı tarihinin gerçek
anlamda ilk anayasal belgesi olan Hatt, tüm uyruklara yurttaşlığa ilişkin temel haklar
tanırken, bu hakları düzenleyen yasalara bizzat padişahın da uyacağını açıkça belirtmiştir.
Ancak, buna uyulmaması halinde uygulanacak yaptırımların belirtilmemesi belgenin
anayasalcılık yönünden çok büyük bir eksiğidir174. Osmanlı hükümdarı bu belgeyle kendi
iradesinin sınırlanmasını kabul etmiş; halkın can, namus ve mülkünün güvencesini kendi
iradesinin dışına, kanunların yargılarına bırakmıştır. Hükümet yönetiminin hükümdarın
keyfiyetine göre değil, “Mevadd-ı Esasiye” (temel ilkeler) olarak nitelendirilen ölçülerle
yapılacak kanunlar doğrultusunda yürütüleceğini ilan etmiştir175. Bunun yanı sıra Müslümangayri-
müslim tebaaların kanun önünde eşit kılınması devletin halkına yaklaşımında devrimci
bir dönüşüme karşılık gelse de, gayri-müslimlerin haklarını asıl genişleten Islahat Fermanı
172 Karal, 1995, s: 170
173 Berkes, 1973, s: 187
174 EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1997, s: 180-181
175 Berkes, 1973, s: 138
olacaktır. Devlet adamlarına can ve mal güvenliğini bahşeden Gülhane Hattı bürokratları
“kul” statüsünde ele alan klasik Osmanlı anlayışının kırılmış olduğuna işaret eder. Bunların
yanı sıra Hatt, İltizam usulüne son vermiş olsa da, devlet, örgütsüzlüğünden dolayı bu işi
yürütememiş ve 2 yıl sonra iltizama geri dönülmüştür.
Tanzimat bildirisi her ne kadar Osmanlı modernleşmesi için atılmış dev bir adım
olarak görülse de, eksikler ve çelişkilerle doluydu. Bunların pratikte yarattığı en büyük
handikap, padişahın iradesini sınırlayacak halkı temsil eden bir meclisin bulunmadığı
ortamda reformların Babıali tarafından büyük devletlerin müdahaleleri ile yürütülmeye
çalışılmasıydı. Hükümetin askeri, mali, hukuksal alanlar gibi bir çok alanda merkezileşme
çerçevesinde sorumluluğu artmasına rağmen sorumlu bir kabine sisteminde az çok geriye
dönüş bile söz konusu olmuştur176; bakanların ataması ya da azledilmesi padişah ve
çevresindeki kişilerin eline kalmış olmasının yanı sıra büyük devlet elçileri baskı ve
nüfuzlarıyla hükümet işlerine daha fazla karışmaya başlamışlardı. Bu yüzden Tanzimat
dönemi hükümetleri sürekli ve tutarlı hükümetler olamamışlardır. Tanzimat Fermanı’nda
göze çarpan bir diğer eksiklik teoride Müslüman ve gayri-müslim tebaa arasında eşitlik
sağlansa da bunun pratik alanda uygulaması yönünde kayda değer bir gelişmenin
kaydedilememesiydi. Söz konusu sorunu Osmanlı bürokratları çözemeyince Kırım Savaşı’nı
takiben 1856’da toplanan Paris Kongresi esnasında konu gündeme geldi. Kongre sürerken
yayınlanan “Islahat Fermanı”, Osmanlı devlet adamları, şeyhülislam ve Büyük Devletler’in
elçilerinin müzakereleri sonucunda ortaya çıkarılmış bir belgedir. Gülhane Hattı’ndaki
ilkeleri tekrarlayan ve genişleten Islahat Fermanı, genel olarak ülkedeki gayri-müslim
tebaanın durumuna odaklanıyordu. Ali ve Fuat Paşa’ların çaresizlik içinde imzaladıkları
ferman adeta Kırım Savaşı’ndaki yardımlarından dolayı Büyük Devletler’e ödenen bir
diyetti. Büyük Devletler’in Osmanlı üzerindeki garantörlük isteklerini savmak amacıyla
176 Berkes, 1973, s: 192
Osmanlı devletinin gerekli reformları kendinin yapacağını göstermek için ilan edilen ferman,
Tanzimat Fermanı gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımaktan çok ondaki vaatleri
gerçekleştirecek somut reformları öngörmüştür177. Müslüman- gayri-müslim tebaa arasındaki
eşitlik konusunda cizyenin kaldırılması ve gayri-müslimlerin de askerlik yapması gibi
yenilikler getiren ferman, Müslüman halktan büyük tepki çekti. Öncelikle Müslümanlar,
kendilerini devletin sahibi olarak görüyorlardı. Gayri-müslimlerin bir kısmı, Batı
sermayesiyle işbirliği içinde zenginleşerek göze batan bir hayat seviyesini yakalamışlardı. Bu
da yetmez gibi bir de eşitlik haklarını elde etmeleri Müslümanları oldukça kızdırmıştı178.
İronik biçimde Hıristiyanlar da pek memnun olmuşa benzemiyordu; öncelikle kilise
mensupları, millet sistemi çerçevesinde sahip oldukları yetki ve çıkarlar kısıtlandığından
dolayı fermandan rahatsız oldular. Hıristiyan halk sağlanan haklardan memnun olmasına
rağmen, askerlik görevi kısmından hoşnut kalmadı. Askerliğin yapılmaması durumunda
ödenecek bedelin, kaldırılan cizyenin yeniden geri çağrılması olarak gördüler. Bunların yanı
sıra ferman her ne kadar Büyük Devletler’in azınlıkları bahane ederek iç işlerine
karıştırmasını bertaraf etmek amacıyla ilan edilmiş olsa da söz konusu durumda herhangi bir
gerileme olmadı.
Tanzimat döneminde, birçok alanda göze çarpan gelişmeler kaydedilmiştir. Bu
alanlardan biri eğitimdir; bir komisyon çerçevesinde ele alınan reformlar, ilk, orta ve yüksek
öğrenim kurumlarında ulemanın nüfuzunu kırarak bunların devlet otoritesi altına alınmasını
sağlamaya yönelikti179. Ancak bu amaca tam anlamıyla ulaşılamadı; medreseler yerinde
kalırken, Batı tarzında eğitim veren okullar açıldı. Eğitimdeki bu ikilik birbirinden tamamen
177 Berkes, a.g.e.
178 Akşin, 1996, s: 27
179 Karal, 1995, s: 182
farklı düşünce sistemine sahip nesillerin yanyana yaşayacağı koşullar yarattı. Eğitimin
modernleşmesi konusunda ulemanın tavrı da oldukça kayda değerdir; 19.yüzyıldan itibaren
Osmanlı’da Batılı eğitim veren okullar kurulmuş ve bunlar dini eğitim verenlerin aleyhine
yayılıp gelişmeye başlamışlardı. Osmanlı reformcuları, din adamları ve kurumlarıyla hiçbir
zaman çatışmadılar. Ulemanın ve medreselerin dışında laik eğitim örgütlenip laik
bürokrasiye taban oluştururken, ilmiye sınıfı bir kenarda kaldı ve modernleşme sürecinden
bir şekilde izole oldu180.
Tanzimat reformlarının başarısı ya da başarısızlığı tartışmaya açıktır; ancak şu bir
gerçektir ki ekonomik alanda başarısız olunmuş ve ülkenin Büyük Devletler tarafından
maruz bırakıldığı yarı sömürge tarzı ilişkilerin niteliğinde herhangi bir değişim olmamıştır.
1854 yılından itibaren Avrupa’dan borç alınmaya başlanmış ve bu paralar kazançlı ekonomik
yatırımlara dönüştürülemeyip büyük oranda sarayın lüks harcamaları ve silah alımında
kullanılmıştır. Kaçınılmaz olan 6 Ekim 1875 yılında geldi ve Sadrazam Mahmut Nedim
Paşa, borçlarını erteleme kararını açıkladı. Karar Avrupa kamuoyunu Osmanlı aleyhine
döndürdü. Bunun yanı sıra Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ayaklanmaların çıkması işleri
içinden çıkılmaz hale soktu. Sıkıntıların faturası tahttaki padişah Abdülaziz’e kesildi; 1876
yılının Mayıs ayında iktidara gelmiş olan Mütercim Rüştü Paşa hükümeti Abdülaziz’i tahttan
indirerek yerine V. Murat’ı geçirdi. Hükümet sarayın harcamalarını denetim altına almak
istiyordu. Bunu yapabilmek için önlerinde iki seçenek belirdi; Mithat Paşa’ya göre
meşrutiyet ilan edilirse seçilecek olan meclis sarayın israflarına kısıtlama getirebilirdi; bakan
olan Hüseyin Avni Paşa ise görüntüde bir padişahla hükümet tüm yetkileri eline almalıydı.
Başlarda ikinci görüş öne çıktı, ancak Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi ve ardından V.
Murat’ın akli dengesini kaybetmesi meşrutiyet yanlılarının yolunu açtı181. Tahta geçtiğinde
180 Ortaylı, 1999, s: 186
181 Akşin, 1996, s: 32-33
meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit başa geldi.
İmparatorluğun meşruti yönetime geçmesinin mimarı olan Mithat Paşa, anayasa ve
parlamentonun adaptasyonu padişahın yetkilerinin kısıtlanmasından öte, önemli toplumsal
gruplar arasında denge ve işbirliği sisteminin kurulabilmesi için araç olarak görmekteydi.
Merkezi otorite ve yerel güçler arasında sağlıklı bir denge kurmak için geçerli bir yöntem
aranmaya başlanması, siyasal bir idealizmden çok orta sınıfın artan gücünün tanınmasıydı ki
Mithat Paşa bu toplumsal gerçeğin farkındaydı ve yapmaya çalıştığı da bununla başa
çıkılmasıydı182. Abdülhamit de Paşa’ya verdiği sözü boşa çıkarmayarak iktidara geçer
geçmez anayasa hazırlanması için bir komisyon kurdurdu ve müzakerelere etkin biçimde
katılarak istediği değişiklikleri yaptırdı; Padişaha muhaliflerini sürgün etme yetkisini veren
113. madde hükmü de Abdülhamit’in komisyon üyeleriyle yaptığı pazarlıklar sonucuydu.
Meşrutiyet, Balkanlar bölgesinde gereken düzenlemeleri görüşmek üzere bir araya gelen
Büyük Devlet temsilcilerinin düzenlediği Tersane Konferansı açılmak üzereyken ilan edildi.
Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi Batı tarzında bir yasama
işlevleri öngörürken, anayasa ve yürütme organı arasındaki ilişkiler, İslam’dan gelen şura
(konsey) ve meşverete (danışma) atıfta bulunularak meşrulaştırılmıştır. Anayasa, padişahlık
makamını ülkenin en yüce ve yetkili kurumu olarak kabul etmiştir. Yürütme organının başı
saydığı padişaha, bakanları atama ve azletme yetkisi bahşeden yasa, hükümeti de yasama
organına sorumlu kılmadı. Kanun-i Esasi böylesine güçlü yürütme organı karşısında, oldukça
zayıf nitelikte bir parlamentoyu öngörmüştü. İki kanattan oluşacak olan parlamentonun
“Heyet-i Ayan” kanadının üyeleri tümüyle padişah tarafından seçilerek yaşam boyu görevde
kalacak kişilerden oluşturulurken, Heyet-i Mebusan üyeleri dört yılda bir yapılacak genel
seçimle belirlenecekti. Her iki kanadın başını da padişahın seçtiği parlamentonun hükümeti
182 KARPAT, K., The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, Int. Middle East Studies 3,1972, s:
267-268
düşürme yetkisi yoktu ve hükümetin Heyet-i Mebusan’la tartışmaya girdiği taktirde en az altı
ay içinde yenisi toplanmak şartıyla padişaha heyeti dağıtma yetkisi verilmişti.
Sancak ve kazalardaki idari meclis ve seçim komiteleri tarafından belirlenen
adaylarda, halk arasında itibar kazanmış olma ve vergiye tabi mülklerinin olması gibi
koşulları arandı. İki dereceli seçimler sonucunda oluşan meclis, 20 Mart 1877’de ilk kez
toplandı. Anayasa ilanından kısa bir süre sonra Abdülhamit, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve
Namık Kemal’i malum 113. maddeye dayanarak sürgüne göndermiş olması, padişahın yeni
rejime karşı takınacağı olumsuz tavrın işaretlerini vermeye başlamıştı. Böyle bir hava içinde
siyaset hayatına başlayan Osmanlı Meclisi tüm olumsuzluklara rağmen başarılı bir meclisti.
Eyaletlerden gelen mebuslar, padişaha, İslam’a ve devlete bağlı olduklarını sürekli
yinelerken, kendi pratik taleplerini tartışma sırası geldiğinde gayet gerçekçi ve işlevsel tutum
takınıyor olmanın yanı sıra bürokrasiyi de açıkça eleştiriyorlardı. Mebusların büyük kısmı
Avrupa’yla hiçbir iletişime geçmemiş ve hatta onun kültürüne ve politikalarına düşman olsa
da bunların önemli bir kısmı Batı liberalizminin terminolojisine aşinaydı183. Mebuslar adil ve
verimli bir vergi sistemi, basın özgürlüğü, özel mülkiyetin korunması, paranın değeriyle fazla
oynanmaması, girişim özgürlüğü ( ki bu çoğunlukla gayri-müslimlerin fazlaca ilgilendiği bir
konuydu) gibi gayet liberal-burjuva mantığında taleplerini dile getirdiler.
II. Abdülhamit, meşrutiyetin ilan edilmesi sürecinde her ne kadar uzlaşmacı bir tutum
sergilese de içten içe söz konusu durumdan hiç de haz etmediği, sonraki eylemlerinden
anlaşılabilir. Mithat Paşa’yı Tersan Konferansı’nın son bulmasından 16 gün sonra azletmişti.
İlk Mebusan Meclisi’nin toplandığı sıralarda imparatorluk Rusya ile savaş halindeydi ve
Sırbistan ve Karadağ’da ayaklanmalar sürüyordu. Meclis, bu olan bitenler karşısında
hükümeti oldukça sert biçimde eleştirerek tam anlamıyla bir meclis olduğunu kanıtlamıştır.
Bu çıkışlardan gözü korkan Abdülhamit, 28 Haziran 1877’de mebus meclisini dağıtırken,
183 Karpat, 1972, s: 268
Ahmet Vefik Paşa’nın da söylediğine göre, söz dinleyen yeni mebusların gelmesinin yolunu
açmak istemiştir184. Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açarken, geleneksel çıkarlarının yanı
sıra Fransız Devrimi’nden bu yana mutlakçılığın kalesi olarak Osmanlı’daki meşruti rejime
de duyduğu öfkeyle güdülenmiş olması ihtimali yüksektir185. Arada yapılan seçimler sonucu
13 Aralık 1877’de toplanan yeni meclis eleştirisellik açısından diğerini aratmamış ve bu kez
padişah öncekinden daha kısa bir süre sonunda, 14 Şubat 1878’de meclisi tatil etmiştir. Rus
ordusu İstanbul önlerindeyken verdiği bu karara rağmen, Nisan 1880’e kadar Abdülhamit,
meşrutiyet devam edecekmiş gibi davranmıştı. Bu tarihe dek kanunlar, meclis toplandığında
görüşmek üzere diye çıkarılmış ve ayan meclisine üyeler atanmıştı. Fakat Nisan 1880’de
İngiltere’de açıkça Türk düşmanı olan Gladstone’un partisi iktidara gelince, Abdülhamit
meşrutiyeti yaşatacakmış gibi görünmenin gereksiz olduğunu düşünmüş olduğu ihtimali
yüksektir186. Bu tarihten sonra da Abdülhamit rejimi sıkılaştırarak sert bir polis devlet olma
yoluna sokmaya başladı.
Abdülhamit dönemi Osmanlı tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biridir. Kurduğu
despot rejimden dolayı “Kızıl Sultan” diye de anılan bu padişah, 33 yıl gibi uzun bir dönem
saltanat sürdü. Abdülhamit’in otoriteyi eline alması, aynı zamanda tohumları yeniçerilerin
kaldırılmasıyla atılan ve Tanzimat dönemi boyunca kesintisiz süren “Babıali” yani
bürokratlar iktidarının da sonunu getirdi; 1876’dan imparatorluğun sonuna dek hiçbir
sadrazam, Tanzimat dönemindeki gibi bir güce ve hareket özgürlüğüne sahip olamadı.
Abdülhamit bütün yürütme gücü üzerinde etkili bir kontrol kurarak sadrazamları idari memur
durumuna düşürdü. II. Mahmut da yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra otokrat bir yönetim
184 Eroğul, 1997, s: 188
185 Akşin, 1996, s: 35
186 Akşin, 1996, s: 35
sürmüştü ancak o bunu yaparken eski Osmanlı geleneği olan hüküm ve örfe yani yürütmenin
mutlak kudretiyle devletin iyiliği için otoritenin ele alınması fikrine dayanıyordu. O, hiçbir
zaman otoritesinin meşrutiyetini İslami kurallarda aramadı; sadece yaptıklarının İslam’la
bağdaşır mahiyette olduğunu öne sürdü. II. Abdülhamit ise bu büyük ölçüde laik siyasal
geleneği bozarak hükümet işlerine İslam’ı öne çıkararak eylemlerine meşrutiyet aradı ve
halife olma statüsünü kullanarak kendi için yarı ilahi, otokrat bir padişah imajı oluşturdu187.
III. Selim döneminden beri padişahların kaderlerinin başta yeniçeri, ulema ve daha sonra
bürokratlar tarafından belirlenmiş olması onda büyük bir komplo korkusu yaratmıştı.
Genelde “istibdat rejimi” olarak nitelendirilen Abdülhamit döneminin en öne çıkan
yanlarından biri padişahın jurnalci denen kuşkulu kişileri ihbar eden kimseleri teşvik etmesi
ve bunları ödüllendirmesiydi. Bunun yanı sıra gizli polis teşkilatına çok önem veren
Abdülhamit , hafiyeleriyle halka büyük korku ve tedirginlik yaratmıştı. Abdülhamit’in polisdevletinin
bir diğer baskı aracı, basına uyguladığı bazen güldürücü boyutlara varan aşırı
sansürüydü. Öyleki devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi kendisini münasebetsiz bir
duruma düşüren bir baskı yanlışı yüzünden 1890’da kapatıldı ve 1908’e kadar da bir daha
yayınlanmadı188. Abdülhamit devrine kadar Osmanlı’da oldukça renkli bir basın hayatı vardı.
Özellikle gazeteler Osmanlı düşünsel hayatını zenginleştirerek yeni Osmanlı aydınlarının
yuvalandığı merkezler halini almıştı. Gazetenin kamuoyunda ne denli etkileyici bir nüfuza
sahip olduğunun farkında olan Abdülhamit, başlarda gazetecileri yanına çekmek için onlarla
yakın ilişkiler kurmaya çalışmış olsa da aşamalı olarak basın özgürlüğünü kısıtlamaya
başladı. Gazeteler, devletin icraatları ve yurt dışındaki padişahı ya da Türkler’i öven yazılarla
187 Karpat, 1972, s: 271
188 Akşin, 1996, s: 37
dolduruldu189. Söz konusu sansür durumu 1908 Devrimi’ne dek kesintisiz sürdü.
Abdülhamit döneminde en büyük sorunlardan biri dış borçların devletin ödeme
gücünü aşmış noktaya ulaşmış olmasıydı. 1875 yılında devletin aldığı borçların faizini
ödeyemeyeceğini ilan etmesinden itibaren 1881 yılına dek yabancı tahvil sahiplerinin
temsilcileriyle Osmanlı devlet adamları devletin iflasını tartıştı ve çözüm olarak Düyun-u
Umumiye İdaresi’nin kurulması kararlaştırıldı. Elinde Osmanlı tahvilleri bulunan Avrupa’lı
yatırımcıları korumak amacıyla kurulan bu kurum, devletin bazı sektörlerden alacağı
vergileri toplayarak doğrudan alacaklılara verecekti. Düyun-u Umumiye merkezi otorite
karşısında Avrupalılar’ın daha önceki dönemlerde merkezileşmeyi desteklerken
benimsedikleri çelişkili yola meyletti; bir yandan Babıali’yi uluslararası sahnede daha itibarlı
muhatab haline getirirken, aynı zamanda içerde radikal bir dğeişimi ve mali reformu
engelledi190.
19.yüzyılın son çeyreğinde ikinci endüstriyel devrim çerçevesinde sömürgecilik yarışı
hız kazanırken, gelişmiş kapitalist ülkeler dünya üzerinde ayak basılmadık yer bırakmadılar.
Bu yarışa geç katılmış ülkelerden özellikle Almanya, hiç Müslüman sömürgesi olmaması ve
Abdülhamit’in islamcı politikasını desteklemesinden dolayı imparatorlukta yükselen değer
oldu. Almanya’nın Ermeni sorunundaki tarafsız tutumu ve İngiltere’ye rakip olacak bir
duruma gelmesini Osmanlı’ya nefes alma olanağı sağlayabileceğinin düşünülmesi191 bu
yakınlaşmayı güdüleyen diğer nedenler oldu. Fransa ve İngiltere’nin 1870’lerden itibaren
imparatorluğu parçalama eğilimleri artarken, Abdülhamit, bütünlüğü savunan II.Wilhelm’e
yaklaştı. Kayzer ise bu ilişkide imparatorluğun ekonomik zenginliklerine göz dikmiş olmanın
189 KARPAT, K. H., Mass Media in Turkey, Political Modernization in Japan and Turkey, içinde, der:
Robert E. Ward&Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964, s: 264-266
190 Keyder, 1999, s: 61
191 AKŞİN, S., Jön Türkler ve İttihat Terakki, Ankara, İmge Kitabevi, 1998, s: 20
yanı sıra padişahın halifelik statüsünü öne çıkararak Abdülhamit’le kurulacak samimiyet
sayesinde dünya Müslümanları arasında sempati kazanmak istiyordu. Dünya Müslümanları,
hilafeti üniversal ruhani bir kurum gibi görüyordu ki Batı da aynı imgeye sahipti. Panislamist
bir politika izleyen Abdülhamit kendi sınırları dahilindeki gayri-Türk Müslüman halktan çok,
halife sıfatıyla Rusya, Britanya, Fransa ve Hollanda kolonilerinde Müslümanlar üzerinde bir
etki kurmuş ve onlar arasında sempati kazanmıştı192.
Abdülhamit döneminin başarı hanesine yazılabilecek gelişmelerin başında eğitim
alanı gelir. Bu dönemde ortaokulların sayısının katlanarak arttığı ve askeri okul ve lise
sisteminin yaygınlaştığını ve bir çok yeni yüksek okulun açılırken mevcut olanların da
geliştirildiği görülmektedir. Bunun yanı sıra demiryolu inşası alanında da büyük çapta
gelişmeler olmuştur. Despot Abdülhamit yönetiminin en büyük handikapı ise yeni jenerasyon
bürokrat ve memur takımına ve kendinin yaygınlaştırdığı eğitim kurumlarında yetişen
Osmanlı aydınlarına sadakat aşılayamamasıydı; Mülkiye ve Harbiye gibi okullarda yetişen
yeni jenerasyon, el altından ulaştıkları Yeni Osmanlılar’ın vatansever fikirleri kadar liberal
ve anayasal düşünce sistemlerini de cazip bulmaktaydılar193. İçerdeki baskıcı yönetimden
dolayı bu dönemde Osmanlı fikir hayatı, Avrupa’ya kaçan ya da sürgün edilen aydınlarca
oralarda sürdürülüyordu. Abdülhamit aydınları küstürmekle kalmadı, mektepli subayların
büyük çoğunluğu da tatminsizler cephesine itildi. Abdülhamit, sadık bulduğundan dolayı
orduda mekteplilerin yerine alaylıları terfi ettiriyordu. Örneğin, sarayda ve İstanbul’da
bulunan I. Ordu’da alaylı subayları tercih edilirken mektepliler başta Makedonya eyaleti
olmak üzere, İstanbul dışında en çok kendilerine ihtiyaç duyulan yerlere yollanıyordu.
Böylece aralarında bir çok devrimci olan mektepli subayların başkentte kalması önlenerek
192 ORTAYLI, İ., 19.yüzyılda Panizlavizm ve Osmanlı Hilafeti, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve
Dostları ilə paylaş: |