3 -berzah Aleminde Ruhların Birbirleriyle Münâsebetleri


b) Kabir Azabını Kaldıran Ameller



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə12/23
tarix07.01.2019
ölçüsü0,99 Mb.
#91171
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   23

b) Kabir Azabını Kaldıran Ameller:

Kabirde azabın olmamasına veya hafifletilme sine se­bep olan işleri şöyle sıralayabiliriz.:



aa) Yukarıda kabir azabına sebep olacağı bildiri­len ve orada zikredilmemiş olan bütün günahlardan ve yasak fiillerden uzak kalmak. Şayet bunlardan her hangi biri işlenmiş ise ondan dolayı da tevbe-i nasûh ile levbe edip temizlenmek ki, tevbe-i nasûh'un şartı; günah fiilden dolayı pişmanlık duymak, ondan vazgeçmek ve bir daha o fiili yapmamağa kesin olarak söz vermektir. Bir mü'min yaptığı günahlardan dolayı bu şekilde tevbe ederse ve bundan sonra artık hep sâlih (iyi) ameller yapar­sa o, Allah Tealâ'nın:

"Ancak tevbe eden ve iman edip de sâlih amel işleyen kimse müstesnadır. Çünkü bun­ların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır,) Rahimdir (çok merhametli­dir)."464 âyetiyle haber verdiği, affedilmişler içerisine girer inşaallah.



bb) Kabir azabından Allah'a sığınmak: Peygamber Efendimiz (s) in kabir azabından sığınmasına dair teva­tür derecesinde hadis vardır. 465 Hz. Aişe validemizden, Peygamberimiz (s) in bu sığınmayı daha ziyade namazlarının sonunda yaptığı rivayet ediliyor ki, 466 mü;mi'nin Allah'a en yakın olduğu an olan namazdan sonra Rasulullah (s) in böyle yapması, aynı zamanda ümmetine böyle davranmalarını öğretmesi demektir. Nitekim muh telif zamanlarda yanında bulunanlara kabir azabından Allah'a sığınmalarım emrettiği 467 gibi, hanımı ümmü Habibe'ye (v. 44/664) öğrettiği duada da 468 aynı şeyi tavsiye etmiştir.

İbn Abbas, Rasulullah (s) in ashabına -sanki Kur'an'dan bir sure öğretir gibi- şu duayı öğrettiğini söylemiş­tir: "Allah'ım, biz Cehennem azabından sana sığınırız. Ve yine kabir azabından sana sığınırım. Ve yine Me­sih Deccâl'in fitnesinden, diri ve ölülerin fitnesinden de sana sığınırım." 469 Ebu Hureyre'den rivayet edilen dualarından birinde Rasulullah (s) bizzat kendisi de aynı duayı yaparak:

"Ey Allahım, muhakkak ben kabir azabından sana sığınırım. Cehennem azabından da sana sığınırım. Ve yine diri ve ölülerin fitnesinden ve Mesih Deccâl'in fitnesinde de sana sığınırım." 470 buy­urmuşlardır.

Bundan başka gerek cenaze namazında,471 gerek sabah ve akşam,472 gerekse sair zamanlarda yaptığı muh­telif dualarında 473 da Peygamber Efendimiz, kabir azabından sığınmayı zikretmişlerdir ki, Nebi (s) in kabir azabından Allah'a sığınışı ve kabirde azaptan koruması için Allah'a dua etmesi, dua ile azabın hafifletileceğine, yahut tamamen kalkacağına delalet eder. Aksi halde Ras­ulullah (s) in faydasız bir şey yapmış olması gerekir ki, Allah'ın vahyiyle konuşan bir Peygamberin bundan münezzeh olduğunu her akıllı kolayca kavrayabilir.



cc) Allah yolunda savaşırken şehit olmak: 474 Pey­gamberimiz (s) den şehil olanlara verilecek mükâlatlara dair rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Allah katında şehit için altı haslet vardır: İlk vurulduğu anda affedilir. Cennet'teki makamı kendisine gösterilir Kabir azabından korunur. (Kıyamet günündeki) büyük kor­kudan emin olur. Başına vakar tacı konur ki, onda dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan yakutlar vardır. (Ve son olarak da hurilerden yetmiş iki hanımla evlendirilir ve akrabalarından yetmiş kişiye şefaat etmesine izin verilir."475 buyurulmuştur. Tirmizî'nin "hasen-sahih" olarak nitelendirdiği bu hadis-i şerifte şehitlerin kabir azabından muhafaza edilecekleri, yani kabirde azap çekmeyecekleri açıkça zikredilmiştir.

dd) Nöbet esnasında ölmek: Cephede veya sınırlar­da nöbet beklerken ölenlerin kabir azabından korunacağı da yine hadis-i şeriflerle sabittir. Tirmizî’nin "hasen-sahihtir" diye nitelendirdiği bir hadiste:

"Her ölenin ame­li son bulur. Ancak Allah yolunda nöbet tutarken ölenler müstesna, onların amelleri kıyamet gününe kadar çoğalır ve kabir azabından korunurlar." buyurulmaktadır. 476



ee) Kabir suâlinden muaf olduğu bildirilenlerden karın ağrısından ölenler ve cuma günü ve gecesi ölenler, kabir azabından da muaftırlar. Buna göre karın ağrısından ölmek ve cuma günü veya gecesi ölmek de kabir azabından kurtulmaya sebeptir. 477

Diğer ağrılı hastalıklar da buna kıyaslanarak, onlar­dan ölenlerin de kabir azabından kurtulacakları umu­lur.478 Çünkü hastalıklar, mü'minin günahlarına keffarettir. Eğer sabrederse affolunmasına sebep olur. Günahı olmayanlara ise, kabirde azap olmayacağını daha önce belirtmiştik.



ff) Her gece Mülk (Tebâreke) Suresi'ni okumaya devam etmek: 479 Her gece Mülk Suresi'ni okuyanlardan kabir azabının kaldırılacağına dair haberler vardır. 480 İbn Mes'ud'dan bu hususta şöyle dediği rivayet edilir: "Tebâ­reke Suresi, mâni'a (engel) dir. Allah'ın izniyle kabir azabını engeller..."481

Yine Abdullah b. Mes'ud'dan: "Kim her gece devamlı olarak Tebâreke Suresi'ni okursa, Allah o sure hürmeti­ne ondan kabir azabını meneder (yasaklar, engeller) ki, biz Rasulullah (s) zamanında (bu özelliğinden ötürü) bu sureyi "Mâni'a" diye isimlendirirdik."482 dediği rivayet edi­lir. Rasulullah (s) in getirdiği dini en iyi bilen ashabın âlimlerinin sözleri bizim için hüccet (delil) dir. Buna Secde Suresi'ni de ilave edebiliriz ki, Câbir b. Abdillah, Rasulul­lah (s) in bu iki sûreyi okumadan gecelemediğini haber veriyor. 483



gg) Cuma geceleri akşam namazından sonra her iki rek'atında da Fâtiha'dan sonra onbeşer kere Zilzâl Suresi'ni okuyarak, kılınan iki rek'at namazın da ka­bir azabından koruyacağı rivayet edilmektedir. 484

hh) Kelime-i Tevhidi çok söylemek, yani çok Lâilâheillallah demek de kabir azabından kurtulmaya sebeptir.485

ii) Kur'an-ı Kerim'i düşünerek ve tecvid üzere çok okumak. 486 Allah'ı zikir ve teşbih etmek, kabir azabından kurtardığına göre, Kuran okumak en büyük zikirdir. O halde, onun da kabir azabından kurtarması umulur. Hatta ölmüş olan birinin kabri yanında okuna­cak Kur'an'ın kabirdeki kişinin azabının hafifletilmesine veya tamamen kaldırılmasına sebep olabileceği umuduyla kabir yanında Kur'an okumayı güzel saymışlardır bazı âlimler. İmam Mâlik'in kabir yanında Kur'an okumayı mekruh görmesi ise, bu hareketin sünnet olduğuna inanılarak yapılmasıdır. Eğer böyle yapılırsa mekruhtur. Çünkü sünnette böyle bir şey gelmemiştir. 487

Hadis-i Şerifte yaş iki dalın teşbihi ile azabın ha­fifletileceği haber veriliyor. Yaş ot ve ağaçların Allah'ı teş­bih etmeleriyle azabın hafifletilmesi ümit edililirse, Kur'an okumakla azabın hafifletilmesi daha ziyade umulur. Çünkü, Kur'an okumanın rahmet ve bereketi onların zikir ve teşbihinden daha büyüktür ve Kur'an okunan yere hepsinden ziyade rahmet yağar.488



jj) Kabir üzerine yaş dal dikilmesi: Peygamber Efendimiz (s) azap gördüklerini haber verdiği kişilerin kabri üzerine yaş dal dikmiş ve bunlar kurmadıkça, bun­ların teşbih ve zikirleri hürmetine, Allah Teâlâ'nın o kabirlerdekilerin azabını hafifletmesinin ümit edileceğini be­lirtmişlerdir. 489 Daha sonraları bu âdet çiçek, gül vb. şeyler dikmeye dönüşerek devam etmiştir ki, onlar da ku­rumadıkları müddetçe Allah'ı teşbih ettiklerinden onların da azabın hafifletilmesine sebep olacakları umulur.

kk) Kabrin toprağından bir avuç alınıp da üzerine yedi kere Kadr (innâenzelnâ) Suresi okuna­rak, ölünün yanına atılırsa, bu sebeple azabın hafifletilmesinin umulduğu fukahâdan rivayet edilmektedir. 490

Dünyada yapılan güzel amellerin mükâfatı, ölüm­den sanra muhakkak verileceğine göre, burada sayılan ve sayılmayan her iyi amel için Allah'ın kulunu mükâ­fatlandırması, bu mükâfatlardan birinin de, kabir aza­bından kurtarması olması mümkündür ve ümit edilir de. Nitekim Peygamber Efendimiz (s) den, yapılan güzel amel­lerin kabrinde sahibini koruyacaklarına dair haberler ri­vayet edilmiştir. 491

Yine Rasulullah (s) den:

"Kim insanlara eziyyet etmekten elini çekerse, Allah'ın da o kimseden kabir azabını kaldırması hak olur." 492 dediği rivayet edilmek­tedir. Buna göre, yapılan her iyi amel, kabirde sahibinin imdadına yetişecektir, ona fayda verecektir.

Şunu da belirtmekte yarar var: Burada sıraladı­ğımız, kabir azabını kaldıran amelleri yapanların yüzdeyüz kabir azabından kurtulacaklarını kimse taahhüt edemez. Ancak Allah Teâlâ'nın bu amelleri yapanları, ka­bir azabından kurtarması umulur. Şüphesiz O, dilediğini yapandır. Nasıl dilerse öyle yapar, dilediğini affeder, dile­diğine de azap eder.

Kabir azabından kurtulmak için bazı uydurma ve saçma duaların kefenin içerisine konması veya koydurul­ması, bâtıl bir şeydir. Allah'ın emirlerini tutup yasak­larından kaçınmamış, kendisi için lazım olacak olan iyi amelleri yapmamış olanlar, dünyanın bütün senet ve du­alarını alıp birlikte götürseler bile, kendilerine hiç bir fay­dası olmaz.493 Orada sahibine faydası dokunacak olan ancak kişinin takvası ve iyi amelleridir. Kabirde azaptan kurtulmak için iyi amellere devam etmeli.

Burada kabir azabı hakkında bu kısa bilgileri sıraladıktan sonra kabir azabını inkâr edenleri tenkide sıra geliyor. Ancak, kabir azabını inkâr edenler, genellikle mataryalist kafayla düşündükleri için, kabir ahvâlini tümüyle inkâr ettiklerinden ötürü, onların tenkidini kon­unun en sonuna bırakmayı uygun gördük.

Kabirde herkes azap görmeyeceğine göre, azaba müstehak olmayanlar ne olacak? Onlar kabirde ne ile karşılaşacaklar? Evet, şimdi de "Kabir Nimeti" konu­sunu görelim. Bakalım Allah Teâlâ sevdiği kullarına Cennetteki ebedî nimetinden önce neler hazırlamış... 494



C) Kabir Nimeti

1- Kabir Nimetinin Olacağına Dair Deliller:

Kabir nimetinin varlığı, ayetler ve mana yönünden tevatür derecesine varan hadislerle sabittir. Bu sebeple, kabir nimetinin olacağına inanmak gerekir ki, berzah hayatı konusunda inanılması gereken hususlardan birisi de Allah'ın kabirde mü'minleri nimetlendirmesidir. 495

Kabir azabı, geçici ve devamlı olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kabirde nimet içinde olanların nimeti ise, daimi olacak ve kıyamete dek sürecektir. 496 Kabir azabın­da olduğu gibi, kabir nimeti de sadece bu ümmete mah­sus değildir. Yine bu nimet, sadece kabre gömülenlere veya sadece mükellef olanlara da mahsus değildir. Nimeti hak etmiş olanlar, kabre konulmasalar bile, öldükten sonra mutlaka bu nimeti idrak edeceklerdir. Buluğ (ergenlik) çağına erdikten sonra aklını yitirmiş olanlar ise, akıllarını kaybettikleri zamanki durumlarına göre mua­mele göreceklerdir. 497

Kur'an-ı Kerim'de Allah Tealâ, iyilik yapanlarla kötülük yapanların bir olmayacağını haber vererek;

Yok sa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini İman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar.." 498 buyuruyor. Bu ayet-i kerime, bu iki fırkanın ölümde berzahta eşit olmayacaklarına delalet eder. Bunlar ölümde ve sonrasında eşit olmayınca günah işleyenlerin azapta, iman edip salih ameller işleyenler­in de nimet içinde olmaları gerekir. İşte bu, kabir azabı ve nimetidir. 499

Allah Tealâ, şehitlerin barzah hayatlarında diri ol­duklarını ve kendi katında rızıklandıkların haber ver­miştir ve: "Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Doğrusu onlar Rableri katında diridirler; (Cennet ve meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Al­lah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neş'eli haldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbe­si ile katılamayan mücahitler hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”500 buyurmuştur.

Abdullah b. Abbas, Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu nakleder:

"Uhut'ta kardeşleriniz şehit olunca, Allah onların ruhlarını, cennet nimetlerinden yiyen ve Cennet ırmaklarında uçan kuşların kursak­larına koydu ki, akşam olunca da Arş’in gölgesinde asılı, altından bir kandilde gecelerler. Yedikleri, içtikleri ve konuştuklarının lezzetini bulduklarında:

"Harp esnasında geri durmamaları ve savaşa karşı is­teksiz olmamaları için kardeşlerimize bizim diri olduğumuzu ve Cennet'te rızıklandığımızı kim haber verir?" dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ:

"Bunu on­lara ben ulaştırırım." buyurdu ve: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın.." ayetin indirdi." 501

Yukarıdaki ayetin iniş sebebini de açıklayan bu hadis, şehitlere, şehit olmalarının hemen ardından Cennet'te verilcek nimeti anlatmaktadır. Bu, kıyamet gününden önce ve berzah hayatında olduğuna göre, kabir nimetinin ta kendisidir ve bu ayet de, kabir nimetinin olacağına dair delillerden biridir.

Diğer bir ayette ise "Allah yolunda öldürülenlere, onlar ölülerdir, demeyin; hakikatte onlar diridirler. Fakat siz anlayıp bilemezsiniz." 502 buyurularak, onların diriliklerini ve nimetlendiklerini, bizim ölmeden önce daha hayattayken müşahede edemeyeceğimiz haber veril­mektedir. Bu ayetlerde geçen hayatın hakiki hayat olup rızıkanmalarının da berzah aleminde devam ettiğinde Ehl-i Sünnet alimleri ittifak etmişlerdir. Mü'minlere hitaben: "Siz anlayıp bilemezsiniz" buyurulması da, bu hayat ve nimetin mahşerde değil, berzahta olduğuna delildir. Çünkü mahşerdeki bir hayatı herkes anlar ve idrak eder. Orada herkes aynı alemde yaşıyor olacak çünkü. Ayette şehitler için bildirilen hayatın, mecazî bir hayat olduğu da söylenemez. Zira mezazî mana delilsiz alınmaz. Burada ise mecaza gitmek için bir delil yoktur. Şehitler, diğer insanlar gibi hem ruhî, hem de bedeni ola­rak berzah aleminde Allah'ın kendilerine verdiği nimet­lerle nimetlenmektedirler. 503 Ruhları Cennet'tedir ve Allah onların cesetlerine de nail oldukları nimeti hissedecek kadar bir hayat verecektir. 504

Şehitler hakkındaki bu ayet-i kerimeler, ölen mü'minlerden kabirde azabı olmayanların Allah katında yaşadıklarına ve rızıklandırdıklarına delildir. Kabir ve berzah aleminde sadece şehitler değil; derece ve mertebelerine göre, imanla vefat eden bilumum mü'minler cen­net nimetleriyle nimetlendirileceklerdir. Ayet-i kerime­lerde şehitlerin zikredilişi ise, onların Allah katında daha yüksek bir mertebe sahibi olduklarına işaret etmek içindir ki, onların da kendi aralarında dereceleri farklı fa­rklıdır. Meselâ, az önce geçen İbn Abbas hadisinde on­ların ruhlarının Cennet'teki kuşların kursaklarında olduğu bildirilirken, diğer bir hadiste Cennet'in kapısında bulunan nehirdeki yeşil kubbede oldukları ve rızıklarının her akşam ve sabah Cennet'ten çıktığı bildirilmektedir. 505 Bu farklılık, onların derecelerindeki farklılık sebebiyle olabilir. 506 Çünkü herkesin ameline karşılık olarak alacağı mükafat, niyetindeki samimiyetine göre olacaktır.

Şehirler, hakiki ve hükmî şehitler olmak üzere ikiye ayrılırar. Kafirlerle harbederken öldürülen hakiki şehitler de, Allah'ın dinini yaymak niyetiyle veya mal, ser­vet, makam, mevki elde etmek için, yahut da nam yap­mak gibi dünyevi maksatlarla savaşırken ölmeleri itiba­riyle, uhrevi ve dünyevî şehit diye iki kısma ayrılırlar. Bunların her ikisine de dünya yönünden hakiki şehit muamelesi yapılırsa da, dünyalık için ve dünyavî gaye­lerle savaşanlar, ahirette şehitler için vadedilen nimet ve mükâfata nail olamazlar. Bunun yanında bir de savaş meydanlarında kâfirler tarafından öldürülmedikleri için hakiki şehit adını almayan ve dünyada şehit muamelesi yapılmayan, fakat hakiki şehitlerin ahirette nail olacakları mükâfatlara onların da ereceği haber verilenler vardır ki, bunlara "hükmî şehitler" adı verilmektedir. 507

Tirmizi'nin Ebû Hureyre'den naklettiği ve "hasen-sahihtir" dediği bir hadis-i şeriflerinde Peyaber Efendimiz (s): "Şehitler beş kısımdır: Vebaya (salgın hastalığa) tu­tularak ölenler, karın ağrısından (kanlı basur veya barsak kanseri gibi) ölenler, boğularak ölenler, enkas altında kalanlar ve Allah yolunda şehit düşmüş olan­lar." 508 Burada sayılan hükmî şehitlere: dini yaymak mak­sadıyla yaptığı muharebede yaralanıp da sonra vefat edenler, haksız yere öldürülenler, dinî ilimleri tahsil ederken ölenler, insanların çoğunun bozulduğu zaman­larda sünnete uyanlar ve çocuk dünyaya getirirken vefat eden kadınlar da ilave edilmekledir. Bunlar da hükmî şehitlerdendir.509

Osmanlı Şeyhülislâmlarından İbn Kemâl, {v.940 / 1533) şehitler hakkında yazdığı risalesinde yukarıda geçen ayetlerle şehitlerin diri olduklarına delil getirip, bu hayatın kıyamet gününde olacağını iddia edenleri reddet­tikten sonra: "Mademki şehitler Allah katında diridirler ve rızıklanmaktadırlar, öyleyse peygamberin de diri olmaları gerekir." diyor ve buna, Peygamber Efendimiz (s) "Toprak, peygamberlerin cesetlerini yemez." 510 hadisini delil getiriyor. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s) in Miraca giderken Mescid-i Aksa'da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada karşılaştığı her peygambere selam verdikçe Allah Tealâ'nın ona, selam alacak kadar ruhunu iade etmesini ve peygamberimiz (s) in selamını almasını da, peygamberlerin diriliğine delil olarak zikr eder. 511

Evet peygamberler, şehitlerden daha yüce merteb­eye sahip olduklarına göre, şehitler berzah âleminde hayat ve nimet içinde olunca onların da nimet içinde ol­maları gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s), bir ha­dislerinde ümmetine bu durumu açıklayarak: "Allah'ın peygamberi diridir ve rızıklanır." 512 buyurmuşlardır. Peygamberlerin ruhları cesetlerinden çıktıktan sonra Cennete varır ve orada nimetlenirler. 513

Şehitlerin Cennet'te ve nimet içinde olduklarına, Yasin Suresi'nde Antakyalılara gönderilen Hz. isa'nın elçilerini tasdik edip kavmini onların sözünü dinlemeye çağıran Habibu'n-Neccar hakkında anlatılanlar da delil­dir. Kavmi, nasihatlarına rağmen onu öldürdüler. "(Ruhuna hitaben şöyle) denildi: Haydi gir Cennete! (Cevap olarak ruhu şöyle) dedi: Ne olurdu kavmim bil­selerdi, tasdik etselerdi. Rabbimin beni bağışladığını, beni Cennetle ikram edilenlerden kıldığını.."514 Burada kafirler tarafından öldürülüp, Cennet'e giren bir mü'minin, kendisine ikram edilen nimetleri kavmine bil­dirmeyi temenni edişi vardır. 515 Aynı temenni kabir suâlinde başarılı olup da Cennetteki makamını gören mü'minde de meydan gelmekte ve o da durumundan ge­ride kalan ailesini haberdar etmeyi istemektedir. 516

Peygamber Efendimiz (s) bir hadislerinde:

"Peygam ber Cennettedir, şehit Cennet'tedir ve çocuk Cennet'tedir." 517 buyurmuşlardır. Diğer bir hadislerinde ise, "Mü'mînin ruhu, diriltileceği gün cesedine dönünceye kadar Cennet ağaçlarından yiyen (otlayan) bir kuştur." 518 buyurmuştur. Buna göre itaatkâr mü'minler de kabirde nimetleneceklerdir. Nitekim suâlle ilgili olan hadislerin pek çoğunda nimet de zikredilmiştir. 519

Yine Peygamber Efendimiz (s) in, mü'minin kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçeye benzetişi de 520 kabir nimetinin varlığına delalet eder. Çünkü karanlık ve küçük bir çukurun bir güzel bahçeye dönüşmesi, en büyük ve en güzel nimetlerden biridir. Rasulullah (s), o karanlık evin mü'mine aydınlatılacağını da haber vermiştir. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre, Peygamberimizin saadet asrında mescide hizmet eden bir siyah kişi vardı. Bir ara ortalıkta görünmeyince Rasulullah kendisini soruyor. Ashap, "öldü" deyince Peygamber Efendimiz:

"Benden de­fin için izin aldınız mı?" yani defnetmeden önce niye bana haber vermediniz, diyor. Ashap, gece öldüğünü ve ra­hatsız etmek istemediklerini bilidince Peygamber Efendi­miz (s) kabrini göstermelerini ister ve gelip ona cenaze namazı kıldıktan sonra şöyle der:

"Muhakkar ki bu ka­birler, içindekilere karanlıklarla doludur. Allah Tealâ, onlar üzerine kıldığım namazla (namazda yaptığım dua ile) onları aydınlatır." 521

Demek ki Allah, nimetlendirmek istediği kimselerin kabirlerinde ki karanlığı giderip nurla doldurmaktadır. Bu da bir nimettir şüphesiz ve kabrin mü'min için aydınla­tılacağını bildiren hadisler, kabir nimetinin olacağına delâlet etmektedirler.

Peygamber Efendimiz (s) bir gün dolaşırken müşrik kabirlerine rastlar ve yanındakilere:

"Bunlar, önceden birçok hayrı geçtiler (kaçırdılar)" der. Bunu bir kaç defa söyledikten sonra müslümanların bulunduğu me­darların yanına geliyor ve üç kere:

"Bunlar da çok hayra kavuştular (idrak ettiler)" buyuruyor 522 ki, kabirdeki! mü'minlerin idrak etlikleri hayır, kabir nimetidir he­rhalde.

Vakıa Suresi'ndeki:

"Eğer ölü (ölmek üzere olan hasta), mukarrabundan (hayırda ileri geçenlerden) ise, artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve Na'im Cenneti (nimetleri bitmez tükenmez bir Cennet) vardır." 523 ayetindeki "Ravh"ın başında bulunan "fâ" ta'kip için olduğundan, mukarrebûndan olanların ölür ölmez, he­men bu nimetlere ulaşacaklarına delalet eder ki, bu da ölenlerin -ölenler berzah âlemine göçtüklerine göre- ber­zah hayatında nimetlenmeleri olur, 524

Zaten mü'minin dünyadaki tehlike, gam ve sıkıntılardan kurtuluşu, kendisi için en büyük nimettir. Berzah âlmenine göçmekle rahata kavuşur. Bir de orada Allah Tealâ kendisine nimetler ve lezzetler ikram edecektir. Allah'ın sevdiği kullarına ikram edeceği bu nimetler nelerdir acaba?

Şimdi de sem'î delillerle sabit olan nimet çeşitlerini görelim. 525

2- Kabir Nimetinin Çeşitleri:

Hadis-i şeriflerde haber verilenlere göre kabirde nimet olabilecek şeyleri şöyle sıralayabiliriz:



a) Mü'minin ruhunun, Azrail'den rahmet melekleri tarafından alınıp yedi kat semaya yükseltilişi, gök kapılarının hepsinin kendisine açılışı, en güzel isim ve sıfatlarıyla melekler tarafından karşılanışı ve İlliyyûn'a kadar götürülüp ameli oraya yazıldıktan sonra geriye dönüşü. 526 Kafire gök kapıları açılmayacağı ve bu makam­lara yükseltilmeyeceği, mü'minin gördüğü iyi muameleyi görmeyeceği için bu, mü'mine bir lütuf ve nimettir şüphesiz. Ölümden itibaren berzah hayatı başladığına göre, ölümden sonra mü'mine yapılacak bu muameleyi, kabir nimetlerinden biri ve birincisi sayabiliriz. Bu esna­da her ne kadar ceset henüz kabre konmamışsa da insan ölümü müteakip berzaha girmiştir.

b) Kabrine konduktan sonra suâl melekleri ta­rafından mü'mine Cennetteki makamı gösterilip, ka­brinden Cennet'e bir kapı açılacak, oradan Cennetin güzel kokuları gelecek. Mü'min bunu görünce hemen Cennet'teki yerine gitmek isteyecek. Bunun üzerine me­lekler kendisine:

"Biraz uyu, gelin, güvey uykusu gibi, rahat bir şekilde." diyecekler. 527 Daha sonra kabrinin Cen­net yaygılarıyla donatılması ve kendisine Cennet elbiselerinin giydirilmesi emredilir 528 ki, bunlar hep nimettir.



c) Kabrin genişletilmesi: Kabir suâlini anlatan ha­dislerin hemen hemen hepsinde, suâllere cevap veren mü'minin kabrinin genişletileceği haber verilmiştir. Bu genişletme, bazı hadislerde mutlak olarak zikredilirken,529 bazılarında her tarafa yetmiş zira', 530 bazılarında da kabirdekinin gözünün gördüğü kadar' 531 diye kayıtlanmıştır. Bunların hepsi de kabrin genişletileceğine delâlet etmek­tedir ki, mü'minler için bu da Allah'ın bir nimetidir.

Yine Peygamber Efendimiz (s) in, muhtelif zaman­larda kıldırdığı cenaze namazlarında ölü için dua ederken onun kabrinin genişletilmesini Allah Tealâ'dan istemesi de, kabrin genişletileceğine delildir. Ebû Seleme'nin vefatında yaptığı duasında da: "Allahım onun kabrini genişlet.."532 buyurmuşladır ki bu, Peygamber (s) tarafından Allah Tealâ'dan istendiğine göre, bir nimettir ve kabrin genişlemesi bir gerçektir. Şayet kabirde böyle birşey olmayacak olsaydı, kendi nefsî arzusuyla değil de vahiyle konuşan bir peygamber bu şekilde dua etmez ve onu Allah'tan istemezdi. Onun bu şekilde dua edişi, ka­brin genişlemesinin mümkün oluşuna delildir.



d) Kabrin aydınlatılması (nurlandırıhnası): Pey­gamber Efendimiz (s), bir hadislerinde kabirlerin, sahi­bine azap verecek kadar karanlıklarla (zulmetlerle) dolu olduğunu bildirerek, Allah Tealâ'nın, kendisinin kılacağı namaz ve yapacağı dua sayesinde onları aydınlatacağı ve nurlandıracağını haber vermişlerdir. 533 Ebu Seleme için yaptığı duasında 534 ve muhtelif dualarında 535 Rasulullah (s), mü'minlerin kabirlerini nurlandırmasını Allah Tealâ'dan dilemiştir.

Yine suâlle ilgili hadislerin çoğunda suâllere cevap veren mü'minin kabrinin nurlandırılıp, aydınlatılacağı 536 haber verilmektedir. Alimlerimiz, daima abdestli bulun­manın ve ölürken abdestli olarak ölmenin; 537 gece herkes uyurken kalkıp Allah'a ibadet edip namaz kılmanın, 538 ve ilimle -ya öğreten veya öğrenen olarak- meşgul olmanın 539 kabrin aydınlanmasına ve nurlanmasma sebep olacağını belirtmişlerdir.

İyi amellerin karşılığı nimetlenmek olduğuna göre, sayılan amellere karşılık olarak verilen ve Peygamber Efendimiz (s) tarafından, Allah'ın mü'minlere ikram et­mesi istenen aydınlık da nimettir. Hemde nimetlerin en büyüğü. Düşünün bir kere, o karanlık ve daracık kabir, gözün görebildiği kadar genişletilip, aydınlatılıyor ve bam­başka bir alem oluyor. Bunu, maddecilikle yoğurulmuş ve gözünün gördüğünden başka hakikat olmadığını zan­neden kafalar pek zor kavrar ama, Allah'ın kudretini bi­len ve sevdiği kullarına gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir insanın hayal edemeyeceği ahiret nimetleri hazırladığına imanı olanlar tarafından hiç de yadırganmaz, asla imkânsız görülmez. Çünkü onlar, bu haber verilen ve tasvir edilenlerin, sadece oradaki nimetleri hatırlatmak için olduğunu, oradaki nimetlerin, anlatılanlardan çok daha mükemmel olduğunu ve kat kat fazla olduğunu bilirler.

Hatta imam Suyûtî, bir çok kabir açma ve kazaen açılması sırasında kabirdekilerin içinde bulundukları nimetleri gördüklerini söyleyerek, bu hususta bazı olay­lar da zikreder. 540

Evet, berzahtaki nimetler sadece bu kadar mı? Da­hası var elbette.

e) Genişletilen ve aydınlatılan kabrin yeşillik­lerle doldurulması ve Cennet baçelerinden bir bahçe halini alması: Yine Peygamber Efendimiz (s) den gelen haberlerde, kabir suâllerine layıkıyla cevap veren mü'min’lerin kabirlerinin yeşilliklerle doldurulacağı ve kıyamet gününe kadar o yeşillikler içinde günlerini geçirecekleri bildirilmiştitr. 541 Mü'minler için kabrin Cennet bah­çelerinden bir bahçe, kafirler için de, Cehennem vukurlarından bir çukur oluşunun 542 manası da böyece anlaşılmış oluyor. Biri nimetler içinde yüzerken, diğeri de azap ve sıkıntı içinde olacaktır.

f) Kabirdeki mü'mine akşam, sabah Cennet'teki yerinin gösterilişi: Bu hususta Peygamber Efendimiz (s), Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen hadisinde şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz vefat ettiğinde, sabah ve akşam ona kendi oturacağı makam (yer) gösterilir. O kimse cennetliklerden ise cennetliklere ait makamlardan bir makam, cehennemliklerden ise, cehennemliklere ait makamlardan bir yer (kendi gideceği yer) kendisine gösterilir. Ve ona:

"Burası senin oturacağını (varip kala­cağın) yerdir. Nihayet kıyamet gününde Allah seni o makamına gönderecektir." denilir." 543

Mü'mine akşam-sabah Cennet'teki makamının gösterilip, oraya gidiceginin müjdelenişi de nimetlerden biridir. Çünkü insan, böylece oraya gitmenin ümit ve sevinci içinde ve oradaki hayatı, nimetleri hayal etmekle lezzet duyar; günleri neş'e ve sevinç içinde geçer. Ümit insana zor şeyleri kolaylaştırmıyor mu dünyada bile? Halbuki dünyadaki ümitlerle oradaki ümit arasında dağlar kadarfark var. Dünyadaki muhtemeldir, olabilir de, olmayabilir de. Ama oradaki muhakkaktır. Mutlaka Cennet'te kendisine gösterilen ve müjdelenen o maka­ma gideceğini bilir.

Burada kabirde olacak nimetlerden sıraladıkları­mız, yukarıda geçen, Peygamberler ve şehitler başta ol­mak üzere, mü'minlerden bazılarının ruhlarının Cen­net'te olacaklarına dair haberlerle çelişmez. Çünkü, daha önce de izah ettiğimiz gibi, ruh nerede olursa olsun, bedenle bir ilgisi vardır ve ruhun duyduğu lezzet veya elemden beden de hissedar olur. Sonra unutulmamalıdır ki, herkesin nimeti, kendi derecesine göre olacak. Herkes hakettiğini bulacak. Bu sebeple, kimisi burada sayılan ve sayılacak olan nimetlerden biriyle nimetlenirken, kimisi de bir çoğuyla, yahut hepsiyle nimetlenecektir. Böyle düşününce konu daha iyi anlaşılır herhalde.

g) Bir önceki konuda Peygamberler ve şehitlerin hayatta olup, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği nimet­lerle nimetlendiklerini belirtmiştik. Bunun da onlara mahsus bir nimet çeşidi olduğu aşikârdır.

h) Yine daha önceki konularda kabir sıkması, azabı ve suâlinden muaf olanların bulunduğu zikredil­mişti. Bu da onlar için birnimettir şüphesiz.

i) Mü'mirilere kabirlerinde iyi amellerinin arka­daşlık etmesi: Peygamberimiz (s) den Kelime-i tevhide inanan ve söyleyenlerin, kabirlerinde yalnızlık ve korku çekmeyecekleri 544 ve salih amellerinin orada mü'minlere arkadaşlık edeceğini haber verdiği rivayat edilir. Alimler hakkındaki:

"Bir alim ölünce, Allah onun amelini ka­brinde bir şekle (insan şekline) sokar ve kıyamet gününe kadar ona arkadaşlık eder. Allah onu, yeryüzündeki haşerelerden de korur." 545 hadisi de buna delalet etmektedir ki, onlara mahsus nimetlerden biridir bu. Kabirde Allah'ın bir mü'minin cesedini, topraktaki böceklere yem olmaktan kurtarması da ayrı bir nimettir. Nitekim kabrinde cesedi bozulmadan sapasağlam duran­lar da vardır,



j) Kabirde, çürümeden ve bozulmadan, cesedin sapasağlam durması: Normal olarak toprak içine terkedilen ve cansız olan ceset, çürüyüp toprak olur. Hatta çok uzun zaman geçince kemikleri dahi çürür. 546 Toprak altındaki hayvanat da toprağa konan cesetlerden nasiple­nirler. 547 Ancak çürümekten, kokuşmaktan ve topraktaki böcek ve hayvanlara yem olmaktan, Allah Tealâ'nın ha­rikulade bir şekilde korudukları ve cesetleri sapasağlam duranlar da vardır. Bu, herkese mahsus olmadığına ve Allah Tealâ bunu bazı kullarına tahsis ettiğine göre, şüphesiz bu, Allah'ın onlara bir nimetidir. Çünkü nimet, insana hoş gelen şeylerdir ve çürümemek, sapasağlam kalmak, herkese hoş gelir. Kim arzu etmez ki, kıyamete dek sapasağlam kalmayı? Öyleyse bu nimete nail olmaya vesile olan amelleri yapmalı, buna isteyenler...

Kabirde çürümeyecek olanlara gelince, bunların başında Peygamberler gelir,-Onların cesetlerini muhafaza etmesi, toprağa emredilmiş ve onları yemesi (çürütüp yok etmesi) haram kılınmıştır. Peygamber Efendimiz (s): "Cuma günü, sizin en faziletli günlerinizdendir. Adem o gün yaratıldı. Sur o gün üflenecek ve kıyamet o günde kopacaktır. Bu sebeple, o gün bana çok salatü selam getirin. Muhakkak sizin salatınız bana arzolunur." buyurunca, sahabilerden biri:

"Sen çürümüş olduğun halde, bizim salatımız sana nasıl arzolunur?" diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah (s): "Muhakkak ki Allah, toprağa peygamberlerin cesetlerini yemeyi haram kılınmıştır." buyurdular. 548

Görüldüğü gibi, bu hadis, peygamberlerin kabirde çürümeyeceklerine açıkça delalet etmektedir. Hadisin bir başka rivayetinde: "Ölümden sonrada mı (salatanız sana arzedilir)?" diye sorulur. Peygamber Efendimiz (s) ise, "Evet, ölümden sonra da." der ve peygamberlerin cesetle­rini yemesinin toprağa haram kılındığını belirterek sözünü şöyle tamamlar:

"Allah'ın peygamberi diridir ve rızıklanır." 549

Peygamberlerin çürümediğine, İsrâ ve Miraç hadis­leri de delâlet etmektedir. Çünkü orada Peygamberimiz (s) bazı peygamberleri, kabirlerinde ibadet ederken gördüğünü haber veriyor. 550 İbadetler bedenle yapılaca­ğından, bu rivayetlerden, bedenlerinin de sağlam olduğunu anlıyoruz.

Kafirlerle -halis niyetle, sırf Allah rızası için- sava­şırken şehit olanların çürümediğine dair de pek çok rivayet vardır. Hz. Peygamber (s) in, Uhut şehitlerinin defnedildikleri yere varıp, bir gün onlar için namaz kıldığı rivayet edilir ki, olay Uhud Harbi'nden tam sekiz sene sonra meydana gelmiştir. 551 Bu olay, sekiz seneden berii şehitlerin çürümeyip sapasağlam durduklarını hatıra get­iriyor. Çünkü çürüyüp kokuşmuş ve ortadan kalkmış olanlar üzerine namaz kılmanın caiz olmadığını biliyoruz.

Şehitlerin çürümediğine dair pek çok olay nakledi­lir. Mesela Velid b. Abdülmelik (v. 97/715) zamanında Peygamber Efendimiz (s) in ve iki halifesinin kabirlerinin bulunduğu odanın duvarı yıkılır. Tamir edenlerken bir ayak, sapasağlam bir ayak görünür. Önce bunu, Rasulullah (s) in ayağı zannederler. Fakat sonra Hz. Ömer'in ayağı olduğu anlaşılır. 552 Hz. Ömer de şehit olduğu için çürürnemiş demek ki..

Cabir b. Abdillah da şöyle anlatır:

"Uhut Harbine hazırlanırken gece babam beni çağırıp:"Kendimi Nebi (s) in ashabının ilk öldürülecek (şehit edilecek) olanlarından görüyorum. Geriye, Rasulullah (s) den sonra, senden daha şerefli bir şey bırakmadım. Benim üzerimde bir borç var onu öde ve kardeşlerine hayrı tavsiye et." dedi. Sabah olunca ilk şehit olanlardan olmuş ve onunla birlikte aynı kabre bir adam daha defnedilmiş ti. Sonra onu, kabrinde bir başkasyıla birlikte bırakmaya gönlüm razı olmadı ve altı ay sonra çıkarıp müstakil bir kabre koydum. Sanki kabre konduktan az bir zaman sonra çıkarmışım gibi, sa­pasağlam duruyordu."553

Yine Uhut şehitlerinden Amr b. el-Cemuh ile Abdul­lah b. Amr'in ikisi bir kabre konulmuşlardı. Kabirlerinin bulunduğu yerden sel geçti ve bunların kabirlerini açtı. Yerlerini değiştirmek için kabirleri açıldığında, sanki dün ölmüşler gibi, hiç bozulmamış oldukları görüldü. Birisi elini yarasının üzerine koymuş ve öylece defnedilmişti. Eli yarasında çekildi ve bırakıldığında aynı yere döndü. Olayı nakleden ravi, bu olayla Uhut Harbi arasandı tam kırk altı sene geçtiğini belirtiyor.554

Hz. Muaviye (v. 60/680) zamanında, Uhut Har­bi'nden yaklaşık elli sene sonra, Medine'de bir su kanalı kazdırılır. Bu esnada kanalın geçtiği yere rastlayan mezarlar nakledilirken Hz. Hamza'nın (v.3/625) yarasından kan akar. Yine Uhut şehitlerinden Abdullah b. Haram'ın (v.3/625) da sanki yeni defnedilmiş gibi olduğu nakledi­lir. 555

Kabrinde çürümeyenlere İmam Şa'rani, Peygamber aşkıyla dolup taşanları ve şüphe karışmamış helâl lokma yiyenleri de ilave eder ve hatta bazı misâller de verir bun­lar için. 556

k) Kabirde Kulluk vazifeleri (ibadet) yapmak: Ka­bir, mükellef olma ve ibadet etme yeri değildir. Kabirdekiler ibadele yükümlü değillerdir şüphesiz. Ancak, bilhas­sa Peygamberler başta olmak üzere, Allah'ın bazı kullarının, kabirlerinde ibadet ettikleri haber verilir ki, bu, onların iyi amellerini artırmak ve ibadetten zevk al­maları sebebiyledir. Emredilerek yapılan şey, borç olduğu için yapılır, ama emredilmeden yapılan ibadetler, ibadet­ten lezzet alındığı için ve sırf Allah rızasını elde etmek için yapılır. 557

Peygamber Efendimiz (s), Miraca çıktıklarında Hz. Musa'yı kabrinde namaz kılarken gördüğünü 558 haber vermiştir. Ashaptan bazılarından da kabrinde Kur'an okuyanları işittikleri ve bunu Peygamber Efendimiz (s) e haber verdiklerinde, Peygamberimiz tarafından da tasvip edildiği rivayet edilmektedir. 559 Hatta Ebu Said el-Hudrî Peygamberimiz (s) den, hafızlık yaparken, bitiremeden ölenlere, meleklerin kabrinde Kur'an öğreteceklerini ve kıyamet gününde tam hafızlarla haşrolunacağını söylediğini nakleder. 560

Bu haberlere binaen, kabirde ibadet yapmayı da, kabir nimetlerinden bir çeşit olarak sayabiliriz. Allah Tealâ hepimizi, azabın bütün çeşitlerinden muhafaza edip, her türlü nimetine nail olanlardan eylesin. Amin... 561

D) Kabir Ahvali Konusunda Ehl-i Sünnet'e Aykırı Gürüşler Ve Bunların Tenkidi

Dinimizin diğer esasları hususunda olduğu gibi, ka­bir ahvâlini kabul edip etmeme yönünden de insanlar ikiye ayrılır:



1- Kabirde suâl, azap ve nimet hususunda Allah ve Rasulünün haber verdiği her şeyin hak ve geçek olduğuna iman edip -keyfiyetini Allah'ın bileceği bir şekilde- bütün bunların gerçekleşeceğini kabul edenler.

2- Kabir ahvâlini inkâr eden, kabul etmeyenler ki, bunlar da ikiye ayrılırlar:

a) Direkt olarak (re'sen) inkâr edenler ve inkârlarını delillendirmeğe çalışanlar.

b) Dolaylı olarak inkâr edenler.

Şimdi de tasnife çalıştığımız bu fikir sahiplerine ve fikirlerine kısaca bir göz atalım.

Selefiyye, Mâtüridiyye ve Eş'ariyye mezheplerine mensup olan âlimler -ki biz bunların hepsine birden "Ehli-Sünnet" adını veriyoruz- kabir ahvâline dair, Allah ve Peygamber ne buyurmuşlarsa öylece kabul etmişlerdir. Yukarıdan beri konular işlenirken Ehl-i Sünnetin görüşü esas alındığından, bu konuda yeteri kadar bilgi verildi ka­naatindeyiz.

İnkâr edenlere gelince: Materyalistler (dehriyyûn), Allah'ı ve ruhu inkâr ettikleri için, dolayısıyla kabre de inanmazlar. Beş duyularıyla algılayamadıkları hiçbir şeyi ve madde ötesi (metafizik) gerçekleri kabul etmezler. Naturalistler (tabiiyyûn) ise, Allah'ı kabul etmekle beraber, ru­hun bekasını ve âhireti inkâr ederler. Bunlara göre de ka­brin bir anlamı yoktur, ölümle herşey bitmektedir. 562

İslâm dünyasında uzun müddet taraftar bulmuş ve bazan devlet otoritesini elinde bulunduranlara bile tesir ederek onlardan destek almış ve hızla yayılmış olan Mutezile Mezhebi mensuplarından bazıları da, yer tutan (mütehayyiz) soyut (mücerred) şeylerin, bulundukları yerden ayrılmalarıyla yok olacağını söylemişlerdir. Böylece bedende yerleşmiş olan ruhun da, bedenden ayrıldıktan sonra yok olacağı neticesine varmışlar ve ruhun bekasını inkâr etmişlerdir. Halbuki ruhun bedenden ayrılışı, bede­nin yok olmasını gerektirir. Bedenin fani oluşu, hiçbir za­man ruhun yokluğunu gerektirmez. Şayet varlıkların bir yerde bulunmadan varlıklarını sürdüremeyeceğini söylemişlerse bu, Allah'ın varlığını inkâra kadar götüren tehlikeli bir prensip olsa gerekir. Çünkü Allah Tealâ, biz­zat vardır ve varlığını sürdürmek için hiçbir mekâna da muhtaç değüdir. 563

Kabir hayatını ve azabını inkâr edenler, hangi se­bepten dolayı inkâr ettikleri hususunda ihtilaf etmişler­dir. Bir kısmı, ruhun varlığını hiç kabul etmeyip hayatı sırf maddeye hasrettiği için inkâr ederken, bazdan da ru­hun bekasını ve ölümden sonraki hayatını imkânsız gördükleri için inkâr etmişlerdir.

Kelâm kitaplarının çoğunda, Mu'tezile Mezhebi mensuplarının hepsinin kabir azabını inkâr ettikleri kaydedilir. 564 Kabir azabını inkâr eden, kabirdeki suâl ve nimeti de kabul etmeyeceğinden, bu ifade kullanılmıştır. Halbuki "Mu'tezile" kelimesi, bu fırka mensuplarının hepsini içine almakta olup, fırkanın genel adıdır. Mu'tezilî olanların ar­alarındaki görüş ayrılıkları sebebiyle, bir de herhangi bir görüşlerinden ötürü, mu'tezile içindeki gruplara verilen isimler vardır ki, bunlara da mutezilenin özel isimleri de­nilmektedir. İşte mu'tezileden kabir azabını inkâr edenle­rin özel isimleri "Kabriyye" dir. 565 Ve mutezilenin hepsi ka­bir azabını inkâr etmemektedir. Onlardan bu hususta Ehl-i Sünnetle aynı görüşte olanlar da vardır. 566

Nitekim Mu'tezile Mezhebi'nin büyük âlimlerinden Kadi Abdu'l-Cebbâr (v. 415/1024), mezhebin beş temel esasını şerhetmek üzere yazdığı hacimli eserinde, kabir azabını inkâr etmediklerini, kabul ve isbat ettiklerini belirterek, subutunu, keyfiyetini, vaktini ve faydasını anlat­makta, inkâr edenlere de cevap vermektedir.567 O halde, Mu'tezile Mezhebi'ndekilerin hepsi değil de, bir kısmı kabir ahvalini inkâr etmektedir ki, Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları bu inceliği farketmişler ve "mu'tezilenin bir kısmı" tabirini kullanmışlardır.568

Mu'tezileden Dırar b. Amr, Bişr el-Merisî (v. 218/ 833) ve mu'tezilenin sonraki âlimlerinden çoğu, kabir ahvâlini mutlak olarak inkâr etmişlerdir. 569 Dırariyye Me­zhebi'nin de kurucusu olan Dırar b. Amr, bir çok mes'elelerde mu'tezilenin görüşlerini benimsediği için on­lardan sayılmaktadır. Ama kendisinin, mutezileden farklı sapık görüşleri de vardır. 570

Rafizilerin 571 çoğu da bunlarla aynı görüşü savuna­rak kabir azabını inkâr etmişlerdir. 572

Bunlar, ölüde hayat yoktur, cansız cisimler gibidir. Kabirdeki ahvâli yaşamak ve azabı duymak için hayat ve idrak gerekir. Ölüde bunların olmadığını müşahede ettiğimize göre, onun kabirde azap görmesi muhaldir (imkansızdır), diyerek inkâr sebeplerini de açıkça belirt­mektedirler.

Cehmiyye, 573 Kaderiyye, 574 Neccâriyye 575 ve Şi'a'nın bazı fıkaları 576 da kabir azabı ve dolayısıyla kabir ahvalini açıkça inkâr etmişlerdir. Cehmiyye fırkalarından birisi de, yine "el-Kabriyye" diye isimlendirilmektedir ki, bu isim, ka­bir azabını ve kabirdeki hayatı inkâr etmeleri sebebiyle kendilerine verilmiştir.577

Harûra'da toplanan Hariciler'in (Harûriyye'nin) fırkalarından biri olan Ahnesiyye'ye göre ise, insan öldükten sonra azap veya mükafat cinsinden hiçbir şey­le karşılaşmaz. Ölümle herşey sona erer. 578

Mu'tezile fırkalarından olan Sâlihiyye fırkası ile Kerramiyye'den bazıları, kabirde ölünün diriltilmeksizin azap olunmasını caiz görmüşlerdir ki, bunların bu görüşleri, akim hudutlarından -sebepsiz yere- çıkmaktır, başka değil. 579 İbn er-Ravendî ise, her ölüde hayatın var olduğunu ve ölümün hayatın zıddı olmadığını söyler ki, bu sözler bâtıldır, Ehl-i Sünnet itikadıyle uyuşmaz. Azab­ın elemini yahut nimetin lezzetini anlamak için hayat şarttır. 580 Bunları idrak edecek kadar bir hayatı ise, Allah ölüde yaratır.

Bu şekilde akla zıt düşücek, dolambaçlı sözler söylemek, dolaylı yönden kabir hayatını kabul etmediğini ifade etmektir. Nitekim Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (v. 235/849) ile Bişr b. el-Mu'temir (v. 210/825) de, ölünün birinci sura üfürülüş ile ikinci üfürüş arasında azap göreceğini iddia etmişlerdir. Bazıları ise, kabir hayatı boyunca acıların ölünün cesedinde hissedilmeksizin- toplanacağını ve mahşer için dirilince bir defada, bu biriken acıların hepsi­nin birden idrak edileceğni iddia etmişlerdir. Şüphesiz bu, haşirden önceki azabı inkârdır ve âyette bildirilen sabah-akşam ateşe arzedilmeyi kabul etmemektir. 581 Ve dolaylı yönden kabir hayatını ve azabını inkâr etmektir.

Burada yeri gelmişken kabir azabını ve ahvâlini inkâr edenin durumunu belirtelim ve inkarcıların delille­rine ondan sonra geçelim.

Kabirde azabın olacağı, âyetlerle sabit olduğu için inkâr eden kâfir olur.582 Kabir suâlini inkâr eden ise, azabı kabul ederse kâfir değil, sapık olur. 583 Çünkü sapık fırkaların çoğu bunu inkâr etmişlerdir. Suâle, âyette açık delâlet yoktur, hadis-i şeriflerle sabittir. Ancak bun­ları kabul etmeyen, şüphesiz kabirde cezalandırılır. Nite­kim, sahabe-i kiramdan olan Enes b. Mâlik'e bir adam gelip:

"Bazıları kabir azabını inkâr ediyorlar {ne ya­payım}?" diye sorar. Bunun üzerine Enes b. Mâlik:

"Onlarla oturma." der. 584 Eğer bu inkârları, itikadlarına bir zarar vermemiş olsaydı Hz. Enes, bir mü'minin onlardan uzaklaşmasını istemezdi.

Kabir ahvâlini inkâr edenlerden bazılarının inkârını bir içtihad ve te'vil hatası olarak kabul eden bazı âlimler, te'vildeki hatasından dolayı ehl-i kıbleyi tekfir etmek Ehl-i Sünnet'in şiarından değildir diye, bunlara kâfir demekten çekinip dall (sapık) ve mübtedi' (bid'atçı) demişlerse de, 585 sırf aklına güvenip, nakilleri zorlayarak te'vil eden veya bir kısmını terkedenler, Allah daha iyi bilir ama, kâfir olsalar gerek. Çünkü Allah Tealâ'nın kudreti karşısında mümkün olan şeylerin, olacağı Allah ve Rasulû tarafından haber verilince tasdik edilmesi gerekir. Ve "imkânsızlığına dair delil bulunmayan bir şeyin, sırf itiraz olsun diye inkâr edilmesi doğru değildir." 586

Kabir ahvâlini ve bilhassa kabir azabını inkâr eden­ler, bu inkârlarında akla ve nakle dayanmaktadırlar ki, aslında nakilde kabirde azabın olmadığına dair bir şey bulunmadığı halde, onlar âyet ve hadisleri fikirlerine destek olacak şekilde te'vil ederek, kendileri için delil olduklarını iddia ediyorlar. Böylece her iki durumda da akla dayanmış oluyorlar. Çünkü tevillerinde dayanakları akıldır.

İnkarcıların tutundukları sem'î ve naklî deliller şunlardır:

Cennet'teki mü'minlerin halini anlatan:

"Orada, ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." 587 âyetini ve Cennettekilerin söylediği sözü hikâye eden:



"(İşte bak) biz, dünyadaki ilk ölümümüzden başka bir daha ölecek değiliz..." 588 âyetini delil getiriyorlar ve âyette birinci ölümden başka ölümün tadılmayacağı bildiriliyor, bu da dünyada tadılan ölüm olduğuna göre, kabirde hayat yok­tur, diyorlar. Çünkü orada hayat olsa, o hayatın sonun­da da bir ölüm tadılacağından, ölüm iki defa tadılmış olurdu, diyorlar.

Halbuki bu âyet-i kerimelerde, tadılan ölümün "birinci" diye nitelendirilmesi, bir ikinci ölümün olduğunu hatıra getirmektedir. Sonra âyette sadece dünyadaki birinci ölümün zikredilişi, dünya ölümü ile Cennet'te ol­ması akla gelen ölüm arasında bir benzerlik olduğu içindir. Yani dünya nimetlerinin elinizden çıkmasına sebep olan dünya ölümü gibi bir ölümün orada tadılmayacağını Allah Tealâ haber vermekte ve Cennet nimetlerinin ebedi olduğunu bildirmektedir. Burada ölüme "birinci" denmesi, Cennet'tekilerin acaba burada da ölecek miyiz ve nimetler elimizden gidecek mi diye düşündükleri ölüme nisbetledir. Yoksa orada gaye, tadılan ölümleri saymak değildir. Bu sebeple sırf âyetin zahirî manâsını alıp, bunu aklıyla iste­diği gibi yorumlamak ve kendi meylettiği fikrine delil yap­mak doğru olmasa gerek. 589

Aynı şekilde zahirî manasını alarak kendilerine delil olduğunu söyledikleri bir diğer âyet-i kerime de şudur: "Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki, siz ölü idiniz; o sizi deriltti. Sonra (ecelleriniz gelince) sizleri yine öldürecek, sonra (kıyamette) sizi diriltecek..." 590 Bu âyette kabirdeki dirilme zikredilmediği için, kabirde hayatın olmayacağını söylemektedirler.

Halbuki burada âyettten maksat, Allah'ın insanı öldüren ve dirilten olduğunu isbat etmektir. Böyle olunca, bütün diriltme ve öldürmeleri sıralamaya hacet kalmaz. En açık ve kesin olan dünyada ve kayametteki diriltme ve öldürmenin zikredilmesi, burada maksadı ifadeye yet­miştir. Ve Allah Tealâ'nın her ne zaman isterse insanı diriltmeye ve öldürmeye muktedir olduğunu ortaya koy­muştur. Burada iki diriltmenin zikredilişi, bir üçüncü, yani kabirdeki dirilmenin olmadığına değil, bilakis olduğuna delalet eder. Binaenaleyh yukarıdaki âyet, on­ların dediği gibi, kabir hayatının yokluğuna değil, varlığına delildir. 591

(Cehennemde olan kâfirler) şöyle diyecekler:

Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin.

Şimdi günahlarımızı anladık, fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmağa bir yol?" 592 âyetindeki iki ölümün biri­nin, insanın dünyaya gelmeden önceki durumu, birinin de dünya hayatının sonundaki bildiğimiz ölüm olduğunu söylerler. Ayetteki iki dirilme ile de, biri dünyada, diğeri de mahşerde olan iki dirilmenin kastedildiğini ve kabirde di­rilme olsaydı, dirilmelerin ve ölümün üç kere olması gere­kirdi diyerek, kabir hayatını inkâr etmektedirler.

Halbuki Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti, kabir hayatının varlığına delil getirirler ve âyetteki iki öldürme ve diriltmenin birinin dünyadaki, diğerinin de kabirdeki diriltme ve öldürme olduğunu belirtirler. Çünkü dünyaya gelişten önceki hale öldürme tabiri kullanılmaz.

Öldürme ancak bir hayat vermeden sonra olur. Böyle olunca, eğer kabirde hayatı kabul etmeyecek olur­sak, âyetteki iki öldürmenin birini ne ile tefsir edeceğiz? Biri dünyadaki diriltme ve öldürme, diğeri de âhiretteki dersek, ikinci öldürme nerede olacak?

Bu zorluğa düşmemek için kabir azabını inkâr edenlerin bir kısmı, bu âyeti, kafirlerin sözü olduğunu söyleyerek, delil olarak kabul etmezler. 593 Ama aynı toplu­luk Allah Tealâ'nın kıyamet gününde kâfirlere hitaben:

"Dünyada yahut mezarda ne kadar seneler kaldınız?" diye sorunca onların verdiği cevap olan:

"Bir gün, yahut bir günden az kaldık."594 sözünü kabir azabının ol­madığına delil olarak alıp, kendi kendileriyle çelişkiye düşerler. Çünkü burada delil olarak aldıkları âyet de kâfirlerin sözü olarak hikâye edilmektedir. Onlar eğer azap içinde kalmış olsalardı, bu müddetin kendilerine kısa değil, çok uzun gelmesi gerekirdi, derler. 595 Halbuki kabir, yahut dünya hayatının kısalığı, âhiret hayatına göredir. Çünkü âhiret hayatı ebedidir. Oradaki azap da kabirdekinden çok daha şiddetli olacağına göre, azap içindekilere ne kadar uzun gelecek düşünün artık...

Yukarıdaki âyette zikredilen iki dirilmenin biri dünyada, biri de kabirde olunca, hani âhiretteki dirilme, diye soracak olurlarsa; âlimlerimiz bunun bilindiği ve o anda yaşandığı için, inkârına mahal olmadığından zikre-dilmediğini belirtiyorlar. 596

Kendileri için delil olduğunu söyledikleri âyetlerden birisi de:

"...Sen kabirde bulunanlara (kalpleri ölü olan kâfirlere) işittirecek değilsin." 597 âyetidir. Burada kabirdekilerin işitmeyecekleri haber veriliyor. Eğer hayat sahibi olsalardı işitirlerdi, diyorlar. Halbuki burada, dünya kanunlarına göre işitemeyecekleri için, kâfirlerin hali, kabir­deki ölülere benzetilmiştir. 598 Nasıl ki, kabirdeki ölüler se­nin davetini işitip icabet etmezlerse, bu kâfirler de aynı onlar gibi icabet etmezler, bunların kalpleri ölmüştür diyor Hz. Allah, Peygamberine. Yoksa burada ölülerin bir cansız madde gibi hiçbir şey duymayacakları anlatılma­maktadır.

Bu âyetleri, akıllarına ve arzularına uyarak böyle te’vil ettikleri gibi, kabir ahvalini inkâr edenlerin bun­dan ayrı, sırf akıllarıyla ortaya koydukları delilleri de vardır:

Bilhassa kabirdeki azap ve nimetin kabul edilmesinin aklen imkânsız olduğunu belirterek şöyle sorular yöneltirler:

İnsan ölüp kabre konulduktan sonra çürüyüp toprak olur. Toprak olunca nasıl azap görür? Bazı kimseler suda boğularak balıklara yem oluyor. Yine bazıları ateşte yanıyor veya öldükten sonra yakılıyorlar. Bazıları da vahşi hayvanlar tarafından parçalanıp yeniy­orlar. Bunların hiçbirisi kabre defnolunmuyorlar. Kabre konulmayan ve cesedi ortadan kalkan bu kişiler için ka­bir azabı veya nimeti nasıl düşünülebilir?

Yine bazı mezarlıklarda mü'minlerin mezarlarına, aradan uzun zaman geçtikten sonra, münafık ve fâsıklar defnolunurlar. Mü'minin kabri yetmiş zira' genişliğinde, münâfiğınki ise kaburgalarını birbirine geçirecek kadar dar olacağı haber verilmektedir. Bu nasıl olacak? Azap görmek ve nimetlenmek, birbirine zıt olan iki şeydir. İki zıt şeyin bir yerde bulunması mümkün değildir. Öyleyse aynı kabirde bulunan mü'min ile kafirin durumu ne olur? Ölü azap görse, yahut Münker ve Nekir suâl sorup onlara ce­vap verseydi bunu, kendisine telkin veren imamın işitmesi gerekmez miydi?

Sonra ruh bedenden ayrılınca, ceset cemâd (cansız madde) gibi kalır. Cansız maddelere ise azap görür, yahut nimetlenir denemiyeceğine göre; cansız cisimler gibi olan bir ölüye nasıl kabrinde azap yahut nimet görür denilebi­lir? Kaldı ki, bazı asılan ve asıldığı yerde terkedilen kimse­leri görüyoruz ve üzerlerinde kabir ahvaline dair hiçbir şey göremiyoruz- Biz definden sonra ölünün mezarını açacak olsak olabilirse isterse mü'min olsun, azap veya nimetin izine rastlamıyoruz, herkesi aynı görüyoruz. Ölü, eğer azap yahut nimet görseydi, bunların izlerine rastlamamız gerekmez miydi? Hem ölünün suâl, azap veya nimeti idrak edebilmesi için hayatının ve idrakinin bulunması gerekir ki, ceset (bünye) bozulup kaybolduktan sonra ölüye hayat ve idrak verilmesi imkânsızdır. 599

Materyalist bir zihniyetin akıntısına kapılan ve manâ âleminin sırlarını dünya gözüyle görmek, dünya ölçüleriyle dünya ötesini ölçmek isteyenlerin bu ve benzeri pek çok soru ve itirazları olabilir.

Bunlara verilecek cevap kısa ve tekdir: Oda, her âlemin kendine has kanunlarının olduğunu ve insana verilen aklın sınırlı olup, herşeyi halletme gücünde ol­madığını hatırlatmaktır.

İnsana verilen duyu organları da sınırlıdır şüp­hesiz. Bize verilen beş duyu, ancak bu dünyadaki maddi hayatı ve algılama sınırlarına giren şeyleri algılamak içindir. Kabir âlemi ise, dünya hayatından apayrı bir âlemdir. Dünya ile kıyaslanamayacağı gibi, dünyadaki varlıklar ve olaylardan bir kısmını algılamak için insanla­ra verilmiş olan beş duyuyla da algılanamaz. Ancak Allah Tealâ, Peygamberlerine ve istediği kullarına, o âlemden bazı sahneler seyrettirir, insanlara anlatıp onları uyarma­ları için.

Peygamber Efendimiz (s) e, diğer müslümanların yanındayken, Cebrail (a.s) gelip vahiy getiriyordu. Yanındaki mü'minler, Cebrail'i görmedikleri halde, onun gelişinden ve vahiy getirişinden şüphe etmiyorlardı. Yine Kur'an-ı Kerim'de şeytan ve ordusu bizi gördükleri halde bizim onları göremediğimiz haber verilerek şöyle buyurulur: "Ey Adem oğulları, çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, ebeveyninizin (Adem ile Havva'nın) elbiselerini soyarak, şeytan onları nasıl Cennetten çıkardıysa, sakın size de bir (kötülük) yapmasın. Çünkü şeytan ve kabilesi sizi, kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden görürler..."600

Binaenaleyh Rasulullah (s) in, -diğer insanlar görmedikleri halde- Cebrail (a.s) ı gördüğünü kabul eden ve Allah Tealâ'nın, İblis ve ordusu hakkındaki yukarıdaki âyetini kabul eden, kabir ahvalini de göremediği için inkâr etmez ve bundan şüphe etmez. Çünkü gaybe ait olma yönünden ikisi arasında fark yoktur.

Ama bir adam, eğer Peygambere Cebrail'in gel­diğinden şüphe edecek ve âyeti inkâr edecek olursa zaten dinden çıkar. Onun önce İslâm'ın ana prensipleri olan iman esaslarını kabul etmesi, kitaplara ve Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'e inanması gerekir ki, onda haber verilen hususları da kabul edebilsin.

Bu gibi itiraz ve sorulan "saçmalık" olarak nitele­yen Gazzâlî, ölünün bedeninde azap izini görmek iste­yenlerin, onun cisminin ancak dış yüzünü gördüklerini, halbuki azap için bedenin dış görünüşünde bir hareket ve değişiklik meydana gelmesinin zorunlu olmadığını belirt­mekte; kabirdekinin hayatını ve azap duymasını uykuya benzetmektedir. Nasıl ki uyuyan bir kimsenin dış görü­nüşüne bakan bir insan, onun gördüğü rüyadan dolayı duyduğu lezzeti veya rüyasında gördüğü dövülme ve ben­zeri bir fiilden dolayı çektiği ızdırabı göremezse, kabirdekini dıştan gözlemleyenin durumu da aynıdır. Binaenaleyh uyuyanın yanında bulunan bu adamın, uykudaki uyanıp da rüyasında gördüklerini anlattığında, kendisi böyle bir şey görmediği için, onun gördüklerini inkâr etmesi ne ka­dar saçma ise, kabirdekinin karşılaşacağı ahvâli, görmüyorum diye inkâr etmeğe kalkışanın hali de o kadar gülünçtür. 601 Çünkü yanımızda uyuyan birisinin rüyasını müşahede etmek ve algılamak, duyu organlarımızın sınırlarına girmediği gibi; kabir ahvâlini algılamak da gir­mez ve algılayamayız.

Öyleyse, yanı başımızda cereyan eden bir olayı ve yanımızda uyuyan kardeşimize rüyasında sokan akrep ve yılanları göremediğiniz halde, nasıl olur da kabir âlemini ve orada insana azap çektirecek olan mânevi ve ruhanî, dünyadakilere hiç benzemeyen, yılan ve akrepleri görebi­lirsiniz?

Berzah âlemini, Gazzâlî gibi daha pek çok müellif rüyaya benzeterek izah etmişlerdir. 602 Bu teşbih, oldukça isabetli ve yerinde bir benzetmedir. Rüyaların güzelinden ve çirkininden uyanarak kurtulmak mümkündür, ama berzahtaki azap, kabirden kalkışa kadar sürecektir. Teşbihe kuvvet kazandıran yönlerden biri de, her ikisinin de zaman boyutunun bulunmadığı bölgelerden oluşları­dır. Psikologların tesbitîerine göre rüyada yaşanan bir olay, yaklaşık olarak o işi uyanıkken düşünme zamanı kadar vakit almaktadır 603 ki, bu da çok kısa bir zamandır.

Uykuda vaktin nasıl geçtiğinin anlaşılamaması ve dünyadaki zaman ölçüsünün bir manâda durması da, bu teşbihe kuvvet kazandırmaktadır. Mü'min, rahat ve huzur içinde, nimet içinde olduğu için tatlı rüyalar gören gibi, zamanın nasıl geçtiğini ve kıyametin geldiğini anlayamay­acak. Ama azapta olana da, iki dakika uyuyup da bir çok korkulu rüyalar gören gibi, kıyametin gelmesi çok uzaya­cak. Yani bize göre çok uzun bir zaman da, bu zaman zarfında kabirde kalana çok kısa ve kolay gelebilir. Böylece önce ölenle sonra ölenin nimet, yahut azapları denkleşmiş olur ve inkarcıların bu yönden yaptıkları itiraz da cevaplanmış olur.

Evet, duyu organlarımız sınırlıdır ve ancak bu sınır lar içindeki şeyleri algılayabilirler. Araştırıcı Lincoln Bernett: "însanın, kendisini çevreleyen gerçeklerden idrak edilebildikleri (algılayabildikleri), duyu organlarının güçsüzlüğü nedeniyle sınırlıdır." 604 demektedir. İnsan gözü, ancak hareket durumundaki cisimden ışık ışınlarının yansıması dolayısıyla görebildiğine göre; bu­nun anlamı, ışık hızından daha büyük bir hızla hareket eden cisimlerin görünmesinin imkânsız oluşudur. Çünkü bu durumda ışığın, adı geçen cisme erişip de oradan gözleyen göze yansıması imkânsızdır. Yine bilimsel araştırmalara göre insan gözü saniyede ancak 20 ilâ 40 defa yer değiştiren, ya da titreşen cisimleri görebilecek ka­pasitededir. Saniyede 40 defadan daha çok titreşen ve ışık hızı ile (saniyede 300 bin kilometre) veya daha sür'atli ha­reket eden varlıklar insan gözünden kaybolmakta ve insanın onları herhangi bir araçla gözlemlemişine imkân kalmamaktadır. Bunun gibi insan gözü, saniyenin yüzde döndürden (0,04) daha hızlı olan değişmeleri farkedememektedir. İnsan kulağı ise, frekansları yani titreşimleri saniyede 15 ilâ 20 bin arasında değişen sesleri duyabilmek­tedir. 15 frekanstan- 605 aşağı ve 20 bin frekanstan yukarı olan sesleri duyamamaktadır. 606 Yani insanın işitme sınırları içine girmeyen sesler, insana göre yoktur. Görme sınırlan içine girmeyenler de aynı.

Durum böyle olunca, kendisine onu idrak edecek duyular ve güç verilmemiş olan insanın, kendi idrak sa­hası dışında kalan varlık ve eylemleri, algılayamadığı için inkâr edişi, körün güneş ışınlarını ve sağırın bülbül sesini inkâr edişine benzer. Nasıl ki, körün görme duyusu ek­sik olduğu için güneşi göremeyişi, güneşin yokluğu için delil değilse; kabir ve melekût âlemini -kendi ek­sikliklerinden ötürü- idrak edemeyenlerin, o âlemi algılayamamaları da onun yokluğuna delil olmaz ve inkârlarını aklileştirmez. Akıllı insana yakışan, neleri bilip neleri bilemeyeceğini ve bilenlerden öğrenmesi gerektiğini bilmektir. Yoksa her şeyi ben bilirim demek değil.

Nakille bilinecek sahada akıl yürütmek, sağlam bir gemiyle geçilebilecek bir okyanusu yüzerek geçmeğe, yahut yüksek bir merdivenle çıkılması gereken bir yere hoplayarak çıkmağa çalışmaya benzer ki, bunların her ikisi de akıllılık değil, akılsızlıktır. Sonu da başarısızlık ve hüsrandır.

Yine bu akıllıların (!) ölünün bedenini cansız cisim­ler gibi düşünerek, onun kabrinde azap yahut nimet görmesini imkânsız saymaları da Allah'ın güç ve kudretini o büyük akıllılıklarına rağmen, kavrayamamalarındandır, Çünkü Allah'ın kabrinde ölüye, bizim hissedemeyeceğimiz, ama mezardaki ölünün berzah hayatının hallerini idrak edebileceği kadar bir hayat vermesi mümkündür ve Allah'ın kudreti dahilindedir.

Ölüde bu kadar bir hayat ve idrakin meydana gel­mesi için, ölünün cesedinin yani bünyenin sapasağlam olması da şart değildir. Sonra her acı duyan, duyduğu acıyı bütün bedeniyle mi duymaktadır ki, ölünün ka­brinde azap duyması için bedenin tamamının sağlam kal­ması şart koşulsun. Ehl-i Sünnete göre, kabirde hayat ve idrakin verilip, suâl, azap ve nimetin idrak edilmesi için bünyenin sağlam olması şart değildir. Allah Tealâ, diğer harikulade (tabiatüstü) olayları yarattığı gibi, cesedi her hangi bir nedenle ortadan kalkan veya kabre konmayanlarda da harikulade bir şekilde hayat ve idrak yaratır ve berzah hallerini idrak ederler. Böyle Allah'ın kudreti karşısında mümkün olan halleri, doğru sözlü peygamber de haber verince tasdiki gerekir. Binaenaleyh, böyle bir vakıa üzerinde akıl yürütmek ve olmazlığını söylemeğe çalışmak, safsatadan başka ne olabilir? 607

Böylece cesedi yakılmak, hayvanlar tarafından ye­nilmek veya başka şekilde ortadan kalkmış olanlar da da­hil, herkesin kabir hayatını yaşayacağı sabit olmuş oldu. Herkesin bulunduğu yer kabridir ve kurdun karnında da olsa, Allah'ın onun kabir ahvâlini idrak edecek kadar bir parçasına hayat vermesi mümkündür. 608 Velevki bu, dünyada alışılmış olana muhalif olsa bile. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, orası dünya değildir. Ölümle dünya sona ermiş ve berzah hayatı başlamıştır. Onun için, dünya kanunları dünyada kaldı artık. Oraya gidenler için geçmez onlar.

Dünyada bile öyle değil mi? Hiç bir ülkenin kanun­ları, diğerinde -bazı benzerlikler müstesna- geçer mi? Her devletin, her milletin kendine göre yürürlükte olan ka­nunları var. Bu, dünya âleminin gezegenleri için de öyledir. Meselâ, dünyaya mahsus olan fizik kanunları ayda geçmez, ayınkiler de dünyada. Birbirine bu denli yakın olan iki gezegenin kanunları ayrı oluyor da, birbi­rinden mânevi bakımdan apayrı olan dünya ve berzah âleminin kanunları neden farklı ve kendine has olmasın ki?...

Öyleyse bize düşen, iki âlemin birbirinden farklı ol­duklarını ve her birinin kendine has kanunları oldu­ğunu kavramak ve ikisinin ayrı âlemler olduğunu bilerek, dünyayı -sınırlı bir şekilde- algılamak için verilmiş olan akıl ve duyularımızla, berzah ve âhiretin sırlarını keşfetmeye çalışmak yerine, bu konuda âyet ve hadislerde bildirilenleri kabul etmektir. Yoksa kısa aklımızla uzun ve derin mes'elelere dalmak değil.

Kabirdekilerin kendilerine mahsus bir hayat ile, Al­lah Tealâ'nın kendilerine tahsis ettiği makamlarda, azap yahut nimet içinde yaşadıklarını böylece tesbit ve iman ettikten sonra, şimdi de sıra geldi hayattakilerin onlara karşı yapacaklarına. Bunların başında da şüphesiz "Kabir Ziyareti" gelir.

Evet, kabirleri ziyaret edecek miyiz? Edeceksek nasıl edeceğiz? Hem kabirdekine, hem de hayattakine faydalı olacak bir ziyaret nasıl olmalıdır? Kaş yapacağım derken göz çıkarmamak için nelere dikkat edeceğiz? Bir ziyaretçinin kabir ziyareti esnasında neleri yapması ve neleri yapmaması gerekir?

Bütün bu soruların cevabını vermek ve İslâm'da ka­bir ziyaretinin nasıl olacağını belirtmek için bu çalışmamızın son bölümünü "Kabir Ziyareti" ne ayırdık. 609



Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin