3 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 4,73 Mb.
səhifə46/72
tarix28.07.2018
ölçüsü4,73 Mb.
#61445
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   72

  • Mevcut Anayasa’mızın gerek yapılış gerek zamanı gerekse içeriği itibarıyla demokratik hayata geçilmesinden bu yana kamuoyunun gündemini meşgul ettiği bir gerçektir. Zaman içinde 17 kez değişikliğe uğramasına rağmen, 114 maddenin değişmesine rağmen tartışmalar hâlen sona ermemiştir. Ayrıca, çok sayıdaki değişiklik Anayasa’nın insicamını bozmuş, birbiriyle bağlantısı kopuk hükümler ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, bizim köklü bir Anayasa değişikliğine ihtiyacımız vardır ama biz, Dernek olarak “yeni anayasa” tabirinin kullanılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü bu tabir yasalar için belki geçerli olabilir, yeni Medeni Kanun, yeni Türk Ceza Kanunu gibi ama devletin yönetim şekli, rejimi belli olan bir ülkede Anayasa değişikliği için kullanılması doğru değildir. Yeni bir anayasa için yeni bir devlet kuruyor olmalısınız veya rejim değişikliğine gitmeniz gerekir ya da devrim veya karşı bir devrim gerçekleşmesi gerekir ki yeni bir anayasa yapılmış olsun. Biz, yeni kurulan bir devlet miyiz ya da rejim değişikliğine mi gidiyoruz ki yeni anayasa yapıyor olalım? Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir anayasası olur. Gerektiğinde köklü değişiklikler yapılmış olsa da bir kuruluş felsefesi ve temeli bugüne kadar hep korunagelmiştir.

  • Vazgeçilmez ilkelerimizin genel gerekçesini de sizlere sunmak isterim. “Yeni anayasa” tabiriyle değiştirilmek istenilen, 1982 Anayasası’na da taşınan 1924 Anayasası’nın temel değerleri midir? Kısaca, Türk milletinin egemenliği midir? Millî ve üniter olmayan bir devlet mi dizayn edilmek isteniyor? gibi sorular aklımıza geliyor.

  • Özellikle, son yıllarda, millî ve üniter devletin demode olduğu, bir zayıflık sebebi oluşturduğu, antidemokratik bir karakter taşıdığı, artık yerine yenisini bırakması gerektiği gibi tezler moda olmuştur.

  • Türkiye Cumhuriyeti devleti, üniter ve millî bir devlet olarak kurulmuştur. “Üniter devlet” ile “millî devlet” iki farklı kavramdır. Millî devlet, ortak değerler etrafında toplanan ve millî politikalarla şekillenen, siyasi bir çerçevede yaşayan toplulukların devlet biçimi olarak ortaya çıkar.

  • İnsanların yaratılışlarından gelen farklılıkları vardır hepimizin bildiği gibi. Bu farklılıklar, insanlar çoğaldıkça belirli toplulukları meydana getirmiş, coğrafyanın da etkisiyle farklı kültürler oluşmuştur. Bu kültürler, milletleşme sürecinde şuurlu birliktelikler oluşturmuş ve ortak hedefler, dünyayı anlama ve anlamlandırma, kendini koruma değerlerini ileriki kuşaklara aktarma misyonunu örgütlü yapılar olarak şekillendirmiş ve böylece millî devlet oluşmuştur.

  • Millet, ortak değerler etrafında belirli inanç, fikir, kültür anlayışı içinde oluşmuş şuurlu bir topluluktur. Örneğin, Marksizmde millet yoktur bildiğiniz gibi, sınıflar vardır; bu sınıflar sömüren ve sömürülen sınıflardır, dünya tarihi bunların mücadeleleri tarihi olarak tarif edilir.

  • Bir de şunun üzerinde de durmak istiyorum: "Ulus devlet", "millî devlet" kavramları da eş anlamlı gibi görünmekle birlikte esasen birbirinin aynı değildir düşüncemize göre. Ulus devlet, sosyolojik olarak daha çok tek bir etnik ve kültürel halkın, bir devletin sınırları içinde ikamet etmesiyle oluşur. “Ulus devlet” kavramı, daha çok devletin maddi ve normatif yapısına vurgu yapar, manevi ve olgusal yönünü pek kapsamaz. Millî devlette ise yerli olanın seferber edilmesi, bürokratik birleştirme vardır. Toplumu aynı hedefe yöneltme, aynı mitlere, tarihe, kültüre, dile, ortak yaşama bağlanmayı hedefleme millet kurma süreci olarak değerlendirilir.

  • Millî devletlerde her şeyden önce eğitimin amacı, vatandaş kimliğini o ülkede yaşayanlara kazandırmaktır. Vatandaş olmak, aynı coğrafya üzerinde yaşayan bir millete mensup olmaktır. Aynı millete mensup olmak, kaderde, tasada, kıvançta birlik olmaktır. Kaderde, tasada ve kıvançta birlik olmak kendiliğinden de oluşamaz; bu, ortak kültür, ortak tarih bilinci, ortak gelecek arzusu ile olur.

  • Eğitimin belki en önemli amaçlarından birisi de vatandaşları kaderde, tasada, kıvançta ortak yapacak, ortak kültür, ortak tarih bilinci, ortak gelecek arzusunu vermektir, bir millî kimlik kazandırmaktır. Kimlik, sadece bir nüfus cüzdanı meselesi olarak da görülemez, aynı zamanda bir millî güvenlik meselesidir. Ortak bir millî kimliğe sahip olmayan toplumların, ortak vatanları ve millî hedefleri de olamaz.

  • Millî devletler, vatandaşlarını, farklı etnik kimlik modelleri etrafında gruplaştırarak, ülkenin enerjisini içeride tüketmesini değil, aynı kimlik etrafında birleşen ve enerjilerini ülkenin kalkınması için kullanan modelleri temsil ederler. Üniter devlete gelirsek, üniter devlet federal devletin tersidir, “Tek merkezden yönetilen devlet.” demektir. Örneğin ABD, Almanya federal devletlerdir ama ikisi de millî devlettir. Tarihte millî ve üniter olmayan devletler olmuştur ama ayakta kalamamışlardır, dün Yugoslavya, Çekoslovakya, bugün de çatırdayan Belçika gibi.

  • Komünist sistemlerde üniter devletler vardı, Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan gibi; federal olanlar ise Sovyetler, Yugoslavya, Çekoslovakya. Bugün üç federal devlet yirmi iki devlete bölünmüştür, üniter olanlar yine üniterdir.

  • üniter olanlar yine üniterdir.

  • Üniter milli devletler sosyal ve politik çalkantılara federal etnik devletlerden çok daha dirençlidirler. Federal etnik devletleri parçalayan ve sonsuz yıkımlara neden olan sosyal ve politik gelişmeleri, üniter milli devletler kolaylıkla ve zarar görmeden aşmaktadırlar. Türk milli ve üniter devletine olan düşmanlığın nedeni etnik ırkçılıktır.

  • Millî kimlik yani Türk kimliği ülkemizde mevcut alt kültür gruplarını da kapsar. "Türklük" birilerinin iddia ettiği gibi ülkede yaşayan halklardan biri değil, hepsini kucaklayan kuşatan siyasi, kültürel ve hukuki bir kavramdır.

  • Vatandaşlık, biliyorsunuz, kişi ile devlet arasında kurulan ve hukukî ve siyasi yönleri bulunan bir bağdır.

  • Günümüzde, hepimizin de bildiği gibi salt belli bir ırktan gelmenin tek başına millet ya da millete mensubiyeti ifade etmeye yetmediği, aynı zamanda aralarında özellikle müşterek kültür birliğinin var olduğu insan topluluğunun millet olarak kabul edildiği bilinmektedir.

  • Bugün tartışılan "Anayasal vatandaşlık" kavramından neyin kastedildiğini ele almakta fayda vardır. Bu soruya farklı cevaplar verilmesine rağmen, ortak bir noktada buluşulmakta ve vatandaşlar arasında "din, dil, ırk ve kültürel" farklılıkların olduğu vurgusunun anayasada yer alması talep edilmektedir. Bu anlayışta olan bir kesime göre, dini ve ırki ayrılıklarımıza vurgu yapıldıktan sonra, vatandaşlık bakımından herkese "Türkiyeli" denilmesinin daha çağdaş olacağı iddia edilmektedir. Başka bir kesim ise, çok kültürlü anayasal vatandaşlık ve bu vatandaşlık anlayışını yaşama geçirmeyi tavsiye etmektedir. Yine başka bir kesim ise, Türk kimliğinin anayasada yer almamasını “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” veya yine bir kesime göre "Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı" denilerek nötr bir tanım yapılmasından yanadırlar.

  • Şimdi, değerli komisyon üyeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kültürlü yapısından, başka bir ifade ile ırk, dil, din ve kültürel farklılıkların olduğu tebaa anlayışından Cumhuriyet'in kurulması ile birlikte farklılıkları bertaraf eden vatandaşlık anlayışına geçilmiş ve ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar da eşit statüde "Türk" olarak kabul edilmiştir. İşte 66’ncı maddemiz “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.” demektedir. Bu ifade ile antropolojik ve sosyolojik manadaki bir Türk tanımından ayrı olarak, hukukî manada bir tanım yapılmıştır. Bu anlamdaki vatandaşlık anlayışı, azınlık kavramını da reddetmektedir. Çünkü vatandaşlık hukuku bakımından kişilerin eşitliği esası benimsendiği gibi, temel hak ve hürriyetlerden yararlanma hususunda da vatandaşlar arasında ayrım yapılmayacağı esası kabul edilmiştir. Benzer düzenlemeler birçok ülke anayasasında görüyoruz, işte Alman Anayasası "Almanya vatandaşı" değil, "Alman" demektedir “Fransa vatandaşı” değil “Fransız vatandaşı” demektir, “İspanyol vatandaşı” denmektedir, “İspanya vatandaşı” denmemektedir ama bizim Anayasamız "Türkiye vatandaşı" değil de "Türk" dediği için ırkçılıkla suçlanmaktadır. Hâlbuki her anayasada genellikle… Bu Alman vatandaşları tanımlanıyorsa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da 66’ncı madde “Türk” ifadesiyle Türk vatandaşlığını tanımlamaktadır.

  • Sonuç olarak, anayasal metinlerde vatandaşlık bağını anlatmak için kullanılan ifadelerin ülkeden ülkeye değişmediği açıktır. Bu ifadelere yüklenen anlamlar uygulamada farklı yorumlanabilmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 66’ncı maddesinin değiştirilerek yapılabileceğini iddia etmek ve yukarıda örneklerini biraz önce ifade ettiğim gibi ülke anayasalarında benzeri olmayan "Türkiyeli", "Türkiye halkı" ve benzeri veya “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” gibi ifadeleri anayasaya sokmaya çalışmak yanlıştır, hatta kasıtlıdır.

  • Gelinen bu noktada "Türk" kavramından rahatsızlığın sadece ideolojilerden kaynaklı değil, psikolojik nitelikli bir sorun olduğunu tespit etmek gerekir. Türk karşıtlığı neredeyse, milli bütünlüğü hedef alan bütün ideolojilerin ortak noktası olmuştur. Kendi aralarında aynı düşüncede olmayan yani türdeş olmayan zihniyet yapılarının ortak bir amaç noktasında yani "Türk kimliği" karşıtlığında ortak bir tavır koymaları, konunun vahameti açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur.

  • Bu ülkede yaşayan herkesin zorunlu vatandaşlıktan çıkartılıp, gönüllü vatandaş hâline getirilmesi gereklidir ve bu, devletin de asli görevlerinden birisidir. Ancak, bunun yolu "çok kültürlülük" gibi, üniter ve milli yapıyı tehdit eden düzenlemeler değil, hukuk devleti ve insan haklarına, özellikle bireysel temel hak ve özgürlüklere bağlı bir anayasa düzenlemesi yapmaktan geçer.

  • “Çok kültürlülük” kavramına gelirsek, tamamen birbirinden faklı unsurlardan oluşan bir yapı ihtiva eder çok kültürlülük. Bu da “Türkiye bir kültürler mozaiğidir.” tanımlamasını doğurur. “Mozaik” denilince birbirine eşdeğer farklı kültürler ve medeniyetler anlaşılmaktadır ve bu tespitin en vahim sonucu da, bu kültürlerin hiçbirisinin coğrafyaya damgasını vuramadığının düşünülmesidir. Ancak, şu bilinmelidir ki, Türk kültürü Anadolu'ya damgasını vurmuştur.

  • Hatırlayınız, birkaç yüzyıl önce Marco Polo, Anadolu'dan geçerken Anadolu'ya “Turcia Mminör” (Küçük Türkiye) Orta Asya için “Turcia Major” (Büyük Türkiye) demiştir. Türkiye, Türklerin oluşturduğu memleket veya Türklerin yurdu demektir. Coğrafyada hâkim kültür özelliği varsa, oraya damgasını vurarak coğrafyayı vatanlaştırır. Vatanlaşan coğrafyada kavim ve boy kültürleri aşılarak milletleşmeyle beraber milli kültür oluşur.

  • Ortak irade ve mensup olma şuurunun gelişmesiyle kan akrabalığı aşılır. Özellikle bu konuda vurgulamak istiyorum: Sosyal akrabalık bağı kuvvetlenir, milli kimlik, tarihsel anılar sonucu oluşan vaziyet alış biçimiyle bir tarz olarak dışa vurulur. Bu tarzların toplamı bir topluluğu kan bağının ötesinde bir millet yapar.

  • "Türkiyeli olmak" yüzyıllardır oluşturulmuş olan bu sosyal akrabalık bağını koparmaya yönelik bir tutumdur.

  • Batı, millî devlet serüvenini tamamlamış ve içyapısı ile ilgili meselelerini büyük bir oranda hallederek ekonomik ve sosyal kalkınma üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun için batıda rejim ve kimlik tartışmalarına pek sık rastlanmaz. Buna da zaten müsaade edilmez.

  • AB'nin azınlıklar raporu ile yumuşak dokunuşuna Fransa'dan sert cevap gelmiş "Azınlık tabirinin kullanılması Fransa için tehdittir." denilmiştir.

  • Kaldı ki, Fransızlar, Fransız devletini kurarken o zaman “Galya” olarak bilinen bölgedeki etnik gruplar karşısında -Kelt, Flaman Alsas, Katalan, Bask, Bröton, Norman- azınlıktaydılar. Aynı Fransa, Korsika halkının hukuki statüsünü belirleyen kanunun 1’inci maddesinde Korsika halkını tanımlarken "Fransız halkını oluşturun Korsika halkı" ifadesini kullanmış ancak bu ifade daha sonra Fransız Anayasa Konseyi tarafından "Fransız halkının tekliği" ilkesine aykırı bulunarak yeniden düzenlenmiştir.

  • Bizlere masum bir istek gibi gösterilen “Türkiyelilik” veya “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” kavramı veya “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı” kavramı ne bir kimliği ne de bir insan tipini ifade eder. “Türkiyeli” diye tarihte bir kültür birikimi yoktur. “Türkiyeli” tanımı bir devleti ifade etmediği gibi geçmişiyle ortak bir bağı olmayan içi boş bir tanımlamadır. Kendini Türkiyeli hisseden bir kişinin bayrak karşısındaki tavrı, vatan anlayışı, ortak kültüre bakışı farklılaşacak, standart kültürle sosyal ilişkilerini zayıflatacak ve birlikte yaşama iradesini kaybederek bir karşı kültür hâline gelecektir. Bundan sonra kendini azınlık olarak görmeye başlayan kişi, ana parçadan kopma istekleriyle gündeme gelecek ve etnik yapı ön plana çıkacaktır.

  • Azınlık ve etniklik temeline dayalı toplumlarda bir arada yaşama duygusunu devam ettirmek ve azınlıklar üzerine inşa edilmiş bir devleti yaşatmak mümkün değildir. Tarihte de böyle bir şey yoktur.

  • Burada biraz da “etnik grup” kavramı üzerinde durmak istiyorum.

  • Etnik grup, bütünden sosyal mesafe bakımından uzak, ırki veya kültürel olarak teşekkül etmiş sosyal bir gruptur.

  • Ayrı birer etnik grup olmak için bütünden ayrı bir tarihe, ahlak anlayışına sanata, edebiyata, geleneğe, göreneğe, âdete sahip olmak gerekir. Türk toplumu içinde böyle bir etnik grup oluşumu söz konusu bile değildir.

  • Malum çevrelerce, Türkiye'de 90'lı yıllarda 26 azınlık ve etnik grup bulunmuşken, bugün bu sayı 36 -40'a çıkarılmıştır ve malum çevreler, “Türk kavram” ını da bu coğrafyada etnik grup statüsüne dâhil etme çabası içindedirler. Oysa Türk kültürü, ülkemizde büyük çoğunluğun Türkçe konuşması, Türk kültür ve değerlerinin taşınması nedeniyle standart kültürü oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti’nde azınlıkların durumu ve tanımı belirlenmiştir. Lozan'da Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar bu tanımlamaya girmişlerdir. Bunların dışındakiler müşterek dinî, tarihî ve kültürel bir mirasa sahiptir ve kimlik değerlerimizin başlıca kaynağı bu mirastır ve bu miras, "standart kültürü" oluşturur. Standart kültürde birleşmeyen toplumlar, kültürel değişim süreci içinde derin kültürel ayrımlara uğrayabilirler. Şimdi küresel güç, geçmişin emperyal gücü bugün de küresel emperyal güç bu kültürel ayrımları desteklemekte, toplumlar farklılıklar üzerine inşa edilmek istenmektedir.

  • Zamanla kendini farklı hisseden, ortak tarih, gelenek, kültür mirasından kopan, farklı aidiyet duygusu taşımaya başlayan toplulukları hukuki birtakım tanımlamalarla, ekonomik çıkar ilişkileriyle, siyasi ve kültürel haklar çerçevesinde bir arada tutmak mümkün değildir. Oysa farklılıklar, önce yerel sonra toplumsal daha sonra da milli değerler sentezine dâhil oldukları ölçüde anlam kazanırlar. Her türlü onur ortaklığının, eşit paylaşımın olduğu bu topraklarda farklılıkları gündeme getirmek kışkırtıcılıktan başka bir şey değildir. Toplumları bir arada tutmada etnik kimliğin bir önceliği yoktur çünkü belirli etnik kimliğin belirli zamanlar içinde geçerli olan ve değişken bir yapısı vardır.

  • Etnik bağ, diğer toplumsal bağlar gibi ekonomik, toplumsal ve siyasal organizasyonlara tabidir, dolayısıyla değişkendir. “Farklı etnik kökenden insanların evlenmesi, yoğun ticaret bağları, dış etkilere açık olma” gibi faktörler saf bir etnisiteye sahip olmayı ortadan kaldırır. Artık bu durumda kültürel kimlik, köken kimliğinden önce gelir. Oluşan bu durumla beraber topluluğun ortak anıları, sembolleri, gelenekleri, otantik değerleri oluşur.

  • Türkçe, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sadece resmî dili değildir aynı zamanda Türk vatandaşlarının eğitim ve öğretim dilidir. Hiç durmadan dillendirilen anadilde eğitim ve öğretim, devletin millî ve üniter yapısına ve gerçeklerine uygun değildir. Farklı dillerde eğitim yapan ülkelerde yaşanan sıkıntılar nazara alınmadan, bu yönde taleplerin dillendirilmesi iyi niyetle bağdaşmamaktadır. Böyle bir durumun devlet olma gereği ve idarenin bütünlüğü ilkesi ile de çeliştiği ortadadır. Bundan maksat, ayrı millet olmak ayrı devlet kurmak için alt yapı hazırlanmasıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek Protokol'de yer alan düzenlemesini buna gerekçe göstermek mümkün olamaz çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi konuya ilişkin kararlarında, "istediğim dilde eğitim yapmalıyım" gibi bir hakkın Sözleşme’yle sağlanmış bir hak olarak kabul edilemeyeceğini bildirmektedir.

  • Dünyadaki genel uygulamaya baktığımızda: Örneğin Brezilyada, tek resmî dil Portekizce etnik köken fark etmeksizin tüm Brezilya vatandaşları tarafından kullanılan ortak dildir. Çin'de ise üç ana Çince türü vardır; Mandarin, Hong Kong ve Kanton Çincesi olmasına rağmen, eğitim öğretim dili Mandarindir. ABD'nin üçte birinin ana dili İspanyolcadır. Bu ülkede Çinceden İtalyancaya kadar çok sayıda dil kullanılıyor olmasına rağmen, 2007 yılında resmî işlemlerde dil farklılığını önleme amacıyla İngilizce Dil Birliği Kanunu çıkarılmıştır. Alman okullarında Almancadan başka dille eğitim düşünülemez zira İnsan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerde de devletin vatandaşlarına bölgesel dillerde eğitim hakkı vereceği yönünde bir hüküm bulunmamaktadır.

  • Her ne kadar Lozan Antlaşması ile tanınanlar haricinde azınlık bulunmamakla birlikte, Türkiye kültürel haklar konusunda aslında çoğulcu bir politikada izlemektedir. Bahse konu mahallî dillerde radyo ve TV yayıncılığına izin veren yasa gereği TRT'de 24 saat Kürtçe yayın yapılmaktadır. Söz konusu bu yayınlar kamu kaynakları kullanılarak yapıldığından, kamu yararının gözetilmesi birinci öncelik olmalıdır. Bu anlamda, TRT 6'nın Anayasa’ya uygunluğu tartışmalıdır. Ülkemizde vatandaşların mahallî dil ve lehçelerinin devletin resmî kurumları dışında, özel öğretim kurumlarınca öğretilmesinin önünde hiçbir yasal engel yoktur. Burada önemli olan, kamu güç ve kaynaklarının bu yönde kullanılmamasıdır çünkü devlet tüm sosyal gruplara eşit yaklaşımda olmak durumundadır.

  • Yine, vazgeçilmez ilkelerimiz için önemli bir konunun gerekçesini ifade etmek istiyorum yerel yönetimlerle ilgili. Kamuoyundaki tartışmalarda, “yerinden yönetim” ilkesinin "idari yerinden yönetim" anlayışının sınırlarını aşarak "siyasi yerinden yönetim" ilkesine göre oluşturulma taleplerinin de dile getirildiği gözlenmektedir. Diğer bir deyişle, bazı çevreler tarafından "yerel yönetimlerin özerkliği" adı altında üniter devlet ilkesi ile bağdaşmayan "siyasi yerinden yönetim" anlayışının uygulamaya konulmasının amaçlandığı gözlenmektedir.

  • Mevcut düzenleme, bir üniter devlette olması gereken şekliyle konuyu "idari yerinden yönetim" ilkesine göre ele almıştır. Bu düzenleme, Türkiye'nin mevcut uluslararası taahhütleri ve antlaşmalarıyla da uyumludur.

  • Avrupa hukukunda ortaya konan bir diğer ilke "hizmette halka yakınlık" ilkesine göre bir kamu hizmeti zorunluluk olmadıkça üst idari makamlar tarafından yerine getirilmeyecek, hizmetten yararlananlara en yakın idari makamlarca yerine getirilecektir.

  • Sonuçta, hangi ilke uygulanırsa uygulansın, bütün bunlar kamu hizmetlerinin sunulmasına ve vatandaşların günlük yaşantısının kolaylaştırılmasına ilişkin ilkelerdir. Yani bütün bunlar, "idari yerinden yönetim" ilkesinin uygulanış biçimine ilişkin ilkelerdir.

  • Fakat "siyasi yerinden yönetim", "idari yerinden yönetim" ilkesinin tersine, sadece idari Fonksiyonun sınırları içerisinde kalmaz; yasama ve yargı fonksiyonlarının da merkezî idare ile yerel idareler arasında paylaşılmasını öngörür.

  • Görüldüğü üzere "siyasi yerinden yönetim" anlayışı ancak federatif yapılı devletlerde uygulanabilir, bu anlayışın üniter bir devlette uygulama alanı bulması söz konusu bile değildir çünkü bu anlayışta doğrudan doğruya egemenlik yetkisinin paylaşılması söz konusudur. İşte, mevcut Anayasamız zaten Belediye Kanunu’ndaki yapılan değişiklikleri de göz önüne aldığımızda çok köklü yasa ve sistem değişikliğine rağmen, anayasal bakımdan herhangi bir sıkıntı söz konusu olmamıştır.

  • Bunlar gerekçelerimizdi. Biz şimdi madde madde Anayasa’mızdan beklediğimiz ilkeleri sizlerle paylaşmak istiyoruz. Tabii ki bunu ikiye ayırdık. Bu bilgiler ışığı dâhilinde “vazgeçilemez ilkelerimiz” dediğimiz ilkelerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum sayın komisyon üyeleri.

  • Anayasanın yapılış sebeplerini ve dayandığı temel felsefeyi açıklayan bir başlangıç metni mutlaka olmalıdır ve bu kısım anayasa metnine dâhil sayılmalıdır, aynen mevcut Anayasa’da olduğu gibi. Ama tabii metin içinde değişiklikler yapılabilir. Biz bu değişiklikleri dernek olarak değerlendirdiğimizde bu başlangıç kısmında olmasını gerektiğini istediğimiz özellikle metni size ifade etmek istiyorum.

  • Yine, başta Cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarına minnet duyguları ile başlayan ve Cumhuriyetimizin ruhunu ve kuruluş felsefesi olan "Türk milliyetçiğini" mutlaka ifade eden, özellikle millî ve üniter devlet yapısı ile demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayanan devlet anlayışına vurgu yapan bir başlangıç kısmını dernek olarak uygun görüyoruz.

  • Diğer bir ilkemiz cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ve cumhuriyetin niteliklerini en veciz şekilde ifade eden ilk üç maddesi ve bu maddeleri koruma altına alan 4’üncü maddesinin aynen kalmasını ve tartışma konusu dahi yapılmamasını arzu ediyoruz.

  • Yine, “vatandaşlık tanımı” ile ilgili 1982 Anayasa’sının 66’ncı maddesindeki "Türk Devletine vatandaşlık bağı İle bağlı olan herkes Türk'tür." tanımı aynen muhafaza edilmelidir biraz önceki gerekçemde ifade ettiğim sebeplerden dolayı.

  • Yine, temel hak ve hürriyetlerle ilgili yapılacak düzenlemede çok kültürlülüğü çağrıştıran temalara ve grup hakları gibi tanımı ve hukuki niteliği belli olmayan ve çok kötüye kullanılmaya müsait ifadelere Anayasa’mızda yer verilmemelidir.

  • Devlet Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim yapmamalı, yine devlet yabancı dille eğitim anlayışından vazgeçip, yabancı dil öğretimini önemle benimsemelidir.

  • Yine, “merkezî idare ve mahallî idare” başlıkları altında idarenin kuruluşuna ilişkin mevcut anayasanın 126’ncı ve 127’nci maddelerinde yer alan düzenlemelerin aynen belirlenmesi gerekir millî ve üniter bir devlet olarak.

  • Efendim, Anayasa’da görmek istediğimiz diğer ilkeleri de sizlerle paylaşmak isterim.

  • Mevcut Anayasanın 5’inci maddesi olan devletin temel amaç ve görevleri arasına kültür coğrafyamızda yer alan akraba devlet ve topluluklar ile her türlü kültürel ve iktisadi ilişkilerin geliştirilmesi suretiyle bölge ve dünya barışının korunmasına katkıda bulunmak görevinin verilmesi, çağdaş gelişmelere ve çağın ihtiyaçlarına, özellikle küreselleşen dünya için çok önem arz edecektir.

  • Yine, kanun önünde eşitlik maddesinin “genel esaslar” kısmında değil, “temel hak ve hürriyetler” kısmında olması daha uygundur. Özellikle bu 10’uncu maddedir mevcut Anayasa’mızda. Son değişiklikleri de ihtiva edecek şekilde, özellikle kadın erkek eşitliğinde pozitif ayrımcılığı ifade eden yani “kadın erkek eşitliğinde yapılacak olan, alınacak olan tedbirler ayrımcılıktan sayılmaz” diye ifade bulduğu bu maddenin kesinlikle benimsenmesi, ama bu maddeler olmuş olmasına rağmen, bugüne kadar Anayasa’mızda yapılan hiçbir değişiklik olmadığı dikkate alındığında bir noktada da garantiye alınmasını teklif ediyoruz.

  • Güvenlik ve hürriyetler arasındaki anlamlı denge mutlaka Anayasa’mızda korunmalıdır.

  • Yine, mevcut Anayasa’da 2001 yılında ve 2004 yılında yapılan bireysel temel hak ve hürriyetler konusundaki özellikle reform niteliğinde olan değişiklikler aynen benimsenmelidir ama tabii bireysel hak ve hürriyetlerle ilgili eksikler ve çelişkiler de Anayasa’mızda giderilmelidir.

  • Temel hak ve hürriyetler konusunda bir hak ve ödev olan vatan hizmeti ve vergi ödevinin dışında ödev boyutunun Anayasa’da yer almaması gerektiğini düşünüyoruz.

  • Yine, uluslararası sözleşmeler ile ilgili mutlaka bir ön denetim sistemi getirilmeli ve bu denetim Anayasa Mahkemesine verilmelidir. Bunu yaşayarak görüyoruz, çünkü o kadar çok şeyin altına imza atmışız ki Türkiye Büyük Millet Meclisinde, şimdi, bu altına imza attığımız sözleşmelerden nasıl kurtulacağımızı düşünüyoruz. Gerçekten Türkiye, bu konuda çok sıkıntılı.

    Yüklə 4,73 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   72




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin