Hazret-i Üstad bu müdafaalarında, Savcının ve Mahkeme safahatının durumlarına göre bazen çok şiddetli ve heybetli bir tarzda, bazen çok mülayimane ve müsalâhakârane şekilde; ve bazen de ilim ve mantık din ve şeriat kaideleri içinde ve o atmosferde delil ve bürhanlarla sükûnet ve vakar içerisinde de konuşmuştur. Bu müdafaa parçalarının mecmuu bir araya gelse, yüzelli büyük
(48)Bu hadis rivayetinin, bir kaç rivayet şekliyle ibn-ül Kesirin tasnif ettigi "Kitab-ün Nihaye" birinci cildinin 144. sahifesindedir. A.B.
(49) Osmanlıca Şualar S: 302-310
1243
sahife kadar bir hacim tutabilir(50) İşte Denizli Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde yapılan bu müdafaaların esas teşkil ettiği noktasından; burada şimdi bazı sebeplerden açıklıyamadığımız, kritik ve fakat bütün münafıkane icraatların ana düğümü olan bir takım mevzuların mahiyetiyle ilgili olduğu için, Eskişehir mahkemesi müdafaanamesinden daha çok önemli ve kıymetlidir denilebilir. Bu kıymet ve ehemmiyete işaret için Üstad Hazretleri Denizli müdafaanemesinin başında şu cümleleri koymuştur:
"On sekiz sene sükûttan sonra, mecburiyet tahtında bu istid'a mahkemeye ve sureti Ankara'ya, makamata verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı i'tiraznamemdir.(51)"
Denizli hapis hadiselerini ve cereyan eden ahvalini ve en ufak teferruatına kadar müdafaa parçalarının hepsini ve hapis içinde ve dışında ve mahkeme çevresinde cereyan eden hadiseleri dile getiren şeyleri ve yazılan bütün mektuplarını burada sıralamak ve sergilemek aslında lazımdır. Fakat üzerinde olduğumuz mevzu -ki Üstadın hayatıdır- çok fazla uzayacak ve kitabımız çok büyüyecektir. Bundan dolayı teferruat ve geniş tafsilattan bilmecburiye sarf-ı nazar ettik. Hem bu mezkûr müdafaaların mühim ekseriyeti Üstad'ın büyük tarihçesinde mevcut olmasından, bu kitapta da az ilerde safhalar halinde o cihan- baba ve ebedî yaşayacak olan kahramanane ve merdane ve ilmî müdafaa parçalarından mevzu' ile en yakın kısımlardan bölümler vermeye çalışacağız.
HATIRALAR BÖLÜMÜ
Mevzu, bir kaç kollu ve dallı olmasından, ister istemez bir kaç kez başa dönüp, başka bir mevzu’ dalını ele almak ve götürmek mecburiyeti hasıl olmaktadır. İşte burada da yine geri başa dönerek; Denizli hadisesinde hapiste mazlum olarak bulunmuş ve hadise içinde yaşamış Nur talebeleri bazı mühim zatların hadise öncesinde ve hapis içinde cereyan etmiş vaka'lara dair hatıralarından bazı kısımlar alacağız:
Birincisi: Kastamonu Vilâyeti ve civarının medar-ı fahri ve bütün Nur talebelerinin hürmet ettiğ'i âlim, fazıl ehl-i hakikat bir zat olan Mehmed Feyzi Efendi'nin bu safhaya ait hatıraları şöyledir:
(50)Bu yirmi iki adet müdafaa parçaları, kısmen Osmanlıca Sirac-ün Nur mecmuasında, kısmen de Büyük Târihçe-i Hayat kitabında, tamamı ise merhum Zübeyir Ağabeyden bize yadigar kalan "Denizli Müdafaaları ve Kararlar" dosyasında mevcut olup yanımızda mahfuzdur. A.B.
(51)Osmanlıca Sirac-ün Nur S: 289
1244
1245
1246
"Denizli hapsinden evvel, (yani Üstad henüz Kastamonu'da nezarette veya hapishanede iken) yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti: "Feyzi kazay-i İlâhidir!.."
Üstad Kastamonu dan ayrılırken, müdde-i umumilikte ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken "Allah'a ısmarladık" ile başlayan bir mektup yazmıştı.
M.Feyzi Efendi'nin Kastamonu'daki İfadeleri:
Üstad Hazretleri Kastamonu'dan ayrılmadan az önce, yani 6.10.1943'de Kastamonu ve civar talebelerine de taarruz başlamıştı. Başta Feyzi Efendi olmak üzere o civarın Nur talebeleri, Kastamonu'da on beş-yirmi gün kadar devamlı olarak ifadeleri alınmıştı. Bu mevzuuda Mehmed Feyzi Efendi şöyle der:
"Polis müdürü Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok (Vali) Ondokuz gün, ifade alınırken yanımda bulundu.
İfadem alınmakta iken; (Üstad kasdedilerek) akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı.” Demişlerdi.
Ben de: "Yalan söylemeyin!" diye cevap verdim.
Bir yerde ellerine şöyle bir not geçmişti: "İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü.” Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar.
Bir akşam vakti beni çağırdı, "Ne yaptınız?" diye sordu. Ne yapacağız, yatsı namazını kıldık, dedim.
Yanınıza kim geldi? dedi.
Bilmiyorum, karanlıktı diye cevap verdim.
Ezanı kim okudu? dedi.
Ben okudum diye cevap verdim. Arapça mı okudun? diye sordular. Evet, demiştim.
Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim; Ben böyle dedim. Sana da sorarlarsa, böyle söyle dedim.
Emin Bey, ne sordularsa "Bilmiyorum" diye cevap vermiş. Bunun üzerine "Yalan Söylüyorsunuz" diye Emin Bey'i tokatlamışlardı...
İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâki, ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için...”
Ve Denizli Hapsine
İki üç ay sonra, Denizliye götürülen Kastamonu ve civarı Nur talebeleri, Denizli hapishanesinin mahkûmlar bölümüne yerleştirilirler. Hapishane
1247
ve mahkeme safahatı hakkında Mehmed Feyzi Efendi hatıratını şöyle sürdürmektedir:
“Denizli'de müdde-i umuminin muavini, adliye vekiline telgraf çekmiş: "Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler" diye.. Üstad ise, hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun diyordu.
Mahkûmların Islâhı
Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan; Kur'an okuyarak, nurları okuyarak kurtuldular. Bazılarını Kur'an okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise, namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali?
Üstad "mahkûmlar için yeni yazı ile Risaleleri yazın" deyince, bazıları İ'tiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatla: "Üstad ne derse o olsun" diyordu.
Mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Ben Delail-i Serif'i yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim, bunu nüsha yapıp kaçmak istiyordu... Daha sonraları İbrahim'i idam ettiler.
Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Honkâr ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı. Süleyman: "Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım" diyordu. Üstad ona ümmî diye hitap ederdi.
Süleyman daha sonraki yıllarda hapishaneden kaçarak, Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmişti. Sadık Bey sormuş: "Nasıl kaçabildin?" O da Üstadın Esma-i Hüsna manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı ya, Onu nüsha yaparak kaçtım demiş.. "
- Mahkeme Safahatı
M. Feyzi efendi mahkeme duruşmalarında ve hapishaneden mahkemeye gidip gelmelerinde Üstad Hazretlerine ait bir hatırasını şöyle anlatır:
"...Denizli deyince, hapishaneden mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırlarım. İkişer ikişer kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken, üstad "Fatiha!" diye okumaya başladı. Kelepçe zencirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstada baktım, Fatihayı okuduktan sonra, ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde, benim elim kalkmamıştı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim."
1248
- Üstad istid'asını geri aldı
"Denizli Mahkemesinde reis Ali Rıza Bey, kademe kademe anfi gibi sıralar yaptırmıştı. Bizler o şekilde sıralarda otururduk.Birgün Üstad hastalığını ileri sürerek" Mahkemeye gelemiyeceğim" diye istid'a vermişti. Sonra mahkemenin müsbet halini görünce, "İstid'amı geri alıyorum" dedi.
Reis: "Said Efendi! İstid'ayı geri mi alıyorsun?" diye tebessüm içinde mukabele etti.
Bir celse de, müdde-i umumi Üstad'ın oturuş şekline itiraz etti. "Mahkemenin nizamını bozuyor." dedi.
Ali Rıza Efendi ise, "Doğru oturunuz! "deyince, Üstad: "Hastayım!" diye cevab verdi.
Reis, Müdde-i umumiye dönerek: "Hasta imiş, ne yapalım!" dedi. Sonra da Üstad'a "Siz gidin, istirahat edin!" diyerek bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler... (52)”
Mehmed Feyzi Efendi'nin bu hatırasını te'yiden, bizzat merhum Tahiri Mutlu Ağabeyden dinlediğim bir hatırayı da buraya dercetmek istiyorum. Tahiri Ağabey dedi: "Bir mahkeme celsesinde bir husustan dolayı, reis AIi Rıza Üstad'a karşı sertçe bağırdı. Hepimiz müteessir olmuştuk. Fakat Üstad hiç müteessir olmadığı gibi, bize de demişti ki: "Mahkemenin kalbini Risale-i Nur fethetmiştir. Reis bunu kasden böyle yapıyor, tâki kimse ondan şüphe etmesin.”
ŞAHİTLERDEN İKİNCİSİ: İnebolu'lu Selahaddin Çelebi'dir. Bu zat hatırasının bu kısmı için diyor ki:
".... Ankara'dan Üstad Hazretlerini Isparta'ya yolladıktan sonra, o günü öğle üstü vâli Nevzat Tandoğan'ın Belediye binasında bizi beklediğini bildirdiler. Hemen belediyeye götürüldük. İçeri girerken merdivende genç bir hanımla karşılaştık. "Sizde mi polissiniz?" diye sordum. Hanım: "Hayır, ben felsefe hocasıyım. Bediüzzaman'a bayram tebriki yazmıştım(53)" dedi. Arkamızdaki polisler "Konuşmayın!" diye bizi ikaz ettiler.
Belediyede başkan odasına evvelâ felsefe hocasını çağırdılar. Yirmi dakika sonra o çıktı, "beni serbest bıraktılar, Allah yardımcın olsun" dedi ve gitti.
Kapıda birinci şube müdürü bekliyordu. Emniyet umum müdürü Şinasî Bey kapıyı açtı ve bana gel dedi. İçeri girdiğimde Vali Nevzat Tandoğan
(52) Son Şahitler-2 S: 157-164
(53) Bu Kitabın Kastamonu hayatı kısmının son bölümlerinde, Üstad'ın mektuplarından birisinde bu tebrik mektubundan bahsedilmiştir. A.B.
1249
koltukta oturuyordu. On dakika kadar beni tepeden tırnağa süzdü. "Şinasî elektrikleri söndür!" dedi. Bir dakika sonra tekrar aç dedi. Başını iki tarafa sallayarak gözlüğünü çıkardı, tek camıyla baktı. Ayağa kalktı. "Yanıma gel!" dedi. Omuzumdan tuttu: "Nasıl olur, sen Cumhuriyet çocuğusun... böylesi kimsenin peşine takılırsın. Bunun gayelerini bilmez misin?" dedi.
Cevaben dedim ki: "Ben 1936 senesinden beri Kastamonu'da bu zatın ziyaretine giderim. Eserlerinden okudum ve neşrine çalıştım. Bu eserleri imanî ve Islâmî'dir. Siyasî ve menfî milliyetçilik yoktur. Milletimizin ve devletimizin aleyhinde en ufak bir kelime görseydim veya kendisinden menfi bir düşünceyi hissetseydim, ihbar eder ve herkesten önce ben düşman kesilirdim. Tamamıyla yanlış bir kanaata sahipsiniz!.. Eserleri Kur'an-ı Azim-üşşanın bazı ayetlerinin tefsirleriden ibarettir. Kastamonu'da onu herkes ziyaret ediyor. Polis karakolunun karşısında bir evde oturuyor. Polisler hergün gireni çıkanı görüyorlar.
Nevzat Tandoğan: "Kim Kastamonu valisidir!" dedi. Mithat Altıok, dedim.
Bunun üzerine, Mithat Altıok'u kasdederek: "Şinası, ne hayvanlar var!" dedi... Ve bana hitaben: "Madem ki eserleri imanidir" diyorsun. Mahkemeye verileceksiniz, orada tetkiki yapılır." dedi.
Kapıda bekliyen birinci şu'be müdürüne, mahkemeye sevk edilmemi emretti.
Mahkemeye gittik
Yanlarından çıktığımızda hava kararmış, iftar vakti çoktan geçmişti. Bizi iki polis refakatinde mahkemeye sevk ettiler. Gece saat onikiye kadar mahkeme salonunda bekledik. Nöbetçi hâkimi geldi. Tevkifim için gelen telgrafı, gündüzleyin Savcı Kemal buraya vermişlermiş. Bu telgrafın nereye konduğunu bilmiyen ve bulamıyan Savcı muavini, evine telefonla sorduktan sonra, telgraf bulundu ve mahkemeye alındık. TC.K: nun 163. maddesiyle karar verildi. Tevkif müzakkeresi elimize verilerek, gece saat 01.30'da Cebeci Cezaevinin karantina koğuşuna alındım "
İnebolu'ya Sevk
Bir hafta sonra, Zonguldak yoluyla İnebolu'ya sevk edildim. Refaketimde iki jandarma vardı. Trende siyasi mücrim diye hususi kompartıman açılmıştı. İnebolu'ya vardık, orada beni polise teslim ettiler. Emniyet dairesinde iki gün kaldım. Sonra savcılığa götürdüler. Said ismindeki savcı Ankara'da verdiğim ifadeyi tekrar ettirdi.. Ve nihayet İnebolu cezaevine gö
1250
türdüler. İnebolu cezaevinin alt katında diğer dokuz arkadaşlarla beraber ibadetimizi yapıyorduk...
Denizli'ye sevk emri gelmeden bir gün evvel, arkadaşlarımızdan bir ehl-i kalb olan İzzet Turgut: "Yarın gidiyoruz, hazır olun! Fakat merak etmeyin, beraat edip geleceğiz.” dedi.
Ertesi günü Anafarta vapuru ile İstanbul'a, oradan da İzmir vapuruna aktarma edilerek İzmir'e ve oradan da trenle Denizli'ye götürüldük.
Denizli'ye vardığımızda, halk teessüf içinde bizi selâmladılar. Bazıları: "Sizin başınızda öyle bir hoca efendi varki; Sorgu hâkimi sual sormadan, sorularına cevab verdi. Hiç bir kabahatiniz yoktur... Merak etmeyin, beraat edeceksiniz!" demişlerdi.
Nihayet Kastamonu, İnebolu ve İstanbul'dan getirilen biz Nur talebelerini bir araya, Ağır cezalıların kısmında büyük bir koğuşa koydular. Aynı günde Üstad Hazretleri küçük bir parça kağıda "Hoş geldiniz" diye bir pusula yazıp meydancı Adem Ağa ile gönderdi.
Mahkûmlar Namaza Başladılar
Kısa zamanda ceza evindeki bütün ağır cezalılar yaptıklarına nedamet ederek tevbe istiğfar ettiler ve beş vakit namazlarına başladılar. Hapishane dayısı Beylerbeyli Süleyman'a bir gün sormuştum: "Ne gördünüz ki, Hoca Efendi'ye karşı bu kadar hürmet gösteriyorsunuz?"
Cevaben demişti ki: "Ben buraya adam yaralamaktan sekiz aya mahkûm olarak geldim. Bir gece rü'yamda bir hoca efendi, "Süleyman sen iyisin. Fakat çok mağrursun ve nefsine güveniyorsun. Yakında cezasını çekeceksin" dedi. Hakikaten çok geçmeden hapishanede kavga olmuştu. Kavgada bir mahkûm ölmüştü. Bu hadiseden ben yirmi dört seneye mahkûm oldum... Bediüzzaman bu ceza evine gelince, bu zatın rü'yamda gördüğüm hoca efendi olduğunu anladım. Zaten Hoca Efendi de gelir gelmez mektup yazarak: "Burası bir hapishane değil, Medrese-i Yusufiyedir. İdareciler zebani değil, birer terbiyeci arkadaşdırlar. Bu günden itibaren gusledip tevbe edeceksiniz" diyordu.
Mahkûmlar Kur'an okumaya başladı
Bizim koğuş komşuları olan Ağır Cezalılaırın hepsi Nur talebelerinden Elif ba cüz'ünden başlıyarak Kur'anı hatmetmişlerdi. İstanbul'un meşhur hocalarından takva sahibi Gönenli Mehmed Efendi'den ders almaya başlıyan, dört adam katili Mehmed ismindeki mahkum, Kur'an'ı hatmetmiş ve
1251
"VED'DUHA'dan aşağısına kadar ezberliyerek imtihan kazanmış olduğundan, mahkûmlara imamlık yaptığını gözümüzle gördük.
Tahta kurusunu öldürmiyecek kadar salâh-ı hal
Denizli hapishanesinde, tavan beton olduğu halde, incecik yağmur gibi tahtakurusu ve sivrisinekler dökülüyordu. Sık sık süpürür ve dökerdik. Kağuştaki mahkûm Ağır cezalılar şikayet ederlerdi: "Adam öldürdüm amma, şimdi sivri sineği dahi öldüremiyoruz" diyorlardı.
Nur talebelerini görüştirmiyen Müdür Şevki
Cezaevi müdürü Sevki Bey, bizi diğer koğuşlardaki kardeşlerimizle görüştürmezdi. Ancak mahkemeye gidip gelirken görüşebilirdik. Yetmiş kişilik bir kafile, önümüzde Üstad Hazretleri... her defasında başka bir kişiyle Üstad'ı kelepçelerlerdi. Etrafımızda süngülü otuzdan fazla jandarma bulunurdu. Denizli'nin ali-cenab ve misafir-perver halkı geçtiğimiz yolların iki tarafını doldurur, göz yaşlarıyla teessürler içinde sevgilerini, başlarıyla da selâmlarını bildirirlerdi. Cezaevi yolunda eski bir mezarlık vardı. Üstad buradan her gelip geçtikçe fatiha okumadan geçmezdi.
Beraet Kararı
Son mahkemede, merhum Hâkim Ağır Ceza Reisi Ali Rıza Bey ve diğer azalar, bize kararın tebliğ edileceğini ve ayağa kalkmamızı söylediler. Karar okundu. Başta Üstad olmak üzere hepimizin beraetine oy birliğiyle karar verilmişti...
Mahkemeden çıkınca halkın büyük tezahüratı ve” Yaşasın Adalet" nidaları ve alkışları içinde mahemeden Cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık. Denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı oturuyordu. Çarşıdan faytonlar geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad, ikinci faytona Fevzi Pamukçu binmişti. Bu esnada doğu tarafından ağaçlar arasından bir süvari sür'atle geliyordu. -Ki ağaçların arasından öylesi sür'atle geçmek akıl işi olmadığındanşaşkına dönmüştük. Süvari tam Üstad'ın faytonunun sol arkasında aniden durdu. Atından indi ve Üstad'ımızın karşısında askerce sert bir selâm verdi. Bir kaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selâmla mahmuzları şaklattı. Ve atına binerek aynı istikamette, aynı şekilde sür'atle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu hadiseyi hep konuştuk ve hiç bir zaman çözemedik. Üstad'a sormaya da cesaret edemedik.
Hazret-i Üstad, delikli çınar nâmiyla anılan semtte bir otele yerleşti. Diğer arkadaşlarımızı Denizlililer evlerine götürdüler. Nefis yemeklerle ik
1252
ramda bulundular. Nur talebeleri Denizli'den ayrılmak üzere trene binmeden evvel, Denizli halkının toplayıp, Mustafa Hafız'a verdikleri bir mendil dolusu parayı getirmişti. Talebelere dağıtmak istedi. Fakat hiç kimse bu paraları kabul etmedi. Eşyalarımızı trene yüklerken, tüccar, zengin ve mevki sahibi bir çok zatlar bizzat yardım etmişlerdi.(54)”
ÜÇÜNCÜ ŞAHİDİMİZ: Isparta masumlarından kidemli Nur talebesi kâtip Osman lâkabıyla meşhur Osman Yıldırımkaya'dır. (R.H.)
Denizli hapis hadisesiyle ilgili ve Isparta'dan Denizli'ye sevk edilirken vukua gelmiş hadiselerle alâkadar hatıralarını şöyle anlatmaktadır:
"sparta'dan ayrılırken, beni Hüsrev Ağabeyle birlikte kelepçelemişlerdi. Yolda kelepçeli halde ancak sıra ile namaz kılabilmiştik. Üstadı da Savlı doksan yaşlarında Hasan dayı ile birlikte kelepçelemişledi. Hasan Dayı'nın yaşlılığı dolayısıyla yürümeye mecali yoktu. Üstad adeta adamcağızı sırtında taşıyorcasına zahmet çekiyordu. Hasan Dayı'ya: "Bana dayan, bana dayan!" diyordu. Zaten ihtiyar adamcağız da Üstad'a dayanarak yürüyordu. Üstad'ın yaşı o tarihte altmışbeş kadardı. (Üstad'ın yaşı o tarihte tam altmış altı olduğu kesindir. A.B.)
Böylece bizi Denizli hapsine götürdüler. Hapishanede Hafız Ali Efendi, Denizli köylülüğünden Pekmezci diye anılan bir adama Kur'an öğretiyordu. Adam bir türlü okuyamıyordu. "Yüvesvisü" kelimesini "Yüvesvisi" şeklinde okumaktan kurtulamıyordu.
Bir gün Hafız Ali adamcağıza hiddetlendi ve "Haydi kalk git!" diye kızdı.. Adam ise, "beni hatmettirmeyince buradan çıkamazsınız" diye mukabelede bulundu.
Böylece acı tatlı bir çok hatıralarımız geçti. Dokuz aylık Denizli hapsi düğün bayram gibi geçti. Bir gün Üstad'a biraz gülyağı hediye etmiştim. O da ağzıma iki çay şekeri koydu. O şekerin lezzeti ve tadı hâlâ ağzımdadır desem, mübalağa etmiş olmam.(55)”
DÖRDÜNCÜ ENTERERASAN ŞAHİDİMİZ: Beylerbeyli Süleyman Honkâr'dır.Bu zat, Denizli hapsinde Üstad'la ve Nur talebeleriyle tanışmış, Islâh-ı hal etmiş bir zattır. Hatıralarından bazı kısımlar dercediyoruz:
"... Üstad Denizli hapsine gelmeden önce, bir gün savcı muavini Cemil Söylemez, hapishane müdürü Şevki Bey hapishanenin içine geldiler. Arka
(54)Son Şahitler-1 S:136-141
(55) Son Şahitler-2 S: 210
1253
larında Tabib, Başgardiyan ve Başçavuş da geldiler. Bize: Şark'tan bir Bektaşi geliyor!.. Bununla kimse konuşmayacak. Konuşanlara dayak attıracağız, işkence edeceğiz." dediler.
Sonra Üstad'ı getirdiler. İlk olarak Ferani meydanında karşılaştık. Biz hapishanenin üç bölümü arasına düşen kısma Ferani diyorduk. Orada Hazret-i Üstad bir iskemle üzerine oturdu. "Hoş geldin Hoca Efendi" dedik. Ben hemen, çay kahve ne içersiniz dedim: “Kahve içmem dedi. Hemen çay temin ettik. Oradan sonra umumî tuvaletin olduğu yerde iki üç gün Üstad'ı yatırdılar. Oraya bir yatak ayırdılar. Sonra Üstad'ı münferid yere aldılar. Bizim konuşmamıza engel olacaklardı. Bizi Üstad'la görüştürmeyeceklerdi. Biz ise, Üstad'ı gördükten sonra, sehpaya gideceğimizi bilsek bile, Üstad'la görüşeceğiz dedik.” sizin sözlerinizi dinliye dinliye ömrümüz hapishanelerde çürüdü. Biz öyle birisini arıyorduk. Allah Hazret-i Üstad'ı bize yolladı.
Üstad Hazretleri münferid yere gitmişti. Orası tek kişilik yerdi. Ufak suç işliyenleri, o birer kişilik yerlere tıkıyorlardı. İşte Üstad'ı da öyle bir yere koymuşlardı. Tabiî kapılar kapanınca, idareden gören olmuyordu. Biz birbirimizin yardımıyla pencerenin önüne çıktık, elini öptük,
hatırını sorduk. O zaman Hazret-i Üstad: "Kardeşlerim benim yüzümden zarar görmeyin, lâf duyarsınız, size işkence ederler.” dedi.
Biz, "Hayır Hocam! Siz hiç üzülmeyin. Biz Korkmayız. Herşeye razıyız" dedik. Üstad da "Kardeşlerim sağolun, hoşbulduk" dedi.
Pencereye bir kişi çıkamazdık. (Yani Üstad'ın üst kattaki penceresine) Birbirimizin üstüne basarak çıkardık...
Sonra İstanbul'dan, Kastamonu'dan da hocalar geldi. Onları da karşıladık. Ve arkadaşların rızalarıyla bir koğuşu boşalttık. Temizlettik ve onları yerleştirdik... Böylece beraete kadar hep beraber kaldık.
Sadık Bey de vaktiyle aynı bizim gibi kötü yoldan dönmüşlerdendi. Dedesi Plevne kahramanı Sadık Paşa imiş... Daha sonra Sadık Bey, Üstad Kastamonu'ya geldiği zaman ona talebe olmuş...
Biz Sadık Bey'le çok iyi arkadaş olduk. Üstad'da bana çok itimad ederdi. Bir daktilo getirtmiştik. Üstad'ın müdafaalarını hep Sadık Bey okur, Mümtaz Beyde daktilo ile yazardı. Ben de sağı solu gözetlerdim....(1)"
Süleyman Honkâr'ın hatıraları çoktur ve uzundur. İsteyen Son Şahitler'de okuyabilir.
(1) Son şehitler -1 S: 181
1254
BEŞİNÇİ ŞAHİDİMİZ: İbrahim Fakazlı...1938'li yıllarda Risale-i Nurla ve Üstad Bediüzzaman'la tanışıp Nura talebe olmuş olan bu zat, Denizli hapsi hadisesiyle ilgili hatıralarında şunları kaydeder:
"... O ne dehşetli günlerdi... Ezan Türkçe okunuyor, bazı hocalar tarafından bunun müdafaası da yapılıyordu. Camilere gelenler çok azdı. İhtiyarlar namazdan sonra kaçarcasına dağ'ılıyorlardı. Bir Elif cüz'ü ele geçirip de okuyabilmek bir meseleydi. İslâm kelimesini ağzına almak müthiş bir cesaretti...
Denizli hadisesinde bizi de hapse attılar. Ramazan-ı şerifin 19. günü bir pazar sabahı polis ve jandarmalar evimizi bastılar . ( Ki aynı gün hz. üstadın da Kastamonu da evi basılmıştı.) Üç ay kadar İnebolu hapishanesinde kaldıktan sonra, deniz yoluyla İstanbul'a, oradan da İzmir'e, daha sonra trenle Denizli'ye geldik. Trende bitişik kompartımanlarda Denizli tüccarları hep Üstad'dan bahsediyorlardı.
Hapishaneye vardığımızda, dehliz gibi bir aralıktan geçerken Üstad bizi gördü ve bize hitaben: "Merak etmeyiniz kardeşlerim" diyerek bizi teselli etti.
Bizler hapishaneye gelmezden önce, burada şöyle bir hadise cereyan etmiş: Üstad abdest almaya çıkarken, pencereye üşüşen mahkûmlar, kendilerine nasihat etmesini istemişler. Üstad ise, hiç sesini çıkarmamış. Bu hal mahkûmlarda üç defa tekerrür edince, "Gidin temizlenin" diye Üstad söylemiş.
Süleyman Efe ismindeki mahpusların başı, onları toplamış, yetmiş seksen kadar mahkûmlara: "Söyleyin ulan içinizden hanginiz pis?" nihayet içlerinden birisi, üç aydır yıkanmadığını
söylemiş. Süleyman Efe hiddetlenmiş, adama bağırarak hemen git yıkan demiş.
Daha sonra, Üstad bunların yanından geçerken, yine nasihat etmesini istedikleri zaman, onlara namaz kılmalarını söylemiş. Mahkûmlar hep bir ağızdan hiç bir şey bilmediklerini ifade etmişler. Üstad da onlara "peki, benim talebelerim gelecek... Onlar size namaz kılmasını öğretirler" demiş.
"Bizleri bir kaç gün karantinada beklettikten sonra avluya çıkarttılar. Üç yerden bir yer seçecektik. Kararsızdık, "Nereyi seçelim" diye düşünürken, Ağır cezalıların başı Süleyman Efe ve arkadaşları, bizim yataklarımızı alıp götürdüler. Temizlettirip, badana ettirdikleri bir odaya herkesi kendilerince sıraya dizip yerleştirmişlerdi. Biz de çaresiz onların hazırlattığı yere gittik. Herkesin kendi yatağının önüne diz çöküp oturabileceği tahtadan yerler yapmışlardı.
Üstad'la aralarında geçen konuşmalarını anlattılar. Biz her bir mahkûma Kur'an'ı okutmaya ve ilm-i hal öğretmeye başladık. Zekâsı aşağı olanla
1255
ra, zeytin çekirdeklerinden yaptıkları kendi tesbihleriyle kelime-i tevhid çekmelerini öğrettik.
Her akşam dualarımızı, evradlarımızı okuduktan sonra, bir de bir hatim yapıyorduk. Süleyman Efe, adamlarından bazılarını bize hizmetçi tayin etmişti. Fakat ekseriyetle biz onlara iş yaptırmazdık. Ancak ihtiyar ve hasta olanlar iş yaptırırlardı. Yattığımız yerde çok tahta kurusu vardı. İliştikçe hücumlarını çoğaltıyorlardı sanki...
Dokuz ay sonra beraet edip çıktık. Tahliye günü hapishanenin önü bayram yeri gibi oldu. Denizli halkı çok âlicenablık gösterdi. Bizleri evlerine götürüp misafir ettiler.
Nur talebeleri memleketlerine gidiyorlardı. Bir arkadaşın maddî durumu zayıftı. O arkadaş için yol parası temin etmeye çalışıyordum. Bu arada zengin bir tüccar, elinde bir mendille oraya gelmişti. Bu parayı muhtaç olanlara dağıtmak istiyordu. Mendilde iki demet para vardı. Ben kırk lirasını alıp gerisini iade etmek istedim. Fakat o zat ısrar ediyordu. Elindeki bir mendil parayı dağıtmak istiyordu. Ama kimse dönüp bakmıyordu.
Dostları ilə paylaş: |