47 Cİld yediNCİ BÖLÜM



Yüklə 2,61 Mb.
səhifə39/72
tarix30.05.2018
ölçüsü2,61 Mb.
#52083
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   72

(205)Son Şahitler-1 S: 362-398

1159


ÖNCELERİ KÜRTLERE KARŞI BİR NEFRET, SOĞUKLUK BENDE VARKEN...

Üstadımızın lisan-ı kalı gibi, hali de bedi' olduğundan onu gören hayretle ona bakardı. Çünki kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemaili hiç hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman, Orta okulda talebe olduğum halde, kıyafeti bende öyle te'sir bırakmaştı ki; ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallidlerine kaşı içimden bir nefret hasıl olmuştu.

Hatta önceleri Kürtlere karşı bende nefret hissi, bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler, hakir görürler. Elekçilere, çingenelere de Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimi, şefkatli, ali-cenab, imanlı, Merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra; fakirlere, Kürt denilen kimselere; İman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet ve bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemiyen kimselere karşı bir sevgi hasıl olmuştu.

Zulmün şiddetli devrinde, polisten, jandarmadan çok çekinildiği zamanlarda, aynı eski kılık kıyafetiyle ve sert ve dik adımlarla polis nezaretinden vali konağına doğru gidişini(Üstad'ın) ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişimi hiç unutmam.

O zaman ben ve birkaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı yüzünden ve her halinden okunan bu vatanın kahraman evlâdı; halıyla ,tavrıyla müstevlilerin medeniyet nemına telkin ettikleri sehtekar zihniyete azimla karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman düşünemiyordum. Fakat içimde dinsizlere, din aleyhindekilerine karşı bir nefret hasıl olmuştu.

Üstad'ımın lisan-ı hali bana bu dersi verdiği gibi; onun daima Allah'a iman, ahirete iman, Kur'an'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin etmesi, zihinlere nakşediyordu...(205)"

ABDULLAH AĞABEYİN BAŞKA BİR HATIRASINDAN

"1943 senesi baharında, okulların ta'tiline yakın, ziyaretine gitmiştik. Bize uzun ahlâkî ve imanî dersler verdikten sonra, söylediği şu sözlerini hiç unutmuyorum:

"Kardeşlerim,çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere gideceğim. Belki bir daha görüşemeyiz. Bir zaman gelecek her tarafta Risale-i Nurun talebeleri bulunacak... birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayınız."

(205)Son Şahitler-1 S: 362-398

1160

Üstad'ın bu şekildeki konuşması bana çok te'sir etmiş, çok üzülmüştüm.



Çok üzüldüğimü görünce : "merak etmeyiniz! İnşallah yine görüşürüz" dedi.

Üç ay sonra ta'til bitmiş, Araç'dan tekrar Kastamonu'ya, okula dönmüştük. Ziyaretine gitmek istedim. O zaman talebelerinden Çaycı Emin bey'e tenbihatta bulunmuş" beni ta'kip ediyorlar, kimse gelmesin" biz de bu sebebten yanına gidemedik.

Bir gün Kastamonu lisesi bahçesinde teneffüste iken, caddeden bir faytonla onu götürüyorlardı. Yanında hasırdan bir zenbil, bir ibrik ve çaydanlık gibi basit bir kaç eşyası vardı. Sonra fayton durdu ve indiler. Yanında bir jandarma çavuşu ve bir kaç polis vardı.

Bu hadiseden kaç gün geçti bilemiyorum... Bir gece saat oniki sıralarında evlerimiz sarsılıyordu. Zelzele başlamıştı. Bu şekilde sarsıntı on-beş gün kadar devam etti. Halk "Hoca Efendi iyi bir insandı... Ona iliştikleri, zulm ettikleri ve ona iftira ettikleri için bu zelzele oluyor" diyorlardı...(206)”

Abdullah Yeğin Ağebeyin uzunca olan hatırat ve maceralarını kendisinden defalarca dinlediğimiz gibi, onun hususî hatırat defterinden de okumuşumdur. Ayrıca kendisi yazarak N. Şahiner'e gönderdiği kısımları Son Şahitler-1 ve Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi kitaplarında da neşredildi. Burada sadece Kastamonu hayatına dair kısmı seçildi. Geri kalan bölümler, Emirdağ, İstanbul ve Urfa hayatına aittirler. Onlar da tarihleri sırasında yazılacaktır, inşaallah.

Kastamonu'da Abdullah Yeğin Ağabey başta olmak üzere, lise gençlerinin sual ve istifsarlarına cevab olarak Üstad'ın verdiği dersler ve bilâhare kaleme alınıp "Gençlik Rehberi" eserinin esasını teşkil eden o parçalar, ilerde "Üstad ile gençler" bölümünde kısmen kaydedilmeye çalışılacaktır.

ALTINCISI : 1927 yılı içerisinde vuku' bulan Motki-Sason bölgesindeki şapka ve harf inkılabına karşı ayaklanmada, hükûmet tarafından başlatınlan tep

Bilinmiyen Taraflarıyla Said-i Nursi, 6. Baskı S: 317;

1161

leme ve imha harekatı neticesinde, 1929'da Garbi Anadoluya nefy edilep, 1928 affı dışında bırakılan ve sonra 1928'deki Dersim isyanı sebebiyle 1929'da Kastamonuya sürgün ve mûhacir gönderilen Bişar ağanın (Bişarey çeto) -Kardeşi Nadir Baysal ve Ahmet Ataklının Üstad Bediüzzamanla ilgili müşterek hatıraları şöyledir:



“1939'da Kastamonuya nefyedildik. Memleketteki mal ve mülkümüz yakılıp yıkıldığı için, perişan ve çok düşkün bir halde idik. Kastamonuda hiç kimseyi tanımıyoruz. Sonra duyduk ki burada Molla Said-i Meşhur vardır. Bişâr ağa ile ikimiz (yani Ahmet ataklı) perişan bir vaziyette Seydanın yanına gittik. Bizi o halde görünce çok üzüldü. Hükûmetin (daha evvel) ona tahsis ettiği şehir kenarındaki evini bize verdi.. ve bize: “üzülmeyin evlatlarım, bütün yakılıp yıkılan mal ve mülkünüz sizin için sadaka hükmüne geçti.”

Ben (Ahmet Ataklı) hammallık yapıyordum. Bende (Nadir Baysal) küçük olduğumdan, çaycı Emin ağabeyin yanında çıraklık yapıyordum.

Kastamonuya gelen sürgünler arasında Kurtalanlı zengin aileye mensub Yusuf Efendi (*) de vardı. Birgün bu zat geldi, benden biraz para istedi. Onun parama bir ihtiyacı olmadığını biliyordum. Bunun ne olacağını sordum, dedi ki:

“Ben Bediüzzaman Hazretlerine iki karpuz alıp hediye götürmek istiyorum. Adana karpuzları yeni çıkmıştı. Bizde adettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvelerinden götürürüz. Parama haram karışmış olabilir. Sen hammallık yapıp helal para kazandığın için üstad Hazretleri belki seninkini kabul eder.

Yusuf Efendi benim cüzdandan biraz para aldı gitti. iki karpuzla geldi, doğruca Bediüzzaman'a gittik. Yusuf Efendinin elindeki karpuzları gören Üstad, hiddetle dediki: “nedir onlar?”

O da: “Afedersiniz, bizim tarafta adettir, Alimlere ,Şeyhlere, mevsimin ilk meyvelerinden götürürüz, eğer kabul buyurursanız size getirdim” dedi.

Üstad: “Yusfu Efendi, benim kimseden hediye kabul etmediğimi biliyorsun, adetimi niye bozmak istiyorsun.” dedi.

Hazret-i üstadın şu sözleri karşısında üzgün vaziyette beklerken, Üstad bir elini kaşlarının üstüne koydu ve biraz düşündü.. ve sonra: “Ben sizi karpuzlarla geri gönderecektim. Fakat Muhacir Fakir ahmedin kalbini kırmamak için kabul edeceğim” dedi.

(*) Bu Yusuf Efendi, Yusuf Topraktırki Lahikalarda Hz. Üstada hitaben yazdığı mühim bir mektubu vardır. O mektubun bazı kısımları Üstadın Kastamonu hayatında (bu kitapta) dercedilmiştir. A.B.

1162


Fakat Üstad o karpuzları yememiş, uzun müddet bir iple tavana asmıştı.

Bir gün Yusuf Efendi bir yakını ile birlikte Üstadın ziyaretine giderler. Üstad o karpuzları onlara ikramen yedirir.

Birgünde, Kastamonu başkomiserlerinden Alyakutlu Hafız, Hz. Üstada karşı bağırarak demiş ki: “Sen hep Kur'an okuyorsun, latin harflere hiç bakmazsın, sarığınla duruyorsun. Ben senin sarığını boynuna takıp seni birgün çarşıda dolaştırarak rezil edeceğim.”

Molla Said-î Kürdi ise ona: “Bana karışma, benden elini çek” demiş.

O ise: “Senden vazgeçmem, bütün hocalar şapka geydi. Sen kanunlara karşı geliyorsun vesaire“ dedi.

Bunun üzerine Hz. Üstad çok garip bir şekilde celallandı ve komisere:

“Münafık, sen bana ve Kur'ana hiç birşey yapamazsın” dedi.

Etraftakiler, Üstadın bu hiddetinden ürpermekte iken, Komiser Hafız aniden karnını tuttu ve sancılanmaya başladı. Doktora götürdüler, müdahale vesaireye rağmen kurtulamadı, öldü.

(Not: Bu Hafız Nurî ismindeki komiserin macerasını Kastamonulu sair talebelerde anlatmışlardır.)

Motkili Nadir Baysal ise, Kastamonuya geliş hikayelerini ve Üstadın ilkin kalmış olduğu evine yerleştiklerini ve ağabeyisi bişarın Üstadla sıksık görüştüğünü aynen Ahmed Ataklı gibi anlattıktan sonra şöyle der:

“Ben Kastamonuya ailemiz sürgün gittiği zaman 12 yaşındaydım. Üstadın hususî işlerini çok görürdüm. Ağabeylerde bana bazı işleri yaptırırlardı. Çünkü küçüktüm, benden şüphelenmiyorlardı. Bazen ziyaretçileride Üstada dolanbaçlı yollardan götürüyordum.

Birgün ağbeyim askerlikten gelmiş, Üstadın ziyaretine gitmişti. Onun ifadesine göre, Üstadın yanında üç tane misafir varmış, bir mevzu' konuşuyorlarmış. Üstad birden hiddetli bir şekilde raftaki Kur'anı göstererek: “Benim yanıma bunun için gelen, baş ve göz üstüne; başka maksatla kimse gelmesin! Ben muskacı, şucu bucu değilim” demiş. Adamlar da kalkıp gitmişler.

(Not : Şu ahirki hadiseye, Hz. Üstad Kastamonu Lahikasında şöyle temas eder. “Birgün yanıma birkaç adam geldiler... Ben bunlara ne edeyim ve diyeyim...ilh”)

(Son Şahitler-4, Sh.282-286=s.Ş=5,Sh.129-130)

YEDİNCİSİ: Kastamonu-Devrekânîli Ahmed Kureyşî Hz.Üstadla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

1163


(Manisalı muallim Maksud Belen rivayeti ile N.Şahinerin Son Şahitler 4 ve 5 deki haberi müştereken şöyledir)

“(Mealen) Ben Kastamonuda Üstadı ilk gördüğümde bana “Küçük Sözleri” vererek “bunu yaz, hemen bana getir” demişlerdi. Eseri yazdım, babamla kendisine gönderdim. Yedinci Sözün dua kısmında bana dua ederek “Ahmed Kureyşi” diye yazmış. Ben belki Üstad beni ilk olarak gördüğü için ismimi unutmuş olabilir, fakat baktım, Dokuzuncu sözünde dua kısmında, yine aynı şekilde “Ahmed Kureyşi” demiş.

Sonraları kendisine gittim, bana “Sen Arapsın, Seyyidsin” dediler..Biz bunu hiç bilmiyorduk.

Bilahare eski kitaplarımızın arasında “Seyyid” olduğumuzun vesikası elimize geçti.

Maksud Belen derki: “Ahmed Kureyşi Ağabey İzmir-Kemeraltı Camiinde hadiseyi bizede anlattı ve şeceresinide gösterdi.”

Yine Ahmed Kureyşi Ağabey der ki: “Bir ziyaretimde Üstad bana şöyle buyurmuşlardı: “Bize bu yakınlarda bir hal olursa, seni buraya vekil bırakacağım, vazifen var.”

Aradan 15 gün geçti. Denizli hadisesi çıktı. Herkesi aradılar ve topladılar, bana birşey olmadı. Bir zaman sonrada, sağa-sola gidip kardeşleri teselli etmeye çalıştım..”

(Son Şahitler-5, Sh.124-125)

ÜSTADIN KASTAMONU HAYATININ ÖZETİ

Üstad, Tarihçe-i Hayatı'nın - Merhum Abdurrahman'ın yazdığından başka - yazılmasını, denizli hapsinde bir ihtar-ı manevî ile talebelerine arz etmesiyle başlıyan hazırlık ve düşünce; Denizli hapsinden sonra, Kastamonulu Sadık Bey in o mevzu’ üzerinde önemle durması ve Üstad'ıyla bu konuda yaptığı muhaberelerden sonra, kendisine ve Feyzî Efendi'ye havale edilen Kastamonu Hayatı bölümünü Feyzi Efendi ve Emin'in beraberce çok hülâsalı olarak şu aşağıdaki parçayı kaleme aldılar ve Emirdağı'na Üstad'a gönderdiler. O zaman bir lahika mektubu şeklinde neşredilmişti. Bir zaman sonra da, Büyük Tarihçe-i Hayat'tâ(207) dercedildi. Bu parça, Üstad'ın Kastamonu hayatının çok güzel, hülâsalı bır fihristesi, bir fezlekesini dile getirdiği için, bu makamda derci münasib görüldü. Lahikada neşredildiği şekliyle kaydediyoruz.

Büyük Tarihçe sh: 264

1164


PARÇA BUDUR

"Risale-i Nurun gayet ehemmiyetli bir şakirdi ve çok zaman sır kâtibi(208) Mehmed Feyzî'nin ve sekiz sene Süleymanlar gibi sadakatla nurlara ve bize Mehmed Feyzi ile beraber hizmet eden Emin'in bir fıkralarıdır. Onların hatıraları için hiç ilişmedim. Üstadları hakkında çok ziyade hüsn-ü zanlarını kırmadım. Aynen lahikaya geçebilir. Said-i Nursî

Çok sevgili, Çok kıymettar, çok müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Evvelâ:Leyle-i Mi'racınızı tebrik eder, el ve ayaklarınızdan öper, kusurumuzun affını rica ederiz.

Saniyen: Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki: Kur'an-ı Hakîm otuz üç âyâtının i'cazkâr işarâtıyla, İmam-ı Ali'nin (R.A) Celcelutiye ve Ercüzesinde kerametkâr delâletiyle, Gavs-ı A'zam kuddise sirruhu beşaretkâr beyanatıyla; Üstadımızın tecrüme-ı halini ve Risale-i Nurun hakikî mahiyetini beyan etmişler. Üstadımızın şahs-ı manevisini bilmek isteyenler, Risale-i Nurun işarât-ı Kur'aniye ve Keramât-ı Aleviye ve beşaret-i Gavsiye Risalelerini, eğer mümkin olursa risale-i Nurun sair eczalarıyla beraber dikkatle tetebbu' etmeleri lâzımdır.

Yalnız bizim Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat'iyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakime mazhariyetle; Kur'an-ı Hakimin hazinesinden nail olduğu hakaik ve maârifi, yegâne tahdis-i ni'met maksadıyla beşere ilân eden bu âllâme-i zûfunûn Bediüzzaman Hazretleri, ahlak-ı Muhammediye ile (A.S.M) tahalluk etmiş nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın en mümtaz ve müstesna bir timsal-i mücessemi olarak bu asırda bulunmuş.. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir uluvv-ü himmet ve sekînet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış.. Gınay-ı kalbî ve tevekkül ve kanaâtı harikulâde ve maişet ve kıyafeti pek sâde ve mekârim-i ahlâkı pek fevkal'âdedir.. Dünyaya zerre kadar meyl ve muhabbet etmez, Hem öyle bir tarda izzet-i ilmiyeyi hayatında muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar etmemek hayatının mühim bir düsturudur. Dünya kendilerine teveccüh etmişte, o ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle iffet ve nezaheti daima muhafaza eder... Sadaka, zekât ve hediyeleri almaz...

1165

Biz yakinen biliyoruz ki; Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukarı evin icarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiç bir suretle hediye kabul etmediler.



Hem üstadımız tekellüf ve ta'azzumdan asla hoşlanmazlar. Talebelerinin de tekellüf kaydından âzâde olmalarını emreder ve buyururlar ki: "tekellüf şer'an ve hikmeten fenadır. Çünkü tekellüf sevdası insanı hadd-ı ma'rufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olanlar bazen hodbinane bir tezahür ve tefahür ve muvakkat ve soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmazlar. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler."

Hem Üstadımız gayet mütevazi'.. tefevvuk ve temeyyüz daiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus safî meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlidir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i halisanede bulunurlar.

Mübarek yüzlerinde mehabet ve beşaşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber asâr-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazen tecelliyatın muktezası olarak, mehabet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki; artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın adeta dili tutulur da, ne demek istediği anlaşılmazdı. Bu âcizler çok defa bu hali müşahede ettik.

Üstadımızın az söylemek adetidir. Fakat söylediği veciz sözler, herhalde düstur-u hikmet olarak pek manidar, pek şümullu birer câmi-ül kelimdir.

Üstadımız ne kimseyi zem eder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zannâ mâliktirler ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene: "Hâşâ bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle sözü söylemez" buyururlar.

Üstadımızın nefisle mücahedede o derece bir rüsuh ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek derecede az yerler ve az uyurlar. Gecelerde sabaha kadar calib-i dikkat bir hâl-i hâşiane ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış bu adetleri tehalüf etmez. Teheccüd ve münacât ve evradlarını asla terk etmezler.

Hatta bir Ramazan-ı Şerifte, pek şiddetli hastalıkta, altı gün savm-ı visal içinde ubudiyetteki mücahedelerini terk etmediler. Komşuları her zaman derlerki: "Biz sizin Üstad'ınızın sekiz

sene, yaz ve kış geceleri aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münacaat seslerini dinler, böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık."

1166

Hem Üstadımız taharet ve nezafet-i şer'iyyeye son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunurlar. Asla mübarek vaktini boş geçirmez, ya Risale-i Nur te'lifiyle veya tashihiyle meşgul veya münacaat-ı Cevşeniyyeyi kırat veya secdegâh-ı ubudiyette kaim veya tefekkür-ü Âlâ-i İlâhi bahrine müstağrak bulunurlar.



Ekseriyetle yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda hem Risale-i Nur tashih ederler, hem de bu aciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler, tashih için hatalarını söylerler.. ve yahut eski müellefatından birisinden ders verirler. Bu suretle yolda mübarek vaktini vazifeyle geçirirlerdi.

Evet, biz i'tiraf ediyoruz ki; Üstadımızın nutkundaki letâfet ve ülfetindeki halâvet o derece feyizbahş idi ki; insan sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sıkılmak ihtimali yoktu.

Hem Üstadımız Risale-i Nurun hizmetini herşeye tercih ederler, buyururlardı ki: "Yirmi senedir Kur'an-ı Hakimden ve Risale-i Nurdan başka bir kitabı ne mütelaa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum. Risale-i Nur kafi geliyor.”

Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur'aniye kalb-i münevverlerine ilham ve ilka-i küllî ile ifaza olunur da; Kur'an-ı Muciz-ül Beyandan başka neye muhtaç olur. Bunda şüphesi olanlar, Risale-i Nura dikkat etsinler. Cenabı Hak Üstadımıza Risale-i Nurun te'lifinde öyle bir iktidar-ı bedi’ ihsan etmiştir ki; bu herkese nasib olacak hasletlerden değildir. O güzelim Nur Risaleleri her biri gurbette hem hastalık içinde, dağda bağda kâtipsiz, tahammülü müşkil gayet ağır şerait dahilinde zahirî nice müşkilâtlarla meydana gelmiş de, mü'minlerin imdadına yetişmişlerdir. Fakat Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki; İnayet-i İlâhiyye harika bir tarzda fevkalâde bir muvvaffakiyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki, Cenab-ı Hak Üstadımıza kâinatı bir kitap, sema ve arzı birer sahife gibi keşf ve şuhudla bihakk-il yakin okuyacak bir iktidar vermiş, mahz-ı inayetiyle böyle kudsî bir esere sahib kılmıştır.

Evet, âyât-ı teşri'iyeyi havî Kur'an-ı Mu'ciz'ül-Beyanın hakaik ve maârifini.. ve âyât-ı tekviniyeyi şâmil kitab-ı kebir-i kâinatın vezaif ve ma’anisini beyan edip, marifetullahın en yüksek derecatına uruca nev'i beşeri teşvik eden ve bugün ki günde ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i ilâhî ile ihtizaza getirecek kadar harika bir eser-i bedi'a, bir serayan-ı seria olan Risale-i Nurla neşr-i hakaik eden bu vücud-u mes'udla beşeriyet iftihar etmek lâzım gelirken; çok gariptir ki ehl-i şekavet tarafından zehir verilmeye cesaret, taş attırılmaya bile cür'et ediliyor.

Evet, sırrı ile Enbiyanın vârisi

1167

olanların türlü türlü belâlara uğramaları hikmet-i ilâhiye iktizasından olmasıyla; O zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice nice belâlara hedef olmuştur. Hatta Kastamonu'ya ilk teşrif ettikleri zaman, çocuklara bedbaht bir şakî tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş attırmışlar. Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ululazmane sabır ve tahammül eder. Hem safay-i sadre ve selâmet-i kalbe malik olduklarından, o



çocuklara dahi hiddet etmeyip, buyururlardı ki: "Bunlar sûre-i Yasin den mühim bir ayetin nüktesini keşfıme sebep oldular" diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duası berekâtıyla şayan-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görseler, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.

Hem Üstad'ımızın harika haleti ve şâyân-ı hayret garaib-i ahvali başta Risale-i Nur olarak pek çoktur. Evet biz i'tiraf ediyoruz ki; Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa bizi haberimiz olmadan bir meseleden şiddetle, telâşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlardı. Sonra günler geçtikten sonra, aynen Üstadımız'ın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi.

Bazen Üstadımız'la dağa gittiğimiz zaman, daha dönmek zamanı gelmeden birden bire Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: "Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar.” Hakikaten şehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur şâkirdi bizi beklemekte veya birkaç defa gelmiş gitmiş diye komşular haber verirlerdi.

Yine bir gün Mevlânâ Halid Hazretlerinin küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden gelen mübarek bir hanım (Asiye Hanım) yanında çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini Ramazan-ı Şerifte teberrüken Üstad'ın yanında kalsın diye Feyzî ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize, yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakk'a şükretmeye başlar. Feyzi'nin hatırına gelir ki: "Bu Hanım benim ile yirmi gün için gönderdi. Üsad'ım neden sahib çıkıyor?" Hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, Feyziye der ki; "Üstad'ın hediyeleri kabul etmediğinden bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur. Canımız dahi feda olsun" der. O kardeşimizi de hayretten kurtarır.

Evet, mübarek Üstadımız, o cübbeyi Mevlânâ Halid den sonra. Vazife-i tecdid-i dinin kendilerine intikaline zahir bir alâmet (209) telâkki ederek,bilâ tereddüt sahip çıkmış olmalıdırlar. Hem öyle olmak lâzım... Çünkü: Hadis-i sahihde

(209)Az yukanda Mevlânâ Halid'in cübbesi bahsinde, zuhûr etmiş pek acib tevafuklar da bu hakikata kat'i işaret etmektedirler. A.B.

1168

buyurulmuş. Mevlânâ Halid Hazretlerinin velâdeti 1193, Üstadımız Hazretlerinin ise, 1293'dür.Bu hadisin tam izahı Risale-i Gavsiye'de vardır.



Yine bir zaman Feyzî, İstanbul'da gayet câzibedar bir âlimin dersine kapılarak orada kalmak niyet etmiş. Fakat acaba Üstad'ım müsaade edermi? diye mütereaddit iken; O günlerde buradan bir Risale-i Nur şâkirdinin Feyziye yazdığı mektubunu Üstadımız görürler. O mektubun zeyline: "İstanbul Eski Said-i bilir, Yeni Said'in kardeşi Feyzi'yi aldatıp kendine çekmesin. Risale-i Nur razı değil.." diye yazmışlar. Feyzî İstanbul'da bu mektubu alınca birden ayılır, aklı başına gelir. Üstad'ından, kusurlarının afvını ister.

Yine Denizli hapsi vakaasından evvel, arasıra lâtife tarzında bizlere hususan Feyzi'ye Üstad'ımız buyururlardı ki: "Cezanız var, tokat yiyeceksiniz. Hapse gireceksiniz.” diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip, hem bizi ikaz, hem kablel-vuku' bu muhim hadiseyi keşfen beyan ediyorlardı. Hakikaten çok geçmeden Üstadımızın dediği gibi çıktı.

Yine Denizli hapsinden evvel buyururlardı ki: "Kardeşlerim çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene(210) oluyor. Bu sene herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere nakledileceğim" diye Kastamonu'dan teşrifini haber veriyorlardı.

Hem Denizli hapsi musibetinden evvel Üstad'ımız buyururlardı ki: "Kardeşlerim, Risale-i Nura bir kaç cihette hücum hissediyorum. Ziyade ihtiyat ediniz!" Hakikaten çok geçmedi, İstanbul'da bir ihtiyar hoca bilmiyerek, bir risalenin bir meselesine itiraz ediyor. Sonra eski Fetva Emini merhum Ali Rıza Efendi Hazretleri o hocanın itirazını reddediyor ve Risale-i Nurun hakkaniyetini tam tasdik ediyor.

Bir müddet sonra, birden hayvan (at) ürküp Üstad'ımızın mübarek bacağı incindi. Aylarca ızdıraplar içinde vazife-i ubudiyetini ve Risale-i Nurıın hizmet-i kudsiyesini çok müşkilâtlarla ifa edebildi.

Sonra, tekrar dağda müthiş bir zehirlemeden gayet ağır bir surette hasta iken, Denizli hapsi tevkifi meydana çıktı. Fakat o Ferd-i ferid tahammülü pek müşkil ve dehşetli halde hem hizmet-i imaniye ve Kur'aniyedeki azm-ı metnini, hem ubudiyyetteki vazifesini ifaya son derece gayret edip, asla fütûr getirmeden ulul-azmane bir sabırla ispat ediyordu.

Yine üstadımız, tevkifimizden evvel mükerrer buyururlardı ki: "Ehl-i dünya Risale-i Nura ilişmesinler. Eğer ilişirlerse, âfatların hücumuna sebep olurlar." Hakikaten herkese malûmdur ki; Risale-i Nur şakirtleri tevkif edi

(210)Hicri hesapta hakikaten sekiz senesi dolmuş oluyordu. Amma sabit hesab olan miladi veya Rumiye göre yedi buçuk senesi tamam oluyordu. A.B.

1169

lir edilmez, her tarafta afetler, zelzeleler, hastalıklar başladı. Tâ Risale-i Nurun hakkaniyeti tasdik olunup, vatana faydalı olduğu itiraf edilinceye kadar.. Çok yerlerde ezcümle Kastamonu'da zelzele devam etti. Hatta Kastamonu'nun tarihî yüksek kal'ası -ki bazı risalelerin medresesi hükmüne geçmişti- Risale-i Nura ve müellifi olan Üstad'ımıza iştiyak ve hasretinden matem tutup en sağlam köklü taşlarını aşağı atarak; Üstad'ımızın ihbar-ı gaybîsini maddeten tasdik etmiştir. Üstad'ımız, tevkifimizden mukaddem buyurdular ki: "Risale-i Nura müthiş bir hücum plânı var. Fakat merak etmeyiniz! Müjde, inayet-i ilâhiye imdadımıza yetişecek. Şöyle ki: Bu gün okumak için "Hizb-i A'zam-ı Nuri"yi açmıştım. Birden karşıma


Yüklə 2,61 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   72




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin