16. BÖLÜM1
İMAM RIZA (A.S)’IN ASHAB-I RESS HAKKINDAKİ SÖZLERİ
Ebu Salt el-Harevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s), muhterem babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: “Hz. Ali (a.s)’ın şehadetinden üç gün önce Temim kabilesi eşrafından olan Amr adında birisi hazretin yanına gelerek Ashab-ı Ress hakkında şu soruları sordu: Ey Emirelmüminin! Ashab-ı Ress hangi zamanda yaşıyordu? Bulundukları yer neresiydi? Hükümdarları kimdi? Allah Teala onlara bir peygamber göndermiş midir? Nasıl yok oldular? Kur’an’da onların zikrolunduklarını görüyor ama, onlarla ilgili bir haber görmüyorum.
Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Benden hiçbir kimsenin senden önce sormadığı bir konu hakkında soru soruyorsun. Benden sonra da bu konu hakkında hiçbir kimse sana benden duyduğunun dışında bir şey söylemeyecektir. Allah’ın kitabında kendisini ve tefsirini dağda mı, ovada mı nazil olduğunu, gece ve gündüzün hangi saatinde indiğini bilmediğim hiçbir ayet yoktur. Şüphesiz burada (göğsünü göstererek) çok ilim vardır ama, onu arayanlar azdır. Beni kaybettiklerinde çok yakın bir zamanda pişman olacaklardır. Ey Temimî! Onların hikâyesi şöyledir: Onlar “Şah Diraht” diye adlandırılan bir çam ağacına tapıyorlardı. O ağacı Yafis bin Nuh “Dûşâb” denilen bir pınarın başına dikmişti. Bu pınar, tufanın ardından Hz. Nuh (a.s) için çıkmıştı. Onlara Ashab-ı Ress denilmesinin sebebi de şu ki, onlar yeri kazarak evlerini yerin içinde yaparlardı (“ress” kazmak ve saklamak anlamındadır). Zamanları Dâvud oğlu Süleyman (a.s)’dan sonra idi. Onların, dünyanın doğusunda vaki olan Ress adlı nehrin kıyısında on iki köyleri vardı. O nehir de onlardan adını almıştı. O zamanlar yeryüzünde o nehirden suyu daha çok ve daha güzel olan bir nehir ve o köylerden daha büyük gelişmiş, güzel köyler de yoktu. Onların adları şöyleydi: Âban, Âzer, Dey, Behmen, İsfendar, Ferverdin, Ordibeheşt, Hordad, Mordad, Tir, Mehr ve Şehriver. Şehirlerinin en büyüğü ise İsfendar idi ki, padişahları orada yaşamaktaydı. O padişahın adı Terkuz1 bin Gabur bin Yareş bin Sazan bin Nemrut bin Kenan idi. Sonuncusu (Nemrut bin Kenan) İbrahim (a.s) zamanının Firavunu idi.
Yine o çeşme ve o çam ağacı da bu şehirdeydi. Her köye o çam ağacının meyvesinden bir tohum ekmişlerdi de yeşerip kocaman ağaç oluvermişti. O pınarın ve nehirlerin suyunu haram etmişlerdi. Ne kendileri içerdi, ne de hayvanlarına içirirlerdi. İçeni de öldürürlerdi. Derlerdi ki: Bu bizim ilahlarımızın yaşam kaynağıdır, kimsenin ilahlarımızın yaşamından bir şey eksiltmeye hakkı yoktur. Oysa kendileri de, hayvanları da kıyısında köyleri bulunan Ress nehrinden su içmedeydiler. Yılın her bir ayında her köyde bir bayram kararlaştırmışlardı ki, köyün ahalisi toplanır köyün büyük ağacına nakışlı resimli ipek cibinlik asarlardı. Sonra koyun ve sığırlar getirip ağaç için kurban keserlerdi. Kurbanlarının üzerine de odunlar döküp yakarlardı. Kurbanlıkların dumanı göğe yükselip gökyüzünü onların göremeyeceği derecede kaplayınca ağaca karşı secdeye kapanıp onlardan razı olması için ağlayıp sızlarlardı. Şeytan da gelip ağacın dallarını sallayarak ağacın gövdesinden çocuk sesi gibi bir ses çıkararak yüksek bir sesle şöyle derdi: “Ey kullarım! Sizden razı oldum. Öyleyse rahat ve hoşnut olun!” Derken onlar başlarını kaldırarak şarap içip ut ve tanbur çalarak dans ediyorlardı. Gündüzü ve geceyi bu vaziyette devam ettirip dağılırlardı. Acemler (Farslar) Âban ayı, Âzer ayı vs. Ayların adlarını bu köylerin isimlerinden almışlardır. Çünkü o köylerin halkı birbirlerine: “Bu falan ayın bayramıdır ve bu da filan ayın bayramıdır” diyorlardı. Büyük köylerinin (İsfendar) bayramı gelince de büyüklü küçüklü herkes oraya toplanırdı. Pınarın ve çam ağacının yanında oniki kapısı bulunan ve üzerinde çeşitli nakışları olan ipekten bir çadır kurarlardı. Her kapı bir köyün ahalisi içindi. Çadırın dışında çam ağacına secde ediyorlardı. Ona kendi köylerindeki ağaçlar için kestiklerinin kat kat fazlasını kurban kesiyorlardı. Bu durumda İblis geliyor ve çamı hızlıca sallıyordu. Ağacın içinden yüksek sesle konuşuyor ve bütün şeytanlardan daha çok vade ve vaatlerde bulunuyordu. Onlar da başlarını secdeden kaldırıyor ve sevinçlerinin çokluğundan dolayı kendilerinden geçiyorlardı. Şarap içmek ve müzikle uğraşmaktan konuşamayacak duruma geliyorlardı. Bu işi oniki gün, yani yıl boyunca yaptıkları bayramlar süresince devam ettirir ve sonra dağılırlardı.
Allah’ı inkâr edip Allah’tan başkasına ibadet etmeleri uzun sürünce Allah-u Teala onlara İsrailoğulları’ndan, Yehûda bin Yâkup’un evlatlarından olan bir peygamber gönderdi. O peygamber uzun süre onların arasında kalarak onları Allah’a ibadet etmeye ve onun rububiyetini tanımaya çağırdı. Ancak halk, ona uymadı. Peygamber de onların sapıklık ve dalalette haddi aştıklarını, hidayet ve kurtuluşa doğru davetini reddettiklerini görünce, onların büyük şehirlerinin bayramına katılarak şöyle dedi: “Allah’ım! Senin bu kulların beni yalanlayıp seni inkâr etmekten başka bir şey yapmadılar. Yarın, hiçbir faydası ve zararı olmayan ağaca tapacaklar. Öyleyse onların bütün ağaçlarını kurut; kudret ve saltanatını göster onlara!”
Ertesi gün herkes kalktığında ağaçların tümünü kurumuş gördüler. Bu durum onları korkuttu. Acze ve ümitsizliğe kapılarak iki gruba ayrıldılar: Bir grup; “Kendisini yerlerin ve göklerin rabbi tarafından elçi gönderildiğini sanan bu adam, sizleri ilahlarınızdan döndürüp kendi ilahına yöneltmek için sizin ilahlarınıza büyü yaptı” diyordu. İkinci grup ise; “Hayır, tanrılarınız bu adamı kendilerini kötüleyip onlar hakkında yersiz konuştuğunu, sizi onlardan başkasına ibadet etmeye çağırdığını görünce öfkelenmişler ve siz de öfkelenip bu adamdan onların intikamını alasınız diye güzellik ve değerlerini sizlerden gizlemişlerdir” dedi.
Böylece hep beraber onu öldürmeye karar verdiler. Bu iş için geniş ağızlı kurşun borular hazırladılar. Boruları nehrin dibinden suyun yüzeyine kadar künk (kanalizasyon boruları) gibi birbirine geçirdiler ve içinin (pınarın veya boruların) suyunu çektiler. Ardından onun dip kısmında dar ağızlı, derin bir kuyu kazıp peygamberlerini onun içine attılar ve o kuyunun ağzına büyük bir kaya koydular. Daha sonra boruları sudan çıkararak şöyle dediler: “Şimdi ilahlarımız, onlara karşı kötü konuşan ve bizleri onlara ibadet etmekten men eden adamı öldürdüğümüzü ve onu kalbinin şifa bulması için büyük ilahımızın altına gömdüğümüzü görünce ümit ederiz bizden razı olurlar ve (böylece) yeşillik ve güzellikler de eskisi gibi bize geri dönmüş olur.”
Halk, gün boyunca peygamberlerinin iniltisini ve şöyle dediğini duyuyorlardı: “Ey mevlam! Yerimin darlığını ve nefesimin kesildiğini görmektesin. Güçsüzlük ve çaresizliğime rahmedip ruhumu çabuk al, duamın icabetini geciktirme!” Nihayet o (Allah’ın selamı üzerine olsun) öldü. Bunun üzerine Allah Teala Cebrâil’e şöyle buyurdu: “Ey Cebrâil! Acaba sabrıma aldanan, gazabımdan kendilerini güvende hisseden, benden başkasına taparak peygamberlerini öldüren bu kullarım benim gazabım karşısında durabilecek veya hakimiyetim altından dışarı çıkabilecek bir güce sahip midirler? Nasıl kurtulabilirler? Oysa, bana isyan eden ve azabımdan çekinmeyen kimselerden kendim intikam alacağım. İzzet ve celalime yemin ederim ki, onları bütün aleme bir ibret kılacağım!”
Allah-u Teala, onları o bayramlarında şiddetli kızıl rüzgârlarla korkuya düşürdü. Onlar tufanda şaşkınlığa uğrayıp vahşete kapıldılar. Birbirlerine sığınmaya başladılar. Daha sonra yer, ayakları altında yanmakta olan bir kibrit taşına dönüştü. Siyah bir bulut da onlara gölge düşürdü. Üzerlerine kubbe şeklinde alevlenen bir ateş parçası attı. Bedenleri ateşte kurşun eriyiği gibi eridi.
Allah’ın gazap ve azabından yine ona sığınırız. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.”
17 ve 18. Bölümlerde Saffat/107 ayeti ve “Bu iki kurbanın evladıyım.” Hadisini açıklıyor.
19. Bab da İmamet ile ilgilidir. Ama 20. Babda konu daha geniş ele alındığından, tekrar olmaması ve okuyucuya sıkıntı vermemesi açısından zikretmeye gerek duymadık.
Dostları ilə paylaş: |