Abdal (Bak. Fütüvvet)



Yüklə 2,51 Mb.
səhifə48/52
tarix27.12.2018
ölçüsü2,51 Mb.
#86799
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   52

TUĞ At kılından süpürge şeklinde yapılıp bir sarığa asılan alâmet ve nişan. Eski Türklerde, Hintlilerde, Çinlilerde mevcut olup beğlik, hükümdarlık alâmeti idi. İlk devirlerde kotas denilen ve birçok Asya milletleri tarafından mukaddes tanınan yak adlı Tibet öküzünün kıllarından ya-pıhrten Türkler bunu at kılına çevirmişlerdir. Tuğ îslâmiyetten sonra da Türk devletlerinde kullanılmıştır. Cengiz İmparatoi1-luğunda, Selçuklularda, Memlûklerde, Ti-murlularda, Akkoyunlularda olduğu gibi Osmanlı Türklerinde de vardı. Hükümdarlık, vezirlik, beğîerbeğilik, sancakbeğliği ve daha umumi bir tâbirle askerî vazife ve memuriyet alâmeti idi. Tuğu taşıyan sıngın ucunda altın bir top veya gümüş hilâl bulunur, sırığın baş tarafında üst kısmı siyah ve beyaz at kıllarından örülmüş ve alt tarafı kırmızıya boyanmış ve dağınık bir halde tuğ sarkardı. Bu yüzden bir adı da tuğ-i perişan perçem idi. Osmanlılarda, Sancakbjğleri bir. beğ-lerbeğüeri iki, vezirler üç tuğ taşırlardı. Padişahların tuğları altı adet olup tağ-i şahî veya tuğ-i hümayun diye anılırdı. Sadrıâzam, serdarı ekrem ünvaniyle sefere gittiği zaman padişahın altı tuğunu birlikte götürürdü. Kapıkulu askeri sefere çıkmadan bir buçuk iki ay evvel hükümdara ait tuğlardan iki tanesinin, enderun-dan çıkarılıp cebehane önüne ve sonraları Ortakapı" önüne dikilmesi kanundu. Bu sırada sadrıâzam ve sefere memur tuğ sahibi diğer devlet ricali de tuğlarını konaklarının önüne dikerlerdi. Yukarıda saydıklarımızdan başka, Şeyhülislâmın, Kazaskerlerin, Yeniçeri Ağasının, Sekban-başının, Kapıkulu Süvari Bölüklerinin, Cebecilerin. Erdel Kiralının, Eflâk ve Boğ-dan Voyvodalarının da tuğları vardı. Şeyhül - İslamların tuğları iki, Kazaskerlerin bir, Yeniçeri Ağalarının ise evvelleri bir iken sonra iki ve rütbeleri Vezir ise üç, diğerlerinin tuğları ise birer tane idi. Sefer zamanında tuğların dördü padi-şah'ın yanında gider, ikisi bir konak ileride götürülürdü. Padişahların yanındaki tuğları, Silâhdar Bölüğünde bulunan yirmi dokuz Tuğkeşan ve önde gidenleri iki Konakçı ve iki götürücü olmak üzere dört kişi taşırdı. Bunların hepsine birden ise Tuğciyan-ı Hassa denirdiM.Sertoğlu.

TUĞCİYAN-I HASSA (Bak. Tuğ. Tuğcu)M.Sertoğlu.

TUĞCU Silâhdar bölüğünde bulunup vazifesi sefer zamanlarında padişahın tuğlarını taşımak olan yirmi üç kişi ki, Tuğkeşan ve Tuğciyan ı Hassa diye de anılırlardı. Âmirlerine Tuğcubaşı denirdi. (Bak. Silâhdar Bölüğü, Tuğ)M.Sertoğlu.

TUĞCUBAŞI (Bak. Tuğcu)M.Sertoğlu.

TUĞKEŞAN (Bak. Tuğ, Tuğcu)M.Sertoğlu.

TUĞRA Osmanlılarda padişahın imza va alâmeti olarak kullanılan tuğra, ananeye göre Oğuz Han'ın yazılı nişanıydı. Kelimenin aslı Oğuz lehçesinde Tuğrağ olup hükümdarın basılı nişanı, damgası manasınadır. Tuğrayı İran ve Anadolu Selçuklularında, Anadolu beğliklerinde, Memlûklerde ve nihayet Osmanlılarda görmekteyiz. Tarihi vesikalarda tevkii hümayun nişanı hümayun, misali meymun, nişanı şerifi âlişan, alâmeti şerif, tuğrayı garra ilh... gibi isimlerle anılmaktadır. Kısaca,. Türkçesi tuğra, Farsçası nişan, Arapçasa tevki'dir. Ahitname, ferman, berat, name-i hümayun gibi vesikaların baş tarafına yazılan tuğra, nişancı veya tevkii denilen zat tarafından çekilirdi. (Bak. Tevkii). Osmanlılarda ilk tuğra, Orhan Beyde görülmektedir. Orhan Beyin mevcut iki tuğrası 1324 ve 1348 tarihlerini taşımaktadırlar. Buna göre, tuğranın I. Murad Beğ zamanında ilk önce kulanıldıgı ve bu hükümdarın pençesi ve parmaklarının şekli olduğuna dair rivayetin hiçbir kıymeti yoktur. Çelebi Mehmed'e kadar tuğralar yalnız hükümdarla babasının adını taşırdı. Orhan bin Osman, Murad bin Orhan gibi. Çelebi Mehmed zamanında han sözü ve II. Murad'dan itibaren muzaffer daima şeklinde bir cümle ilâve edilmiş ve tuğra Mehmed bin Bayezid Han muzaffer daima şeklini almış ve hükümdar değiştikçe i-simler değişerek sonuna kadar bu şekilde devam etmiştir. II. Süleyman zamanından sonra sağ yanlarına bir çiçek veya yaprak resmi konmuş, bu usul III. Ah-med devrinde büsbütün taammüm etmiş, II. Mahmud zamanında bunun yerine adlî sözü geçmiş, II. Abdülhamid ise bunu gazi sözüne çevirmiş, V. Mehmed mahlası olan Reşad kelimesini buraya yazdırmıştır. Tuğralar, yukarıda işaret ettiğimiz yerlerden başka, paralarda, kitabelerde ve daha sonraları arma olarak pullarda, senetlerde, bayraklarda ve resmî evrakta kullanılmıştır. Serhatlerde bulunan vezirlere icabında tuğra çekmek salâhiyeti verilmişse de Kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadareti sırasında, 1643 yılında bu usul kaldırılmıştır. Bundan başka sadrıâzamlann, sadaret kaymakamlarının, mühim eyâletlerde bulunan vezirlerin tuğra şeklini andıran imzaları vardı ki buna pençe denirdi. Bunu Erdel kırallariyle Eflâk ve Boğdan voyvodalarına, yabancı hükümdarlara ve başvekillerine veya komşu bir yabana valiye yazdıkları mektupların sağ kenarı başından başlayıp ucu son satırın nihayetine kadar gelmek üzere ve yan olarak çekerlerdi. Dahili işler için bir yazı yazsalar, pençeyi altına koyarlardı. Ayrıca Divan-ı Hümayunda muamele gören evrakın üzerine neticeyi bildiren ibarenin buy-ruldu sözünün ve tarihin meydana getirdiği müşterek şekle de bazan pençe derlerdi. Msselâ Arzı mucibince tevcih olunmak buyruldu 4 cumadelûla 1052 ibaresi bu şekilde yazılır. Reis'ül - küttab sağ alt yanına resid veya sadnâzam bunun sağ üst tarafına sah yani sahihtir işaretini koyarlardı. Bir müracaat veya muamele o zaman tam mânasiyle neticelenmiş olurduM.Sertoğlu.

TUĞRA-İ (Bak. Tevki'î)M.Sertoğlu.

TUĞRAKEŞ (Bak. Tevki'î)M.Sertoğlu.

TUĞRALI (Bak. Zer-i mahbub)M.Sertoğlu.

TUĞRANÜVİS (Bak. Tevki'î)M.Sertoğlu.

TULUMBACI OCAĞI Yangın söndür* me levazımı ilk zamanlarda bedestende durur ve şehirde yangın zuhur ettiği zaman kim isterse bunları alarak söndürmi-ye giderdi. Birçok kargaşalıklara sebsp o-lan bu usul Yavuz Sultan Selim tarafından.. ilga olunmuş ve yangın söndürme işi Yeniçeri ocağına verilmiştir. Bu işe yarıyan, balta, kazma, kanca ve su kovası gibi şeyler şehir emini tarafından tedarik edilir ve Yeniçeri Ağasına verilir. Ağa kapısında muhafaza olunurdu. Daha sonra ise bu aletler yeniçeri odalarına tevzi olunmuştu. Bu usul 1720 yılına kadar devam etti. Bu tarihte, aslen Fransız olup sonradan îsâmiyeti kabul ederek Davud Gerçek adını almış ve donanmada hizmet etmiş bir mühtedi tarafından yangın tulumbası icad edilmiş ve bu tulumba kabul edilerek. Cumhuriyet devrine kadar kullanılmıştır. Davud Gerçek, ilk tuumbacıbaşı tâyin o-lunup maiyetine bir kethüda, bir kâtib, bir çavuş yamağı, bir odabaşı ve elli nefer tulumbacı ve saka verildi. Sonra bunlara hortum tamircileri ilâve olundu. Tulumbacı ocağına Acemi ocağından efrad verilirdi. Ocak sonradan genişlötilnrş, tulumbacılar 150 ye ve 1804 tarihinde 530-nefere çıkarılmıştır. Ayrıca tulumbacı namzedi olan neferler de vardı. Tulumbacı ocağı Acemi ocağı kışlasının içindeydi ve Yeniçeri Ağasının umumî nezareti altında buunurduM.Sertoğlu.



TUNA DEFTERDARI Şıkk-ı salis defterdarının diğer adı. (Bak. Defterdar)M.Sertoğlu.

TUNUS Kuzeybatı Afrikada Osmanlı eyaletini teşkil eden Batı ocaklarının Trablus ile Cezayir-i garb arasında bulunanıdır. Mezkûr vilâyetin merkezi olan şehir ,de aynı ismi taşır. Osmanlılar Doğu ve Batı Akdenizi kontrol eden Malta - Sicilya - Tunus üçgeninin bir ucunu teşkil eden bu mevkiin Akdeniz hâkimiyeti için olan ehemm;ye-itini anladılar. Devlet hizmetine giren Barbaros Hayreddin Paşa'nın ilk seferi Tunus'a oldu ve 1534 yılı sonlarına doğru gerek Tunus ve gerekse limanına hâkim o-lan Halkulvad (Goulette, Goletta, Gölet) Osmanlı ülkesine katıldı. Fakat ertesi yıl, 15°>5 temmuzunda, İmparator Charles Quint Tunus'u alarak Halkulvad'da da bir ispanyol garnizonu bıraktı. Osmanlılar zamanla Tunus'a doğru, gerek Ozayir-i garb'den, gerekse Tr&blusgaıb'dan ilerliye-rek, sshir, kalesi ve ispanyol garnizonunun bulunduğu Halkulvad hariç her taralını e-le geçirdiler. Nihayet Cezair-i garb bnğ-lerbeği üluç (Kılıç) Ali Paşa 1569 yılında yaptığı bir seferde Halkulvad müstesna Tunus ve kalesini de aldı. Paşa İstanbul'a yazdığı mektupta Halkulvad ele geçirilme-dikçs Tunus'un muhafazasının mümkün ol- madiğini da bildirdi. O sırada araya Kıbrıs'ın fethi seferi ve înebahtı (Lepanto) yenilgesi gibi olaylar girdiğinden bu hususta kat'î bir netice sağlanamadı. Birkaç sene sonra da Lepanto galibi Don Juan d'Autriche'nin idare ettiği bir seferle Tunus şehir ve kalesine ispanyollar hâkim oldu (1573). Bu işe katî bir netice vermek istiysn Osmanlı devleti 1574 yılında Yemen fatihi Koca Sinan Paşa ile Kaptan-ı Dsrya Kılıç Ali Paşa'yı Tunus fethine memur etti. O yılın Temmuz ve Eylül aylarında Tunus şehri ve kalesi ve ispanyolların yaptığı diğer kaleler dahil hepsi ele geçirildi. Halkulvad ise tamamen tahrip edildi. Tunus Osmanlı hâkimiyeti devrinde idari yönden muhtelif safhalar geçirdi. Önceleri merkezden gönderilen beğerbeğiler tarafından idare edilirken sonraları buranın muhafazası için bırakılan 4000 yeniçeri türlü idare işlerine müdahale ve sık sık isyanlarla valinin nüfuzunu kırdılar. Nihayet 1J91 deki bir isyanda yeniçeri ileri gelenleri öldürülmek suretiyle bertaraf edildiler. Bundan sonra işbaşına intihapla Dayı denilen kimselerin getirildiği ve beğlerbeğilerin gölgede kaldığı Dayılar devri başladı. Çok defa merkezden vali gönderilmeyip Dayıya beğlerbeğilik tevcih edilir oldu. Fakat bu vaziyet de fazla devam etmedi. Emirü'l evtan (Vatan - beği) denilen Tunus sancakbcğleri 5-nem kazanmağa başladı. Bir bakıma ırsî gibi olan bu beğliğe geçenler Tunus beğ-lerbeğiliğini de kendilerine tevcih ettirebi-lirlerse Paşa - Beğ unvanını alıyorlardı. Uzun müddet beğlerbeği, dayı, vatan-beği mücadelelerine sahne olan Tunus eyâleti, XVII. Yüzyılın ikinci yansından itibaren Vatan - beğleri hâkimiyetine girdi ve Dayılık tâli dereceye düştü. Nihayet Hüseyin Beğ 1705 de bu unvanı büsbütün kaldırdı. Kendisine merkezde beğlerbeğilik tevcih ettirerek Paşa - Beğ oldu. Böylece Tunus-da Paşa - Beğler devri başladı. Tunus da diğer Batı ocakları gibi Sal-yâneii eyâletlerdendi. Bilhassa geçim için gerçek meslekleri olan korsanlık ve esir ticareti dolayısiyle oldukça büyük bir donanmaya sahiptiler, ilk zamanlar merkezden vukubulan davetlere bu donanma icabet etmişse de sonraları pek aldırmadılar. Aşırı ve ölçüsüz hareketleri onları birkaç defa ingiliz; Fransız. Amerikan filolarının hücumuna mâruz bırakmıştır. Bilhassa değişen dünya ahvaline ayak uyduramamaları ve eskisi gibi hareketleri kendilerinin aleyhine oldu. Fransa Cezayir-i garbe hücum edince eski kin ve düşmanlıkları dolayısiyle oraya yardım etmek şöyle dursun, biraz da Fransa'nın tesirinde olarak, Osmanlı devletinin yardımının geçmesine bile mâni oldular. Osmanlı devletinin burayı merkeze bağlama teşebbüsleri bir netice vermedi. Tunus Paşa - beğ-leri Fransa'nın kendilerine yardımı dola-yısiyle artan nüfuzlarının ne neticeye varacağını göremediler. Nihayet 1881 de bir hudut olayını bahane eden Fransızlar Ce-zayir-i garb'den ve denizden Tunus'a yürüyüp bu eyâleti de işgal ettiler. Paşa - beğ ve Osmanlı devletinin protestoları hiçbir netice vermediği gibi gönderilmek istenen öç zırhlınım hareketine de mani olundu. Neticede Tunus Paşa - beği kendisine dikte ettirilen Bardo muahedesini kabul etti. Fakat bu vaziyetleri tanımak istemiyen Osmanlı devleti tamamen kaybettiği Tunus eyâleti üzerindeki hukukundan neticede Sevr muahedesi ile vazgeçmiye mecbur olduM.Sertoğlu.

TURNACIBAŞI Yeniçeri ocağının büyük zabitlerinden olup hasekilerden evvel ve ssksoncubaşıdan sonra gelirdi. (Bak. Yeniçeri ocağı). Turnacılar ceamet ortalarının altmış sekizincisini teşkil ederler ve kumandanlarına Turnacıbaşı veya Serluanaî denirdi. Turnacıbaşılık Yıldırım Bayezid zamanında ihdas edilmiştir. Bunun bölüğü bir zamanlar padişahla beraber ava gid^r, avı takibeden köpeklere ve tazılara bakardı. Hünkârın seyretmesi için birkaç turna besleyip ava gidildikçe bunları da götürürlerdi. Turnacıbaşı terfi ederse Sekson-cubası olur, dış hizmete çıkarsa otuz bin akça zeamet verilirdi. Yevmiyesi XVI. Yüzyılda 23, XVII. Yüzyılda 27 akçe idi. Turnacı efradının mevcudu ise XVII. Yüzyılın ilk yarısından evvel 280, sonlarına doğru ise 468 idi. Turnacılar tımara çıkarlarsa kendilerine on bin akçelik dirlik tahsis olunurduM.Sertoğlu.

TURNACILAR (Bak. Turnacıbaşı)M.Sertoğlu.

TURŞUCU Kiler odasında mevcut o-lan on iki Eskiden biri olup vazifesi hükümdarın yiyeceği turşuları muhafaza etmek veya yemek zamanlan bunları hünkârın sofrasında arzuya göre hazır bulundurmaktı. (Bak. Kiler Koğuşu)M.Sertoğlu.

TUT Mısır'da kullanılan Kıptî aylarından olup Eylül'ün ondördünde başlardı. Bu ayın ik günü Kıplîlerin yılbaşısı olduğundan Mısır valileri devlet tarafından Tut ayının başından itibaren tâyin edilirlerdi. Nil nehrinin yükselmesi de bu ayda kemal derecesini bulurdu. Ayrıca Mısır'da malî yılbaşı olan 31 ağustos günü de bu adla anılmaktadır. Bir yıl evvelki vergiden ve geçen yıllardan toplanamayıp kalanlar, Tut gününe kadar toplanırdı. (Bak. Mısır irsaliyesi)M.Sertoğlu.

TUTUCUBAŞI (Bak. Peşkir Şagirdi)M.Sertoğlu.

TÜFEKÇİBAŞI (Bak. Başyayabaşı)M.Sertoğlu.

TÜFEKGERAN Csbeci ocağına bağlı olup yeni odalarda çalışan ve vazifeleri yeniçerilerin tüfeklerini tamir etmek o-lan bir usta sınıfı. Bunların, cemaat ortalarındaki Tüfekçibaşı ile alâkaları yokturM.Sertoğlu.

TÜFEK OTU (Bak. Baruthane)M.Sertoğlu.

TÜLBEND AĞASI Has odanın ileri gelen âmirlerinden biri idi. (Bak. Has 0-da). Bir adı da tülbend gulamı olup derecesi miftah gulamından evvel ve rikab-dardan sonra idi. XVIII. Yüzyılda Çorlulu Ali Paşa'nın silahdarlığında yapılan teşkilâtta ise, Hasodanın amirliği hap oda-başıdan alınıp silâhdarlar bütün enderu-nun nezaretini ele geçirince tülbend ağaları da Has odanın âmiri olmuşlardır. Tülbend Ağasının esas vazifesi padişahın sarıklarını ve çamaşırlarını muhafaza etmek olup icabında bunları hükümdara giydirirdi. Merasimlerde ise diğer bir has odalı ile birlikte padişahın sarıklarını taşır ve ikisi birden bunları hafifçe sağa. sola eğsrek halkı hükümdar namına selâmlarlardı. Bu usul, XIX. Yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir. D'ğer hasoda-Mar gibi, hırka-i şerif hizmet ve nezaretinde bulunırnk da vazifelerinden biri idi. Tülbend Ağası, saraydan dış hizmete çıkarsa vezaret verilir, çok zaman bu rütbe ile Yeniçeri Ağası olurdu. Terfi ederse rikâbdarlığa yükselirdi. (Bak. Rikâbdar). Tülbend Ağalığı 1833 yılında ilga olunmuşturM.Sertoğlu.

TÜLBEND GULÂMI (Bak. Tülbend Ağası)M.Sertoğlu.

TÜRKE VERMEK (Bak. Acemi Oğlanı)M.Sertoğlu.

TÜTÜNCÜ Silâhtar Ağanın maiyeü halkından biri. Bundan başka has odadaki kabiliyetli ağalardan beş tane lala, aşağı koğuşlardan okur yazar olmak üzere bir kaftancı, kiler koğuşundan bir kilerci de ağanın maiyeti idiler. Tütüncü, Silâhdar Ağanın istediği koğuştan seçilirdi. Maiyet halkının geri kalanı yedi tane Çakırsalan ve Kilercibaşı baltacısıyla üç zülüflü baltacı, Yedekçi, Heybeci, Saka ve saire idiler. (Bak. Silâhtar Ağa)M.Sertoğlu.

TÜYLÜK Yeniçeri börklerinin ön tarafında tüy takmıya mahsus madenî kısım. Gümüşten veya başka madenden o-lan tüylüğe yalnız yeniçeri subayları cins ve derecelerine göre tüy takarlardı. Bir adı da yünlftk'tü.. (Bak. Börk)M.Sertoğlu.

UÇ Türk devletlerinde alelûmum hudutlara, hudut boylarındaki vilâyetlere veya sancaklara verilen isimM.Sertoğlu.

UÇ BEĞİ Uçlarda bulunan sancakların beği. Ortaçağlarda, Türk devletlerinin uç beğleri yarı müstakil gibi idiler. Merkez zayıfladıkça onların da istiklâl derecesi artar ve sonunda bağımsız devletler olurlardı. Akkoyunlular, Karakoyunlu-lar ve nihayet Osmanklar bu şekilde doğmuşlardırM.Sertoğlu.

UÇURMA ince donanmanın en küçük gemisi olup kürekle yürürdü. Çok süratli bir cins kayıktı. (Bak. Hafif donanma, Çekdiri)M.Sertoğlu.

UKAB Peygamber Efendimizin (S.S.) siyah renkteki sancaklarının adı olup daha sonra Osmanlılara intikal etmiştir. (Bak. Sancağı Şerif)M.Sertoğlu.

UKUBET Eziyet ve işkence, işkence ile öldürmeM.Sertoğlu.

ULAH Eflâk halkına Osmanlılar tarafından verilen isim. (Bak. Eflâk)M.Sertoğlu.

ULAK Devlet tarafından bir yerden bir yere gönderilen seri haberci. Ulakların geçeceği yollar muayyendi ve burada atlar için menziller bulunurdu. Ulakların yolu üzerinde bulunan köyler ve kasabalar halkı onlara hizmet etmiye ve her türlü ihtiyaçlarını gidermiye mecburdular. Buna karşılık birçok vergilerden, umumiyetle avanz-ı divaniyeden ve bazan tekâlif-i örfiyeden istisna edilirlerdi. Bu mükellefiyet zamanla, fiili bir şekilde yardımdan çıkıp hizmet karşılığı olan ayrı bir vergi şekline girmiştir. Buna ulakiyye veya u-lak resmi denirdi. (Bak. Avarız, Muaf)M.Sertoğlu.

ULAK GEMİSİ Deniz yoluyla giden u-laklan götüren süratli gemilere verilen i-Bim. (Bak. Ulak). Yerine göre Kırlangıç. Firkate, Kalite, veya Pergende ulak gemisi olarak kullanılırdı. (Her biri için kendi maddesine bak)M.Sertoğlu.

ULAKİYE (Bak. Ulak)M.Sertoğlu.

ULAK RESMİ (Bak. Ulak)M.Sertoğlu.



ULUFE Osmanlılarda, Kapıkulu askerine, yani Yeniçerilerle altı süvari bölüğüne, Topçu, Cebeci, Top arabacısı ilh.. ocaklariyle Acemi ocağı efradına ve sarayın, devlet teşkilâtının muhtelif kademelerinde vazife görenlere üç ayda bir verilen maaş. Kelimenin aslı, hayvan yemi demek olan alef sözünden gelmedir ve süvari askerinin hayvanları için verilen yem veya yem bedeli tâbirinden alınmıştır. Resmî defterlerde ise ulufe yerine umumiyetle mevacib sözü kullanılmıştır. Bu terim Memlûklerde de mevcut olup Osmanlılara onlardan geçmiştir. Kapıkulu askerine üç ayda bir maaş verilmesi ise büyük Selçuklu devletiyle ondan ayrılan bir kısım devletlerde ve nihayet Osmanlı Türklerinde görülmektedir. Bu suretle verilen ulufe, Divan-ı Hümâyunda Sadnâzamın huzurunda tevzi o-lunurdu. Resmî sene hicri kamerî olduğundan sıra ile her üç ayın birer harfi alınarak sırasiyle muharrem, sefer, rebi-yülevvel ayları için masar; rebiyülâhır, cemaziyülevvel, cemaziyelâhir ayları için recec; receb, şaban, ramazan ayları için resen; şevval, zilkade, zilhicce ayları i-çin lezez tâbiri kullanılırdı. Meselâ: masar mevacibi; muharrem, sefer, rebiyül-evvel aylarının ulufesi demekti. Acemi o-cağından, Yeniçeri ocağına ilk geçenlere önceleri iki akçe, XVII. Yüzyılın başlarından itibaren üç akçe yevmiye tahsis olunur ve bu yevmiye zamanla cüluslarda veya harblerde terakki suretiyle artardı. (Bak. Terakki). Ulufelerin muntazam verildiği zamanlarda, yani XVII. Yüzyıla kadar birinci u-lûfe muharremde, ikincisi cemaziyelevvel-de, üçüncü ve dördüncü ulufeler şaban a-yı içinde veya sonlarında verilirdi. Son iki maaşın birden verilmesine kısteyn me-vacibi denirdi. Lâkin mâlî darlık veya mütemadi seferler dolayısiyle hazinede para bulunmadığı zaman mevâcib bu şekilde muntazam verilemez, aylarca gecikir ve bazan birkaç verilişi tedahülde kalırdı. XVI. Yüzyıl sonlarına kadar bir yeniçeri neferinin âzami yevmiyesi beş akçe iken XVII. Yüzyılda dokuz akçeye kadar çık mıştır. Bu yüzyıl sonlarında ise on iki ak çeyi bulmuştur. Korucuların, odabaşıların, çorbacıların vesair zabitlerin yevmiyesi ta bii daha çoktu. Kapıkulu süvarisi ise ilk başta on altı ile yirmi akçe yevmiye alır lardı. En yüksek yevmiyeleri ise, XVI. Yüzyılda elli, XVII. Yüzyılda yetmiş, XVIII. Yüzyılda doksan dokuz akçeye ka dar çıkmıştır. Ulufe, mutlaka salı günleri tevzi ve bu münasebetle fekvalâde bir divan ak-dolunurdu. Buna, Ulufe divanı veya Galebe divanı denirdi. (Bak. Galebe Divanı). Yeniçeri Ocağında yeniçeri efendisi, yani ocak kâtibi her orta veya bölük için esamiyi muhtevi defterler hazırlatırdı. Bu defterler üç nüsha olup birincisine asıl denir ve ocakta kâtibin yanında dururdu, îkinci nüshasının adı mükerrer olup piyade mukabelecisi adlı bu işle meşgul maliye kalemi âmirine verilir, hazine adım taşıyan üçüncüsü ise padişaha takdim olunurdu. III. Murad devrinden itibaren p'a-dişaha defter takdimi terk olunup piyade mukabelecisine verilen deftere hazine denmiştir. Yeniçerilerin ulufeleri, sari meşin keselere, her bölük veya ortanınki ayrı ayrı olmak üzere konurdu. Galebe divanı gününde mehterler ulufe keselerini divanhane içine getirip sadrıâzam ve diğer vezirlerin önüne yığarlardı. Evvelleri, ulufe birden verilir, Divan-ı hümayunun yanındaki hazine odasının önünde her bölük veya ortanın çorbacısına veya odabaşısına teslim olunurdu. Nasuh Paşanın sadareti sırasında bu usul terk olunmuş ve mevâcib defterdarlar tarafından kubbe altına verilir olmuştur. Ulufe tevziinden evvel saray mutfağında pişen çorba, pilâv ve zerde askere ikram olunur, onlar da bunu yiyerek devlete itaat ve sadakatlerini bildirirlerdi. Küskün, veya bir hâdise, bir a-yaklanma çıkarmak niyetinde iseler yemeği reddederlerdi. O zaman arzulan sorulur ve derhal yerine getirilirdi. Sonra ocak a-ğaları gelip etek öperler, sonra da başçavuş gülbank çekerdi. (Bak. Gülbank). Bunu mütakıp Ağa bölüklerinden başlanmak üzere maaş tevziine başlanırdı. Her bölük veya orta sıra ile çağınlıp burada diye cevap verildikten sonra bölük ve orta efradı koşuşup kendi keselerini kapar ve kışlalarına dönerlerdi. Sonradan iyice yayılan ve müşterek bir kanaat haline gelen, yabancı tarihçilerin klâsik rivayetlerine göre, kendilerine iltica ettiği halde Genç Osman'ı korumayip teslim eden ve ölümüne sebep olan altmış beşinci cemaat ortası çağırıldığı zaman yok diye cevap verilir ve herkes yok olsun diye bağırırdı. Çünkü bu hâdise üzerine bu orta ilga o-lunmuş ve kışlası yıkılıp ahıra çevrilmişti. Halbuki, Başvekâlet arşivinde mevcut mevacib defterleri arasında altmış beşinci ortanın bu hâdisenin vuku bulduğu tarihten sonraya ait maaş defterleri mevcut bulunduğu gibi Osmanlı kronikleri bu rivayeti hiç kaydetmezler. Bsîki IV. Mu-rad'ın cülusundan sonra bu orta muvakkat bir zaman için ilga olunup sonra gene ihdas edilmiştir. Yeniçerilerden sonra, diğer kapıkulu askeri de ulufelerini alır ve maaş tevzii sona erdikten sonra padişah tarafından sadrıâzama teşekkür makamında bir hatt-ı hümayun ile mücevherli bir hançer ve bir kürk gönderilirdi. Buna devir kürkü denirdi. Defterdara da biri kürklü, biri sade olmak üzere iki hil'at giydirilir, sonra bütün divan halkı arza girerler, yani padişah tarafından kabul olunurlardı. Her ulufe tevziinde askere mukarrer adlı bir miktar terakki, yani maaş zammı verilmesi âdetti. Bu zam, yeniçeri ağasından, en kıdemsiz nefere kadar şâmil olup en çoğu otuz, en azı yarım akçe idi. Ocakta vâki olan münhallerin ise yarısı hazineye terk olunur, yarısı gene terakki olarak efrada tevzi edilirdi. Osmanlı tarihinde en kanlı askerî isyanların ulufelerin muntazam verilmemesi yüzünden çıkmış olduğu malûmdurM.Sertoğlu.

ULÛFECİLER (Bak. Sağ Ulûfeciler, Sol Ulûfecüer)M.Sertoğlu.

ULÛFECİYAN (Bak. Sağ Ulûfecileri, Sol Ulûfecileri)M.Sertoğlu.

ULÛFECİYAN-I YEMİN (Bak. Sağ Ulûfeciler)M.Sertoğlu.

ULÛFECİYAN-I YESAR (Bak. Sol Ulûfeciler)M.Sertoğlu.

ULUFE DEFTERİ (Bak. Ulufe)M.Sertoğlu.

ULUFE DİVANI (Bak. Galebe divanı)M.Sertoğlu.

ULÛFELİ ÇAVUŞ Divan-ı Hümayun çavuşlarından ulûfeli olanlar. (Bak. Divan-ı Hümayun Çavuşları)M.Sertoğlu.

ULÛFELİ MÜTEFERRİKLER Müteferrikalar içinde ulûfeli olanlar. (Bak. Müteferrika)M.Sertoğlu.

UMUM HİL'ATİ Bir padişah vefat e-dip yenisi cülus ettiği zaman başta sadrı-âzam ve şeyhülislâm olmak üzere bütün devlet ricali mazul addedilirdi. Yeni padişah ilk iş olarak, kendi namına kazıttığı mühürlerden bir tanesini sadrıâzama vererek onu makamında ipka ettiğini anlatırdı. Bundan sonra sadrıâzam, yanında şeyhülislâm bulunduğu halde sadaret alayı ile saraydan Paşakapısına döner, ve diğer devlet ricaline rütbe ve mevkii sırasiyle hil'at giydirerek onların da makamlarında ipka edilmiş olduğunu anlatmış olurdu, îş-te buna umum hil'ati denirdi. Bir adı da ipka hil'ati idiM.Sertoğlu.

UMUR-I BAHRİYE NEZARETİ: (Bak. Tersane Emini)M.Sertoğlu.

UMUR-I HARİCİYE NEZARETİ: Hicrî 1251 yılı zilkade ayında (Milâdi 1836 reis'ül - küttablık adı ve teşkilâtı kaldırılarak onun yerine ihdas edilen makam. (Bak. Reis'ül - küttab)M.Sertoğlu.

UMUR-I MÜLKİYE NEZARETİ: 1251 hicrî, 1835 milâdî yılında ilga olunan sadaret kethüdahğı yerine ihdas olunan makam, îki sene sonra adı dahiliye nezaretine çevrilmiştir (Bak. Sadaret Ket-hüdalığı)M.Sertoğlu.

URBAN Çadırlarda yaşıyan, bedevi Araplara verilen isimM.Sertoğlu.

UR YARAR (Bak. Hendek kazıcı)M.Sertoğlu.

USKUMRU (Bak. Lotra)M.Sertoğlu.

USKUTA (Bak. Gulet)M.Sertoğlu.

USTA (Bak. Gedikli cariye, Hadâik-i hassa, Seğirdim, Yeniçerilerin ikinci derecedeki subayları)M.Sertoğlu.



UŞİ MUAHEDESİ italya ile Osmanlı devleti arasındaki Trablusgarb ve Bingazi savaşlarına son veren bir barış muahede-sidir. Adını görüşmelerin yapılıp neticede metnin imzalandığı isviçre'de, Lozan yakınındaki Uşi (Ouchy) den almıjtır. Osmanlı devleti, sömürge poLtikası peşinde koşan Kalyanın Trablusgarb ve Bin-gazi'ye saldırması üzerine, 1911 eylülünden beri bu devletle savaş halindeydi. Fakat 1912 yılı yazına girilirken Balkan devletlerinin imparatorluk aleyhine hazırlıktan da iyice belli olmuştu. Bunun üzerine 1-talya ile barış yapürnak istendi. Önce gayri resmî olarak Şuray-ı devlet reisi Said Halim Paşa Lozan'a giderek italyan murahhasları ile gizli görüşmelere başladı. (12 temmuz). Fakat birkaç gün sonra Osmanlı devletinde hükümet değişikliği oldu. Lozandaki Paşanın vazifesi temdit edilmediğinden o da İstanbula geldi. (28 temmuz). Yeni Hükümet onun yerine Nâbi Bey ile Rum Beğ - oğlu Fahreddin'i isviçre'ye gönderdi. Bunlar Ko (Caux) da Ber-tolini. Fusinato ve Volpi'den müteşekkil italyan delegeleri ile barış görüşmelerimi yeniden başladılar. (13 ağustos). Eylül başında mevsim ilerlediğinden Uşi (Ouchy) ye inildi. Osmanlı devleti barışa bir an evvel kavuşmak için Trablusgarbi terketme-yi çoktan göze almıştı. Fakat zevahiri kurtarmak gayesiyle ileri sürdüğü tekliflerle işi biraz uzattı. Nihayet Balkan devletlerinin seferberliklerini ilân ederek harp için ültimatomlarını vermeleri, Almanya-nın tazyiki ve uzatmanın da hiçbir fayda sağlamayacağı anlaşılınca 15 ekim 1912 de Uşi'deki Borivaj (Beau Rivage) otelinde banş muahedesi imzalandı. Muahede dört ek ile bunların uygulanacağım gösteren kısım ve bir de giri-s-ten ibaretti. Giriş ve uygulama ile ilk üç ek gizli, dördüncü ek ise alenî idi. Girişte, iki tarafın savaşa son vermek arzusunda bulunduğu fakat Osmanlıların italyan işgalini açıkça tanıyamadıklarından güçlükler doğduğu ve bunun için uygulama kısmında görülen şeklin tesbit edildiği yazılıydı. Buna göre;. Padişah gizli o-lan Birinci eke uygun bir fermanla Trab-lusgarb ve Bingazi'ye muhtariyet vererek muhtariyetin kanun ve nizamatını açıklayacaktı. (16 ekim 1912 tarihinde ferman ve kanun ile nizamat ilân edildi. Takvimi Vekayi'nin 1258 sayılı ve 5 teşrinievvel [ekim] 1328 veya 7 zilkade 1330 tarihli nüshasında neşredilmiştir). Bundan sonra padişahın bahşettiği muhtariyet üzerine yapılacak işlere dair bazı açıklamalarda bulunulan kısım gelir, onu da italyan hükümetinin neşredeceği, padişahın fermanın-dakileri takviye eder mahiyette olan ikinci gizli ek takip etmektedir. Arkadan Osmanlı devletince Ege adalarına ait olarak yazılan ve Üçüncü gizli eki teşkil e-den Padişah iradesi bölümü gelir. Böylece iki devlet üç gün içinde güya kendiliklerinden davranarak yayınlamış oldukları ferman ve tebliğlerle (3 gizli ek) görünüşü kurtarmış ve barış için arzu edilen havayı yaratmış oluyorlardı. Yukarıda saydığımız işler bittikten sonra da Dördüncü alenî ekteki on bir maddelik barış muahedesi imzalandı. Buna göre: l — Her iki taraf banş muahedesi imzalanır imzalanmaz savaşa son veren tedbirleri derhal alacaklar, 2 — imzayı müteakip Osmanlı devleti Trablusgarb ve Bingazi'den, italyanlar işgallerinde olan Ege adalanndan, subay, asker ve siviJ memurlarını geri alacaklar, 3 — Harp e-sirleri ve rehineler hemen mübadele olunacak, 4 — Osmanlı devleti Ege adaları, italya Trablusgarb ve Bingazi ahalisi i-çin genel af ilân edecekler ve bu ahali harpteki suçlarından mesul olmjyacaklar, 5 — iki devlet arasında savaştan önceki anlaşmalar aynen yürürlüğe girecek, 6 — italyanlar Osmanlılara ticari bir güçlük çıkarmıyacakları gibi, diğor devlet ler kapitülâsyonlardan vazgeçerlerse onlar da hemen kaldıracaklar, 7 — Türkiyede yabancı posta servisleri ait oldukları dev- lerlerce kaldırılınca italyanlar da kaldıra cak, 8 — Türkiyenin kapitülâsyonlan kal dırma ve devletlerarası haklara dayanan bir rejimi kabul ettirme isteğinde italya, Bâb-ı âli'yi haklı bulduğundan bu hususta ki bir teşebbüsünde tam müzaharet vaad eder, 9 — Savaş dolayısiyle vazifelerine son verilen italyan tebaalı Osmanlı me murlarının tekrar yerlerine tâyini ve açık ta kaldıklan müddet için tazminat veril mesi, 10 — Trablusgarb ve Bingazi va ridatından Düyun-u umumiyeye tahsis e- dilen miktarın tesbiti ve bu işle ilgili bir komisyonun kurulması, 11 — Muaheds 'Hi zalanır imzalanmaz yürürlüğe girecektir. Maddelerini ihtiva eden bu muahedenin imza tarihi olarak 18 ekim 1912 kabul edilmiştir. Osmanlı devleti bir zaman içüı anlaşmanın ilk gizli kısımlarında olan Trablusgarb ve Bingaziye silâh, cephane, er vs subay göndermeme şartına riayet etmekle beraber italyanlar esas (açık) muahededeki Ege adalarından çekilme maddesini hiç bir zaman yerine getirmediler.

UYVAR Kuzey Macaristan'da ve Tuna nehrinde Komaron mevkiinde soldan karışan Nitra (Nyitra) suyu yakınında ö-nemli bir şehir ve kale. Almanların Neu -Haousele (Neuhaisel), Macarların Ersek -Ujvar (ujwar, Ujvar), Slovakların Nove -Zamky dedikleri bu mevkiiye Osmanlılar macarcasından bozma olarak Uyvar adını vermişlerdir. Uyvar şehir ve kalesi ile Türkler ciddi olarak 1593 -1606 Avusturya harplerinin sonuna doğru, Lala Mehmed Paşa'nm sadaretinde, meşgul oldular. Osmanlı devleti bu savaşlar esnasında himayesine aldığı Erdel beği ve müttefiki, Boçkay'a biraz kuvvet göndererek muhasara ettiği Uyvarı zaptetmesine yardım etti. Neticede Uyvar müdafileri Boçkay'a teslim olmayı uygun buldular. (Eylül 1605). Sadn-âzam Lala Mehmed Paşa da Uyvar'ın, az sonra Orta - Macar kralı yap'p taç giydirdiği Boçkay'da kalmasını politik bakımdan faydalı görerek merasimle ona teslim ettirdi. Fakat bir müddet sonra Uyvar yine Avusturya'nın nüfuzuna girmiştir. XVII. Yüzyılın ikinci yarısında, Köprülü - zade Fâzıl Ahmed Paşa'nm sadaretinde 1663 Avusturya seferi açılınca, Osmanlı ordusu doğru Uyvar önüne gelip burayı kuşattı. (17 ağustos 1663). Sadrıâzam ve Serdar olan Köprülü - zâde'nin ilk teslim teklifini reddeden müdafiler ancak bir ay kadar mukavemetten sonra, sekiz maddelik bir anlaşma ile kaleyi Osmanlılara terkettiler. (Eylül 1663). Uyvar ve bölgesinin Osmanlılara geçişini imparator bir yıl sonraki Vaşvar muahedesi ile kabul etti. Osmanlı ordusunun muhasara esnasındaki dayanılmaz kuvveti Avusturya ve Macaristan'da Uyvar (Neuheausel) önünde bir Türk gibi meselini yaratmıştır. Fethinden sonra civariyle serhad beğ-lerbeğiliği haline konan Uyvar'ın kalesi i-yice tamir ve tahkim edilmiş, iki kilisesi de camiye çevrilmiştir. Muhafazası için ayrıca yeniçeri, yerlikulu, farisan, cebeci, topçu, azab, martoloz olarak dört bin kişi ve bol miktarda savaş aracı da bırakıldı, ilk muhafızı Eğri beğlerbeğinin kardeşi Hüseyin Paşa'dır. Uyvar'ın adı Avusturya ile Osmanlı devleti arasında 1608 de Zidvatorok muahedesinin yürürlüğe konması hakkındaki mukavelename ile 1665 te Erdel durumuna ait olan ve Vaşvar muahedesinin tekrarı vaziyetindeki senedin yakınında hazırlanması dolayısiyle diplomatik alana da geçmiştir. Uyvar eyâleti ve kalesi ikinci Viyana mufasarası (1633) ndan sonraki savaşlarda, 1685 yılında düşman tarafından kırk gün süren muhasarasında muhafızlarının döğüşe döğüşe son ferdine kadar şehid olmasını müteakip kaybedilmiştir. Karlofça barışı (1699) ile de Avusturya'ya aidiyeti kabul edilerek Osmanlı topraklarından ayrılmıştırM.Sertoğlu.


Yüklə 2,51 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   52




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin