Kaynakların belirttiğine göre çok yönlü bir âlim, başarılı bir müderris, velûd bir müellif, döneminin ilim hayatında etkili bir şahsiyet olan Molla Abdülalî el-Leknevî'ye "Bahrülulûm" ve "Melikü'l-ulemâ" unvanlarının kimin tarafından verildiği hususu tartışmalıdır. Birinci unvanın Abdülazîz ed-Dihlevî ikincisinin ise Vâlâcâh Muhammed Ali Han'ın oğlu Um-detü'l-ümerâ tarafından verildiği şeklindeki görüş, onun hayatı ve eserleriyle ilgilenen pek çok araştırmacı tarafından benimsenmiştir. Hindistan'ın kuze-
yinde daha çok Bahrü'1-ulûm, güneyinde ise Melikü'l-ulemâ unvanıyla tanınmaktadır.
Eserleri. Bahrülulûm'un günümüze ulaşan pek çok matbu ve yazma eseri kendisinin İslâmî ilimlerin birçok sahası ile ilgilendiğini göstermektedir. Tasavvufî eserlerinde özellikle İbnü'l-Arabî'nin Fu-şûşü'l-hikem ve el-Fütûhatü'1-Mekkiy-ye'sinin etkisini görmek mümkündür. Yaşadığı dönemin geleneğine uyarak usûl-i fıkıh, felsefe, mantık, kelâm ve tasavvuf alanlarında kendisinden önce yazılmış önemli eserlere yaptığı şerh ve haşiyeler, onun eser listesinde geniş bir yer tutmaktadır.
1. Fevâtihu'r-rahamût iî şerhi Mü-sellemi'ş-şübût. Muhibbullah el-Bihârî1-nin usûl-i fıkıhla ilgili Müse/Jemü'ş-şü-bût adlı eserinin şerhidir. İlk defa Lek-nev'de yayımlanan (1878] bu eserin Gaz-zâirye ait el-Müstaşfâ'nm kenarında yapılmış değişik baskıları vardır (Bulak 1322; Kahire 1324). 2. Tekmiletü Şerhi Tahrî-ri'1-uşûl. İbnü'l-Hümâm'ın usûl-i fıkıh alanındaki ünlü eseri et-Tahrîr'e, Bahrülulûm'un babası Molla Nizâmeddin tarafından başlanıp bitirilemeyen şerhe yaptığı tekmiledir (bk. Ansâri, s. 90). 3. Tenvîrül-menâr şerhu Menâri'l-envâr (usûl). Ebü'l-Berekât en-NesefTnin Me-nârü'l-envâr adlı usûl-i fıkha dair eserine Farsça olarak yaptığı şerhtir. Eserin Urduca tercümesi neşredilmiştir (Karaçi 1961). 4. el-Erkânü'1-erba'a (Resâ'ilü'l-erkân). Namaz, oruç, zekât ve hac ile ilgili esasları Hanefî mezhebi prensiplerine göre ele alıp inceleyen ve Hindistan medreselerinde ders kitabı olarak okutulan bu eser Resâ'üül-erkân adıyla Leknev'de, el-Erkânü'1-erba'a başlığıyla da Kalküta'da birçok defa basılmıştır (Ansâri, s. 85, nr. 2], 5. Şerhu Süllemi'l-culûm. Muhibbullah el-Bihârî'nin mantığa dair Süllemü'l-Culûm'unun şerhidir (Delhi 1861). 6. el-Hâşiye caîâ Şerhi Hidâyeti!-hikme. Esîrüddin el-Ebhe-rî'nin Hidâyetül-hikme adlı birinci kısmı mantığa ayrılmış olan felsefî eserine Sadreddîn-i Şîrâzî tarafından yapılan şerhin hâşiyesidir (Leknev 1846]. 7. el-Hâşiye "alo zâbitati't-Tehzîb. Sa'ded-din et-Teftâzânî'nin Tehzîbü'I-mantık adlı eserinin "kıyas" bölümüne yapılmış haşiyedir (Madras 1373). 8. el-Hâşiye colâ Hasiyeti Mır Zâhid cale'r-Risale-ti'1-Kutbiyye. Hint âlimi Kutbüddin Mah-mûd b. Muhammed'in er-Risâletü'1-Kut-biyye diye tanınan mantıkla ilgili risalesine Mîr Zâhid el-Herevî tarafından ya-
pılan haşiyenin hâşiyesidir (Delhi 1875i. 9. el-Haşiye calâ Hasiyeti Mîr Zâhid calâ Molla Celâl. Sa'deddin et-Teftâzânî'nin Tehzîbü'I-mantık'ına Celâleddin ed-Devvânî tarafından yapılan ve Molla Celâl olarak bilinen şerhe Mîr Zâhid el-Herevî'nin yaptığı haşiyenin hâşiyesidir (Leknev 1872). 10. el-Hâşiye calâ Hasiyeti Mîr Zâhid calâ Şerhi1-Mevâkıf. Adudüddin el-îcrye ait olan el-Mevd-kıfa Seyyid Şerif el-Cürcânî tarafından yapılan meşhur şerhin "el-umûrü'I-âm-me" bölümüne yine Mîr Zâhid el-Here-vî'nin kaleme aldığı haşiyenin hâşiyesidir (Leknev 1876). 11. Şerh-i Meşnevî-i Mevlânâ Celâİeddîn-i Rûmî. Bahrülulûm'un bu şerhi, onun tasavvuf alanında İbnü'l-Arabfnin etkisinde kaldığını gösteren önemli bir eserdir (I-Vl, Leknev 1873).
Bahrülulûm'un bunlardan başka Hindistan'ın çeşitli kütüphanelerinde nüshaları bulunan hadis, ahlâk ve matematikle ilgili başka eserleri de vardır (bk. Brockelmann, II, 625; El2 [İng.|,!, 937; An-sârî, s. 85-90).
BİBLİYOGRAFYA:
Serkîs, Muccem, I, 531; Brockelmann, GAL SuppL, II, 624-625; Hediyyetü'l-''arifin, [, 586-587; Kehhâle, Mu^cemü'l-mO.''elllftn, XI, 262; et-Kâmasü'l-İslâmt, I, 278; Abdülhay el-Hase-nî. Niizhetü'l-havâtır, Vll, 282-287; Annemarie Schimmel, islam in the Indian Subcontinent, Leiden 1980, s. 172-175; Yûnus İbrahim es-Sâmerrâî, 'Ulemâ* ü'l-'Arab ftşibhi'l-kârreti'l-Hindiyye, Bağdad 1986, s. 623-625; Muha-mad [qbâl Ansârî, "Mullâ 'Abd a]-'Ali Bahr al-'Ulüm", HI, VI/2 (1983], s. 69-96; M. Hidayet Hosayn, "Bahriil'unim", İA, II, 233; Moham-mad Shafic, "Bahr al-cUlüm", E!2 (İng.), I, 936-937; ajnlf.. "Bahrü'I-'uIûm", ÜDMİ, IV, 62-64; F. C. R. Robinson. "Farangi Mahall", E!2 SuppL (İng.), s. 293; a.mlf.. "cAbd-aİ-'Alı Bahr-al-
'Olüm", Elr., I, 95. [Tl
ffil Metin Yuudagür
BAHRÜLULÛM-İ TABATABA!
(Ö. 1212/1797)
Meşhur Şiî âlimi.
L J
Aslen Bürûcirdli olan büyükbabası Seyyid Muhammed, hem baba hem de anne tarafından Molla Muhammed Bakır el-Meclisrnin soyundandır. Bahrülulûm Kerbelâ'da doğdu (1155/1742). Burada önce babası Seyyid Murtazâ'nin, ardından Ahbâri ekolünün reisi olan Şeyh Yûsuf el-Bahrânrnin yanında fıkıh okudu. Daha sonra Necef'e giderek Şeyh Muhammed Mehdi Futûnî ve Şeyh Muhammed Taki-i Devrakl'nin derslerinden faydalanarak fıkıh bilgisini geliştirdi. Tek-
519
rar Kerbelâ'ya dönüp Muhammed Bâkır Bihbehânrden icazet aldı.
Bahrülulüm Meşhed'deki İmam Rızâ Türbesi'ni ziyaret etmek üzere 1772'de İran'a gitti. Bu arada İsfahan ve Horasan gibi önemli ilim merkezlerine uğrayıp asrın büyük âlimleriyle icazet mübadelesinde bulundu. Ayrıca karşılaştığı birçok yahudinin müslüman olmasına vesile oldu. Horasan'da yaklaşık yedi yıl kadar Seyyid Mirza Mehdî-i İsfahânrnin derslerine devam etti. Şiîler'de ilk defa kullanıldığı görülen "bahrü'1-ulûm" lakabının kendisine bu hocası tarafından verildiği söylenir. 1779 yılında Necef'e döndü ve aynı yıl hac vazifesini ifa etmek üzere Haremeyn'e gitti. Burada iki yıl kalarak ders ve fetva verdi. 1791 (veya 1793) yılında Muharnmed Bâkır Bih-behânî ölünce Irak ve İran'daki bütün Şiîler'in yegâne dinî otoritesi haline geldi. Necef te geniş bir ders halkası olan Bahrülulüm, hayatının sonlarına doğru sağlığının bozulması üzerine derslerine son verdi ve 1797 yılında burada vefat etti.
Aralarında Şeyh Ca'fer Kâşifü'l-Gıtâ, Muhammed Cevâd el-Amilî, Seyyid Muhammed Mücâhid, Şeyh Esedullah et-Tüsterî gibi âlimlerin de bulunduğu birçok talebe yetiştiren Bahrülulûm'un tek oğlu olan Seyyid Muhammed Bürûcirdî onun seviyesine çıkamamakla beraber şöhret bulmuş bir âlimdir.
Bahrülulûm'u çağdaşlarının birçoğundan ayıran özelliklerden biri onun sûfî meşrepli olmasıdır. Keramet sahibi olduğuna inanılan Bahrülulûm'un "sâhi-bü'z-zamân" (on ikinci imam) ile birçok defa görüştüğü ve hatta bir mülakatında onun tarafından kucaklandığı Şiîler'-ce söylenir. Bahrülulüm dervişleri sever ve korurdu. Diğer Şiî âlimlerin aksine meşhur bir Ni'metullahî dervişi olan Nûr Ali Şah'ı tekfir* etmemekte direnmiş ve onu ölüm tehlikesinden kurtarıp Kerbe-lâ'dan gizlice ayrılmasını sağlamıştır.
Eserleri. Dinî bilgilerin yanı sıra matematik ve astronomi de bilen, Arapça ve Farsça şiir söyleyen Bahrülulûm'un başlıca eserleri şunlardır: 1. el-Fevâ'idü'r-ricâUyye. Daha çok hadis ricalinden bahseden biyografik bir eserdir. Muhammed Sâdık Bahrülulüm ve Hüseyin Bahrülulüm tarafından Ricâlü's-seyyid hah-rü'İ-'uîûm adıyla dört cilt halinde yayımlanmıştır (Tahran 1363 hş.). 2. ed-Dürre-tü'1-behiyye. Manzum bir fıkıh usulü kitabıdır. Muhtelif baskıları vardır (Tahran 1247, 1296, 1304, 1307, 1320, 1329;
520
Tebriz 1292 \ed-Dürretü 7-manzume ile bir-likte|). 3. ed'Dürretü'l-manzûme. Bu da fıkha dair manzum bir eserdir. Birkaç baskısı mevcuttur (Tahran 1247, 1304, 1320; Tebriz 1292, 1307; Necef 1377). 4. eI-Fevâ3id iî mühimmâti'l-usûl (Tahran 1271]. S. el-Manzûmât ti'i-ticâl (Tahran 1306). 6. Hâşiyetü Me'âlimi'1-uşûl (Tahran 1316).
Bahrülulûm'un basılmış eserlerinin dışında çoğunluğu fıkha dair yirmi kadar kitap ve risalesi de bulunmaktadır (bunların isimleri ve bulundukları kütüphaneler için bk. Bahrülulûm-i Tabâtabâî, 1, 92-951.
BİBLİYOGRAFYA:
Bahrülulûm-i Tabâtabâf. Ricâlü's-seyyid bah-rü'l-'ulûm: el-Feuâ*idü'r-ricâliyye (nşr. M. Sâdık Bahrü i ulûm-Hüseyin Bahrülulüm), Tahran 1363 hş., 1, 11-118; Nûr Ali Şah, Cennâtul-ui-şâl (nşr. Cevâd Nûrbahş), Tahran 1348 hş., naşirin girişi, s. V-VI; Muhammed b. Süleyman et-Tunûkabûnî, Kışaşü"l-C ulemâ*, Tahran, ts., s. 168-174; Muhammed Bakır el-Hansârî, Rao-zâtû'l-cennât, Tahran 1304/1887, s. 677; Mirza Hüseyin en-Nûrî, Müstedrekü'l-üesâ*il, Tahran 1321/1903, 111, 384; Reyhânetü'l-edeb, I, 234-235; Hânbâbâ, Fihristi Kitâbha-yi ÇâpT-yi 'Arabî, Tahran 1344 hş., s. 297, 357, 360, 683, 921; Hamid Algar, Religion and State in Iran, 1785-1906: The Role ofthe Ulama in the Qajar Period, Berkeley 1969, s. 57, 59, 66, 69; Ali Devvânî, Aka Muhammed Bâkır b. Muhammed, Tahran 1363 hş., s. 171-187; A'yânü'ş-Şfa, X, 158-163.
Iffl Hamid Algar
BAHS
(bk. BAHİS).
l_ J
BAHŞEL
Ebü/I-Hasen Eşlem
b. Sehl b. Selm er-Rezzâz el-Vâsıtî
(ö. 292/905)
Muhaddis ve tarihçi.
L J
Hayatı hakkında bilgi yoktur. Pirinç sattığı, başka bir rivayete göre ise Rez-zazîn (pirinççiler) mahallesinde oturduğu için Rezzâz lakabıyla anılır. "Zenci" mânasına gelen Bahşel lakabını ne sebeple aldığı bilinmemektedir. Anne tarafından dedesi olan muhaddis Vehb b. Bakıyye, ayrıca Muhammed b. Ebân el-Vâsıtî, Muhammed b. Sabbâh el-Cercerâî gibi mu-haddislerden hadis okudu. Kaynaklar kendisinden hafızası kuvvetli, güvenilir ve muteber bir hadisçi olarak bahsederler.
Bahşel'in Vâsıt şehri tarihine dair olan Târîhu Vâsıt adlı eseri G. Avad tarafın-
dan neşredilmiştir (Bağdad 1967, Beyrut 1986)- Müellif bu eserinde Vâsıt ve çevresinin ilk devir tarihi hakkında kısaca bilgi verdikten sonra Vâsıfla ilgili din bil-ginleriyle hadis râvilerini tabakalara ayırmakta, kronolojik sıra ile her biri hakkında bilgi vermekte ve rivayet ettikleri hadisleri sıralamaktadır. Eserde ilk tabakayı Vâsıt'a gelen ashâb-ı kiram teşkil etmektedir. Târîhu Vâsıt, râvilerin güvenilirliklerini tesbit etmek açısından hadis âlimleri için çok önemli bir kaynaktır.
BİBLİYOGRAFYA:
Yâküt, Muccemü'l-üdebâ\ VI, 127-128; Ze-hebî. A'lâmü'n-nübelâ3, XIII, 553; a.mlf., Tez-kiretû'l-huffâz, II, 66_4; a.mlf., Mtzânü'l-i'tidâl, !, 211; İb'n Hacer, Lbânü'l-Mîzân, I, 388; Süyû-tî, Tabakâtü7-huffâz':(Ömer), s. 289; Keşfuz-zunûn, I, 309; İzâhu'l-meknûn, I, 218; İbnü'i-Imâd, Şezerât, II, 210; Brockelmann, GAL Suppi, I, 210; Ziriklî, el-A'lâm, I, 298; Kehhâle. Mu'ce-mü'l-mü'elliftn, II, 253; F. Rosenthal, A His-tory of Müslim Historiography, Leiden 1968, s. 94, 166, 484; a.mlf., "Bahshal", El2 (İng,), I,
949. [Tl
ffil Abdülkerim Uzaydın
BAHŞI
Eski ve yeni Türk lehçelerinde
"rahip, kâüp, hekim, şair" gibi
anlamlara gelen bir terim.
Eski Uygur metinlerinden itibaren çeşitli Türk lehçelerinde bakşı (Uygur), batışı (Çağatay), bahşı, bağşı (Türk), bakşı, baksa (Kırgız-Kazak) şeklinde rastlanan bu kelime diğer Altay dillerinde de bahsi (Moğol) ve bakşı (Mançu) olarak geçer. Kelimeye Moğol istilasından sonra XIII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar tarihî bir terim olarak rastlanır. Hatta XIII. yüzyıl İran şairlerinden Pür Bahâ-yi Câmî'nin bir kasidesinde de bu kelime geçmektedir.
Kelimenin yakın zamanlara kadar San-skritçe bhikşudan (dilenci ve gezginci Budist rahibi! geldiği sanılmıştır. Ancak Ramstedt, Schmidt ve Pelliot kelimenin Çince'den Moğolca'ya geçtiğini söylerlerken Radloff bunun Türkçe bak kökünden geldiğini ileri sürmüştür.
Aslı henüz aydınlanmayan ve Uygur metinlerinde "Budist rahibi" mânasına gelen bu kelime, Moğol devletlerinin Müslümanlığı kabulünden sonra, "Uygur harflerini ve edebî Türk ve Moğol dillerini bilen kâtip" anlamında, XVI. yüzyılda ise "hekim, cerrah" mânasında kullanılmıştır. Bahşı kelimesi, XIV. yüzyıldan başlayarak Moğol geleneğini sürdüren Celâyirliler, Timurlular ile Kazan, Ki-
rım hanlıklarında ve Bâbürlüler'de de "kâtip" mânasında geçmiştir. Hazar ötesi Türkmenler'! arasında "koşuklar, yani şiirler okuyan şair" mânasını taşıyan kelime, Hîve ve Buhara'da "halk şair çalgı-cısfnı ifade etmektedir. Bahşı kelimesine müslüman Kırgız-Kazaklar arasında bahsi, bahşı ve bahsa şekillerinde hâlâ rastlanmaktadır. Bunların kullandıkları müzik aleti (kopuz) bir çeşit viyolonsel olup yay ile çalınmaktadır.
Bahşı kelimesi Azerbaycan ve Anadolu Türkleri arasında ise yaygın olarak kullanılmamıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Reşîdüddin, Histoire des Mongols de la Par-se (nşr. ve trc. Ûuatremere), Paris 1836, s. 184-199; Radloff, Das Schamantum und sein Kul-tus, Leipzig 1885, s. 60 vd.; Ebü Bekir Divayev, İz Obiasti Kirgizskih uerouaniy, Bakıy, hak. lekar i koldun, Kazan 1899; F. W. K. Müller. Üiguri-ca, Berlin 1922, III, 46; IV, 4, 6, 26, 30, 113; B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimaî Teşkilâtı (trc. Abdülkadir İnan), Ankara 1987, s. 264; M. Fuad Köprülü, "Türk Edebiyatının Menşei", MTM, IV (1331), s. 21-25, 57 vd.; a.mlf.. "Bah-şı", İA, II, 233-238; B. Spuİer. "Bakhşhî", El2 {İng.l, I, 953; a.mlf., "Bahşî", UDMİ, IV, 135-
136. fTl
İffl Orhan F. Köprülü
BAHŞÎ
Muhammed b. Muhammed
el-Bahşî el-Halvetî'
(Ö. 1098/1687)
Halvetiyye tarikatının Bahşiyye kolunun kurucusu.
1038'de (1628) Halep yakınlarındaki Bekfelûn köyünde doğdu. Bazı kaynaklarda doğduğu köye nisbetle Bekfelû-nî diye anılır (Brockelmann, GAL, II, 397). Amasya'dan Suriye'ye göç eden büyük dedesi Ahmed el-Bahşî tanınmış bir sû-fî, tefsir ve fıkıh âlimi idi (Taşköprizâde, s. 413). Bahşî ilk dinî bilgileri çocukluğunu geçirdiği Halep'te babasından öğrendi. Daha sonra Şam'a giderek devrin tanınmış âlimlerinden dinî ilimleri tahsil ettikten sonra Halep'e döndü ve oraya yerleşti. Halep'te müftü Muhammed Hasan el-Kevâkibîden fıkıh ve hadis dersleri aldı. Bir süre sonra talebe okutmaya başladı ve bazı risaleler telif etti. Bu arada Halvetî-Cemâlî şeyhlerinden İhlâs b. Nasruddin'e intisap ederek sülük* ü-nü tamamladı. 1675'te Anadolu'ya gitmek üzere Halep'ten ayrıldı. Anadolu'yu dolaşarak İstanbul'a kadar gitti. Burada Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa'nın ilgi ve teveccühünü kazandı. Halep'e döndüğünde vefat etmiş bulunan şeyhinin ma-
kamına geçti. Bir süre irşad faaliyetinde bulunduktan sonra yerine oğlu Mu-hammed'i bırakarak hacca gitti. Hac sonrası Halep'e dönmeyip Mekke'ye yerleşti. 5 Rebîülâhir 1098'de (18 Şubat 1687) burada vefat etti ve Hz. Hatice'nin kabri yakınlarına defnedildi.
Tarikat silsilesi Halvetiyye'nin Cemâ-liyye koluna ulaşan Şeyh Bahşî'ye, tasavvuf tarihi kaynaklarında Bahşiyye adlı bir tarikat nisbet edilmektedir. Harîrizâ-de'nin tövbe, iman, İslâm, evrâd ve ibadete dayalı beş esası olduğunu söylediği bu tarikatın yaygınlık derecesi hakkında bilgi yoktur.
Eserleri.' 1. Şemsü'l-mefahir. Muhammed b. Yahya et-Tâzeffnin (ö. 963/1556) Abdülkâdir-i Geylânfnin menâkıbına dair Kala3idü'l-cevahir (Kahire 1303) adlı eserinin zeylidir (Kahire i 326). 2. Reşe-hâtü'l-meddâd fîma. yetecallek\ı bi'ş-şâünati'l-ciyâd. At yetiştirilmesiyle ilgili olan bu eser Râgıb et-Tabbâh tarafından neşredilmiştir (Halep 1930). 3. Risale fî tefsiri Sebbihi'sme robbike'l-aclâ. A'lâ sûresinin tefsiri olup Sadrazam Kara Mustafa Paşa'ya ithaf edilmiştir (Brockelmann, GAL, II, 397).
Şeyh Bahşfnin bu eserleri dışında kaynaklarda Şerhu'l-Bürde, Şâfiye nazmü'l-Kâfiye, Haşiye Caie'l-İ Crâbi'l-Kârî adlı üç eseri daha zikredilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Taşköprizâde, eş-Şekâ'îk, s. 413; Muhibbî, Hulâşatü'l-eşer, IV, 208-211; Harîrîzâde, Tib-yân, İ, vr. 107b-108b; Tomar-Halüetiyye, s. 89-90; Râgib et-Tabbâh. İ'lâmun-nübelâ* bl-tâ-rîhi Halebi'ş-şehbâ\ Haleb 1342, VI, 402-406; Serkîs, Mu Vem, I, 583; Brockelmann. GAL, II, 397; SuppL, Iİ, 490; Ziriklî. el-A'l&m, VII, 65.
ffil Nihat Azamat BAHŞİŞ
Türk-İslam devletlerinde hükümdarların, çeşitli vesilelerle maiyetlerinde hizmet edenlere;
yeni tahta geçtiklerinde
devlet hazinesinden maaş alanlara;
ilk sefere çıkışları münasebetiyle de
askerlere dağıttıkları para
(bk. CÜLUS; İN'AM; PÎŞKEŞ).
BAHŞİYYE
Halvetiyye tarikatının Muhammed b. Muhammed el-Bahşî'ye
(ö. 1098/1687)
nisbet edilen bir kolu
(bk. BAHŞI).
r i
BAHT
İlâhî iradenin insanlar için çizdiği
hayat programı anlamında
kullanılan bir terim.
Semavî dinler başta olmak üzere köklü inanç ve düşünce sistemleri kâinatı yaratan ve yöneten Tann'nın sınırsız bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu genellikle kabul etmişlerdir. Kâinatın bütün nesne ve olayları O'nun bu yetkin sıfatlarının ilgi alanı içindedir. Dolayısıyla tek başına her bir insanın, ayrıca insanların oluşturduğu toplumların hayat programı kaçınılmaz bir şekilde ilâhî ilim ve iradenin belirlediği' çizgi üzerinde yürümek durumundadır. Şüphe yok ki Allah dilediğini yapan, her halükârda iradesini yürütendir (bk. Âl-i İmrân 3/40; el-Mâ-ide 5/1). Öte yandan beşerî arzuların sınırsız denecek kadar çok olmasının yanında hayatta gerçekleşme imkânlarının sınırlı olduğu da gözlenmekte ve bilinmektedir. Bu sebepledir ki insanlar fiilen gerçekleştiremedikleri veya gerçekleşmesinin zor olduğunu sandıklan önemli işleri kader denen ilâhî programa bağlamışlardır. Türkçe'de bu duygu ve düşünceleri dile getiren baht, talih, kısmet, nasip ve kader gibi kelimeler yer almış, bu kelimelerle oluşan çeşitli deyimler doğmuştur.
Tercih edilen görüşe göre Farsça'dan Arapça'ya da geçmiş bulunan baht, "iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu insan üstü program" anlamına geliyorsa da daha çok sevindirici olaylar için kullanılmaktadır. Aynı mânaya gelen talih ise Arapça tâli' ( ^^) kelimesinin Türkçe'de aldığı şekildir. Tâli' "yükselen, ortaya çıkan", güneş ve ay için kullanıldığında "doğan, tecelli eden" gibi anlamlara gelir. Astroloji ile meşgul olanlar, belli yıldızların görünmesine bağlı olarak vuku bulacağını tahmin ettikleri olaylara da tâli' demişlerdir. Buna göre talih, "insan irade ve kudretinin ötesinde gelecekte gerçekleşecek olan bir prog-ram"dır: başka bir deyişle, "kaderin daha çok iyi yönde olmak üzere bir tecelli-si"dir. Arapça'da "pay. hisse, bölüşülen şeyin belli bir kısmı" anlamına gelen kısmet ile nasip kelimeleri de Türkçe'de aynı maksatla kullanılmaktadır. Kısmet "bölmek, bölüşmek" anlamındaki kasm ve iktisâm kelimeleriyle bağlantılıdır. Bir âyette, "Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik" (ez-Zuhruf 43/ 32] denilmektedir. Buna göre kısmet,
521
"Allah'ın daha çok geçim açısından önceden (ezelde) herkesin elde edeceği şeyleri belirlemesi, rızkını taksim etmesi", nasip ise "bu taksimde herkese ayrılan pay" mânalarına gelir. Aynı duygu ve inanışları ifade etmek üzere kullanılan kader kelimesi, aslında diğer bütün kavramları içine alabilecek geniş bir muhtevaya sahiptir. Kader, "canlı cansız bütün tabiat nesnelerinin ve bütün olayların önceden Allah tarafından bilinmesi ve planlanması" demektir. Hiçbir şeyin bu plan dışında kalması veya buna ters düşmesi mümkün değildir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu ilâhî irade ve takdirin hayır veya şer niteliğindeki her şeye şâmil olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte Türkçe'de kader baht, talih, kısmet, nasip ve Fransızca'dan dilimize geçmiş bulunan şans (chance) kelimelerinin aksine daha çok elem verici tecelliler için kullanılmaktadır. "Baht, talih" mânasında kullanılan felek ise (Arapça'da dehr, zaman, Farsça'da çarh), insan hayatının önceden düzenlenmiş programından çok bu programı düzenleyen güç anlamında da kullanılmaktadır (bk.
FELEK).
Hayatın acı ve tatlı olaylarla dolu olması, kişinin hoşlanmadığı fakat ortadan kaldırmaya, hatta kaçınmaya bile gücü yetmediği vakıaları kabullenerek yaşamak mecburiyetinde bulunması, insanı ister istemez tabiat üstü bir yönetici ve etkileyicinin varlığı sonucuna götürmüş ve kendisinde bu varlığa bağlanma ihtiyacını doğurmuştur. Allah inancının fıtrî oluşunun anlamı da budur. Her asırda sayıları pek az olan Cebriyye taraftarları bir yana İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, Allah'ın mutlak kudret ve iradesinin yanında insanın da sınırlı bir güç ve iradeye sahip bulunduğunu kabul etmişler, konu ile ilgili olarak çeşitli âyet ve hadislerden oluşan nasları bu anlayışa uygun bir şekilde yorumlamışlardır. İrade hürriyeti ve akıldan ibaret olmak üzere insanın sahip bulunduğu iki değerli şey sayesindedir ki o birçok varlıktan üstün görülmüş (bk. el-İsrâ 17/70), yaratana ve yaratılmışlara karşı sorumlu tutulmuştur. İrade hürriyeti ve buna yön verecek zihnî kapasite mevcut olunca da insanın harekete geçmesi ve elinden gelen çabayı sar-fetmesi gerekir. Yüce Allah tarafından düzenlenen tabiat kanunları gereğince gayret göstermeden başarıya ulaşmak mümkün değildir. Buna göre, kader ve irade hürriyetine dair nazarî tartışma-
522
lar bir yana, pratikte sonuca götürecek girişimlerde bulunmadan ve elden gelen gayreti sarfetmeden kaderin tecellilerini beklemenin, başarısızlık halinde de talihine küsmenin İslâmiyet'in inanç, hukuk ve ahlâk prensipleriyle çeliştiği görülmektedir. Şüphe yok ki irade hürriyeti ve iş yapma gücünün bulunmadığı yerde sorumluluğun, dolayısıyla dünyevî ve uhrevî ceza veya mükâfatın bulunması da söz konusu değildir. Nitekim cebr* görüşünü benimseyenler bile Allah'ın mutlak kudret ve iradesinin karşısında kulun iradesini yok mesabesinde görmüşlerse de fiilen her insanın sorumlu olduğunu kabul etmişlerdir. Sorumluluk açısından bakıldığı takdirde Cebriyye'nin insan iradesini yok farzedi-şi, uygulamaya intikal etmeyen, sırf teorik ve felsefî bir münakaşa görünümü arzeder (bk. cebriyye; kader).
İslâm felsefesinde baht kelimesi, Aristo felsefesindeki tukhe teriminin karşılığı olmak üzere, ittifak kelimesinin eş anlamlısı olarak özellikle "tesadüf" mânasında kullanılmıştır. Aristo, "Bir şeye ait olan ve onun hakkında doğru olarak tasdik edilen, ancak ne zorunlu ne de çoğu zaman vuku bulan şey" diye tarif ettiği {Metaphysica, 10253, 10-15) araz*ın belli bir sebebinin bulunmadığını, ancak tesadüfî yani belirsiz bir sebebinin olacağını belirtmiştir. Böylece o. âlemde belirli ve zorunlu sebepler yanında tesadüfî ve arızî sebeplerle sonuçların da bulunduğunu düşünmek suretiyle felsefesini katı determinizmden kurtarmak istemiştir. Fârâbîaynı anlayışı baht yerine yine "tesadüf" mânasında ittifak kelimesiyle ifade etmiş (bk. en-fiüket, s. 79), İbn Sînâ ise hem ittifak hem de baht kelimelerini birlikte kullanmıştır. İbn Sînâ nefis-beden ilişkisini incelerken illetleri "zatî" ve "arazı" olmak üzere ikiye ayırarak nefislerin bedenlerden önce mevcut olmadığını, nefislerin ortaya çıkması (hudûs) ve çoğalmalarının tesadüfen ve rastgele (alâ sebil il -ittifak ve'1-baht) olmayıp bedenlerin oluşmasıyla birlikte gerçekleştiğini, her beden için zorunlu ve gayeli olarak bir nefis meydana geldiğini belirtmiş, bu şekilde Eflâtun'un tenasüh* görüşünü reddetmiştir (bk. en-Necât, s. 386-387; Auicenna's De Anıma, s. 233]. İbn Rüşd de Metafizika'nm tefsirinde [Tefsîru Mâ ha'de't-tabfa) Aristo'daki tesadüf düşüncesini baht ve ba-zan da ittifak terimleriyle ifade etmiştir (II, 692, 695; III, 1457-1470). İbn Rüşd'e göre gerçek anlamıyla illet ile baht ara-
sında fark vardır. Zira belli bir illetin belli bir sonuç doğurmasına karşılık tesadüfün neler getireceği bilinemez. Çünkü tesadüfler gibi bunların sonuçları da belirsiz ve sınırsızdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânü'l-'Arab, "ü'a", "ksm" ve "nşb" md.le-ri; M. F. Abdülbâki, Muccem, "kısme" ve °na-sîb" md.leri; Dihhudâ. Luğatnâme, "baht" md.; Aristoteles [Aristo], MĞlaphysica (trc, I. Tricot), Paris 1981, 1025a, 10-15; Fârâbî, en-Nüket{el-Mecmu'içinde), Kahire 1325/1907, s. 79, 84; İbn Smâ, en-Necât (nşr. M. Takl Dânİşpejüh), Tahran 1364 hş., s. 386-387; a.mlf., Auicenna's De Amma: Kitâbii'n-Nefs (nşr. Fazlurrahman), London 1970, s. 233; İbn Rüşd, Tefsîru Mâ bacde't-tabr% II, 692-695; III, 1457-1470; J. H. Kramers, "Kısmet", İA, VI, 770-771; C. E. Bos-worth, "Kısma", El? (İng.), V, 184; W. Eilers -S. Shaked, "Bakt", Elr, 0^536-538.
lifti Bekir Topaloğlu
bahtAver han
(ö. 1096/1685)
Bâbürlü sarayında önemli
Dostları ilə paylaş: |