Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə24/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   83

Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu şnieştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere u-laşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibaren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey.... Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir.

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı'nda bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardır:

"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adaleti te'sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz75".

76. Yavuz; mütudtl edilme, ve bu I

Bu iddia, yanlış yon sının teır nün Ait ve idaresi a na tabi t ler söz I Diyarbekir Ij bütün Dojıijj devrinde J

Doj guruba!

Biri

diğer t merkezden t tımar sis aşiret \ Amid, I Van Eyı teşkil i



İkindi

beylere t edilmiştir. I denmekte*. I genellikle i darılara ti rineo

75 Koca Müverrih, Bedâyi', c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh'ül-Ahbâr, Es'ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Bayram, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, sh. 8

memlekr sancaklar âl

Ey,"

nâsındı i



BİLİNMEYEN OSMANLI

141


Ijınm

76. Yavuz Sultân Selim'in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt Devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddia edilmektedir. Osmanlı Devleti'nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı ve bu iddialar doğru muydu?

Bu iddia, Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika'sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi'nden sonra Doğu Anadolu'da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.

Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz.

Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti'nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti'nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti'ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim ola-gelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hanedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğullan veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi'nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazîleri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti'ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. San-

I

•ı



vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yollan, İstanbul 1996, sh. 30 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 197-213.

142


BİLİNMEYEN OSMANLI

BİLİNMEYEN OSMANU{

cakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazîsinde tımar nizâmı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir.

Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu'da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran'a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti'ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840'lara kadar bu hal aynen devam etmiştir76.

77. Osmanlı Padişahları, Yavuz'un Mısır'ı fethetmesinden itibaren halife unvanını kazanmışlar mıdır? Dinen bu mümkün müdür? Şayet mümkünse, Osmanlı Padişahları halife unvanını kullanmışlar mıdır?

İslâm hukukunda icranın başı olan şahıs için üç unvan zikredilmektedir; Halife, emîr'ül-mü'minin ve imam. Hilâfet, aslında bir kimseye halef olmak, onu temsil etmek demektir. Müslümanların lideri olan şahıs da şerl hükümlerin icrasında Hz. Pey-gamber'e halef olduğu için kendisine halife denmiştir. Bu unvanı taşıyan âmme müessesesi yani hilâfet ise, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan ikisini zikredelim: "Hz. Peygamberin halefi olarak dinî ve dünyevî meselelerde bütün Müslümanları temsil etmek"; "Müslümanlar üzerinde umumî tasarruf hakkına sahip olmak yetkisi". Yani kısaca Müslümanların devlet reisliği demektir. Hilâfete imamet de denir ve namazdaki imamlık görevinden ayırmak için buna "imâmet-i kübrâ" adı verilir. İmamet, aslında öne geçmek ve lider olmak demektir. Halifeye "imam" veya "imam'ül-müslimin" denmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Emir'ül-mü'minin unvanını ise ilk kullanan Hz. Ömer olmuş ve daha sonraki devlet reisleri bu unvanı "mü'minlerin emiri" manasında halifenin eş anlamlısı olarak kullanmışlardır.

Halife olmanın bazı şartları vardır. Osmanlı tatbikatında kendisine uyulmayan ve en çok tartışmalı olan bir şartı da, halifenin Kureyş kabilesinden olması şartıdır. Bir kısım İslâm hukukçuları halifenin Kureyş'den olmasının şart olmadığını ve hilâfet gibi âmmeye ait bir meselede nesebin tesiri olamayacağını ileri sürerken, çoğunluğun bu şartı kabul etmesi uygulamada zorluk çıkarmıştır. Çoğunluk "imamlar

Kureyş'tendir" f kukçusu Buharaltî rarak Osmanlı P« ortadan kalkan ı sebepledr ki < son Abbasi I rettirdiği !

Şunu ( ve onu t yonunu her | kısma i kikiy«)'dlrl çim ve I hilâfet-l ı gerekil \ suretiyle ( dır. Hz, I inkılabı halife I Abbasi lı olarak I baren Hz. \: Padişah! yetkileri I nasında İl

Osı


Müslimiı o da hilâfet" bütün CsımiII Haleb'in h Semend.'sS da 1519 ti ünvanlanl aldığı I

ümem, I


Kavinin* Haremeyn^

SultSnS


yacak fa


76 Koca Müverrih, Bedâyi', c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh'ül-Ahbâr, Es'ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, sh. 12 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, sh. 40 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 213 vd.

BİLİNMEYEN OSMANLI

143

Kureyş'tendir" hadisine dayanmaktadırlar. Türkistan'ın yetiştirdiği büyük Hanefi hukukçusu Buhara'lı Sadr'üş-Şerî'a (öl. 747/1346), bu meseleyi şöylece vuzuha kavuşturarak Osmanlı Padişahlarına hilâfet yolunu açmıştır: "Zikredilen şartlardan zaruret gereği ortadan kalkan şartlar aranmayacaktır. Zamanımızda Kureyşilik şartı da ortadan kalkmıştır". Bu sebepledir ki 923/1517 tarihinde Yavuz Sultân Selim, Mısır'dan beraberinde getirdiği son Abbasî Halifesi Mütevekkil Alellah'a Ayasofya Camiinde hilâfeti kendisine devrettirdiği zaman, mevcut âlimler bunu caiz görmüştü.



Şunu da bilmekte fayda vardır: Her konuda Hz. Peygamber'in izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilâfet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar: Birincisi; gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile veya hilâfet-i ha-kikiye)'dir ki, yukarıda zikredilen şartlara haiz ve Müslümanların rızası ile yapılan seçim ve bî'at sonucu elde edilen hilâfettir. Büyük Türk Hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir. İkincisi; şeklî hilâfet (hilâfet-i sûriye)'dir ki, gerekli şartları hâiz olmayan veya milletin seçim ve bî'atıyla değil de, cebir ve istilâ suretiyle elde edilen imamettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber'in "Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder" hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hülefâ-i râşidin'dir. Halife Ömer bin Abdülaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasî halifeleri hep ikinci grupta kalmışlar, bir başka ifadeyle şeklen ve hükmî halifeler olarak kabul edilmişlerdir. Hz. Peygamber'in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir'den itibaren Hz. Hasan'ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir. Osmanlı Padişahlarının en az ikinci manada halife olduklarında şüphe yoktur. Ayrıca, hak ve yetkileri bulunmayan şeklî halifelik değil, bütün hak ve yetkilere hâiz olan halifelik manasında halifedirler.

Osmanlı Padişahları, Yavuz Sultân Selim'den itibaren, halife ve İmâm'ül-Müslimîn unvanlarını son halife Abdülmecid Efendi'ye kadar kullanmışlardır. 1924 yılında hilâfetin kaldırılmasıyla ilgili kanun bunun en son delilidir. Ayrıca Yavuz'dan itibaren bütün Osmanlı Padişahları, halife unvanını kullanmışlardır. Mesela, Yavuz Sultân Selim, Haleb'in fethinden itibaren halife unvanını kullandığına delil, 1516 yılında tahrir edilen Semendire Sancağı Kanunnâmesinin başında yer alan Halifetüllah tabiridir. Daha sonra da 1519 tarihli Trablusşam Kanunnâmesinin başında ise, en az on defa halife ve hilafet unvanları kullanılmıştır. Oğlu Kanuni ise, Ebüssuud gibi bir İslâm Hukukçusunun kaleme aldığı Budin Kanunnâmesinin başında,

"Halîfe-i Resûl-i Rabb'il-Âlemîn, mümehhidü kavâ'id'iş-şer'il-mübîn ve Zıllulâh'iz-zalîli alâ kâffet'il-ümem, Hâiz'ül-İmâmet'il-Uzmâ ve's-Sultân'ül-Bâhir, Vâris'ül-Hilâfet'il-Kübrâ kâbiren an kabir, Nâşir'ül-Kavânîn'is-Sultâniye, âşir'ül-Havâkîn'il-Osmaniyye, Sultân'ül-Arabi ve'l-Acem ve'r-Rûm, Hami hıme'l-Haremeyn'il-Muhteremeyni ve'l-makâmeyn'il-mu'azzameyn'il-mufahhameyn es-Sultân ibn'üs-Sultân Es-Sultân Süleyman Hân ibn'üs-Sultân Selim Hân"

unvanlarını kullanmaktadır ki, bu konuda fazla bir şey söylemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır.

Zaten Yavuz'un Kahire ve Mekke'de bulunan Mukaddes Emânetleri İstanbul'daki Topkapı Sarayı'na taşıması ve bunlar için Hırka-i Şerif Dairesinin yapılması ve nihayet Kudüs, Medine ve Mekke'nin Osmanlı Devleti'nin eline geçerek padişahların Hâdim'ül-Haremeyn olarak ilan edilmesi ile halife sıfatı perçinlenmiştir. Kanuni Sultân Süleyman'ın Sadrazamı olan Lütfi Paşa, Osmanlı Padişahlarının halifeliği konusunda şüphesi

144


BİLİNMEYEN OSMANLI

BİLİNMEYEN OSP*N'.I

bulunanlara, Risâletü Halâs'il-Ümme Fî Ma'rifet'il-E'imme adlı eseriyle mukni cevaplar vermeye çalışmıştır. Bilindiği gibi, Lütfi Paşa, ilk dönem Osmanlı tarihini yazan muteber ve Yavuz'a muasır bir tarihçi ve devlet adamıdır. Bu kaynaklardan sonra, muasır kaynaklardan hiç birinde hilâfetle ilgili kayıt olmadığını söylemek ciddi bir hatadır. Kaldı ki, Yavuz'un muasırı olan Mısır'lı tarihçi İbn-i Iyâz da, hilâfetin Yavuz'a devrini, o günlerde kaleme aldığı eserinde açıklamaktadır.

Bu konuda önemli bir izah da Eyüp Sabri Paşa'ya aittir. Ona göre üç çeşit hükümet vardır: Birincisi, hilâfet veya imamet hükümetidir ki, Hz. Peygamber'in vekili olarak Şer'-i şerifi uygulayan her hükümet bu gruba girer. İkincisi, kendi yaptıkları kanunlar ile idareyi yürüten siyâset hükümetidir. Üçüncüsü ise, akıl ve şer'i nazara almadan cebirle ve zulümle idareyi yürütenlerin hükümetidir ki, buna da tabiT hükümet denmektedir. Bu taksime göre Osmanlı idaresi, birinci gruba girmektedir .

78. Osmanlı Devleti'nin Arapları zorla hâkimiyeti altına aldığı ve onları sömürdüğü iddia edilmektedir. Bu iddiaların aslı ve esası var mıdır?

Maalesef bu tür iddialar, ilmî olmaktan ziyade siyasîdir. Osmanlı Devleti'nin idaresi altında asırlarca yaşayan topraklar üzerinde iktidarı elinde bulunduran siyasî güçler kendi suiistimallerini örtmek için böyle bir propagandaya baş vurmaktadırlar. Osmanlı Devleti, zorla ve zulümle hâkimiyetini mazlum milletlere kabul ettiren bir imparatorluk değildir. Belki, Müslümanların ve gayrimüslimlerin, eski tâbirle istimâlet ile yani kendi meyil ve arzularıyla, adaletinden ve huzurundan istifade etmek gayesiyle hâkimiyeti altına girmeyi arzuladıkları ve vardıkları her yere i'lây-ı kelimetullah gayesiyle ayak basan bir İslâm devletidir. Altı yüz sene yaşayan bir devletin elbette haseneleri de seyyieleri de olacaktır. Ancak kader-i ilâhinin bu kadar uzun seneler yaşamasını takdir ettiği bu devletin, hasenatı herhalde seyyiâtına gâlibdir. Balkanlardaki bazı Hıristiyan gruplara, kiliselerde yaptıkları âyinlerde papazlar tarafından şöyle duâ ettirildiğini, A-merika'da araştırma yapan bir arkadaşım, kilise kayıt defterinin orijinalinden bir müzede bizzat okumuş ve bize nakletmişti. "Ya Rab! Bize de Osmanlı hâkimiyetinin altına girmeyi nasib et ki, dinimizi huzur içinde yaşayalım". O halde Osmanlı Devleti, kılıca dayalı ve sömürgeci bir imparatorluk değil, eşine tarihte ender rastlanacak olan bir İslâm devletidir. Burada Muhammed Abduh'un şu sözlerini zikr etmeden geçemeyeceğiz (Padişah Abdulhamid'e yazdığı bir layihada diyor):

77 BA, Tapu-Tahrir Defteri, nr. 449, sh. 2; nr. 1007, sh. 1-2; El-Ferrâ, Ebu Ya'lâ, Muhammed, Ahkâm'üs-Sultâniyye, Mısır, 1357, sh. 4, 14-15, 20-24; EI-Mâverdî, Abu'l-Hasan Ali b. Muhammed, El-Ahkâmu's-Sultânlyye ve'l-Velâyâtu'd-Diniyye, Kahire, 1298, sh. 11; İbn-i Iyâz, Bedâyi'uz-Zuhûr, IH, 19 vd.; Seyyid Bey, Hilâfet ve Hâki-miyet-i Milliye, sh. 6 vd.; İbn-i Haldun, Mukaddime, 212-213; Prof. Dr. Mehmed Hatiboğlu Hilâfetin kureyşliliği İle ilgili olarak yazdığı uzun bir monografisinde konuyu ayrıntılı olarak incelemiştir. Bkz. Hatipoğlu, Mehmed Said, "Hilâfetin Kureyşliliği", AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXIII (Ankara 1978) ; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, c. I, sh. 208-228; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III, sh. 451, 502-503; c. IV, sh. 78-85, Ayrıca aynı ciltteki Dede Efendi'nin Risale'sinde de halife tabiri Osmanlı Padişahları için çokça kullanılmıştır. Konu ile İlgili olarak bkz. Eyüp Sabri Paşa, Mir'ât'ül-Haremeyn, İstanbul 1301, c. I, sh. 497-498; 1167-1175; c. III, İstanbul 1306, sh. 98-99; Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir I-IV, (neşr. Cavid Baysun), Ankara 1986), c. I, sh. 148-149; Ahmed Cevdet Paşa, Târih-i Ahmed Cevdet (Vekâyi'-i Devlet-i Aliyye) I-XII, İstanbul 1271-1301, c. I, sh. 19; Ahmed Râsim, Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi I-IV, İstanbul 1328-30, c. I, sh. 278-279; İbn-i Ece, Muhammed bin Mahmûd, El-Irâk Beyn'el-Memâlîki ve'l-Osmâniyyîn'il-Etrâk, Şam 1986, sh. 299; Yılmaz, Belgelerle Osmanlı Tarihi, c. II, 61-66; İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunda İslâm, (Tarih Risaleleri, Der. Mustafa Özel), İstanbul 1995, sh. 24 vd.

"îtlkad edi. Peygambere ir sa, Alem-! İslim pe'ijMfl

Mesela Kuzey* na maruz kalmış» Oruç Reis ve Htarl

Bahadır kardeşler, k gayret gösten inanlarını bunları bıriıjjet Selim'e mümkündür;

"BİZ 0117111* İ künse Hızır Rıtfld

Kuzey/ nunî'ye ı nülden İsi araştırmaları, ( maktadır:

Evet1

misler ve cesinden ı İslâm'ı t ğu'dakl I nin zulmü



Abdu'ud 1 Osmanlı ı muhalif I fethetmesini İl dan farklı ( Kansu Sultân!

BuradaH Yavuz Sulta»! Muhamır Saraydılar, c tartışn halka \ dikle,

ler. SulİÎ geldiniz d nunla dayı

dermesi ffl hukukçutal

BİLİNMEYEN OSMANLI

İ45


hk ¦•ildi t \

"İtikad ediyorum ki, bu zamanda imanın şartlarının birincisi Allah'a imandır. İkincisi Peygamber'e imandır. Üçüncüsü de, Osmanlı Devleti'nin bekasına imandır. Zira bu devlet yıkılırsa, Alem-i İslâm perişan olacak ve sahipsiz kalacaktır.".

Mesela Kuzey Afrika'da, XVI. asrın ilk çeyreğinde Mağrib ülkeleri Hıristiyan istilasına maruz kalmış ve kendi devletleri zayıf düşmüştür. Bir tımarlı sipahinin çocukları olan Oruç Reis ve Hızır Reis de, bu bölgeye Fâtih zamanında gelmişler ve yerleşmişlerdir. Bahadır kardeşler, kısa zamanda Hıristiyanları durdurma ve iç ihtilafları önlemek üzere gayret göstermişler ve bunda da muvaffak olmuşlardır. Avrupalılar'ın Mağrib Müslü-manlarını canavar gibi parçalamayı beklediğini çok iyi bilen Cezayirli Müslümanlar ve bunları birliğe davet eden Oruç ve Hızır kardeşler çareyi Osmanlı Sultânı Yavuz Sultân Selim'e mektup yazmakta bulmuşlardır. Mektubun gayesini tek cümleyle özetlemek mümkündür;

"Biz Osmanlı Devleti'ne tâbi olmayı ve o devletin bir vilayeti olarak kalmayı istiyoruz. Mümkünse Hızır Reis'i de bize Beylerbeyi (vali) olarak tayin ediniz".

Kuzey Afrika veya bir diğer adıyla Mağrib yani Batı Arap Aleminin Yavuz'a ve Ka-nunî'ye mektuplar göndererek, Osmanlı Devleti'nin şemsiyesi altına girmeyi can ü gönülden istedikleri gibi, Muhammed Harb ve Abdülcelil Et-Temîmî'nin konuyla ilgili araştırmaları, Ortadoğu'daki Araplar açısından da durumun aynı olduğunu ortaya koymaktadır:

Evet! Doğudaki Araplar da tıpkı Mağrib'dekiler gibi, Osmanlı Devleti'ni davet etmişler ve onlara merhaba demişlerdir. Bu durum, Mısır fethinden kısa zaman öncesinden değil, belki çok daha evvel başlamıştır. Özellikle Mısır'daki Müslüman ahali, İslâm'ı tatbik eden kuvvetli bir devlete tabi' olmayı başından beri istemektedir. Ortadoğu'daki Araplar, tıpkı Mağribliler gibi, Osmanlı Devleti'ni, kendilerini Memlüklü devletinin zulmünden kurtaran bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir.

Abdullah bin Rıdvan "Tarih-i Mısır" adlı eserinde, Mısır âlimlerinin, Mısır'a gelen Osmanlı sefiriyle gizliden gizliye görüştüklerini ve ona Sultân Gavri'nin şerv-i şerife muhalif hareket ettiğini şikâyet ettiklerini ve kendilerinin Osmanlı sultanının Mısır'ı fethetmesini beklediklerini ifâde eylediklerini kaydetmektedir. Suriye bölgesi de Mısır'dan farklı değildir. Mısır'dan yola çıkarak Şam'a gelen ve oradan da Haleb'e varan Kansu Gavri'nin Haleb girişinde, çocukların "Yüce Allah sana yardım eylesin ey Sultân Selim" sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçiler kaydetmektedir.

Burada Halep âlimleri, kadıları ve halkın ileri gelenleri tarafından kaleme alınan ve Yavuz Sultân Selim'e takdim edilen bir arîza yani dilekçeyi de değerlendirmek istiyoruz. Muhammed Harb tarafından özeti Arapça'ya tercüme edilen bu belgenin aslı, Topkapı Sarayı'nda bulunmaktadır. Gerçekten Yavuz'un seferi öncesinde, Halep'te âlimler, kadılar, a'yânlar, eşraf ve ileri gelenler bir araya gelmişler ve kendi durumlarını aralarında tartışmışlardır. Neticede dört mezhebin kadısının ve şehrin ileri gelenlerinin, bütün halka vekâleten bir arîza yazmalarını ve arızada Osmanlı Sultânı Selim'e hitaben istediklerini dile getirmelerini kararlaştırmışlardır. Alınan kararlara göre, Suriye halkı Memlûklu zulmünden bıkmıştır. Memlûklu idarecileri şerv-i şerife muhalefet etmektedirler. Sultân Selim, Memlûklu saltanatına son vermek isterse, Suriye halkı kendisine hoş geldiniz demeye hazırdır. Kendisini karşılamak üzere Anteb'e kadar geleceklerdir. Bununla da yetinilmeyerek Yavuz'dan güvenilir bir vezirini kendilerine idareci olarak göndermesi istenecektir. Nitekim Şah İsmail'e açıkça destek verdiğinden dolayı, Osmanlı hukukçuları, Memlüklülere harp açılabileceğine dair fetvalar neşretmişlerdir. Bu fetva-

146

BİLİNMEYEN OSMANLI



lan Ali'nin Tarihinde görmek mümkündür.

Mazide İslâm'ın iki bahadır kahramanı Araplar ve Türkler, elele vererek, Kur'ân'ın sadâsını aktâr-ı âlemde en yüksek gür sadalanyla herkese duyurmaya çalışmışlardır. "İnşâallah yine, Araplar, ümitsizliği bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesânüd ve ittifak ile elele verip, Kur'ân'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir"78.

79. Yavuz'un Şam ve Mısır'ı fethedeceğine dair bazı kitabelerden ve hatta Muhyiddin-i Arabi'ye ait bir Risaleden bahsedilmektedir. Bunlar doğru mudur?

Yavuz'un müceddid olduğu hususunda bilgi verirken, müceddid olmasa bile mü'eyyed min indillah olduğu konusunda ciddi bilgiler bulunduğunu, muteber kaynaklardan nakillerde bulunarak anlatmıştık. Bu durumu nazara alırsak, meseleyi şöyle özetleyebiliriz:

1) Topkapı Sarayında Hz. Davud'a ait kılıcın sergilendiği yerde sergilenen bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabenin Mısır'dan mukaddes emânetlerle birlikte getirildiği ifade olunmaktadır. Yavuz'dan 40 küsur sene önce hazırlanan 880/1475 tarihli bu kitabede Yavuz'un Mısır'a geleceği haber verilmektedir. Bu kitabenin bulunduğu bir gerçektir. Ancak tartışılması gereken bu Kitabenin sahih olup olmadığıdır. Araştırmacıların bir çoğu kitabeyi okumuş ve değerlendirmişlerdir.

2) 638 Hicrî yılında yani Yavuz'dan yaklaşık 250 sene önce vefat eden Muhyiddin-i Arabî'ye ait Eş-Şeceret'ün-Nu'mâniyye fî'd-Devlet'il-Osmâniyye isimli bir Risale, İstanbul'daki yazma kütüphanelerde bulunmaktadır. Bu Risalede Yavuz'un Mısır'ı fethedeceği ve hatta Şam'a gelerek kendi kabrini keşfedeceği âyetlere ve manevî işaretlere dayanılarak anlatılmaktadır. Halk arasında bu mesele, "Sin, Şın'a girdiğinde kabrim ortaya çıkacaktır" şeklinde yayılmıştır. Bu Risalenin gerçekten Muhyiddin-i Arabî'ye ait olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak İbn-i Kemal'in ve hatta Şam'da bir maneviyât erinin de aynı işaretleri Kur'ân âyetlerinden istihraç eylediklerini kaynaklardan öğreniyoruz. Bu tür meselelerde hemen inkâr etmek de doğru değildir; bu tür eserlerin sıhhatini hemen kabul etmek de doğru değildir.


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin