Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə67/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   83

259 Halis Eşref, Külliyât-ı Şerh-i Kanun-ı Arazî, İstanbul, 1316, sh. 32 vd.; Karakoç, Tahşiyeli Kavanin, I/A vd.; Arazî Kanunu Mazbatası, Akgündüz, Mukayeseli İslâm ve Osmanlı Hukuku Külliyâtı, sh. 679-681; Arazî Kanunu, md. 1; El-ibadi, 1/266 vd.

428

BİLİNMEYEN OSMANLI



tasarruf şekli devletçe tanzim olunan bu çeşit araziye araziy-i mirîye (mirî arazi), arâzî-i memleket veya arâzî-i beytülmal denilir. Irak arazisi, Hanefiler dışındaki mezhep hukukçularına göre bu kabildendir. Ancak onlar bu çeşit araziye "Müslümanlara vakıf adını vermektedirler. Ebüssuud Efendi mirî arazinin tarif ve hukukî mahiyetini bu şekilde izah etmektedir.

Önemle belirtelim ki, mîrî arazinin menşei tamamen İslâm Hukukunun ülül-emre tanıdığı sınırlı yasama yetkisidir. Yani şer'î'dir. Ebüssuud Efendi, Osmanlı topraklarındaki mîrî arazi rejimini diğer mezheplerin Müslümanlara vakıf anlayışıyla izah etmiştir ve yerinde bir izahtır. Ancak, mîrî arazinin tasarruf şeklinin tesbiti kamu yararına uygun olmak şartı ülül-emre bırakıldığından, tasarruf tarzının tesbitinde eski Osmanlı Hukukunun yahut bir başka hukuk sisteminin tesiri olabilir. Bunda şer'î hükümlere aykırı olmamak kaydıyla şer'î bir mahzur yoktur. Mirî arazi yani beytülmal arazisi kavramı Hz. Peygamber zamanından beri vardır. Şimdi mirî arazinin hükümlerini ve tasarruf şeklini özetleyelim:

Beytülmal arazisi, memleket arazisi yahut Osmanlı döneminde mirî arazi denilen hazine arazileri, Hz. Peygamber devrinden beri vardır. Değişen sadece işletilme tarzıdır. Başta Selçuklu Devleti ve Abbasîler olmak üzere, her Müslüman devlet zamanında, devlete ait arazi kavramı mevcut olmuş ve bu arazi değişik şekillerde işletile-gelmiştir. İlhanlılarda bulunan ve hukukî sonuç itibarıyla ikta' tasarrufuna benzeyen ülüş sistemi bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devleti'ne kadar gelen Müslüman Türk Devletlerinde, beytülmal arazisinin tasarruf şekli ikta'dır. Osmanlı Devletindeki tımar müessesesi iyi tetkik edilirse, bazı farklarla Hz. Peygamber zamanından beri var olan ikta' muamelesinin gelişmiş bir şekli olduğu görülür.

Daha önceleri arâzî-i memleket yahut arâzî-i beytülmal diye adlandırılan hazine arazisi, Osmanlı Devleti zamanında mîrî arazi adını almış ve tasarruf şekli de tımar denilen bir nizâma tabi tutulmuştur. Tımar yahut dirlik denilen sistemin ikta' müessesesinin devamı mahiyetinde olduğunu ve Avrupa'daki feodalite rejimi ile uzaktan yakından ilgisi bulunmadığını ilgili soruların cevaplarında açıkladık.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarından itibaren fethedilen arazinin önemli bir kısmı, yani Anadolu ve Rumeli arazisi, mirî arazi olarak kabul edilmiştir. Söz konusu arazi, daha önce genel esaslarını açıkladığımız tımar sistemine göre işletiliyordu. Ancak mirî arazi, çiftçilere icare veya ariyet akdi ile doğrudan doğruya veriliyor; onlardan alınan vergi gelirleri ise, ifa ettikleri kamu hizmeti ve cihad vazifesi karşılığında tımar, zeamet ve has sahiplerine tahsis ediliyordu. Onlar da kontrollerine verilen araziyi çiftçi ahaliye tefviz etmekte, tefviz sebebiyle aldıkları harâc-ı mukâsemeyi karşılayan öşür, harâc-ı muvazzafı karşılayan çift akçesi ve ağalık hakkı gibi vergiler karşılığında re'âyâ eline sipahi veya zaim senedi yahut tapu temessükü denilen tasarruf senetleri vermekteydiler.

Tasarruf hakkı sahipleri ellerindeki araziyi ferağ edebilmekte, vefat edince de intikal yahut tapu hakkı sahipleri yoksa, arazi mahlûl olmakta ve tımar yahut zeamet sahipleri tarafından talibine yeniden tefviz olunmaktaydı. Mirî araziye ait bütün bu işlemleri sahib-i arz olarak ifâde edilen sipahi ve zaimler yürütüyordu. Nihayet tımar sisteminin tamamen bozulması üzerine, 1274/1858 tarihli Arazî Kanunu ile tımar ve zeamet usulü ilga edildi. Bir ara mîrî arazinin ihale ve tefviz işlemleri mültezim ve muhassıl

BİLİNMEYEN OSMANLI

429


denen görevlilere devredildi. Daha sonra bunlar da ilga edilerek arazi memurlarının tasarruf hakkı sahiplerine verecekleri üstü tuğralı tapu senetleri ile mirî arazinin tasarruf işlemleri yürütülmeye başlandı.

Yapılan bu izahlar göstermektedir ki, Osmanlı topraklarında bulunan beş çeşit araziden biri olan mirî arazi, Padişaha ait mülk arazi demek değildir. Belki devlet hazinesine ait arazi manasınadır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nde ve hatta Selçuklu Devletinde bütün toprak Padişahın mülküdür şeklindeki iddia, İslâm Hukukunun ve mirî arazinin statüsünün bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu iddiayı ileri sürenler, sadece beğlik demek olan mîrî kelimesinin sözlük anlamından yola çıkmışlardır.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Osmanlı Devleti'nde devlete ait malların tamamen Padişah'a ait olduğu şeklindeki iddialar tamamen yalan ve yanlış beyânlardır ve bu iddiayı ileri sürenler, konuyla ilgili şer'\ hükümleri ve Osmanlı Devleti'nin tatbikatını hiç bilmeyenlerdir. Devlet mallarının tasarruf hakkının belli ölçülerde Padişahın yetkisinde olması ile mülkiyetinin Padişaha ait bulunması arasındaki farkı da gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

"İslâm Devletinde, beytülmala ait mallarda tasarruf ve velayet hakkı, halife ve sultânlara aittir. Bunun sebebi, mülkiyetin sultân ve halifelere ait olması değildir. Belki sultân ve halifelerin, yeryüzünde Mâlik'ül-mülk olan Allah'ın halifesi ve vekili olmaları ve yeryüzünde fesâd ve kargaşayı önlemek üzere kendilerine bu husûsda tanzim ve tevzi' yetkisi verilmesidir" (Md.2). 26°.

267. Osmanlı Devleti, zina suçunun cezası olan recm, hırsızlık suçunun cezası olan kat'-ı yed yani el kesme gibi had cezalarını uygulamış mıdır?

Osmanlı Devleti'nde, uygulamadaki bazı aksaklıklara rağmen, itirazsız kabul edilen ve değiştirilmeyen suç ve ceza grubu, had suçları ve cezalarıdır. Had kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla men etmek demektir. Terim olarak ise, Allah hakkı (kamu hakkı) olarak uygulanması gereken miktarı belli ceza demektir. Bu çeşit suç ve cezalarda tam anlamıyla kanunilik ilkesi geçerlidir. Şeriatın tarifine az da olsa uymadığı an, had cezaları uygulanmaz. Suçlara da cezalara da had tabiri kullanılmaktadır. Had cezalarını gerektiren suçlar yedi tanedir: Zina, iffete iftira (kazf), içki içmek (şirb), hırsızlık (sirkat), yol kesme (hirâbe=kat-ı tarik), dinden dönme (riddet) ve isyan (bağy).

Had cezalarının en önemli özelliği, en küçük bir şüpheden sanığın yararlanması ve daha önemli olanı da, isbatının çok ağır olmasıdır. Bu şartlar yerine gelmediği takdirde, had cezaları değil, ta'zîr cezaları uygulanacaktır. Mesela Zina suçu üç şekilde sabit olur: Birincisi, tam ehliyetli, Müslüman, erkek ve dürüst dört şahidin bizzat gördüklerini beyan etmeleriyle sabit olur ki, bu çok zor bir yoldur. Ayrıca zaman aşımına da uğramaması şarttır, ikincisi, zina edenin dört defa zina suçunu ikrar etmesidir. Üçüncüsü; karinelerdir. Evli olmayan bir kadının gebe kalması ile de zina suçu sabit olur.

Böylesine zor şartlarla isbat edilebilen ve en küçük bir şüphe ile bertaraf edilen zina haddinin uygulaması da çok az olmuştur. Osmanlı hukuk tarihinde her zaman zina

260 Ebüssuud, Mecmua-i Kavanin, Süleymaniye kütp. Carrullah nr. 968, vrk. 10; Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 426 vd., 446 vd.; El-İbâdi, c. I, sh. 280 vd.; Cin, Halil, Mirî Arazî ve Bu Arazînin Özel Mülkiyete Dönüşümü, sh. 43 vd.; Halis Eşref, Külliyât, sh. 73 vd.; Arazî Kanunu, md. 3.

436


BİLİNMEYEN OSMANLI

haddi kabul edilmiş, ancak uygulaması pek nadir vuku' bulmuştur. Suçun teşekkülü ve isbatı için aranan şartlardan biri olmayınca ta'zir cezaları gündeme gelecektir. Bu konuda Osmanlı hukuk tarihinden bazı örnekler verelim:

Dulkadiroğulları ceza kanunundan: "her kim zina eylese, şer' ile ya örf ile sübut bulsa, ergen ise had olmaz ise on üç altın alına. Evli ise recm olmazsa on beş altın alına".

Kanuni'nin ceza kanunnâmesinden; "Bir Müslüman zina eylese, şer' ile sabit olsa ve zina eyleyen muhsan yani evli olup bay olsa siyâset olunmadığı yani hadd-i zina urulmasa...". Yaptığımız araştırmalar, bütün Osmanlı tarihi boyunca uygulanan recm cezasının iki elin parmaklarından daha az olduğudur. Mesela, 929 tarihli bir mahkeme ilamı Kanuni devrinde recmin tatbik edildiğini gösterdiği gibi, 1091 yılında da hem de Padişahın huzuruyla bir recm cezası uygulanmıştır. İstanbul Aksaray'da Murad Paşa semtinde, bir yeniçeri emeklisinin hanımı komşusu bir Yahudi ile zina etmiş ve mahallelinin olayı basması ve dört şahidin şahitlik etmesi üzerine, At Meydanında uygulanan bu recm cezasına, Rumeli Kazaskeri Beyâzî-zâde Ahmed Efendi hüküm vermiştir.

Osmanlı hukuk tarihi boyunca, hadd-i sirkatin de uygulandığını, şer'iye sicillerin-deki karar örneklerinden öğreniyoruz. Ayrıca kanunnâmelerde de mesele tasrih edilmiştir. Mesela, Dulkadiroğulları kanununda "Ve her sârıkın (hırsızın) ki kat'ı yed olunca, eğer aynı ile sirkat etdiği davar olursa, alınup sahibine verile; durmaz ise tazmin olunmaya" denilmektedir. Osmanlı Kanunnâmelerinde ise, " ..tahılın uğuriasa, şer'an kesmek lâzım olması... cürm alına" ".. sirkat nisaba yetişmemiş, olsa kadı ta'zir ede"261.

VII- OSMANLI DEVLETİNDE AZINLIKLARA TANINAN

HAKLAR

268. Osmanlı Devleti'nde azınlıklara tanınan hakları kısaca özetler misiniz? Neden azınlıklara bazı elbiselerin giyilmesi ve evlerinin yüksek binası müsaadesi verilmiyordu?



İslâm Hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine, aynı dinin tâbi'leri demek olan ümmet kavramı bu sebebden dolayı gündeme gelmiştir. Selçuklu ve Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde, vatandaş demek olan ra'iyye, Müslüman ve gayr-ı müslim olarak ikiye ayrılır. Rumlar ile Ermenilerin Hıristiyan ve Türklerin ise tamamen Müslüman olmaları tesadüf kabilinden ve kaderin bir cilvesidir.

Bu sebeple Osmanlı Hukukunda, İslâm ülkesinde ikâmet eden insanlar, dinlerine ve tâbi oldukları devlete göre üç ana gruba ayrılırlar:

261 Molla Hüsrev, c. II, sh. 61 vd.; Damad c. I, sh. 592; Kâsânî, c. VII, sh. 52-61; Udeh, c. II, sh. 432 vd.; Ali Rıza, "Men'i Müskirat Kanunu Münasebetiyle Haddi Şerl Hakkında Mütâlâa", Ceride-i Adliye, sayı 4, Sene 1338 Nisan, sh. 182 vd.; Udeh, c. I, sh. 634 vd., c. II, sh. 343 vd.; Ebu Ya'la, sh. 244 vd.; BA, Tapu Tahrir Defteri, nr. 735; Barkan, Kanunlar, 120/6; YEE, nr. 14-1540, Layiha, sh. 49-50; Alaaddin Bey Kanunu, BA, Tapu Tahrir Defteri, nr. 735, vrk. 1-2; Kanunnâme, İÜ. Ty. 1807, vrk.3; Silahdâr Tarihi, c. I, sh. 731; Kanunnâme, ÎÜ, Ty. 1807, vrk. 5/a-b. . . ......„ .,.,.....

BİLİNMEYEN OSMANLI

431

1) Müslümanlardır. 2) Zimmîlerdir. Yani Müslüman olmadığı halde, zimmet akdi ile İslâm ülkesinin hâkimiyeti altında yaşamayı kabul eden ve İslâm ülkesinde devamlı ikâmet hakkına sahip olan insanlardır. 3) Müste'menlerdir. Bu, kendilerine geçici olarak İslâm ülkesine girme ve ikâmet etme izni verilmiş olan yabancı gayr-ı müslimlere denir.



Azınlık kavramını kısaca açıkladıktan sonra, şimdi de azınlıklara tanınan haklar ü-zerinde duralım:

Bu konudaki genel prensibi belirttikten sonra, bazı ayrıntılar üzerinde de durmak istiyoruz: Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı Devletinde,Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetler, zimmî denilen gayr-i müslim vatandaşlara da, bazı istisnaların dışında tanınmıştır. Tanzîmât ve Islâhat fermanlarıyla, hak ve hürriyetlerin yeni yeni tanındığı şeklindeki iddia, Avrupalıların kuru bir iftirası ve bizdeki tarihi bilmeyenlerin de buna, bilerek veya bilmeyerek aldanmasından başka bir şey değildir. Zira Müslüman Türk Devletleri, kendilerine, "Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ö-devler onlara da yüklenir" şeklindeki hadisi, esas olarak kabul ve tatbik etmişlerdir. Müste'men denilen yabancılar da, zimmîler gibidirler. Ancak, İslâm ülkesinde sadece geçici ikamet hakkına sahip olmalarından dolayı, devamlı ikamet nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez. Bu genel esaslardan sonra şimdi de bazı ayrıntılar üzerinde durmak istiyoruz:

1- Siyasî ve İdarî Haklar: Bu haklar sadece zimmîlere tanınmıştır. Bu konuda şu iki hususun bilinmesinde yarar vardır:

Birincisi: Zimmîler, İslâm ülkesinin vatandaşı olduklarından kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptirler. Din ile bağlantısı bulunmayan alanlarda zimmîler de kamu görevlisi olabilmektedir. Bu kaidenin tek istisnası, zimmîlerin devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik, sancak beyliği, sadâret ve kadılık gibi, hâkimiyet hakkını kullanma manasını ifade eden görevlere getirilemeyişleridir. Osmanlı Devletinde durum böyledir. Tanzîmât'tan sonra bazı zimmîlere bakanlık görevi bile verilmiştir. Bu arada zimmîler, kendi cemâatleri içinden seçilen ve devlete karşı sorumlu bulunan dinî bir şef tarafından idare olunmaktadırlar. Hıristiyan cemâatlerin başında patrik ve metropolitler, Yahudilerin başında ise hahambaşılar bulunuyordu.

İkincisi: Seçme ve seçilme hakları konusunda ise şunlar söylenebilir: Seçimle işbaşına gelen halifenin kendisi Müslüman olması gerektiği gibi, seçmenlerinin de Müslüman olması icab eder. Şûra meclisi yani yürütme meclisinin üyeleri konusunda da, zimmîlere seçme ve seçilme hakkı uygulamada tanınmamıştır. 1876 tarihli İntihâb-ı Meb'ûsân Kanunu ile bu esaslar çiğnenmiş ve zimmîlere, İslâm'ın verdiğinden fazlası verilmeye kalkışılmıştır. Neticesi de Osmanlı Devletinin zayıflaması ve yıkılması olmuştur. Bugün kendilerini hukuk devleti ilan eden bir çok devletlerin, başta Amerika olmak üzere, siyahlara yeni yeni seçme ve seçilme hakkı tanırken, bize çeşitli teraneler okumaları, her halde iyiye işaret değildir.

2- Temel Hak ve Hürriyetler: Konuyu ana başlıklarıyla özetlemek gerekirse;

A) Zimmîler şahsî hak ve hürriyetlerden tıpkı Müslümanlar gibi yararlanmışlardır. Bunlar için de bazı cüz'î sınırlamalar dışında, seyahat hürriyeti, şahsın dokunulmazlığı ve mesken hürriyeti gibi hak ve hürriyetler vardır. Hem de Avrupalının, kadınları insandan saymadığı günden beri vardır. Bu konuda tarihimiz, bütün insanlığa ibret olacak

Jl.


432

BİLİNMEYEN OSMANLI

şeref sayfaları ile doludur. Seyahat ve ikâmet hürriyetlerinin tek istisnası, Kur'ân'ın emriyle zimmîlerin Hicaz bölgesine sokulmamalarıdır. Bu arada zimmîlerin mesken ve ikâmetgâh hürriyetleri, Osmanlı Devletinde, kendilerine ve Müslümanlara zarar vermeyecek şekilde tanzim olunmuştur. Zimmîler, genellikle şehrin kenar semtlerinde, Rum, Ermeni ve Yahudi mahallelerinde gruplar halinde iskân edilmişlerdir. Meselâ 1582 tarihli bir fermanla zimmîlerin İstanbul'da Eyüp semtinde oturmaları yasaklanmıştır. Muhtelif fermanlarla, İslâm hâkimiyetinin nişanesi olarak, zimmîlere ait evlerin Müslümanların evlerinden yüksek olmaması emredilmiştir. Zimmîlere şahsî hak ve hürriyetlerinin, meşru1 dairede tanındığını, aslen Macar olan bir müsteşrik şöyle ifade etmiştir: "500 sene hâkimiyetleri altında yaşadığımız Osmanlılar, bize hayat hakkı tanımasalar ve günde bir gayr-i müslim öldürselerdi, bugün Yunan, Sırp, Bulgar ve Romen halkından bahsedilemezdi".

B) Zimmîlere din ve vicdan hürriyeti de meşru dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile baş başa bırakılmaları, İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Ancak İslâm hâkimiyeti ile bu hürriyetleri dengelemek için bazı kayıtlamaların getirildiği de inkâr olunamaz. Evvelâ, İslâm devletler hukukuna göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan zimmîlerin ma'bedlerine dokunulmaz, ancak yenilerinin inşasına da izin verilmeyebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, İslâm devletinin reisi, âmme maslahatına dayalı bir takdir hakkına sahiptir. İsterse, eskileri de yıktırabilir.

Bu şer'î hükümlere rağmen, Fâtih Sultân Mehmed'in savaş yoluyla fethettiği İstanbul'daki kiliselerin bir kısmını olduğu gibi bırakması, Müslüman Türklerin din ve vicdan hürriyetine verdiği önemi göstermektedir. Ebüssûud, bunu fetvasında belirtmiştir. Yine Fâtih Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın "Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım" dediğini bile bile, eğer devletime itaat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Halikına ibâdet edecek" cevâbını vermiştir. Saniyen, Zimmîler, haç ve çan gibi dini sembollerini, ma'bedleri içinde izhâr edebilecekleridir. Ancak Müslümanların sakin oldukları şehirlerde, ma'bedleri dışında izhar edemeyeceklerdir. Bu sembollerini reklam ve propaganda için asla kullanmayacaklardır Sâlisen, zimmîlerin düşünce toplantı ve eğitim hürriyeti de mevcuttur. Ancak bu hürriyetlerin şer'î hükümlere aykırı olmayacak şekilde kullanılması şarttır. Kendilerine has mekteplerinde, çocuklarını eğitme ve dinlerini öğrenme hakkına sahiptirler. İstanbul'daki okulları bu hürriyetin canlı şahitleridirler.

Zimmîlere, devlet bütçesinden finanse edilen kamu hizmetlerinden yararlanma , bazı istisnalar dışında sosyal güvenlik kurumlarından istifade etme ve çalışma hakkı da tanınmıştır. Biz ayrıntıya girmiyoruz.

3-Diğer Haklar: Yani zikredilenlerin dışında kalan mevzularda, bir kısım cezaî hükümler, aile ve miras hukukuna ait inanç farklılığından doğan bazı müesseseler dışında, zimmîler, tamamen Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda, Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda Müslümanların tabî olduğu hükümlere tâbi'dirler. Şer'iye sicillerini tetkik edip de, Yorgi yerine Ahmed'in ve İzak yerine Mehmed'in mahkûm edildiğini görenler, bu esasların satırlarda kalmadığını müşahede edeceklerdir. Zimmîlerin mülkiyet hakkı başta olmak üzere her haklarına riayet edildiğini görmek isteyenler, binlerce sayfayı bulan ve adetleri 20.000'i geçen şer'iye

BİLİNMEYEN OSMANLI

433

mahkemesi kararlarına müracaat edebilirler262.



269. Osmanlı Devleti'nde azınlıkların görev ve yükümlülükleri nelerdi?

Osmanlı Hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetlerden yararlanan zimmîlerin bazı vazife ve mükellefiyetleri de söz konusudur. Bunları birer cümle ile özetlemekte yarar vardır:

Evvelâ, belli şartları taşıyan şahıslardan alınan cizye vergisi karşılığında, zimmîler, askerlikten mu'âfdırlar. Yani cizye vergisi aslında ek bir mükellefiyet sayılmaz. Saniyen, arazilerinden haraç denilen bir vergi vermekle mükelleftirler. Osmanlı Devleti, Anadolu ve Rumeli arazisini aslı harâcî arazi olan mirî arazi statüsünde kabul ettiğinden, bu vergide Müslümanlar ile zimmîler aynıdır. Sâlisen, gümrük vergisinde zimmîlerden alınan nisbet Müslümanlarınkinden fazladır. Ancak kapitülasyonlarla bu nisbet çok düşürülmüştür. Bunlardan başka zimmîlerin bazı vecibeleri daha vardır. İslâm'a hakaret sayılabilecek ve Müslümanları gözden düşürecek hareketlerden kaçınacaklardır. Dinlerinin reklâm ve propagandasını yapamayacaklardır. Sadece gayrimüslimlerin yaşadığı şehirlerin dışında, içki ve domuz satamayacaklardır. Kılık kıyafet ve benzeri hususlarda Müslümanları taklid edemeyeceklerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı Devleti, zimmîlerin kıyafetleri açısından bazı sınırlamalar getirmiştir. Daha fazla ayrıntıya girmiyoruz263.

270. Fâtih'in azınlık hak ve hürriyetleri ile ilgili fermanını kısaca anlatır mısınız?

Müslüman ecdadımız, günümüzdeki Avrupalılar gibi çifte standartlı davranmamıştır. Nazarî planda va'd ettiğini, uygulamadaki bazı hatalar dışında aynen tatbik etmiştir. Bunun canlı bir misâlini, zimmîlere tanınan hakları yazılı bir emir ve ahidnâme haline getiren Fâtih Sultân Mehmed'in şu fermanında görüyoruz: :

"Galata Zimmilerine Verilen Ahidnâme"

(Galata zimmîlerin ahidnâmesidir. Ebül-Feth Sultân Muhammed Hân İstanbul'u feth eyledükde vermiştir. Rumca yazılub üzerine tuğra çekilmiştir)

"Ben Ulu Pâdişâh ve ulu şehinşâh Sultân Muhammed Hân bin Sultân Murâd'ım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdiğar hakkı içün ve Hazret-i Resûlün-Aley'is-Salâtü Ve's-Selâm-pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dörtbin peygamberler hakkı içün, dedem ruhîçün ve babam ruhîçün, benim başım içün ve oğlanlarım başîçün, kılıç hakkîçün, şimdiki hâlde Galata'nın halkı ve merdüm-zâdeleri atebe-i ulyâma dostluk içün Babalan Pravizin ve Markizoh Frenku ve tercümanları Nikoroz Baluğu ile Kal'a-i mezkûrenin miftâhın gönderüb bana kul olmağa itaat ve inkıyâd göstermişler. Ben dahi;

1. Kabul eyledim ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne veçhile câri ola-gelirse, yine ol üslûb üzere â-detlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben dahi üzerlerine varub karalarını yıkub harâb etmeyem.

262 Islahat-ı Kanuniye, BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 4 vd.; Kasani, Bedâyi', c. VII, sh. 100; Rehber-i Mu'âmelât, Bend, 213 vd.; Takvim-i Vakâyi, nr. 1044; Ahmed Refik, Oniklnci Asr-ı Hicrî'de İstanbul Hayatı, İstanbul 1988, sh. 53-54, 83-84, 157, 105, 227 vd.; Zeydan, Ahkâm'üz-Zimmiyyîn, 10 vd.; 95 vd.; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, c. II, sh. 310 vd.

263 Ercan, Yavuz, "Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar", Belleten, c. LV, sayı 212-214(1991), sh. 371- 391.

434


BİLİNMEYEN OSMANLI

2. Büyürdüm ki, kendülerin mallan ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve cariyeleri kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte'ârız olmayam ve üşendirmeyem.

3. Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryadan ve kurudan sefer edeler, kimesne mâni ve müzâhim olmaya, mu'âf ve müsellem olalar.

4. Ben dahi üzerlerine harâc vaz' edem, sâl be-sâl edâ edeler gayrılar gibi. Ve ben dahi bunların üzerlerinde nazar-ı şerifim dirîğ buyurmayub koruyam gayrı memleketlerim gibi.

5. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Amma çan ve nâkûs çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.

6. Ve Ceneviz bâzirgânları deryadan ve kurudan rençberlik edüb geleler ve gideler. Gümrüklerin âdet üzere vereler. Anlara kimesne te'addî etmeye.

7. Ve büyürdüm ki, yeniçerliğe oğlan almayam ve bir kâfiri rızâsı olmadan Müslüman etmeyeler ve kendüleri aralarında kimi ihtiyar ederlerse maslahatları içün kethüda nasbedeler.

8. Ve büyürdüm ki, evlerine doğancı ve kul konmaya ve kal'a-i mezkûre halkı ve bâzirgânları angaryadan mu'âf ve müsellem olalar.

Şöyle bileler, alâmet-i şerife i'timâd kılalar.

Tahriren Fî Evâhir-i Cemâziyelûlâ sene seb'in ve hamsin ve semâne-mi'ete" (857 H./1453 M.)284.

271. Tanzimat'tan sonra azınlık hakları ile ilgili ne gibi gelişmeler olmuştur?

A) Siyasî gelişmeler ve Osmanlı Devletinin gün geçtikçe daralması göz önüne alınırsa görülecektir ki, "yeniden düzenlemeler" demek olan Tanzimat, Osmanlı Devle-ti'nin kendi isteğiyle ve kendi yararına olarak yaptığı yeni ve yararlı düzenlemeler değildir. Tam aksine, maalesef Osmanlı Devleti, kukla haline gelmiş ve Avrupa devletleri oradan üfledikçe o burada oynar olmuştur.

Bu acı halin en acıklı neticelerini, devletler hususî hukukunda görüyoruz. Osmanlı Devleti'nin zayıflaması, dış devletlerin baskısı ve Osmanlı hukuk nizâmının icradaki bozukluklardan dolayı sarsılmış olması, azınlıkların haklarını görünürde savunan siyasî hareketlere hız kazandırıyordu. İç ve dış baskıların telkin ve tahriki ile haddini aşan II. Mahmûd, Şöyle diyebiliyordu: "İsterim ki, bundan sonra Müslümanlar camide, Hıristiyanlar kilisede ve Yahudiler havrada biri birinden ayrılsın". Yani diğer alanlarda eşit olsunlar. Halbuki İslâm hukukuna göre, saydığımız istisnalar dışında zâten eşitlik vardı. Azınlıkların isteği ise, siyasî eşitlik yani hâkim unsurun Müslümanlar olmaması idi. Padişah böyle derken, Hıristiyan bir yetkili de şunu itiraf ediyordu: "Türklerle Hıristiyanlar arasındaki fark, sadece elbisede, isimde ve selâm tarzındadır". Bu anlayışı, Ermeni Katoliklerin bir millet olarak tanınması takip ediyordu.

Nihayet, 1839'da Müslüman ve gayr-i müslim tebaanın can, ırz ve mallarının korunmasını teminat altına almak üzere Gülhâne Hatt-ı Hümâyûn'u ilan edildi. Bu fermanla Avrupalılar, istedikleri tam eşitliği elde edememişlerse de, en azından va'dini almışlardır. Tanzîmât'la birlikte sancak ve eyâlet merkezlerinde Müslüman ve zimmî üyelerden oluşan meclisler kurulmuş ve her ihtifalde azınlıklardan bahsedilir olmuştur. 1844'de Hıristiyanların mezhep değiştirme yasağı kaldırılmıştır. Bütün bunlar, Avrupalıları tatmin etmemiştir. Zira onların arzusu, azınlıkları hâkim unsur haline getirmeleri ve bu konuya mani teşkil eden İslâm milletler hukuku kaidelerinin terkidir. İşte bu


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin