Ali nar bey'E : hazirlamiş olduğU «akaid risaleleri» hakkmdaki 3


İmam Şafii (r.a.) , (150 - 204 H.)



Yüklə 0,78 Mb.
səhifə16/24
tarix07.01.2019
ölçüsü0,78 Mb.
#90782
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   24

İmam Şafii (r.a.) , (150 - 204 H.)

Soyu :


Ebu Abdullah Muhammed bin İdris bin Osman bin Şafiî. Dedesi Abdulmuttalib'te Resulullah ile nesepde birleşir. Keza ana tarafından da Hz. Hüseyin bin Ebi Talip'te biter nesebi. Bu haliyle peygamberin temiz soyundan oluyor.

Doğumu, Göçü, Öğrenimi:

Hicretin 150. yılmda Gazze'de doğmuştu Şafiî. Orada iki yıl kaldı. Sonra Mekke'ye götürüldü. Yedi yaşmdayken, orada Kur'an-ı Kerim'i ezberledi. Arkasmdan on yaşmdayken de; Muvatta'ı ezberledi. (İmam Malik'in hadis mecmuası).

Medine âlimleri onu böylece tanımış ve zekâsma hayran olmuşlar­dı. Aklınm oturaklılığı, görüşünün keskinliği onları şaşırtmıştı. Hemen ders okutmasma izin verdiler- Ona daha onbeş yaşmdayken fetva ve içtihat yolu açıldı...

Bazı Hususiyetleri:

Allah ondan razı olsun. İlme aşırı düşkün, âlimleri sever, onlart tanımak için dolaşırdı. Nitekim, bilgi artırma gayesiyle Medine, Bağ­dat, Yemen ve benzeri yerlere seyahat etmişti. Merhum o kadar cömert ve eli açıktı ki, Mekke'yi ziyaret edişinde, onbin dirhemi vardı, ayrılır­ken bir kuruşu bile yoktu.

Allah (c.c.) tan son derece korkar ve gece yarısmdan sonra uyu­mazdı.

Şu âyet-i kerime'yi okudukça, kendisine, baygmlık geldiği söylenir: «O günde kimse konuşamaz. Yalvarmalarma bile izin verilmez.»

Vefakâr, sâdık, dinde hüccet, güvenilir, dilde edebe düşkün} sünne­te saygılı ve onu geliştiren kimseydi. Şiir de söylemiş hikmetler de bil­dirmiştir.

Hikmetli Sözlerinden Birkaçı:

«Ancak sana gerekli olanı konuş. Çünkü, bir sözü söyledin mi, a-ağızdan çıktı mı, artık söz sana hakim olur, sen hakimiyeti kaybeder­sin...-»

«Müsamahasma güvendiğin kardeşinin hakkım asla ketmetme.»

«Seni kolayca reddedebilecek kimselere yüzsuyu dökme.» «Bir din kardeşine gizli (özel olarak) nasihatta bulunan onu öğü­dü ile donatmış olur. Aleni (herkesin içinde) vaaz edeme, onu rezil e-dip isyan ettirmiş olur.-a

«Cömertlerle dostluk kuran cömert olur, kötülerle düşüp kalkanm

«Zaaflarmı istismar ettiğin kimse senin kardeşin değildir.» Şiirlerinden Bir-İki Parça:

«Bir adam sırrmı dostuna açmakla,

Başkalarmm onu öğrenmesine yol açtığmdan ahmaklık eder.» ((Kendi sımna göğsü dar gelen kimse bilmeli ki, Sırrmı emanet ettiği öbür gönül çok daha dardır...»

«Kanaati zenginliğin başı olarak gördüm Ve onun eteğinden tutunarak yürüdüm hep, Bundandır, kimse beni kapısmda görmemiş, Ve kimse görmemiştir ihtiyaç belirttiğimi. Böylece, parasız zengin olup gittim, Halk üstünde hükümdar gibi sözü geçer oldum.»

«Varlıkta yüzen kişi fakirliğin tadım anlamaz.

Kırıkları tamir eden, kırık sahibi gibi midir?

;Ne ihtiyaçlar var ki saklıdır onurlulukla,

Ne sıkmtılar utanma ve haya ile örtülmüştür.

Her İnsanın dengi vardır. Hepsi birbirinin kopyası.

Ama, istek ve arzular ayırır fert fert.

Öyle ki, herkesin kederi dışma vursa, simsiyah!

Elbise beyazlığmdan iz kalmaz, hiçbir kişide hiçbir toplulukta...»

İçtihattaki Metodu :

Merhumun, içtihattaki yolu aşağıdaki sıraya göre idi:



1 - Kur'an'a müracaat. Zahirin kasdedilmediğine dair delil olma­dıkça hep zahin esas alırdı.

2 - Sonra Sünnet. Tek kimseden de nakil alsa, şahıs sika (güve­nilir) ve zabit (kavrayışlı) ise o vakit haberi de alırdı.

3 - Ve üçüncü olarak icma': Ona göre icma' imamlarm hepsinin uyduğu şeydi ki; aralarından birisinin muhafelet etmesine dair bir bil­ginin kendisine ulaşmamış olması yeterdi.

4 - Ve en son Kıyas : Ne var ki, müracaat edilecek bir asil, yani üzerine kıyas yapılacak şeyin bulunması şarttır.

Başından Geçenler:

İmam Şafiî (r.a.) de öbürleri gibi yakasmı çile ve belâdan kurta­ramamıştır. Nitekim birisi onu Harun Reşid'e jurnal etmişti: Onu Hz. Ali'ye aşm sevgi ve arkada kalan dostlarma «bağlılıkla itham etmişti. Yine Abbasiler aleyhindekilen kışkırttığı söylenmiş, ama yargılanma sonunda suçsuzluğu anlaşılmıştı.

Ölümü:


Hicretin 204. yılmda Mısır'da öldü. Birçok kitabı arasında en meş­huru Fıkıh konusundaki «Kitab'ül-Ümmndür. Arkadaşlarma dikte et-Urmiştir. Bu kitapta mezhebi ve içtihat metodu yeter derecede açıklan­mıştır.

Bismillâhirrahmânirrahim

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamdüsenâ, efendimiz Muhammed (A.S.)'a ve âline salâtu selâm'dan sonra) es-Seyyid İmâm Ebû Abdul­lah Muhammed b. İdris eş-Şâfü (r.a.) derki: «el-Fıkhu'1-Ekber» adını verdiğimiz bu eserde, her mükellefin mutlaka bilmesi gerekli akîde me­selelerini ele aldık. Kitabı, henüz bu ilmin başındakiler de okuyup an­lasmlar diye uzatmadık. Tevfik Allâh'dandır.



1- Biliniz ki (Allah sizleri saadete nail eylesin) her mükellef ma'ri-fetullâh ile me'mürdur. Ma'rifet, malûmun, sıfatlarından hiç biri gizli kalmayacak şekilde olduğu gibi bilinmesidir. Zan ve taklîd, ilim ve ma'rifet ifâde etmez. Çünkü zan, iki ihtimâli caiz görmektir. Taklid de ne dediğini, nereden dem vurduğunu bilmeyen kimsenin sözünü kabul etmektir. Binâenaleyh her ikisi de ilim olamaz. Bunun delili Al-lâhü Teâlâ'nm şu âyetidir ;

«Şu hakikati büki, Allâhdan başka hiç bir ilâh yoktur.» (Muham­med, 19)

Bu âyette, zan ve taklîdle değil de, ma'rifetle emrolunmuştur.

2- Biliniz ki mahlûkâta âit ilimler iki kısımdır: Zarurî, mükteseb.

Zarurî ilim, varlığı, âlimin dışındaki kudrete bağlı her ilimdir. İh­tiyar dışı, beş duyu ile zorunlu hasıl olan ilim gibi.

Mükteseb ilim, âlimin kudretine bağlı her ilimdir, düşünce ve te­fekkür mahsûlü ilim gibi.

3- Biliniz ki teklif, aksine (inanıldığmda) ceza terettüp eden şey­dir. Bu tarife bütün çeşitleriyle Ef'âl-i Mükellefin (Mükelleflerin iş­leri) dâhildir. Ef'âl-i mükellefin beştir: Farz, Haram, Sünnet, Mek­ruh, Mubah.

Farz ve vâcib aynı mânâda olup terkinden dolayı ikâb terettüp eden şeydir. Haram, işlenmesiyle ikâb gereken fiildir. Sünnet, müste-hab, nafile gerçekte (hepsi de) aynı mânâyadır, işlenince sevâb, terk-olununca ikâb vardır. Mekruh, terkinde sevâb verilip işlenmesinde ceza gerekmeyen fiildir. Mubah, işlenmesinde veya işlenmemesinde herhangi bir şey terettüp etmeyen fiildir.

İşte her mükellefin bunlardan herbirine, mükellef olduğu şekilde inanması lâzımdır. Yani vacibin vâcib, haramm haram ve diğerlerinir. de açıklandığı şekillerine inanması gerekir. Aksine inandığı zaman ise cezayı hak eder-

4- Biliniz ki ma'rifetullah, ancak üç şart bulunduğunda vâcib olur, O şartlardan birincisi, akıl, ilim ve (teklife) muhâtab olacak kudrete sâhib bulunmaktır. Bir kimsede ilim ve mümkini, müstahiü ayırdede-biime yeteneği varsa, o, akıllı sayılır.

Şartlardan ikincisi bulûğa ermektir. Bundan bazan yaş nazarı iti­bâra almır; kişi onbeş yaşma varmca baliğ sayılır, bazan da, erkek ih-tüâmla-genç kız da öyledir-kadın da hayız görmekle bulûğa ermiş sa­yılır. Üçüncü şart ise, Allah’ın emrini duymuş olmaktır. Bu şartlardan biri bulunmazsa ceza terettüp etmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle bu­yurur :

«Biz bir peygamber, elçi göndermedikçe azâb etmeyiz.» (el-isrâ', 17)

Hz. Peygamberden rivayet olunan meşhur bir haberde de buna işa­ret vardır :

«Üç kimseden kalem (ceza) kaldırılmıştır : Bülüğâ ermeyen çocuk, iyileşmeyen deli ve uyuyan..»

5- Biliniz ki mükellefe ilk vâcib olan şey, Allah'ı, düşünerek ve is­tidlal yoluyla biimesidir. Düşünmek; kalble tefekkür ve marifetullâh maksadıyla görülen şeyin durumu hakkmda teemmül etmektir. Kişi bu suretle, duyularla bilinmekten uzak varlığı bilir. Usülüddinde vâcib olan da budur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur :

«Herbirinin meyvesine, meyve verdiği zaman bakm.» (el-En'âm, 99)

«İşte ey akıl ve basiret sâhibleri, siz bundan ibret alma.» (e-Haşr, 2)

«De ki: Göklerde ve yerde neler var, bakm.» (Yunus, 101) İlk vacibin Allah'ı düşünmek olduğunu söyledik, çünkü ibâdetle­rin pek çoğu niyyete bağlıdır. Niyyet, ibâdetlerde ibâdet edilen varlığı kasdetmektir. Bu şekliyle kasd, mabudun bilinmesinden sonra müm­kün olur. Mabudu bilmek te nazar ve istidlalle tahakkuk eder. İşte bu­nun için, bu hususun ilk vâcib olduğunu söyledik.

Biliniz ki, Arş, kürsü, semâ, arz, konuşan-konuşmayan hayvanlar, cansızlar, her şeyiyle Allah’ın dışındaki varlıklara âlem denir, hepsi de yok iken vâr edilmiştir. Bunun delili şudur: Âlem bir sıfattan başka bir sıfata, bir hâlden başka bir hâle inkılâb eder. Çeşitli hâller, zıt olu­şumlar ve sürekli hâdiselerle doludur. İşte bu şekilde hâdiselere sahne olan şeyde, onlar gibi sonradan vâr edilmiştir. Çünkü bir çok cüzlerden meydana gelen şeyin bu cüzleri, bir araya gelir-ayrılır, yaklaşır-uzak-lasır.. Bu gibi bir araya gelmek-ayrılmak gibi haller sonradan olucu şeylerdir.. İbrahim (A.S.)'m kıssasmda da bu mânâya delâlet vardır :

«İşte O, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, «bu mu benim Rabbım?!. demiştir.» (el-En'âm, 76)

İbrahim (AS.) yıldız, güneş ve aym Sıfatlarının değiştiğini müşa­hede etmiş ve onlara arız olan kaybolup gitmek, bir hâlden diğer hâle dönmek gibi safılannı nazarı itibâra alarak Onların Rab olamıyacağı hükmünü çıkarmıştır. Cenâb-ı Hak, onun bu istidlaline hüccet adını vererek şöyle buyurmuştur :

«İşte bunlar kavmine karşı İbrâhime verip öğrettiğimiz hüccetler­di.» (el-En'âm, 83). Bilâhere Cenâb-ı Hak. hüccetiyle hidâyet buyurdu­ğu kimsenin derecesinin yükseldiğini ifâde ederek, «Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.» (el-En'âm, 83) demiştir. Peygamber (A.S.)'dan da: «İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi kimse...» (en-Nisâ, 125) diye söz etmektedir. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Hz. İbrahim (A.S.) 'm istidlal ettiği gibi biz de istidlal etmek mecburiyetin­deyiz.

Biliniz ki sonradan vâr olanı, mutlaka birinin vâr etmesi, yarat­ması lâzımdır, yani bir yaratıcı bulunması gereklidir. İşi yapan bir fail, yazıyı yazan bir kâtip, binayı inşâ eden bir usta vardır, kâtip ol­madan yazı olamaz... Görülen şeylerde bunun böyle olduğu kesin ola­rak bilinmektedir. Diğer bunlara benzer şeylerde de durum böyledir. Onun için sonradan vâr olan bir şey, fail ve yaratıcı bir varlığının mev­cudiyetini zorunlu kılar. Nitekim Cenâb-ı Hak buna dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır :

«Yoksa onlar bir şeysiz olarak mı yaratıldılar? Yahud (kendileri­nin) yaratıcıları kendilerimidir?» (et-Tûr, 35)

Cenâb-ı Hak bu âyette, yaratma işini yapan bir hâlıkm mutlaka bulunması gerektiğini açıklamaktadır.

Biliniz ki âlemin vâredicisi Allâhü Teâlâdır. Bunun delili şudur: İnsan yaratılışça diğer varlıklardan üstün ve aklı, gücü daha mükem­mel olduğu halde, bir kulağmı veya gözünü yaratamamakta yahut dü­şen bir uzvunu tekrar yerine getirememektedir, hemcinslerinin yardı­mı olsa da... Öyleyse hakir bir su ve kokmuş, zayıf bir nutfe hâlindeki kendini yaratamıyacağı evleviyetle sabit olur. Cenâb-ı Hak şöyle bu­yurur :

«O'nu siz mi (düzgün bir insan) suretine getiriyorsunuz, yoksa (o surete getirib) yaratanlar bizmiyiz.» (el-Vâkıa, 59)

Cenâb-ı Hak bu âyette, çocuğu, babasmm yaratmadığma tenbih etmektedir. Çünkü öyle olur ki, baba, çocuğu olmasmı arzular, ama çocuğu olmaz, çocuğu olmasmı istemez, çocuğu olur.

Ve yine Cenabı Hak bu âyette, bir meninin ana rahminde cenin haline gelmesinin bizim irâde ve bilgimiz dışında bir şey olduğunu, Onun yaratıcısmm ve şekil vericisinin sâdece Allah olduğunu açıkla­maktadır. Başka âyetlerde de Allah şöyle buyurur :

«O, öyle Allandır ki, vücuda getireceği her şeyi hikmeti muktezâ-smea takdir edendir. Onları varedendir. Varlıklara suret verendir.» (el-Haşr, 24)

«O Allah, her şeyin yaratıcısıdır.» (ez-Zümer, 62)

6- Biliniz ki, âlemin yaratıcısı kadimdir, ezelidir, varlığınınm evveli yoktur. Bunun delili şudur: Şayet yaratıcı, sonradan vâr edilen bir var­lık olsaydı, kendisini yoktan vâr edip icâd eden birine, onu var eden de sonradan vâr edilen bir varlık olsaydı o da bir vâr ediciye muhtâc olurdu, her sonradan Olan kendinden önce bir yaratıcıya, derken bu ilâ-nihâye devam eder, bu da hâlik-mahlûk ikilisinin olmamasmı gerekli kılardı. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

«O hem evveldir, hem âhirdir.» (el-Hadid, 3) ve, ezelde vâr oldu­ğu gibi, ebediyyen de vâr olacağmı haber veriyor.



7- Biliniz ki, âlemin yaratıcısı birdir, ortağı yoktur, tekdir, bir ikin­cisi bulunmamaktadır. Allâhü Tealanın sıfatlarında bir olması, zan ve hayâlen bile olsa, cüz'iyyet ve ba'zıyyetinin düşünülmemesidir. Sıfatlarında, zâtmda tekdir, mahlûkâta benzemez. Varlıkları vâr etmekte, yaratmakta münferiddir, yalnızdır. Bunun delili şudur: Bir fiil ve iş, işi yapan, işleyen birini gerekli kılar şüphesiz. Ve o işin mevcudiyeti, tek bir yapıcısmı gerektirir... Onun için şüphesiz ki Allah, tek bir yaratı­cıdır. Yaratıcmm birden fazla olması halinde, yaratıcılarm birbirlerine üstünlükleri olmadığmdan dolayı, yaratma hususunda münâkaşa eder, birbirlerine düşerler. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır :

«Eğer göklerde ve yerde, Allâhdan başka Tanrılar olsaydı Bunların ikisi de (gökler de, yer de) muhakkak ki harab olup gitmişdi.» (el-En-biyâ, 22)

Cenabı Hak bu âyeti celilede, şayet birden çok ilâh olsaydı, gökle­ri nve yerin olmıyacağmı açıklamaktadır. Çünkü çokluk, istekte ihtilâ­fı ve mücâdeleyi gerekli kılar. Onun için Cenabı Hak şöyle buyurmuş­tur :

«Şu kadar var ki, ilâhmız tek bir ilândır.» (el-Kehf, 110)



8- Biliniz ki, âlemin yaratıcısı, mahlûkattan hiç birine benzemez. Bunun delili şudur: Çünkü benzetme bütün sıfatlarda ve hükümlerde istiğrakı gerekli kılar. Çünkü birbirine benzeyen iki şey, zât itibariyle birbirlerinden farklıdırlar, fakat biri hakkmda caiz olan, öbürü hak­kmda da caizdir, birbiri yerine geçebilirler, işte Cenâb-ı Hak mahlûkâtı-na benzetilecek olursa, onun, mahlûkâtm sıfatıyla sıfatlanması caiz olurdu, bu muhaldir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakkm sonradan olmasmı ge­rektirir ki, hakikate aykırıdır. Artık anlaşılmıştır ki, Hak Teâlâ Haz­retleri ne mahlûkâtma benzetilebilir, ne de mahlûkâtı ona benzetile­bilir: «O'nun misli hiç bir şey yoktur.» (eş-Şûrâ, 11), bunun mânâsı, O'nun gibi hiç bir şey yok, demektir.

9- Haddi hududu, sonu olmak, Allâhu Teâlâ hakkmda caiz de­ğildir. Had, bir şeyin ucu, sonu demektir. Delili şudur: Çünkü başlan­gıcmm smırı olmayanm zâtmm da smırı olmaz. Bu varlığınınm başlan­gıcı olmayanm, zâtmm da sonu olmaz. Çünkü smırlı, sonlu olan şey hakkmda, fazlalık, noksanlık ve benzerinin bulunması düşünülebilir. Sonlu ve kendinden daha büyük, daha küçük olabilen bir smırlılığa sahib birini, bir smır ve son üzere tahsis edenin bulunması ve bir ölçü üzere yaratması gerekir ki bu, sonradan olmanm delilidir. Cenabı Hak bu halden çok münezzehdir

10- Biliniz ki, Allâhu Teâiâ cevher, cisim ve araz değildir. Çünkü cevher, bir şeyin aslıdır, kendisinden cisim meydana gelir. Onun için «Asli elbise» mânâsmda, «sevhun cevheriyyuny> denir. Aîlâhu Teâlâdan da bir şey meydana gelmesi düşünülemez ki cevher olsun. Çünkü cev­herler, devamlı oluş, hareket, sükûn, renk, tad, koku vs. bir takım hal­lerle içiçedirler. Halbuki Allâhu Teâlâ, kendine bu gibi arızî haller gel­mesinden uzaktır. Binâenaleyh O, cevher değildir. Cisim de değildir. Çünkü cisim bir şeylerin bir araya gelip birleşmesinden meydana ge­lir. Bunun için lûgatçılar Bu iridir derler ve bir şey daha çok şeyden meydana gelmiş ise ona da, bu daha iridir, derler. Nitekim âlim, çok âlim ve en âlim tabirlerinde de -kişinin ilmî durumuna göre- bunu görmek mümkündür. Nitelikte mübalağa olduğu zaman, asıl o nıa'nâyı kuvvetlendirici nitelikte vasıflanır.

Nitekim Cenâb-ı Hak: «O'na ilim ve vücudca (kuvvetçe) de bir üs­tünlük verdi.» (el-Bakara, 247) buyurarak bu mânâya dikkatimizi çek­mektedir. Yani O'nun cüsse ve şahıs büyüklüğünü kasdetmektedir. Al­lâhu Teâlâ ise cüz ve parça sahibi değildir. BİR'dir.

«Deki, O Allah birdir.» (el-îhlâs, 1). Halbuki bir takım şeylerden meydana gelen bir varlık, bir olamaz. Allâhu Teâlâmn ârâz olması da muhaldir. Çünkü araz, bekası olmayan yahut beka suresi az şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak bu mânâda, bekası az olduğu için: «Dünyâ metâ-mı istiyorsunuz.» (el-Enfâl, 67) buyurmuştur. Hak Teâlâ Hazretleri ise, sonu olmayan, varlığı sürekli, yokluğu düşünülmeyen varlıktır. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur :

«O'nun üzerindeki her varlık yok olacaktır. Celâl ve İkram sahibi Rabbi'nm zâtı ise bakî kalacaktır.» (er-Rahmân, 26-27)



11- Biliniz ki, cismi olmaması bahsinde açıkladığımız sebebden do­layı, Allah hakkmda suret ve terkib düşünülemez. Çünkü suret sahibi o sureti, bir başkasmdan alır ki O, Onun yapıcısı ve yaratıcısıdır,, ve yi­ne, şüphesiz, bir suret sahibi olan şey mahluktur. Suret, suret verene benzemez. Allâhu Teâîâ suretleri yaratandır. O'nun sureti gibi hiç bir şey yoktur. Allah şöyle buyurur.

«O, öyle AÜâh'dır ki, vücûda getireceği her şeyi hikmeti muktezâ-smca takdir edendir.. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir.» (el-Haşr, 24)



12- Allâhu Teâlâ hakkmda renk, oluş, koku tad, sıcaklık, soğuk­luk ve benzeri şeyleri düşünmek caiz değildir. Çünkü bunlar, sonradan var edilen, icâd edilen varlıklarm sıfatları, alâmetleridir. Bunlardan biriyle vasıflanan, onu yapan, yaratanm verdiği hususiyetle özellik ka­zanmış olur. Bu ise sonradan oluşun işaretidir. Zevk almak, acı duy­mak ve diğer mahlûka ait sıfatlar da Allah hakkmda muhaldir: «O'nun hiçbir adaşı olduğunu bilirmisin? (Hayır, yokdur).» (Meryem, 65)

13- Allâh'u Teâlâmn mekânı yoktur. Çünkü Allâhu Teâlâ, mekân yokken de vardı, mekânı yarattı. Mekanı yaratmadan önce de O, bu sıfat üzereydi. Allâhu Teâlâmn zâtmda ve sıfatlarında değişiklik olmaz. Şayet Allâhu Teâlâmn bir yeri olduğu düşünülse, o takdirde, zâtmm sonu ve smırı olmuş olur ki, bunlar Allah’ın mahlûkudur.

Aîlâhu Teâlâ bundan münezzehtir. Bu noktadan hareketle zevce ve çocuk sahibi olmaktan da uzaktır. Çünkü bunlar, cinsi münâsebeti, birleşymeyi ayrılmayı gerektiren hallerdir. Şayet: «O çok serigeyici (Allah’ın emr-ü hükmü) arşı istilâ etmişdir.» (Tâhâ, 5) âyetinin mâ­nâsı sorulacak olursa, şöyle cevaplandırılır: Bu âyet-i celile ve emsali hakkmda ilim sahibi olmayanlarm aklî seviyesi müsait değildir, bun­lar müteşabihâttandır. Bunların üzerinde fazla durulmaz, geçilir, araş­tırılmaz, bunlar hakkmda konuşulmaz. Çünkü inşân ilimde derinleş-mezse şüpheden ve helâktan kurtulamaz. Onun için, O'nun bize belirt­tiği şekilde Allâhu Tealanın sıfatına inanmak gerekir. Allah'ı mekân kuşatmaz, üzerinden zaman geçmez, smırdan, sondan uzaktır, mekân­dan, cihetlerden münezzehtir, O'nun gibi hiç bir şey yoktur. İşte böy­le bir inançla insan, tehlikeli durumlara düşmekten kurtulur. İmâm-ı Mâlik, kendisine bu âyetin açıklamasmı soran bir zâta: «Âyette istiva kelimesi zikrolunuyor, bunun keyfiyeti bizce meçhuldür, Ona inanmak vâcibdir, sormak bid'attır.» diyerek sorulmasmı menetmiştir. Daha sonra şunları eklemiştir: «Eğer sormaya kalkışacak olursan, boynu­nun vurulmasmı emrederim.» Allah bizi ve sizi, kendini, bir varlığa benzetmekten muhafaza buyursun.



14- Biliniz ki, Allah, bir hayâtla diri, bir ilimle bilici, bir kudret­le gücü yeten, bir duyma ile duyucu, bir görme ile görücü, bir sözle konuşucu, bir beka ile bakidir. Bunlar ezelî sıfatları olup zâtıyla var­dır, araz, sonradan olmuş, meydana getirilmiş değildir. Bu sıfatlarla ezelî ve ebedî muttasıftır. O'nun bu sıfatları hiç bir, şekilde mahlûka-tm sıfatlarına benzemez, zâtı da mahlûkâtm zâtma benzemez. Çün­kü, bir zâta vasıf olan bir sıfatm, zâtsız, tek başma bulunması muhal­dir. Bir sıfatla vasıflanan varlığının, sıfatsız olması da aynı şekilde mu­haldir. Yâni kudret, ilim vs. özellikleri bulunsun, kudret sahibi, ilim sahibi bulunmasm, Âlim, kadir bulunsun, kudreti, ilmi bulunmasm, bu, mümkün değildir. Çünkü her bir sıfat, sıfat sahibinin varlığınını gerekli kılar. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: «O, onu kendi ilmiyle indirmişdir.» (en-Nisâ, 166) «O'nun ilmi olmaksızm hiç bir dişi gebe kalamaz, doğuramaz da.» (Fâtır, 11)

«Saatin ilmi O'nun nezdindedir.» (ez-Zuhruf, 85) «O, (Allah) pek çetin kuvvet sahibidir.» (ez-Zâriyât, 58) «Biz göğü kuvvetle bina etdik.» (ez-Zâriyât, 47) (Bu âyetlerde) Allâhu Teâlâ kendinin ilim ve kudret sahibi oldu­ğunu ispat etmiştir, binâenaleyh bizim de, kendisinin ispat ettiği gibi onları vâr kabul etmemiz gerekir. Kendisinden nefyettiklerini de nef­yetmemiz lâzımdır. «O, doğurmadı ve doğrulmadı.» (el-İhîâs, 3) Çün­kü, O'nun kendisi için vâr kabul ettiğini yok addetmek, kendisinden nefyettiği bir şeyi vâr kabul etmek gibidir, bu, muhaldir. Aksi takdirde, nasıl açıklanabilir. Buna muhalefet eden, izah yolu bulamaz.



15- «Allâhü Tealanın sekiz kadim sıfatı var, diyorsunuz. Bu, Al-lâhla beraber sekiz kadimin mevcudiyetini kabul etmektir ve Allah’ın kadimliğine başkalarmm ortak olması demektir...» denirse, deriz ki, hayır ortaklığı gerektirmez, çünkü ezelî olmakta ortaklık, daha ön­ce de açıkladığımız gibi, bütün sıfatlarda birbirine benzemeyi gerekli kılmaz. Zira kadim olmakta ortaklık, birbirine benzemeyi gerekli kıl-saydı, sonradan olmaktaki ortaklık ta, birbirine benzemeyi gerekli kı­lar, cevherlerin ve cisimlerin a'râzlar ve sıfatlar gibi olmasmı iktizâ e-derdi. Bu doğru olamıyacağma göre onların söyledikleri sahih değildir. Allâha âit olduğunu kabul ettiğimiz sıfatlar, Allah’ın zâtıyla kâimdir. Nasıl ki bizim sıfatlarımız zâtımızm aynı değilse, Allah’ın sıfatları da O'nun aynısı değildir, bunu anla.

16- Biliniz ki Allâhü Tealanın hayâtı ezeli bir sıfattır, Allah bu­nunla seslerden ayrılır ve bu rûh değildir. Varlığı, gıda yahut nefs gibi başka şeylere muhtaç değildir. Hayâtı, mahlûkâtm hayâtma benzemez. Allah’ın ilmi, ezeli bir sıfatıdır, ilme zıd mânâlardan uzaktır. Bilmeye konu şeyleri, bütün hâlinde ve en ince teferruat hâlinde bilir. Ne oldu, ne oluyor, ne olmuyor, olsa nasıl olur, hepsini bilir. Allah’ın kudreti ezelîdir, kendisine acizlik isnâd olunamaz. Allah’ın bu sıfatı, bütün mahlûkatm işlerine taalluk eder. Yokken var olan ancak O'nun kud­retiyle meydana gelir. Allah’ın irâdesi ezelidir. O, şehvet, gaflet v.b. irâdeye mâni hallerden uzaktır. Bütün isteklere taalluku vardır ve on­ları zamanla,tahsis eder. Duymak ve işitmek te, Allah’ın iki ezelî sıfa­tıdırlar. Bu sıfatlarıyla sağır ve körden, duyulanı, görüleni algılamaya engel hallerle vasıflanan kimsenin halinden uzaktır. Duyması ve gör­mesi, bütün duyulan ve görülen şeylere taalluk eder. Allâhm konuş­ma sıfatı da ezelidir. Bu sıfatla O, dilsiz, susan ve konuşmaya engel hallerle vasıflanan kimsenin hâlinden uzaktır. Allâhm beka sıfatı ezeli­dir, bu sıfatla bakî olmayandan ayrılır. Çünkü ezeli-kadim olana fena yokluk arız olmaz. Allâhü Tealanın Sıfatlarının birliğine delil şudur: Her neviden, birden çok şey olsa, tahassüsü ifâde eder ki bu da, sonra­dan olmanm alâmetidir. Bunu söyleyen muhalefetten kurtulamaz. Düşman düşmanm dostu değildir.

17- Biliniz ki Allâhü Tealanın kelâmı kadîmdir, ezelîdir, zâtıyla beraber vardır, mahlûk ve sonradan olucu değildir. Kim yaratılmış oldu­ğunu söylerse şüphesiz O, kâfirdir. 'O, mushaflarımızda yazılı, kalbleri-mizde ezberlenmiş, dillerimizde okunmuş, mihrâblarımızda tilâvet olunmakta, kulaklarımızla duyulmaktadır. Fakat bilinen mânâda Allah’ın kelâmı yazı ile yazılmış, ezberlenmiş, okunmuş, tilâvet edilmiş, duyulmuş değildir. Çünkü bunlar yokluktan vâr edilen şeylerdir. Allâ'-m kelâmı ise kadîmdir. Nitekim «Allah» Lafzı, kitaplarımızda yazılı, kalblerimizde ma'lûm, dillerimizde zikrolunmaktadır. Fakat bu bizzat Allah’ın zâtı yazılmış, zikredilmiş demek değildir. Allahü Teâlâ'nm şu âyeti de buna delâlet etmektedir :

«Bir şeyin olmasmı murâd ettiği zaman O'nun emri, ona sâdece ol demektir, O da oluverir.» (Yâ-sin, 82)

İşte bu âyette Cenabı Hakkm açıkladığı gibi, yaratılan kendisine «Ol» denilen şeydir. Yoksa «Ol» sözü mahlûk olsa, o başkasmı, o baş­kasmı derken bu bir sebebler zinciri oluşturur ki, bu, bâtıldır. O halde, Cenâb-ı Hakkm sözü ezelîdir, mahlûk ve sonrada nolmuş değildir. Çün­kü konuşamıyan dirinin bir kusuru var demektir, herhangi birimiz gibi. Allâhü Teâlâ ise diridir. Konuşur, konuşmaya engel kusurlardan uzaktır, artık sabit olmuştur ki ezelden konuşucudur, konuşması eze­lîdir.

18- Biliniz ki Allâhü Teâlâ bizzat kendisi ezelî ve ebedî görür, her­hangi bir ışıkla bitişmeksizin veya karşı karşıya gelmeksizin,. Mahlû-kâtın O'nu görmesi aklen caizdir, çünkü O, vardır, her vâr olanı gör­mek te sahihdir. Habere göre ise, kıyamet gününde nıü'minlerin baş göşleriyle görmesi vaciptir, kâfirler ise görmeyecektir. Çünkü cevaz ak­len bilinir, vücûb ancak haberle malûm olur. Mahlûkâtmdan mü'min olanlar da O'nu ancak görülenlerin ve bilinenlerin dışında bir görüşle görür. Allahü Tealanın şu âyeti buna delildir: «Bir takım ışıklı, güzel yüzler O gün Rablerini görecekdir.» (el-Kıyâme, 22-23) Âyet-j ceiilede geçen, nazar kelimesiyle vech kelimesinin birbirlerine harf-i çerle bağ­lanmasmdan lügat olarak gözle görmek kasdolunur. Alîâhü Teâlâ'nm Mûsâ (A.S.)'dan haber vererek: «Rabbim, (zâtım) göster bana da seni göreyim.» (eî-A'râf, 143) buyurduğu âyet de buna delildir. Eğer gör­mesi mümkün olmasaydı Allah’ın temiz kulu ve kelimullahı olan Mu­sa (A.S.) böy bir istekte bulunmazdı. Çünkü bu durum, O'nun, Rab-binin sıfatlarını bilmediğini ifâde eder ki, hâşâ bu, ittifakla peygamber­ler hakkmda caiz değildir. Çünkü var olarak bilinen bir şeyin görül­memesi mümkün değildir. Allah diğer1 varlıklar gibi var olarak bilin­mektedir, onun için bilittifak görülecektir, yalnız bu görme-görülme, yüz yüze olmayacaktır.

19- Biliniz ki Allâhü Teâjânm olmasmı dilediği şey şüphesiz olur. Olmamasmı istediği şey olmaz. Dilediğinden başka bir şeyin olması caiz değildir. Müslümanlar cemâati: «Allah’ın istediği şey olur, istemediği olmaz.» görüşünde ittifak halindedirler. Allâhü Teâlânın şu âyet­leri de bu mânâyı destekler mâhiyettedir :

«Allah dilemedikçe siz diklemezsiniz.» (el-İnsân, 30)

«Allah dileseydi bütün hepinize hidayet buyururdu.» (en-Nahl, 9)

«Allah, iman edenlere, o sabit sözde, sebat ihsan eder.» (İbrahim,

Bu mealde pek çok âyet vardır. Bunlardan anlaşılmaktadır ki, hidâyet vermek te dalâlete düşürmek te Allahdandır. Çünkü Allahü Tealanın kudreti kadimdir, bütün kudret verilenlere şâmildir, hiç bir kudret verilen O'nun kudretinden dışarıda kalmaz. Şayet böyle bir şey olmuş olsa, bu, kendilerine kudret verilenlerin sonsuzluğunu ve O'nun kudretinin noksanlığmı gerekli kılar ki bu, Cenâb-ı Hak hakkmda mu­haldir. Burada şu hakikat ortaya çıkar ki, Allah’ın vukuunu istemediği şeyin meydana gelmesi imkânsızdır. Çünkü (meselâ) O, aksinin vuku' bulacağmı bildiği halde, Fir'avn'm imân etmesini dileseydi,, bu, ken­disinin cehaletini ve ilâhlık mertebesinden sükûtunu murâd etmek olurdu ki, bu durum O'nun hakkmda muhaldir, düşünülemez.

20- «Allah Azze ve ceile, küfrü, katli ve diğer masiyetleri de isteyicidir, dermişiniz?» diye sorulsa, deriz ki, mutlak mânâda böyle bir şeyi söyleyemeyiz. Çünkü bu yanlış bir anlayış doğurur. Fakat biz şöyle deriz: Şüphesiz vuku' bulan her şey, O'nun irâdesi ve meşietiyle mey­dana gelir. Bu, sonradan meydana gelen bütün varlıklara şâmildir. Bu sebebten, ey mahrukatm yaratıcısı deriz, ey maymunlarm, domuz­larm, akreblerin, yılanlarm yaratıcısı, demeyiz, bu caiz değildir. Her ne kadar bunlar Allah tarafından yaratılmışlarsa da. Ve yine deriz ki, küfür ve measi de Allâhü Teâlâ'nm iradesiyle olur, fakat Allah bun­ları nehyetmektedir, yapanları cezalandırır. Binâenaleyh hatâdan sakınmak gerektiği gibi, hatâyı andıracak "durumdan da sakınmak gere­kir.

21- Biliniz ki kullarm işlerini yaratan, yokluktan varlığa çıkaran, ve işleri işlerken kullara kudret bahşetmek suretiyle onların işi kılan Allah'tır. Kul işi işleyendir, yaratıcısı değildir. Allahü Teâlâ ise yara­tandır, işleyen değildir.

Halk (yaratmak), yokluktan varlığa çıkarmak, kisb (iş), kendisine, sonradan olmuş bir kudret taalluk eden şeydir. Allâhm şu âyeti buna delâlet eder: «Yoksa, Allah'a ortaklar mı buldular da O'nun yarattığı gibi onlar da yaratıyorlar.» (er-Ra'd, 16). Bu âyette Cenabı Hak, her yaratılanı Allah’ın yarattığmı, O'ndan başka hiçbir yaratıcı bulunmadiğim açıklamaktadır. Yine Allâhü Teâlâ şöyîe buyurmaktadır. «Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptığmız O şeyleri de Allah yaratmıştır.)) (es-Saffat, 95-96)

Bu âyette de Cenabı Hak, onların işlerini de kendilerini de, ken­disinin yarattığmı haber vermektedir. Yaratıcmm yarattığım bilmesi şarttır. Şayet kul kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı elbette hareketlerinin, hareketsizliklerinin ve şahsıyla ilgili diğer işlerinin sayısmı bilirdi. Halbuki insan şöyle bir kendini kontrol ettiği zaman -kesinlikle ma­lûmdur- O, bunları bilmemektedir. Şu halde, yaratıcı ancak Allah'dır. AUahü Tealanın şu âyetleri de bu mânâyadır;

«Sözünüzü ister gizli tutun, ister açıklaym. Çünkü O, sinelerin özünü bile bilir. Yaratan Allah bilmez mi? O, latifdir, her şeyden ha­berdârdır.» (el-Mülk, 13-14 )

Bu âyetlerden de anlaşılmıştır ki, yaratıcmm yarattığmı mutlaka bilmesi lâzımdır. Çünkü yarattığmı bilmeyen kimsenin yaratması sa­hih olsa, işleri, hiç bilmeyen kimse yaratmış olur ki bu, ulûhıyetin but­lanmı gerektirir, bu ise muhaldir. Öyleyse, kulun bütün işleri Allah tarafından yaratılır. Nitekim selefin, Allah'dan başka hiç bir ilâh ol­madığmda söz birliği etmeleri ve Allah'dan başka hiç bir yaratıcı ol­madığı hususunda ittifakları buna delildir. ,

22- Biliniz ki, kul, kendi iradesiyle, cebredilmeden işlerini yapar. Bunun delili şudur. Bir kimse, kendini şöyle bir kontrol ettiği zaman, ihtiyari hareketleriyle gayr-i ihtiyarî davranışlarmı ayırdedebilir. Kim bunu inkâr ederse, kesin bir şeyi reddetmiş olur ki, onunla tartışma

yararsızdır. Sonradan meydana geleen ihtiyarî harkettir ve bu iki ha­reket arasında fark vardır.

Bu açıklamalardan anlaşılmıştır ki, iki hareketten biri kulun ken­di kisbidir, diğeri değil. Kul bunu zorlanmadan yapar. Halikı değildir. Kaderiyye ve Cebriyyenin görüşü bâtıldır, bu ikisinin ortasmdaki Ehl-i Sünnetirtki sahihdir.

23- Biliniz ki kulun kudretine istitâa denir, işi işlerken bulunur, işten Önce veya sonra bulunmaz. Allahü Tealanın şu âyeti buna delil­dir.

«Şüphesiz sen benimle beraber asla sabredemezsin.» (el-Kehf, 67) Çünkü iş yapabilme gücü bulunduğunda ya iş onunla beraber olur, yahut olmaz. Bizim görüşümüz fiilin istitaa ile beraber vuku' bulaca­ğıdır. Eğer fiil istitaasız olursa, istitiâ yani kudret ya bizzat kudret, yahut bizzat fiil, yahutta bizzat vakit olur. Kudretin bizzat kendisi olma ihtimâli mümkün değildir, çünkü böyle olursa, fiilinin mevcudi­yeti caiz değildir; ölüm ve acz gibi. Bizzat fiilin kendisi olma ihtimâli de mümkün değildir, çünkü fiilin kendisi olursa, birinci durumda olduğu

gibi cinsinin meydana gelmesi caiz değildir, vakit için imkânsız olması mümkün değildir. Çünkü vakit birinci vakit cinsindendir. Birinci vakit­te muhal olan ikinci vakitte de muhal olur. Çünkü kudret o vakitten. önce bulunursa o vakitte fiilin varlığı sahih olur. Bütün bunlar batıl olduğuna göre, kudretin fiille beraber bulunup, ondan önce veya sonra bulunmayacağı ve kudretin araz olup bekasmm muhal olacağı bir ger­çek ve hakikattir. Kudret fiille beraberdir.

24- Biliniz ki bu istitâat iki zıdda şâmil değildir. İmân etme gücü küfre sâlih olmadığı gibi, inkâr da imâna sâlih değildir. İmân ve itaat edebilme, Allah’ın bir tevfiki, te'yidi ve yardımıdır. Küfürse, rezil rüs-vây etmesi ve rahmetinden uzaklaştırmasıdır. Küfürden başka bir du­rum olan isyan da, Allah’ın mahrumiyetidir. Bunun delili Allâhü Tealanın şu âyetidir :

«Artık onlar bir yol bulmaya güc yetiremiyeceklerdir.» (el-İsrâ, 48)

Bu âyet hidâyete güc yetirmenin hidâyetle olduğuna delâlet et­mektedir. Yine güc yetirmenin fiille beraber olduğu bununla sabittir, is­titâat güc yetirme, iki zıd şey bir arada bulunamıyacağı için iki zıdda sâlih değildir.

25- Biliniz ki Allâhü Teâlâ Hazretleri yaptığı işlerde en yararlı olanı yapmaya ve en güzeli lutfetmeye muktedirdir. Kâfirlere de lütfet-meye yâni tevfik nasip etmeye kadirdir. Öyle lütuf ki onlara bu hük­münü icra etse elbette iman ederlerdi. Mü'minlere de lutfetmeye kadir­dir, öyle ki onlar hakkmda bu hükmünü icra etse, elbette masiyetler-den sakmırlardı. Bunun delili şudur: Vukuu sahih şeye Allahü Teâlânın kadir olması vâcibtir. Çünkü O'nun kudretinin sonu yoktur. Kâfirlerin imân etmesi caiz, mü'minlerin günâhlardan ma'sûm olması sahihdir. Binâenaleyh Hak Teâlâ Hazretlerinin bu kudretle mevsûf olması -Mu'-tezile inkâr etse de- mahlûkâtı hakkmda en yararlı olanı meydana ge­tirebilme kudretine inanmak vaciptir.

26- Biliniz ki bir şeyi yapmak Cenabı Hak üzerine herhalde vacip değildir, dilerse yaratır, dilerse yaratmaz. Kullan yaratıp bir takım nimetlerle onlara in'âm etti. Bu O'nun bir fazlıdır. Eğer onları çeşitli belâlarla imtihan ederse bu da O'nun adaletidir. Çünkü O, mevcudatm mâlikidir, mülkünde dilediğini yapar, tasarrufuna itiraz olunmaz, takdir ettiğine karşı çıkılamaz. Dilerse sıhhat verir, dilerse hastalık. Dile­diğini yapar, istediği hükmü verir. Bunun delili şudur: Vâcib, terkolunduğu zaman cezayı gerektiren şeydir. Bu ise Allah hakkmda muhaldir. Çünkü vacip, vacip kılanı gerektirir. Âmirin emrini yerine getirmeyen memura gereken yapılır. Binâenaleyh, mahlûkâtm Cenabı Hakkm üs­tünde olması muhal olduğuna, Cenâb-ı Hak hakkmda -Mu'tezilenin dediği gibi- mahlûkâtı için yararlı olanı yaratması vaciptir, denemez

27- Biliniz ki Cenâb-ı Hak, mahlûkâtı ne bir zararı defetmek, ne bir yarar sağlamak için, ne de herhangibir sebeble yarattı. Allahü Teâlâ Onları yaratacağmı ezelde biliyordu, yaratmak murâd etti ve bildiği gibi yarattı. Malûmu ve isteneni vâr etmekten daha açık hangi hikmet vardır? Bunun delili şudur: Eğer Allâlıü Teâlâ mahlûkâtı bir sebebe binâen yaratmış olsaydı iki hâl düşünülebilirdi: O sebeb yâ ka­dîm, ya da sonradan meydana gelmiş olacaktı. Şayet kadim olsa, sebeb kadim olduğu için mahlûkâtm da kadim olması gerekecekti, halbûkî mahlûkât sonradan meydana gelmiştir, sonradan olmuş olsa, başka bir sebebe taalluku gerekecek, bu da müteselsil bir sebebler zinciri oluş­turacaktı. Bu ise muhaldir. O halde sonradan meydana gelmiş olduğu halde bu, illete muhtaç değildir, o halde bütün hâdiseler illete muhtaç değildir, buradan anlaşılmaktadır M illet prensibi bâtıldır, nitekim Ce­nabı Hak şöyle buyurur:

«O, dilediğini hakkıyla yapandır.» (el-Bürûc, 16)



28- Biliniz ki Allâhü Teâlâ, mahlûkâtı, birer birer yarattığı gibi, birer birer ve toptan yok etmeye de kadirdir. Birinciyi yok eder, Uinciyi bırakır, ikinciyi yokeder birinciyi bırakır, dilediği gibi yapar. Allâhü Tealanın yok etmesi, onlara sonsuzluk yaratmamakla olur, o zaman fena vuku' bulur. Mu'tezile bu görüşün aksini savunurak şöyle der: Al­lâhü Teâlâ tek bir şahsı değil, bütün âlemi tek bir defada yok eder...

Bu son derece sapık bir görüştür. Bunun delili şudur: Allâhü Teâ­lâ sâdece bir kişi yaratmış olsaydı -bilittifâk- onu yok etmeye elbette kadir olacaktı. Onunla birlikte başkalarım da yarattığı zaman artık O'nun, Onu yok edemiyeceği söylenemez. Çünkü bu durum, Allâhü Teâîânm kudreti dahilindeki bir şeyi, başka birini yaratması sebebiyle kudreti dışında kalması demektir ki bunun bâtıl olduğu aşikârdır. Al­lâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur :

«Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.» (el-Bakara, 20)

29- Biliniz ki Allâhü Teâlâ, mahlûkâtmı yok ettikten sonra, tek­rar diriltmeye elbette kadirdir. Kerrâmiyye mezhebi, benzerini meydana getirir, aynısmı değil demiştir. Bunun delili şudur: Tekrar dirilt­me daha önce yoktan varlığa çıkmış şeyin, yokken ortaya çıkmasıdır. Varlıktan sonra yoklukla varlıktan önce yokluk farklı şeyler, değildir. Şayet Allâhü Tealanın yok ettikten sonra ikinci defa yaratması muhal olsaydı, ilk defa yaratması evleviyetle muhal olurdu ki bu bâ­tıldır. O halde Allanm bidâyeten yaratması sahih olduğuna göre İkinci defa bunu tekrarlaması evleviyetle sahih olur. Çünkü Allâhü Tealanın kudreti bakidir. O'nun ikinci defa yaratmasma engel olacak şeyler ola­maz. Binâenaleyh Allâhü Tealanın ilk defa yoktan var etmesi nasıl sahihse, ikinci defa da vâr etmesi sahihtir. Allâhü Teâlâ şöyle buyur­muştur :

«O, ilkin mahlûku yaratıp sonra onu (öldürdükten ve tekrar diriltdikten sonra) iade edecek olandır.» (er-Rûm, 27)



30- Biliniz ki zulüm ve haksızlığm Allâhü Teâîâdan sudûru -zâlim ve haksızlık yapan olacağı için- düşünülemez. O, hiçbir fiilinde zulüm ve hiç bir hükmünde de haksızlık etmez. Çünkü zulüm ve haksızlık, belirlenen smırı, çizilen haddi tecâvüzdür, aşmaktır. Onun için zikret-rettiğimiz şekilde Allâhü Tealanın zulüm ve haksızlık yapması sahih olamaz. Esâsmda zulüm ve haksızlıkla cansız varlıklar nitelenir :

Zaleme'1-mâü el-Vadiye = Su vadiye zulmetti (smır ve haddi aştığı zaman), Zalemeti's-semaü — Yağmur zulmetti (Beklenmedik zaman­da yağdığı zaman), Câre's-sehmü = Ok zulmetti (Hedefini aştığı za­man) denir. Her nekadar zulüm ve haksızlık işleyici bunlar değilse de... şu halde zulüm, görüşüne baş vurulduğunda, çizilen smırı tecâvüz edip aşan kimsenin fiilidir, Cenab-ı Hak hakkmda böyle bir şey muhaldir.



31- Biliniz ki Allâhü Teâlâ çocuklara elem hissettirir, hayvanları heîâk eder, herhangibir belirti ve ne çabuk ne de bilâhare görünen bir fayda da söz konusu olmadan. Bu O'nun bir iyiliği ve adaletidir. Çünkü mevcudatm mâliki. O'dur. Mâlikiyyeti, mâlik olunan bütün şeylere, mülkiyyetin her şekliyle şâmildir. Mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf etrnek mâlikin hakkıdır, hükmünde hiç kimsenin O'na itiraza, işinde soru sormaya, takdiri hakkmda hüküm vermeye hakkı yoktur. Emir O'nun, hüküm O'nundur.

32- Biliniz ki insanlarm ve diğer hayvanlarm ecelleri BİR'dir. Bu­nun mânâsı şudur: Öleceği yahut öldürüleceği Allah’ın ilminde malûm olan kimsenin o vakitten geriye kalması caiz değildir. Çünkü bir işin, Allah’ın malûmatı dışında vukuu düşünülemez. Allâhü Teâlâ şöyle bu­yurmuştur:

«Onlann ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalabilirler, ne de

ileri geçebilirler.» (A'râf, 34)

33- Biliniz ki, bazı âlimlerimize göre rızk, Allanm, insanlar vesâir .hayvanlar için yarayışlı ve hayat sebebi kıldığı gıdalardır. Bazı âlim­lerimize göre de, kendisinden istifâde olunan şeyler rızkdır, İnsanın fay­dalandığı her türlü gıda vs. şeyler onun rızkıdır. Bu yorum birincisin­den daha umûmîdir. Rızk, helâl ve haram olmaktan hâli. değildir. Bir varlığının yediği ve faydalandığı şeyler Allah’ın rızkıdır. Mutezile de­miştir ki, rızk, mülk olabilen şeydir, haram, rızk değildir. Bu, yanlış bir görüştür. Buna Cenâb-ı Hakkm şu âyeti delâlet eder :

«Yeryüzündeki bütün canlılarm rızkları Allah’ın üstünedir.» (Hûd, 6)

Şayet mesele onların söylediği gibi olsaydı, gâsıp, bütün ömrü bo­yunca gaspla yemiş olduğu zaman, Allah’ın rızkmdan en küçük bir şey yememiş olurdu (hâşa), bu, dinden çıkmaktır. Ve yine şayet rızk sâ­dece mâlik olunabilen şey olsaydı, insan nevinin dışında kalan hayvan­lar kendi rızklarmı yememiş olurlardı, çünkü onlar mâlik değildirler. Aynı şekilde, çocuğun, annesinden emdiği süt te rızk değildir, çünkü O, memede bulunan süte mâlik değildir. Durum böyle olmadığma göre, açıkladığımız şekilde, onlann görüşlerinin bozukluğu anlaşılmaktadır. Hiç bir akıllı buna muhalefet edemez,

34- Biliniz ki Allâhü Teâlâ kullarmı mükellef tutar, onlara em­reder, nehyeder. Çünkü Allâhü Teâlâ varlıklarm sahip ve mâliki, ya­ratıcısı ve icâd edicisidir. Sonra onlara, kendi cinslerinden ve kendi su­retlerinde peygamberi diliyle emirlerini, nehylerini bildirmek Allah'a aittir. İşte Allâhü Teâlâ insanlardan birini Peygamber gönderdiği za­man, o peygamberin, doğruluğuna delâlet eden mu'cize ve açık bir de­lille desteklenmesi gerekir. Çünkü peygamber, peygamber gönderildiğin­den ancak bununla ayrılır. Çünkü cisim, şekil ve terkip itibariyle ikisi de eşit durumdadır.

35- Biliniz M mu'cize, sonradan olan bir iştir, olağan dışıdır, pey­gamberlik iddiasmdaki şahsm elinde zuhur eder, dâvasma muvafıktır, peygamber Onunla, insanlara -benzerini meydana getirmek hususun­da- meydan okur, onların onu yapmaları imkânsızdır.

Evet dediğimiz gibi mu'cize, sonradan olan bir şeydir, çünkü ka­dim, mu'cize olmaz. Olağan dışıdır dedik, çünkü olağan şey mu'cize değildir, güneşin doğudan doğup batıdan batması gibi.. Çünkü insanlar bunda müsavidirler. Peygamberlik davasmdaki şahsm elinde zuhur eder dedik, kerametlerden ayırmak için.. Dâvasma uygundur, dedik. Çünkü yalancılığma delâlet etmek üzere zuhuru caizdir. Yalancı Pey­gamberin. «Allah benim duam bereketiyle şu ölüyü diriltir..» iddiası gibi ki Allah onun bu meydan okuyuşu sırasmda onu diriltir ve: «Bu yalancıdır, inanmaym...» der.



İnsanlara meydan okur, dedik. Çünkü mislini meydana getirme­de insanlara meydan okuma ancak bununla olur. Onlar bunun mislini meydana getirmekten âcizdirler, dedik. Çünkü âciz bırakmak ancak bununla tarif olunur.

36- Biliniz ki mu'cize iki çeşittir: Birisi, mutâd olmayan bir şeyi yapmak, göstermektir. Asâ'nm yılan, el'in beyaz olması, ölüleri dirilt­mek, parmaklar arasından su fışkırması gibi. İkincisi, mu'tâdı menet­mektir. Bunda meydan okumak ve buna boyun eğmeye çağrı, aksine davranmaktan, karşı çıkmaktan ve: «Bu, benim mu'eizemdir, konuş­maya, bir gün yahut bir saat bile söz söylemeye güc yetiremezsiniz.» diyen peygambere icabete da'vet vardır.. Bununla peygamberlik iddia­smdaki şahıs onları âciz bırakır, bunu yapmak insanlarm kudretinde değildir. (Neden) böyle dedik. Çünkü mu'cize -açıkladığımız veçhile-bir hârika olması dolayısıyla, peygamberlik iddia eden kimsenin doğ­ruluğuna delâlet eder. Asâ'nm ejderhâya çevrilmesi, ölülerin dirütüme-sinde olduğu gibi, bunda da bu mânâ vardır.

37- Biliniz ki mu'cizenin yalancılarm elinde zuhur etmesi "muhal­dir. Bunun delili şudur. Mu'cize, doğrunun işaretidir, binâenaleyh, gü­nahkâr, câhil kimseden zuhuru düşünülemez. Çünkü bunda hakikat-larm ters yüz edilmesi vardır.

38- Biliniz ki Peygamberlik hakkmda tek bir mu'cize bile yeterlidir. Bunun delili Onun peygamberlik iddiasmdaki şahsm doğruluğuna de­lâlet etmesidir. Bu da tek bir mu'cize ile meydana gelir. Bu tıpkı bir hükmü açıklığa kavuşturup kesinleştiren ve başka bir delile ihtiyaç hissettirmeyen delil gibidir.

39- Biliniz M Allâhü Teâîâdan kullarma pek çok kimse Nebi ve Resul olarak gönderilmiştir. Onlann ilki Ebu'l-Beşer'= Beşer'in Babası -insanlarm nesebîeri O'na döner varır- Âdem (A.S.), sonuncusu da Mu-"hammed (A.S.)'dır. Ebû Zer (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Nebile­rin sayısı yüz yirmi dört bin, Resullerin adedi ise üç yüz onüçtür. Ne­bilerin ve Rasuîlerin hepsine de, inanırız, bu bize vaciptir. Nebilerle Ra-suller arasındaki fark şudur: Rasuller şeriat sahibi olanlar, nebiler de O şeriatlar üzere gönderilenlerdir. Her rasül nebidir, her nebi rasül de­ğildir.

40- Biliniz kî seçkin Peygamberimiz Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib, âlemlerin Rabbinin elçisidir, bütün mahlûkâta gönde­rilmiştir, peygamberlerin sonuncusudur, kıyamete kadar ondan sonra asla peygamber gelmeyecektir. Bunun delili, elinde doğruluğuna delâ­let eden apaçık bahir mu'cizenin zuhurudur. Diğer peygamberlerin pey­gamberlikleri de, onun peygamberliğinin sabit olduğu şeyle, sabit ol­muştur. Peygamberimizin mu'cizeleri şu kısa risalede sayılamayacak kadar çoktur. Fakat biz, onlardan Kur'ânla ilgili olanları zikredeceğiz, çünkü O, en açık mu'cizedir. İnkâra ve redde mecal yoktur. Çünkü i'câz konusunda çok beliğdir ve ma'zeret dilini kesecek keskinliktedir. Bunu Allâhü Teâlâmn kelâmmda bu şekilde hissetmekte, görmekteyiz. Kur'-ânm nazmı, şiir ve hitabet nazmma muhalif olduğu gibi, konuşma, re-cez ve seci' tarzma da aykırıdır. Nitekim bu üslubuyla O mahlûkâta meydan okuyarak şöyle der: «De ki: Andoîsun, ins-ü cin şu Kur'âmn benzerini (meydana) getirmek üzere bir araya topîansa, yekdiğerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.» (el-îsrâ, 88). Sonra şöyle diyerek meydan okumanm dozunu artırır. «Haydi onun benzerinden siz de (meydana) bir sûre getirin.» (el-Bakara, 23) Fakat onun benzeri bir sûre meydana getiremezler, dil kendi dilleri olduğu halde... Böyle bir şeyi yapmak yani Kur’an’ın benzerini meydana ge­tirmek, mal ve canla karşı çıkmaktan daha kolay olduğu halde... Ve bu günümüze kadar böyle, bu hâl üzere devam etti... Bu kadar çok kâfir ve düşmana rağmen, hiç biri, en kısa bir sûresine muâraza ede­medi. İşte bu, Kuranm mu'cize oluşuna ve Hz. Peygamberin de nübüv­vetine delildir.

41- Biliniz ki peygamberler, peygamber olduktan sonra ma'siyet-lerden uzaktırlar. Bunun delili şudur. Yalancılarm mu'cize göstermesi mümkün değildir. Mu'cize peygamberlerin yalandan ma'sûmiyetlerine delildir. Binâenaleyh peygamberlerin kizb sayılabilecek günâhlardan masum olmaları vâcibdir. Çünkü açıklamalarmda onlara uymak farz­dır, sözlerine ve işlerine inanmak gereklidir. Onlardan ma'siyetler mey­dana gelmesinin cevazı, onlara uymaya mânidir, bu hâl şeriatlarm ib-tâline varır. Şüphesiz bu yanlıştır.

42- Biliniz ki, Peygamberimiz (s.a.v.) Kur'anı unutmaktan ma,'-sûmdur, nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır :

«Seni okutacağız da asla unutmayacaksm.» (el-A'lâ, 6)

Namazda ve diğer serî hükümlerde gaflet etmesine gelince, ulemâ bu hususta ihtilâf etmiştir. Bir kısmı buna cevaz verir, fakat ona buhâl arız olduğu zaman, bu hâl üzere sürekli kalmaz. Rivayet olunduğuna göre, O, sehiv yaptı da sonra sehiv secdesi etti. Unutmak, gaflet O'nun iradesiyle yaptığı bir iş değildir ki, bunun ma'siyeti olsun... Bu gibi haller teklif altma da girmez.. Bazı âlimlerimiz de, dini konularda gaf­let etmesinin caiz olmadığı görüşündedirler. Çünkü bu hâl, kendisine uyulmasma mâni bir hâldir. Her ne kadar, bu hâl üzere, sürekli kal­masa da. Biz Ona her hâl, iş ve sözünde tâbi olmakla emrolunduk, bu hâlde bu, caiz olmaz. Namazda sehvine gelince, Ondan bu, gerçek an­lamıyla vuku' bulmamıştır, şeriatı açıklamak için (bir kimse sehiv secdesi yapmak icâb etse nasıl yapar onu beyân etmek için) işlemiştir. Nitekim Resulüllah Efendimiz Zml-Yedeyni «Namazı kısa mı yaptm, yoksa unuttun mu, yâ Resûlellâh!» dediği zaman, O: «ne O, ne de öbü­rü oldu, ben (şeriatı) açıklamak için sehiv yapıyorum.» buyurmuştur. Güzel bir yorum.

43- Biliniz ki Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin en faziletlisidir. Nitekim Rasûlellah Efendimiz şöyle buyurur:

«Âdem ve O'ndan sonra gelen peygamberler kıyamet gününde, be­nim sancağım altında olacaktır..»

«Ben Âdem oğlunun efendisiyim, bana kimseyi üstün tutmaym.» İbrahim (A.S.) 'ı peygamber efendimize üstün tutan hatâ etmiştir. Çünkü peygamberimiz O'nu kendisinden üstün tutmamıştır. Ve bu görüş selefin icmâma muhaliftir.

44- Biliniz ki iman kalble ma'rifet, dille ikrar uzuvlarla ameldir. İmân asıl ve fer' diye iki kısımdır. İmânı naslı, terkettiği zaman kulu küfre götüren şeydir. Ma'rifet, tasdik ve açıkladığımız gibi ahkâm-ı mükellefinden inanılması gerekene inanmak gibi. İmânm fer'î de, ter­kettiği zaman kişiyi küfre götürmeyip âsî durumuna düşüren şeydir. Farz namazları ve diğer vâcibleri terketmek gibi. Bazan da insan, farz ve vâcib dışında kalan, nafile namaz ve diğer ibâdetlerden tatavvu' ve ziyâdeleri terkederki bu nevi' noksanlık, imânm fürüunda olmuş de­mektir, aslmda değil. Çünkü asıldaki noksanlık küfürdür. Asıl'da ziyâ-delik te olmaz. Kişiye mü'min denebilmesi için, inanılması gerekli şey­lerin hepsine itikâd etmesi gerekir. İmân bütün bunlara şâmildir. Nite­kim Allâhü Teâlâ şöyle buyurur :

«Allah imânmızı zayi edecek değildir.» (el-Bakara, 143) Yani Mescid-i Aksâ'ya doğru kıldığmızı namazı demektir. Bu âyet­te Cenabı Hak namaza imân demiştir..



45- Biliniz ki Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâatm: «Ben mü'minim) inşâallah» sözünde, mevcut imanlarma zarar verecek bir şek-şüphe durumu yoktur. İmânda şek cezayı mucibtir. İmân bütün âlimlerin ittifakıyla, son nefesdeki duruma bağlıdır. Akıbetimizin nasıl tecelli edeceği bizce meçhuldür. İşte şek bu meçhuldedir, mevcut imânda değildir.

46- Biliniz ki, fâsık mü'minlerden tevbe etmeden, imanlı olarak ölenlerin durumu Allah Azze ve Celle'nin dilemesine bağlıdır, dilerse azap eder, dilerse de afveder, Azap ederse, ebediyen cehennemde bı­rakmaz. Kişi ma'siyetler işlemekle imândan çıkmaz, küfür ise böyîe değildir. Bunun delili Allâhü Tealanın şu âyetidir :

«Şüphesiz ki AHâh, kendisine eş tanmmasmı afvetmez, onun dı-şmdakileri ise, dilediği kimseler için afveder.» (en-Nisâ', 116)

Onun için meselenin, Allâhü Tealanın haber verdiğinin aksine ce­reyan etmesi mümkün değildir. Allah’ın afvedeceği günâhlar; küfür dışında, imâna ters düşmeyen, Onu hükümsüz kılmayan ma'siyetlerdir. Onun için imânla ma'siyetin bir arada bulunması şahindir. Çünkü ma'siyet imânı giderseydi, o kimsenin nıürtedliğine hükmolunur, ken­disine imân emredilirdi, tevbe emrolunmazdı. Rasûlüllâh Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Kalbinde zerre miktarı imân bulunan kimse cehennemde kalma­yacaktır...»

Selef âlimlerinin kesin inancı da şudur ki: Mü'min ma'siyetle, ka­tiyen kâfir olmaz. İmânıyla mü'min, isyanıyla fâsık olur. Çünkü Alîâhü Teâlâ, katil, zâni ve hırsızm hükmünü açıklamış, onlara mü'min de­miştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur :

«Ey îmân edenler, maktuller hakkmda size kısas (misilleme) farz-edildi.» (el-Bakara, 178). Cenabı Hak bu âyette katile mü'min, demek­tedir. Mürtedliğin yani dinden dönemin hükmü şeriatta ma'lümdur. İmân konusunda, âsî mü'minlerin hükmü, hiç bir şekilde, mürtedlerin hükmüne benzemez.



47- Biliniz ki günahlarm hepsi ma'siyetdir, cezayı gerektirir. Ce­zalar günâhlara göre değişiklik arzeder. Hiçbir günâhı küçük görmek caiz değildir, günâhları küçük görmek büyük günâhlardandır. «Şu gü­nâh bu günâha nisbetle daha küçüktür.» denebilir. Nitekim, insan öl­dürme, imansızlıktan daha küçük, içkiden daha büyük günâhdır, de­nilir. Bunun delili şudur: «Şüphesiz her ma'siyet, (bir nevi) Allâhü Teâîânm emrini terkdir. Büyük birinin emrini terketmek te O'na ve kudretine, büyüklüğüne karşı kibirlenmektir, bu büyük günahtır. Bu­na binâen günâhları küçük görmek caiz değildir.

48- Biliniz ki Rasûlüllâh (s.a.v.)'in kıyamet gününde, ümmetinden büyük günâh işleyenlere şefaati hakdır. Bunun delili Allâhü Tealanın şu âyetidir.

«Ümid edebilirsin, Rabbin seni bir Makâm-ı Mahmûd'a göndere­cektir.» (el-îsrâ', 79)

Cenâb-ı Hak, bu âyette geçen Makâm-ı Mahmûd'la şefaati murâd etmektedir. Nitekim Rasûlüllâh Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Şefaatimi, ümmetimden büyük günâh işleyenlere tahsis ettim, a-y irdim.»

Rasûlüllâh Efendimiz başka bir hadisi şerifinde de :

«Bana, benden önce hiç kimseye verilmeyen beş şey verildi, on­lar şunlardır: Bana Cevâmi'ul-Kelîm (AZ sözle çok mâna ifade eden sözler) verildi. Etkili sözle yardım olundum. Ganaim: (ganimet mal­ları) bana halâl kılmdı, bana yeryüzü mescid ve temiz kabul edildi, bana şefaat verildi.. Şu da bir hakikat ki, tevbe edildiğinde, mağfiret ihsan olunur. Fakat Peygamberin şefâatıyla mağfiretin ihsan olun­masmı daha garantilidir. Çünkü bu durumda, peygamberin makammı yüceltmek ve O'na itâata, imâna teşvik vardır.



49- Biliniz ki, günahsız, mü'min olarak ölen kimse, va'd ehlindendir, seksiz şüphesiz Cennete girer. Mü'minlerden tevbesi sahih olarak ölenlerin durumu da böyledir. Bunun delili Allâhü Tealanın şu âyeti celilesidir :

«Hayır yarışlarmda tâ öne geçip kazananlar onlar kıyamette de öne geçicidirler. İşte onlar (Allah'a) en çok yaklaşdırılmış olanlardır.» (el-Vakıa, 10-11)

«Ve çirkin bir günâh işledikleri, yahut nefslerine zulmettikleri za­man Allah'ı hatırlayarak hemen günâhlarmm yaıiığanmasmı isteyen­lerdir...» (Âl-i İmran, 135)

Rasûlüllâh Efendimizden de şöyle rivayet olunmuştur: «Günâh-dan tevbe eden hiç günâh işlememiş gibidir ve Allah bir kulunu sev­diği zaman ona hiç bir günâh zarar vermez.» Sonra Rasûlulîâh Efen­dimiz şu âyeti okumuştur. «Şüphesiz ki Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem de.çok temizlenenleri...» (el-Bakara, 222)



50- Biliniz ki, Cennet ehlinin saâdetli hâli sonsuz, kâfirlerden Ce­hennem ehlinin cezası da süreklidir. Bunun delili Allâhü Teâlâ'nm Cen­net saadetini nitelerken «kesiksizlik ve süreksizlik...» ifâdesini kullan­masıdır... Yine Allâhü Teâlâ şöyle buyurur.

«Onun (cennetin) yemişleri ve gölgeleri dâimidir...» (er-Ra'd, 35)

«Gerçekten imân edip, güzel amellerde bulunanlar için Firdevs cennetleri vardır. Onlar oralarda ebedi kalıcıdırlar...» (el-Kehf, 107-108),

Âyetteki hulûd kelimesi, devamlılık, sonsuzluk ifâde eder...

Cenâb-ı Hak cehennem ehlini nitelerken de şöyle buyurur:

«Ne zaman oradan çıkmak isterlerse içerisine döndürülürler...» (es-Seede, 20)

«Derileri pişdikçe, azabı tadıp durmaları için, onları başka deri­lerle (yenileyip) değiştireceğiz...» (en-Nisâ, 56) yani (sürekli) azâb tad-maları için hükatlarmı yenileriz...

Bu âyeti celileler, Cehennem ehlinin cezasmm ebedi olduğuna de­lâlet eder. Ayrıca şu âyet te bu mânâyadır.

«Hakikat, kitablılardan olsun, müşriklerden olsun (bütün o) küf­redenler cehennem ateşindedirler, onun içinde ebedi kalıcıdırlar onlar.» (el-Beyyinet 6).

Bu âyetle kâfirlerin Cehennemde ebedi kalacakları kesinlikle ifa­de edilmektedir. Cennet ehlinin mutluluğunun, cehennem ehlinin ce­zasmm da geçici olduğunu söyleyenlerin görüşü yanlıştır.



51- Biliniz ki Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmış olup nıevcud-durlar. Bunun delili şu âyeti celiledir :

«...Takva sâhibleri için hazırlanmış olan cennete -ki eni göklerle yer (kadardır)^ koşun...» (ÂH înıran, 133)

Cenâb-ı Hak bu âyette Cenneti arz = en nitelemekte ve O'nun müt-takiler için hazırlanmış durumda bulunduğunu açıklamaktadır. El-muadda ve el-arz kelimeleri O'nun mevcut ve yaratılmış olduğunu ifâ­de eder. Ve yine Hak Sübhânehü ve Teâlâ şöyle buyurur :

«Yakıtı insanlarla taşlar olan O cehennemden korkun, o, kâfirler için hazırlanmıştır.» (el-Bakara, 24) el-Mu'ad, mevcud ve mahlûk olur. Binâenaleyh Cennet ve Cehennemin henüz yaratılmadığmı, bilâhere yaratılacağmı söyleyenlerin görüşü bâtıldır.



52- Biliniz ki, kabir azabı, azâb ehli için elbette vuku' bulacaktır. Bunun delili Allâhü Tealanın şu âyetidir. «Onlar sabah akşam cehen­neme arzolunurlar...» (el-Mü'min, 46)

Ma'iûmdur ki onlar ölmeden, dünyâdayken cehenneme arzolun-mazlar. Kıyamette sabah akşam yoktur. (Öyleyse bu kabir azabıdır). Onun içindir ki Cenâb-ı Hak kıyametin hükmünü şöyle açıklamıştır :

«Kıyametin kopacağı gün de, Fir'avn Hanedanmı azabm en çeti­nine sokun (denilecek).o (el-Mü'min, 46)

Onlar kabirlerinde ateşe (cehenneme) arzolunurlar dedim. Çün­kü bu hususta bir takım haberler rivayet olunmuştur. Rasûlüllâh (s.a.v.) Efendimiz dualarmda şöyle buyururlardı: «Allah'ım, küfürden, fakirlikten, kabir azabmdan sana sığmırım, senden başka hiç bir ilâh yoktur..» Namazlarmda da şöyle derlerdi: «Ey Rabbimiz Bize dünyâda da, âhirette de iyilik ver, bizi ateşin azabmdan, kabir azabmdan koru.» Şayet bu nakil ilim ifâde etmezse, hiç biri ilim ifâde etmez.



53- Biliniz ki Munker ve Nekir'in sorguya çekmesi hakdır, sabit­tir, inanmak vâcibtir. Ölü kabrinde diriltilir. Bu iki melek ona, Rab-binden, dininden, peygamberinden sorarlar. Mü'nıin doğru cevaplan­dırır, kâfir ise şaşırır, cevâbmda âciz kalır.

Meşhur haberde geldiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­muştur :

«Onlar iki melektir, kabre girerler, iri yandırlar. Ellerinde iki tok­mak bulunur ve kabir sahibine Rabbindan, dininden, peygamberinden sorarlar, bunlar kabrin fitnesidirler...»

54- Biliniz ki mizan, sırat, havz hakdır. Bunun delili Allâhü Teâ-lânm şu âyetleridir :

«Biz kıyamet gününe mahsûs adalet terazileri koyacağız..» (en-Enbiya, 47)

«İşte o gün kimin tartıları ağır gelirse..» (el-Kâria, 6)

Rasûlüllâh (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

«Allâhü Teâlâ kıyamet gününde bir terazi koyar, onun iki kefesi vardır, kullarm amelleri tartılır, bir dili vardır, konuşur.» Bu meşhur bir haberdir ve âlimlerin kabulüne mazhar olmuştur. Bu terazi ile kul­larm amelleri tartılır, kimin hayır ameli ağır basarsa o kurtulur, ki­min kötü ameli ağır basarsa helak olur, artık O'nun işi Allâhadır.

Sırat cehennem üstüne uzatılmış bir köprüdür. Meşhur haberde gelmiştir ki O, kıldan ince, kılıçtan keskindir. İmân ve saadet ehli, onun üstünden rüzgâr gibi geçer. Her mü'min kendi mânevi merte­besine göre geçer. Kâfir ise geçemez.

Havz'a gelince, bunun hakkmda da meşhur haber vardır.

«Şüphesiz biz sana Kevser'i verdik.» (el-Kevser, 1)' ayetindeki Kevser'in Hz. Peygamber efendimizin havzı olduğu rivayeti vardır.

Bu gibi konularda meselenin özü şudur: Aklen, mevcudiyeti mu­hal olmayan şeye -hakkmda haberler de varsa- mutlaka inanmak, ka­bul etmek gerekir. Kıyametin korkulu halleri, cennet, cehennem nite­likleriyle ilgili olarak vârid olan diğer haberlerin hükmü de böyledir, bütün bunlara inanmak vâcibtir.

55- Biliniz ki ümmet âlimleri bir şeyin şahinliği yahut fâsidliği hakkmda ittifak etti (mi o) hakdır, kesindir, onlara muhalefet caiz değildir, onlara uymamız vâcibtir. Çünkü Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuş­tur :

aKim kendisine doğru yol belli olduktan sonra peygambere muha­lefet eder, mü'minlerin yolundan başkasma uyup giderse Onu döndüğü o yolda bırakırız. Fakat âhirette de kendisini cehenneme koyarız, O ne kötü bir yerdir.» (en-Nisâ, 115)

Cenâb-ı Hak peygambere muhalefeti ve mü'minlerin gittiği yola tâbi olmamayı reddetmiştir, binâenaleyh onlara uymak vaciptir.

Rasûlüllâh Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Kim topluluktan bir arşm ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkar­mış olur..»

56- Biliniz ki, kim dini bir mesele hakkmda müşkilâta uğrarsa, O-na, o meseleyi kendinden daha iyi bilen bir kimseye sorması ve onun verdiği fetvaya göre amel etmesi gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: .

«Eğer bilmiyorsanız zikr erbabma sorun..» (en-Nahl, 43)



57- Biliniz ki Rasûlüllâh (s.a.v.) den sonra Hak İman Ebû Bekir (r.a.)'dır. Bunun delili, bütün sahabenin, Onun imamlığı hususunda görüş birliği içinde olmaları, başkasma değil de ona boyun eğmeleri, hepsinin Onu halife bilip, ey Allah Rasûlünün Halifesi! diye hitap et­meleridir.

Üzerinde icmâ' vâki' olan her şey Hakdır. Nitekim Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur :

«Ümmetim hatâ üzere ittifak etmez.» Ayrıca bilinmektedir ki, Sa-hâbe-i Kiram, O'na herhangi bir zorlama olmadan veya mal varlığınına rağbet etmeden seve seve beyat etti, ve Ona ruhunu teslim edinceye kadar hiçbir şeyde muhalefet etmediler.. Böylece, hak imâm olduğu sabit oldu

58- Biliniz ki Ebû Bekirden sonra Hak İmâm Ömer b. el-Hattâb (r.a.) 'dır. Bunun delili şudur: Ebû Bekir, kendinden sonra Halife ola­rak Onu tayin edip (bunu) vasiyyet etmiştir. Sahabe de hiç bir münâ­kaşa ve ihtilâfa düşmeksizin bu konuda görüş birliğine varmış ve O'na «Ey mü'minlerin Emiri!» diye hitâb etmişler ve Ona boyun eğmişlerdir.

59- Biliniz ki Ömer (r.a.)'dan sonra Hak İmâm, Osman (r.a.)'dır. Bu, şürâ ehlinin, Abdurrahman b. Avf (r.a.)'ın, Osman (r.a.)'ı

İmâm seçmesini tensibiyle ve sahabenin de bu görüşte birleşip onun hilâfet konusundaki görüşünü tasvib etmeleriyle olmuştur. Hz. Osman (r.a.) insanlara hakla muamele etmiş ve şehid oluncaya kadar adale­ti yaymıştır,



60. Biliniz ki Osman (r.a.)'dan sonra Hak İmâm, Ali b. Ebû Tâlib (r.a.)'dır. O'nun imameti önde gelen sahabenin kendisine biyatı ve diğerlerinin de buna rızâ göstermeleri, imametini tenkide yönelik her­hangi bir muhalefette bulunmamaları ile sabit olmuştur. İmamlığı tak­dire şayandı, hilâfetinde âdil davrandı, hiç bir işinde zulmetmedi, söz­lerinde ve işlerinde doğru yoldan dışarı çıkmadı.

61- Biliniz ki imamlığm (halife olmak için) on şartı vardır: Akıl, bülüğ, hürriyet, islâm, erkeklik, ehl-i ictihâddan olup fetva verebile­cek seviyede ilim sahibi olmak, işleri yürütebilme iktidarı, cesaret, dini bakımdan iyi hâl Kureyşi olmak.. İşte bu şartlan haiz kimse, ken­disine beyat olunup imâm olmağa lâyıktır..

62- Biliniz ki bir asırda birden fazla imâm bulunması caiz değildir. Bazıları her bir İslâm bölgesine imâm nasbetmenin caiz olduğu görü­şündedirler. Bazı ashabımız da bu kanâattadrr... Fakat birinci görüş daha şahindir. Bunun delili; bu hususta Ashâb-ı Kiramm ittifak hâ­linde olmaları, bir asırda iki imâm olmasına cevaz vermedikleri için sakife günü karşılıklı görüş teatisinde bulunmaları, meseleyi tartışma­larıdır. Nitekim Ensâr bizden bir emir, sizden bir emir olsun, demiş, fakat bilâhere Ebû Bekir (r.a.)'m görüşüne uyarak, tek bir imâmla iktifa etmişlerdir. Bu suretle, bu hususta icmâ vâki' olmuştur, tcmâa aykırı davranmak hiç bir halde caiz değildir. Çünkü bu, fitneyi takrik edip Ehl-i İslâm arasında çarpışma; çatışma çıkmasma neden olur. Bu caiz değildir. Nitekim Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«İki imâma biat olunduğu zaman,- (fitne olmaması için)" birinin boynunu vurun (öldürün)...»

63. Biliniz ki Sahabe' (r.a.), muttaki, itaatkâr, âdil kimselerdi. Rasûlüllâhm sohbetinde bulunmak. Vahye, Kur'ânin nüzulüne şâhid olma bahtiyarlığma ermek gibi sebeblerle diğer insanlardan üstündür-ler. Rasûlüllâh Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulur­sunuz.»

Onlara ne toptan, ne de tek birine ta'n etmek caiz değildir. On­lar hakkmda ancak hayır söylenir. Aralarında cereyan eden hâdiseler hususunda sükût ederiz. Çünkü Rasûlüllâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Ashabım arasında vuku' bulan olaylara dil uzatmaktan sakmm. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altm İnfâk etse, onlardan birinin bir müd (ölçek) yahut yarım müd infâk ettiği altmm derecesine ulaşa­maz...»

Onlardan biri hakkmda kim bilmeyerek kötü veyahut söylenmesi gerekenin tersine bir şey söylerse, Allah ve Rasûlullah (s.a.v.)'m la­netine uğrar. Nitekim Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur :

«Ashabıma söven bana sövmüş, bana söven de Allah'a sövmüştür. Kim Allah'a söverse, Allah’ın ve lanet edenlerin laneti onun üzerine olsun...»



Yüklə 0,78 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin