BANKO
imam, vefat eden adamın mezarı başında telkin verirken:
-
Ey filanca oğlu filanca...diyordu. Biraz sonra sual melekleri gelecek, sana Rabbinin ve Peygamberinin kim olgunu soracaklar. Onlara de ki...
Bu esnada cemaatte bulunan ve televizyon programlarını kaçırmayan bazı kişiler, bu sözleri "lüzumsuz bir gayret" olarak değerlendiriyordu. Anlaşılan imam efendi, mezara konulanın kim olduğunu bilememişti. Oysa ki ölen adam, son senelerdeki bilgi yarışmalarında arka arkaya rekorlar kıran hiç akla gelmedik soruları ipucu bile istemeden cevaplandıran biriydi. Hatta bir yarışmada, ingiliz pop şarkıcısnın giydiği mavi boncuklu gömlekte kaç düğme bulundunu bilerek en yüksek puanı toplamıştı. Bu yüzden melekrin suali, onun için hiç de zor olmayacaktı.
İmam telkini tamamladı. Boş tabut, cenaze arabasına yüklendi. Ve cemaat dağılmak üzereyken nereden çıktığı anlaşılamayan yaşlı bir meczup, mezara kulak verdikten sonra titrek kelimelerle şöyle mırıldandı:
— Puan yok, puan yok!..
HADİSLERE NASIL BAKMALIYIZ ?
Müslüman, Peygamber'inin sözlerine saygılı insandır. Çünkü hadîs-i şerifler Rasûlullah'ın nefesini aramızda hep yaşatan ve yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. "Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur'an'ı anlayamazdık" diyen İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hazretlerinin belirttiği gibi hadis ve sünnet bizim için her şeydir. Hadislere, rasgele bir insanın sözüymüş gibi bakmak, onun manasını anlamayınca, "Canım bu devirde böyle şey olur mu?" gibisinden ileri geri konuşmak bir müslümana asla yakışmaz.
İyi müslüman, zihnine takılan bir hadisle karşılaştığı zaman, onun gerçekten Peygamber sözü olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer bir sözün hadis olduğunu öğrendikten sonra onu baş tacı edemiyorsa, içini bir şüphe kemiriyorsa, o hadisin ne anlama geldiğini bilene sormalı ve gönlünü huzura kavuşturmalıdır.
Hadis Hafife Alınmamalıdır
Bazı kimseler,yeterli hadis kültürüne sahip olmadıkları halde, kafalarına uymayan bir sözü Peygamberimizin söyleyeceğine ihtimal vermiyorlar. Hatta daha da ileri giderek "olmaz öyle şey" diyebiliyorlar ve hadise karşı alaycı bir tavır takınabiliyorlar. Böyle bir tavırdan Allah bizi ve bütün mü'minleri korusun. Gerçi hadisi hafife alma hastalığının tarihi epeyce eskidir. Önce size bu konuda birkaç olay arzedeyim:
Bir gün ünlü sahabî Ebû Hureyre hazretlerinin bulunduğu bir mecliste kibir(büyüklenme) konusu görüşülüyordu. Ebû Hureyre, Peygamber Efendimiz'in anlattığı bir olayı nakletti. Efendimiz, güzelce giyinen birinin böbürlenerek giderken, Allah Teâlâ'nın onu kibri yüzünden yere batırdığını, onun kıyamete kadar bağırıp çağırarak yerin dibine batmaya devam edeceğini söylemişti. Ebû Hureyre sözünü bitirince, güzel bir elbise giyinmiş bir genç ayağa kalktı ve alaya alırcasına "Ebû Hureyre! O genç şöyle mi yürüyordu?" diyerek onu taklide yeltenince fena bir şekilde tökezledi. Neredeyse kafası kırılacaktı. O zaman Ebü Hüreyre "Burnu ve ağzı üzerine yere çarpılsın" diyerek "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz" (Hicr 15/95} ayetini okudu (Darimî, Mukaddime 40).
Aynı tarzda bir olay daha var:
Hz. Ömer tarafından Basra'ya mürşit ve muallim olarak gönderilen sahabî Abdullah İbni Mugaffel, bir gün mescitte parmak uçlarıyla taş atan bir genç görünce onu uyarmak istedi ve Hz. Peygamber'in bu hareketi yasakladığını ondan bizzat duyduğunu söyledi. O genç sesini çıkarmamakla beraber, bu uyarıya pek önem vermemişti. O gün veya bir başka gün bu gencin mescitte yine parmaklarıyla taş attığını gören Abdullah dayanamadı ve:
“Ben sana Rasûlullah’ın bu hareketi yasakladığını söylüyorum, sen ise aldırış etmiyorsun. Vallahi ölürsen cenazene katılmayacağım; hastalanırsan ziyaretine gelmeyeceğim!” dedi. (Darimi, Mukaddime, 40). Çünkü Abdullah, maddî imkanı olmayıp da Hz. Peygamberle birlikte o çetin Tebük seferine gidemediği için gözyaşı döken, bundan dolayı haklarında ayet nazil olan (Tevbe 9/92) ve ağlayanlar anlamında "bekkaîn" diye anılan yedi fakir sahabîden biriydi. Öyle laubali davranışları hazmedemezdi.
Bu iki sahabî, naklettikleri hadislerin önemsenmediğini görünce haklı olarak kızdılar. Canlarından aziz bildikleri yüce Peygamberin hadislerinin küçümsenmesini hazmedemediler. Onlara, hadisleri küçümseyenlerin küçümsenmeyi hakettiklerini gösterdiler. insanın dinî hayatını altüst edebileceğini düşündükleri bu tutum karşısında verilmesi gereken cevabı vermekten çekinmediler. İkinci olay doğrusu çok ibretlidir. Bir müslümanla en fazla üç gün küs durulacağı genel bir kaidedir. Bunu bilmelerine rağmen sahabenin hadisleri basite alanlar karşısındaki tavrı ortada...
Hadis Din Demektir
Allah'ın Rasûlü bir konuda bir görüş belirtmişse, müslümanın onu kabul etmemesi, kafasına daha uygun bir görüş araması olacak şey değildir. Çünkü hiçbir mü'minin buna hakkı yoktur. Zaten Rasûl-i Ekrem, sahih bir hadisinde "Nefsanî arzuları benim ortaya koyduğum şeylere boyun eğmeyen kimse mü'min olamaz" diyerek kendisine kayıtsız şartsız uyulması gerektiğini belirtmiştir (İbn Ebu Asım, es-Sünne, I, 12). Eğer bir müslüman, Peygamberinin verdiği bir hüküm karşısında İçinde burukluk hissediyorsa derhal kalbini "bakıma almalıdır." Gönlünde, onulmaz bir hastalığın depreştiğini, dünyasını ve ahiretini kaybetmek üzere olduğunu düşünmelidir, Çünkü hadis din demektir. Ağzından çıkan sözün dine uygun olduğunu bilmeyen kimse ağzını açmamalıdır. Açarsa, Allah'ı ve Rasûlullah'ı gücendirecegini hesap etmelidir.
İyi bir mü'min hadisleri baş tacı eder. Onları ilahî sırların hazînesi, Rabbanî hikmetlerin kaynağı olduğunu bilir. İnsan aklının kavrayamadığı birçok hakikatin Rasûl-i Ekrem’e öğretildiğini kabul eder ve gönlünü hadislerin engin derinliğine teslim eder.
HADİSİNİ OKURKEN
İki Cihan Güneşi Efendimiz'in emaneti olan sünnet hazinesini bize taşıyan İslam büyükleri, taşıdıkları hazinenin değerini ve önemini iyi bilirlerdi. Bu emaneti naklederken hatır ve hayalimize gelmeyecek titizlikler gösterirlerdi.
Abdullah İbni Mes'ûd hazretleri bize Rasûlullah Efendimiz'den 848 hadis rivayet etmiştir. Hadis rivayet ederken hata edebilirim düşüncesiyle “Rasûlullah şöyle buyurdu” demekten adeta korkar, gözleri yaşarır, boyun damarları şişer, alnından terler dökülmeye başlardı.
Tabiîn alimlerinden hadis hafızı, kıraat alimi ve hal ehli Muhammed İbni Münkedir hadis okumaya başlayınca gözyaşlarını tutamazdı. Talebeleri onun bu aşkına imrenmekle beraber kendini perişan etmesinden dolayı da üzülürlerdi.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin çok sevdiği ve "Basra gençlerinin efendisi" diye andığı tabiîn alimlerinden Eyyub es-Sahtiyanî büyük bîr hadis hafızıydı. Güzel yüzünden tebessümü hiç eksik etmeyen Eyyub hadis rivayet ederken, Peygamber sözünü nakletmenin sorumluluğunu düşünerek ağlamaya başlardı. Onun iki gözü iki çeşme ağlamasına bakan talebelerinin yüreği parçalanırdı.
Sünnet ocağı Medine'nin büyük âlimi İmam Malik, hazretlerinin yanında Rasûlullah Efendimiz'den bahsedilince, O’na ve hadislerine;duyduğu derin saygı sebebiyle birden rengi atar, adeta beli bükülürdü, kapısında bekleyen talebeleri görünce cariyesi dışarı çıkarak:
-Hadis okumak için mi, yoksa dînî bir mesele öğrenmek için mi geldiniz, diye sorardı. Bekleyenler, dinî bir mesele soracaklarını söylerse, İmam Malik hemen yanlarına gelir, Sorularına cevap verirdi. Şayet hadis. öğrenmek için gelmişlerse, önce gusleder veya abdest alır, en güzel elbisesini ve cübbesini giyer, saçını tarar, sarığını sarar, üzerine güzel koku sürer, sonra da dışarı çıkarak kendisi için hazırlanan kürsüye derin bir huşû içinde otururdu. Ders bitinceye kadar yanan buhurdanlıktan etrafa yayılan güzel kokunun manevî havasında hadis rivayetine devam ederdi. Bu davranışının hikmetini soranlara, hadislere duyduğu derin hürmet sebebiyle böyle yaptığını söylerdi. Yolda, ayakta veya bir başka yerde aceleye getirmek suretiyle hadis rivayet etmeyi doğru bulmazdı. Yolda kendisine hadis soran öğrencilerini ikaz eder, gerekirse azarlardı.
Bir gün hadis okutulan bir meclise uğramış, fakat orada oturacak yer kalmadığını görerek geri dönmüştü. Bunun sebebini soran birine, Hz. Peygamber'in hadisini ayakta yazıp öğrenmeyi edebe aykırı bulduğunu, bu sebeple çıkıp gittiğini söylemişti.
Abdurrahman İbni Mehdi (ö. 198/813), tebeu't-tabiîn neslinin tanınmış hadis hafızlarından ve fıkıh alimlerinden biriydi. İbni Mehdî, derse başlarken talebelerine "Peygamber'in sesini bastıracak şekilde sesinizi yükseltmeyin" (Hucurât sûresi, 2. ayet)] ayetini okur, hadis dersi esnasında ses çıkarmamalarını isterdi. “Sağlığında Rasûlullah’ın sözünü dinlerken nasıl sükut etmek gerekirse, hadisleri okunurken de öyle davranmak gerekir.”derdi.
Hadîs-i şerifler ve onların rivayeti hususunda tavırlarını gördüğümüz bu İslam büyükleri, Peygamber Efendimiz'in '"nesillerin en hayırlısı" diye övdüğü ashab, tabiîn ve tebeu't-tabiîn alimleridir. Hem o kutlu nesillere mensup olmaları hem de güzel dinimize ve Peygamber mirasına büyük hizmet etmeleri sebebiyle gönlümüzde müstesna yerleri vardır. Bu büyük alimler, her konuda olduğu gibi hadislere saygı gösterme hususunda da örnek almamız gereken şahsiyetlerdir.
HADİSLERİ OKUDUKÇA
Peygamber aliyhesselam'ın bize en güzel örnek olduğunu bildiren ayet-i kerîme, onu kendimize model almamızı tavsiye etmektedir. Resul-i Ekrem Efendimiz evinde nasıl yaşardı? Sokağa nasıl çıkardı? Yolda nasıl yürürdü? Gördüğü insanlara nasıl davranırdı? Mescide vardığı zaman ne yapar, nasıl ibadet ederdi? İslamiyet! nasıl öğretirdi? Henüz müslüman olmayanlara karşı tutumu ve onlara İslam'ı tebliğ şekli nasıldı? İnsanlar bir yana, hayvanlara, hatta eşyaya karşı nasıl bir tavır takınırdı? Bütün bunları ve daha başka hususları öğrenmemiz, İslamiyet'i doğru şekilde yaşayabilmemiz Allah'ın Rasulü'nü tanımamıza, Allah'ın Rasûlü'nü tanımamız da Hadislerdeki İslam'ı öğrenmemize bağlıdır.
Hadisleri okuyup öğrendikçe, mükemmele doğru giden yolda mesafeler almaya başlarız. Doğruyu yanlışı tanırız. Davanış bozukluğumuzu farkeder, kusurlarımızı kolayca yakalarız. İşte o zaman kendimizi hesaba çeker, hatalı davranışlardan uzak durmaya çalışırız.
Hadislerle ilgimiz arttıkça, insanlarla olan ilişkilerimizin eskiye nisbetle daha güzelleştiğini farkederiz. Tıpkı Rasûlullah Efendimiz gibi karşımızdaki insanlara değer vereceğimiz, onlarla güzel geçineceğimiz için onların da bize değer verdiklerini, bize daha sıcak ve samimi davrandıklarını görürüz. İşte o zaman Peygamber ahlakının mükemmelliğini, vazgeçilmezliğini, insanları birbiriyle nasıl kaynaştırıp kucaklaştırdığını anlarız.
Peygamber Efendimiz'i ve onun sünnetini bilmediğimiz veya sünnete uygun bir şekilde yaşamadığmız için zaman zaman garip durumlara düşer, insana yakışmayan davranışlar sergileriz.
Hadisler bize dargın durmanın kötülüğünü, dargınları barıştırmanın nafile namaz kılmaktan, nafile oruç tutup sadaka vermekten daha hayırlı olduğunu (Ebu Davûd, Edeb, 50) öğretir. Dünyada hatasız, kusursuz insan bulunmadığını herkes bilir. Peygamber Efendimiz'in "Kim dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da ahirette onun ayıbını gizleyip kapatır" buyurduğunu duymuş veya okumuş olanlar, kendilerine karşı yapılan hataları daha bir kolaylıkla bağışlarlar.
Hadisleri okudukça, dünyalar kadar geniş bir gönül, derin bir anlayış, büyük bir hoşgörü kazanırız İnsanı sevmeyi, anlamayı ve onu bağışlamayı öğreniriz. Anlayışsız, görgüsüz, hatır gönül dinlemeyen biriyle karşılaştığımız zaman, Şefkat Pınarı Efendimiz'in kaba ve katı bedevilerin haşin davranışlarına nasıl katlandığını ve onlara kızıp bağırmadığını hatırlayarak kabarmakta olan öfkemizi teskine gayret ederiz. İnsanları hoş görmenin onun sünneti olduğunu düşünerek rahatlamaya çalışırız. Kötüyle kötü olmadığımızı, cahile uymadığımızı görenler, bizim davranışımızın güzelliğini ve asilliğini farkeder, öfkesini yutmanın korkaklık değil, cesaretin ve asaletin en belirgin nişanı, Rasûl-i Kibriya'nın ahlakı olduğunu kavramaya başlar.
Kur'an-ı Kerîm bir anayasa ise, hadis ve sünnet bu anayasayı açıklayan ve onun kolayca uygulanmasını sağlayan kanun, tüzük ve yönetmelik hükmündedir. Kur'an-ı Kerîm'de yeterince açıklanmayan konular hadislerde genişçe açıklanır;
Peygamber Efendimiz'in muhtelif tatbikatlarıyla o konular iyice öğrenilir Mesela Kur'an "namaz kılın" der; ama namazı nasıl kılacağımızı anlatmadığı için bunları sünnetten öğreniriz. Kur'an bize "zekat verin" der; zekatı hangi mallardan, ne kadar vereceğimizi sünnetten ve hadisten öğreniriz. Kur'an "haccedin" der; nasıl haccedeceğimizi, bu farzı zekat gibi yılda bir değil; ömürde bir defa yapacağımızı hadisten ve sünnetten öğreniriz. Kur'an bize ahiretten, kıyametten bahseder. Her birimizin küçük kıyameti demek olan ölümle birlikte başlayan kabir hayatındaki halimizi, orada ilk hesaba nasıl çekileceğimizi, kabirdeki; nimetin ve azabın mahiyetini, yeniden nasıl dirileceğimizi, kabirlerden nasıl kalkıp mahşere gideceğimizi, orada nasıl hesaba çekileceğimizi, hesaba çekilmeyi beklerken neler çekeceğimizi, amel defterlerinin mahiyetini, Peygamber Efendimiz'in şefaatini, mizanı, sıratı, cennetteki nimetlerin, cehennemdeki azabın keyfiyetini hadislerden öğreniriz
Sözün kısası, Hadisler olmasaydı, islamiyet'i tam manasıyla öğrenemezdik. Ben müslümanım diyen kimse, İslamiyet'i, onu getiren Peygamber gibi yaşamaya gayret edeceğine göre, öncelikle Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in hadislerini ve Sünnetlerini öğrenmeye gayret etmelidir. Her gün en azından bir, iki hadis, şayet varsa onların açıklamalarını okuyarak dünyaya Peygamber gözüyle bakmaya çalışmalıdır. İleride problem olmaması, İslamiyet'e yatkın olarak büyümesi için onlara Peygamber Efendimiz'i, onun sevgisini ve sözlerini öğreten kitaplar okutmalıdır.
Sesini asırlar, nesiller ötesine ulaştıracak güçlü bir soluğun sahibi, her halde hayatı acı tatlı, iyi kötü, hakiki ve sahte yönleriyle mükemmel şekilde bilen ve onun içinde pişen biri olmalıydı. En önemlisi de Allah Teâlâ'nın ona hayatı, insanları ve olayları vahyin ışığında tanıma ve kainatın sırlarına vakıf olma imkanını bağışlamasıydı. İşte bu sebeple onun bize verdiği öğütler, koyduğu düsturlar yaşanmış hayat dersleriydi.
Demek oluyor ki, nereye doğru gittiğimizi bilmek, bu yolda önümüze çıkacak engelleri tanımak ve zorlukları yenecek güç ve cesareti kazanmak için Rasûl-i Ekrem Efendimiz'e kulak vermek mecburiyetindeyiz. Bilinmeyenler dünyasının o imtiyazlı kaşifini dinlediğimiz, gözümüzü ona çevirdiğimiz zaman, daracık ve incecik bir patika, sisli ve karanlık bir ufuk yerine, geniş ve muazzam bir caddenin, aydınlık ve pırıl pırıl bir ufkun önümüze serildiğini göreceğiz.
Peygamberimizin sünnetine kayıtsız şartsız uyup emirlerini ifa etmemiz Allah Teâlâ tarafından buyurulmakta ve hatta Kur’an-ı Kerîm'in birçok ayetinde Rasûlullah'a itaat, Allah'a itaatle yanyana zikredilmekte, Allah'ı gerçekten sevmenin, Râsûlullah'a kayıtsız şartsız bağlanmakla mümkün olacağı belirtilmektedir. Hele "Peygamber size ne verirse onu alın, neden sakındırırsa ondan uzaklaşın" buyruğu (Haşr Sûresi, 7. ayet) bütün benliğimizle sünnete yönelmeyi emretmektedir. Bu ilahi emirleri en iyi anlayan, en mükemmel şekilde yaşayan Rasûlullah'ın büyük asıldan Ashab-ı kiram olmuştur.
Onlar herşeyden çok sevdikleri Gönüller Sultanı Efendimiz'in gözünün içine baktılar. Her sözünde, her hareketinde alınıp yaşanacak prensipler aradılar. Parmağına bir altın yüzük taktığını görünce, onlar da hemen birer altın yüzük taktılar. Rasûl-i Muhterem'in altın yüzüğü çıkarıp "bunu bir daha takmayacağım" diye fırlattığını görünce, onlar da parmaklarındaki yüzükleri çıkarıp attılar. (Buharî, i'tisam 4). Kainatın Efendisi'nin bir gece mescitte ibadet ettiğini görünce, onlar da toplanıp gece ibadetine başladılar. Fakat ümmetini çok seven Merhamet Çağlayanı Efendimiz, gece namazının onlara farz olabileceği düşüncesiyle bir daha yanlarına çıkmadı.
Hacerü'l-esved'i öperken Hz. Ömer'in söylediği şu sözler, bu seçkin neslin İki Cihan Güneşine nasıl bağlandığını daha iyi ifade eder:
"Bilirim ki, sen bir taşsın. Ne faydan dokunur, ne zararın. Eğer Rasûlullah'ın öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim"
SÜNNETLE FERAHLAMAK
Rasûlullah Efendimizi gözleriyle gören, onun mübarek kokusunu ciğerlerinde saklayan şerefli kafilenin en sonundaki bahtiyarın derecesine varmak elbette mümkün değildir. Zaten bizden bunu bekleyen de yoktur. Asıl mesele, onların yolunda olmak, deli gönlü O Büyük Kılavuz'un eşiğine bağlamaktır.
Kainatın Güneşi Efendimiz'in: "Sünnetimden yüz çeviren benden değildir," (Buharî, Nikah,1) uyarısı bizi düşündürmeli, "sünnetimi yaşatan beni sevmiş olur, beni seven de cennette benimle beraberdir" ("Timizî, ilim,16) müjdesi gönlümüze ümit pırıltıları serpmeli, bizi onun sünneti etrafında birleştirmelidir. Zira biz, susuzluktan dilim dilim çatlamış toprakların suya olan ihtiyacı kadar sünnete muhtacız. İnsanî değerlerin yitirildiği, insanların gittikçe robotlaştığı çağımızda, beyazdan çok siyaha çalan kalbimizi kurtarmak için sünnetle dirilmeye mecburuz.
Dünyanın cazibesi bizi deli divane etti. Gözümüzü dünya hırsı bürüdü. "Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip daha sonra yoluna devam edecek bir yolcu gibiyim." diyen, bu sebeple de kuru hasırın üzerine uzanıp yatmaktan çekinmeyen Peygamberler Sultanı'nın hayat görüşünü unuttuk. Medine'ye yağmur gibi yağan ganimet mallarını etrafındakilere bol bol dağılıp kerpiçten yapılmış, çamurla sıvanmış, hurma dallarıyla örtülmüş basık tavanlı evine, hasırdan yatağına eli boş, ama gönlü hoş olarak dönen Tevazu Yağmuru Efendİmiz'in kanaatkarlığına gözümüzü, kulağımızı tıkadık.
Hayır, hayır bu böyle gitmemeli. Şâh-ı Enbiya'nın sade hayatından başka tevazuu, doğru sözlülüğü, vefakarlığı, fedakarlığı, müsamahası hilm ve affı merhameti, dayanılması güç olaylar karşısındaki yiğitliği, sarsılmayan azim ve gayreti ve daha nice güzel huyu bizim hayat görüşümüz olmalıdır.
Acılar, hüzünler, dertler, hastalıklar bazan üstüste geliyor. Hayattan bıkıp usandığımız, ölümü bir kurtuluş diye beklediğimiz o sıkıntılı anlarda Rasûlullah Efendîmiz'in sünneti, yanan gönüllerimizi bir sabah yeli gibi serinletiyor. Hz. Aişe annemizin:
"Hastalığı Rasûl-i Ekrem'den daha şiddetli olan birini görmedim" diyen sesi, bizi kendimize getirip sakinleştiriyor.
"Allah Teala'nın çok sevdiği ve iyiliğini istediği insanlara dertler hastalıklar verdiğini, sıkıntılara sabrettikleri takdirde onlardan hoşnut olacağını" (Buharî, Merda, 1) Sabır Dağı Efendimiz'den duyduğumuz zaman rahatlıyoruz.
"Müslümanın başına gelen hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısının, hatta ayağına batan dikenin bile onun suçlarını ve günahlarını örtmeye sebep olduğunu" (Buharî, Merda 1) ondan öğrendiğimiz vakit acılarımızın hafiflediğini hissediyoruz.
İnsana dayanma gücü ve yaşama sevinci veren böyle yüzlerce hadisin, maddeten ve manen yaralı müslümanlara hayatı sevdireceği, huzura ve sükûna kavuşturacağı muhakkaktır.
PEYGAMBERİN UYGUN GÖRDÜĞÜ
Ashâb-ı kiramdan Cüleybîb'in macerası, Peygamberimizin emirleri karşısında nasıl davranacağımız konusunda bize çok güzel bir ders vermektedir. Macera şöyle:
Yoksul Cüleybîb'in dış görünüşü de yoksuldu. Boyu oldukça kısa, yüzü de o kadar güzel değildi. Fakat gönlü pırıl pırıl, imanı kuvvetli bir müslümandı. Görünüşe değer vermek bütün insanların zaafı olduğu için, Cüleybîb de, kimseden pek iltifat görmezdi. Bu yüzden de bir türlü evlenememişti.
Cüleybîb'in derdini ve değerini iyi bilen Rasûl- Ekrem Efendimiz, onu evlendirmek için uygun bir fırsat kolluyordu.
Medineli sahabîlerden birinin evlenme çağında bir kızı vardı. Birgün bu zât ile başbaşa kalan Nebiy-yi Ekrem Efendimiz, ona:
-Kızına talibim, dedi. Kızını kendisi için istediğini zanneden sahabî, buna pek sevindi:
—Emrin başım üstüne, Ya Rasûlallah! diye sevincini belirtti.
Rasûlullah Efendimiz:
-Kızınızı kendim için değil, Cüleybîb için istiyorum,
buyurunca, sahabî duraladı:
-O zaman annesiyle görüşmem ve onun fikrini almam lazım, dedi. Sonra da kalktı evine gitti. İçeri girer girmez hanımına:
—Kızına Rasûlullah talip oldu, dedi.
Hanımı bu habere pek sevindi. Peygamber aleyhisseiam'ın kayınvalidesi olmak ne büyük saadetti.
Onun bu aşırı sevincini gören sahabî:
-Rasûllullah Efendimiz kızını kendisi için istemiyor, diye düzeltti. Bu defa kadıncağız şaşaladı:
- Öyleyse kimin için istiyor? diye merakla sordu. Kocası:
- Cüleybîb için deyince, kadın büyük bir paniğe kapıldı:
-Ne! Cüleybîb'e mi? Sen ne söylüyorsun? Kızımızı kimler istedi de hiçbirine vermedik. Hz. Peygamber Cüleybîb'den başkasını bulamamış mı? diye ileri geri söylendi.
— Karısının bu olumsuz tavrını gören; sahabî, Rasûl-i Kibriya' nın yanına gidip kızlarını Cüleybîb'e veremeyeceklerini söylemek üzere ayağa kalktı.
Annesiyle babasının kendisine dair konuşmalarına kulak misafiri olan kızları, son derece şuurlu ve uyanık bir,genç hanımdı. Onları uyarmak istercesine sordu:
- Beni evlendirmeniz için aracılık yapan kimmiş?
Annesi:
- Peygamber aleyhisselam, dedi.
O zaman bu şuurlu genç hanım, kızları hakkında en iyi kararı verdiklerini sanan annesiyle babasına:
- "Peygamber aleyhisselam beni birine uygun görüyor da, siz buna karşı çıkıyor ve Rasûlullah'ın teklifini geri çeviriyorsunuz, öyle mi?" diye hayretle sordu, ve sözlerini, şöyle tamamladı: "Rasûlullah Efendimiz beni kime uygun gördüyse, siz de uygun görün. Zira o benim aleyhime olacak bir şeyi yapmaz." Dedi ve Ahzab sûresinin şu ayetini okudu:
"Allah ile Peygamberi bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mü'min olan bir erkekle mü'min olan bir kadına, artık o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab sûresi,36. Ayet)
Kızlarının bu uyarısı üzerine, adeta uykudan uyanır gibi kendilerine gelen anne ve baba, ne büyük .bir hatadan geri döndüklerini farkettiler. Kızlarına minnetle bakarak:
- Çok doğru söyledin, yavrum, dediler. Uçurumun kenarından geri dönmenin sevinciyle Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in yanına koşan sahabî, olup bitenleri kısaca anlattıktan sonra:
"Senin uygun gördüğün kimseyi biz de uygun görüyoruz. Kızımızı Cüleybîb île evlendirebilirsin, ya Rasûlallah, dedi. Bu habere sevinen Rasûl-i Muhterem Efendimiz, peygamber tavsiyesini herşeyin üstünde tutan o anlayışlı kıza;
"Allahım! Onun üzerine hayırlar yağdır. Kendisine sıkıntısız bir hayat nasib et!" diye dua etti.
Dostları ilə paylaş: |