Allah’ın varlığı hakkında şüphe duyanlara, YÖntem öneriSİ



Yüklə 67,72 Kb.
tarix29.07.2018
ölçüsü67,72 Kb.
#62576




Allah’ın varlığı hakkında şüphe duyanlara,

YÖNTEM ÖNERİSİ

Öncelikle bir yöntem önerisiyle işe başlayabiliriz: Tanrı’nın varlığının ispatı sürecinde sanki yokmuş da, birileri inandırılmaya ve kandırılmaya çalışılıyormuş gibi bir noktadan hareket edilmesi yanlış bir zeminde, yanlış bir hareket noktasından işe başlamaktır.

Dindarların doğru bir zeminde olduklarından zerre kadar kuşku duymaksızın, tam bir özgüvenle ateizmi ve güya delil olarak ortaya atılan iddialarını sorgulaması, tartışması gerekir. Bu alanda dindarların artık savunmacı, özür dileyici bir yaklaşımla ve inkarcı bilim karşısında kompleksli reflekslerle değil de yöntem olarak,

inkarcı iddiaların sağlamasını yapmak, geçerliliğini ve ikna ediciliğini tartışmak”,

“inkarcıların vardıkları sonuç ve hüküm cümlelerinin doğruluğunu ve olabilirliğini sorgulamak, analiz etmek”,

Tanrı olmaksızın varlığı, hayatı, hayatın ve canlılığın kaynağını, ruhu, mutluluğu, insanın şuurunu, iradesini, kainattaki nizamı, dengeyi, inayeti, ikramı ve insanı insan yapan hususları izah etmenin, anlamlandırmanın mümkün olup olamayacağını düşünmek”

gibi bir zeminde hareket etmesi yerinde olur. Şurası bilinmelidir ki: aslında tabii olan Tanrı’nın var olması, var olduğuna inanılmasıdır. Yok olduğunun sanılması ve yokluğuna ilişkin tasavvur, asıl olana ve insanlık tarihinin tabii gerçekliğine göre arızi bir durumdur.

(Bu yöntemin uygulandığı bir metin olarak Bediüzzaman Said Nursi’nin Tabiat Risalesi’ne bakılabilir.

yöntem önerisinden sonra, sorudaki “ateist biri” ifadesinin tahliliyle devam edebiliriz.

Bu gibi durumlarda “doğru sonuçlara ulaşabilmemiz için doğru teşhisler yapmamız gerekir.” Çünkü muhatabın “ateist olma durumuna” göre önerilecek yöntemler de farklılık arz eder.

Kendisini ateist olarak tanımlayan muhatabımız acaba niçin kendisini böyle görmektedir ve ateizmini neye dayandırmaktadır?

Her şeyden önce salt ateizm mümkün müdür? Acaba muhatabımız teistlere karşı olduğu için mi ateist olmaktadır? Ateist olmanın, olabilmenin ne denli zor, hatta imkansız olduğu üzerine hiç düşünmüş müdür?

Ateizm diye adlandırılan durum agnostisizm, nihilizm, deizm gibi felsefe düzleminde karşılıkları farklı olan anlayışlardan kaynaklanıyor olabilir mi?

Muhatabımız materyalizm, pozitivizm, naturalizm, hümanizm, bilimcilik (scientizm) gibi bir felsefi arka plana yaslanarak mı ateist olduğunu söylüyor? 19. yüzyılda başlayıp, 20. yüzyılın ilk yarısına kadar devam eden, adeta din karşıtlığında birleşen ve bilimsellikten ziyade birer ideoloji ve sosyal teori olarak sunulan anlayışlardan hareketle mi ateisttir?

Dinler tarihi alanında Taylor, Frazer, biyoloji alanında Darwin, psikoloji alanında Feurbach, Freud, sosyoloji alanında Comte, Durkheim, Marks, felsefe alanında Nietzche, Camus, Sartre gibi isimlerin teorileriyle oluşan materyalist ve pozitivist girdaba mı kapılmıştır?

Epistemolojinin sınırları içerisinde kalarak, yalnızca bilgi felsefesi bağlamında geçerliliği ya da geçersizliği söz konusu olabilen delillerden hareketle ateizme gidilebilir mi? Delillerin güçlü ya da zayıflığına göre hareket etmek doğru mudur? Dindarların bazı delillerinin zayıflığı (!) üzerinden veya ateisti ikna edememesinden, Tanrı’nın yokluğu sonucunu çıkarmak mümkün müdür?

Bilim felsefesinin olguları üzerinden en fazla bilinemezciliğe gidebilmek mümkünken, bir adım öteye geçip de “bilimsel ateizm” iddiasında bulunulabilir mi? Bilim, Tanrı’nın yokluğuna malzeme sunan ve inançsızlığa zemin olabilecek bir alan mıdır?

Yoksa bilimin objektifliği değil de bilim adamlarının sübjektifliği mi ateizme götürmektedir?

Dinlerin yaratılış inancını reddederek, dini inancın zayıflatılması yolunda çaba gösteren bazı bilimcilerin, bilimsel bir hakikatmiş gibi iddia ettikleri ve birer sosyal teori olmaktan öteye gitmeyen dogmalarına kesin iman ettiği için mi ateist olduğunu düşünüyor?

Bilimi adeta “kutsal bir inek” olarak kabul etmek ve oradan hareketle dindarları dogmatik olmakla suçlayarak, güya Tanrı fikrinin anlamsızlığını savunmak bir başka açıdan, bir başka tanrılaştırma süreci ve yanlış bir Tanrı tasavvuru değil midir?

Dindarları “dogmatik inançlı” oldukları ithamıyla adeta akıllarını kullanamayan, körü körüne inanan zavallılar gibi düşünenler, acaba “dogmatik inançsızlık” batağına saplanmış olabilirler mi?

Dindarların Tanrı ile izah ettikleri konuları, inançsız olanlar izah edebilmekte midir? Ya da izah ederken dayandıkları iddialar gerçekten tutarlı mıdır?

Tanrı olmaksızın varlığı, hayatı, hayatın ve canlılığın kaynağını, ruhu, mutluluğu, insanın şuurunu, iradesini, kainattaki nizamı, dengeyi, inayeti, ikramı ve insanı insan yapan hususları, ahlakı, yokluğu izah etmek, anlamlandırmak mümkün değildir.

Ateist olduğunu söyleyen herkesi gerçekten muhatap almak doğru mudur? Yoksa onlar sıra dışı olmanın sıradanlığına mı düşmektedirler?

Ateistler ne demiş olduklarının farkında mıdırlar? İddialarının sağlamasını yapmak istediğimizde bunu tam manasıyla yapabilecek kaç ateist çıkabilir?

Diğer taraftan acaba ateizmin temelinde insanın sınırlarını aşması, kibir ve gurura kapılması mı yatıyor? Ateist bir insan, özgürlüğü (!) ancak bir Tanrı fikrinden bağımsız olmakta mı görüyor?

Yine ateist birisi acaba kendi sınırlılıkları içinde kaldığı için mi Tanrı fikrine karşı oluyor? Genelde yaratılmış olmayı, özelde kendi hayatını anlamsız, saçma, abes, gayesiz gördüğünden dolayı mı böylesi bir açmaza düşüyor?

Acaba ateist olduğunu iddia eden kişi bir düşünce ve felsefi arka plandan uzak olarak sırf kendisini dinlerin inanç, ibadet, ahlak sınırlarından bağımsız görmeye, “kafasına göre takılmaya”, “hevasını ilah edinmeye” ve özgür iradesini bu yönde kullanmaya karar vermiş, tercihini bu yönde yapmış birisi midir?

Yoksa muhatabımız vicdanının derinliklerinde daima hissettiği ve bildiği Tanrı’yı tam manasıyla tanıyamadığı için mi kendisini ateist olarak görmektedir?

Mesela kader meselesine ve kötülük problemine mi takılıp kalmaktadır?

Annesine, babasına, arkadaşlarına, çevresine kızdığı için mi böylesi bir yola sapmaktadır?

Birilerinden intikam almak adına mı Tanrı’yla problemli hale gelmektedir?

Heva aklını bürüyüp de kullanılamaz hale getirdiğinde, adeta kendini rahatlatabilmek için Tanrı’yı sorgulamaya, yargılamaya ve sonunda vicdanının sesini tam olarak örtemediği için de inkar girdabına mı sürüklenmektedir?

Bu sorulardan ve değerlendirmelerden sonra inanan birinin gözüyle Allah'a İman konusunda aşağıdaki metni dikkatlerinize sunuyoruz:



OKUMA PARÇASI

Bütün dinler Allah’ın varlığını kabul eder. Aslında dinlerin diğer tüm esasları anlamlarını Allah’ın varlığı esasından alırlar. Çünkü diğer iman esasları, tüm ibadetler ve bütün ahlak kuralları en temelde Allah’ın varlığını kabul etmeye dayanır. Temelde ve merkezde Allah’ın varlığına iman olmaksızın dinden ve imandan; ibadet ve ahlaktan bahsedemeyiz.

Allah’a iman etmek dinin temelidir. Din ve imanla ilgili her şey Allah’ın varlığıyla mümkündür. Bütün varlıklar hem varlığını Allah’a borçludur hem de her şeyin anlamını Allah inancı belirler. Allah inancı olmaksızın dini, dünyayı, ahireti, insanı, hayatı, mutluluğu anlamlandırmak mümkün olmaz. Her şeyin anlaşılır şekilde izahı ancak Allah’a iman söz konusu ise yapılabilir. Her şey asıl anlamını Allah inancı sayesinde kazanır.

Allah’ın varlığını kabul etmek ve O’na inanmak, tüm insanların yaratılışında olan bir duygu ve fıtri bir yöneliştir.

Kur’an’da bildirildiğine göre din duygusu, Allah’a iman meselesi ve tevhide yönelme özelliği insanın yaratılışında vardır. (Rum 30/30). Peygamber Efendimiz de bunu “Her doğan kişi fıtrat (tevhide yönelme özelliği) üzere doğar.” ifadesiyle dile getirmiştir.



İnsanoğlu kendi benliğinde ve dış dünyada gözlemleyebileceği pek çok delille Allah’ın varlığını kabul eder. Hem iç dünyasında kendi vicdanıyla hem de dış dünyada sayısız işaretlerle Allah’ın varlığına yol bulur ve inanır.

Fıtratı bozulmamış tüm insanlar için Allah’ın varlığına iman etmek hem kolaydır hem de doğal olandır. İnsan hayatında tabii olanı iman etmektir. İnançsızlık ve inkar bir sapmadır ve aslında insanın yaratılışına da aykırıdır.

İnsanlık tarihi boyunca tüm dinler ve peygamberler Allah’ın varlığı ve birliği esasına insanları çağırmışlardır. Ve yine tarih boyunca Allah’a iman eden insanlar hep var olmuştur. Çünkü Allah’ın varlığı kesindir ve şüphe götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla insanlığın asıl mecrası din ve iman olagelmiştir. Ama bu hakikate rağmen farklı sebeplerle ve bahanelerle Allah’ın varlığına inanmak istemeyenler de olmuştur. Yine de dinsizlik ve inançsızlık hiçbir zaman tüm insanların meylettiği bir şey olmamıştır.

Müslümanlar olarak bizler de bizden önceki inananlarda olduğu gibi Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ederiz ve bu konuda asla şüpheye düşmeyiz.



Başta kendimiz olmak üzere kainatta var olan her şey Allah’ın varlığının birer göstergesidir.

Tüm varlıklar bizlere bir var edenin olması gerektiğini, onları yaratan bir varlığın zorunluluğu fikrini vermektedir. Ve bizim inancımıza göre de tüm varlıkları yoktan var eden; onları yaratan ve yaşatan; her şeyi bilen; her şeyi düzene koyan ve idare eden; yerde ve gökteki her şeyin kendisine muhtaç olduğu ama kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan bir Allah vardır.



Varlıkların kendisi, bir yaratıcı fikrini gerektirdiği gibi, varlıklar arasında görülen nizam ve düzen de bu yaratıcının bir ve tek olmasını gerekli kılmaktadır.

Bu sebeple bizler hem Allah’ın varlığına hem de birliğine iman ederiz. İslam inancında Allah’ın varlığı ve birliği tüm inanç sisteminin temelini oluşturur. İnanç sistemimizin özetini ise Kur’an’ın en kısa surelerinden olan İhlas suresinde görürüz.

İhlas suresinin Türkçe anlamı: 1. De ki “O, Allah’tır, bir tektir.” 2. Allah, Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Öncesiz ve sonrasız olan, bütün varolmakta olanların Sebepsiz Sebebi olan ve Mutlak Varlık olan O’dur.) 3. O’ndan çocuk olmamıştır. (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır. (Kimsenin çocuğu değildir). 4. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir. (Hiçbir şey O’nunla mukayese edilemez).

Dinimize göre insanın yaratılış gayesi Allah’ı tanıyıp, O’na ibadet etmektir. (Zariyat 51/56) Bu yönüyle baktığımızda insanı insan eden şey Allah’ı tanıması, iman etmesi ve imanın bir gereği olarak O’na ibadet etmesidir.

Bizler Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip, bu kabule uygun davranışlar sergilediğimiz zaman Allah katında değer kazanmakta, varlığımızın anlamını kavramakta ve anlamlı bir hayatı yaşayabilme imkanına kavuşmaktayız. Aksi takdirde değil mutlu olmak ve cennete kavuşmak; dünya hayatımız bile çekilmez olur. Hayat anlamsızlaşır. Allah inancının olmaması durumunda hem bu dünya hayatını yaşamak güçleşir hem de ebedi hayat, cennet yerine cehennemde geçer ki bu durum akıllı hiçbir kimsenin isteyeceği bir şey değildir.

Dinimiz, Allah’ın varlığına iman konusunda diğer dinlerle ortak paydalarda buluşur. Ama bununla beraber özellikle Allah’ın birliğine inanma konusunda diğer tüm dinlerden ve inanç sistemlerinden ayrılır. İslam dini, tevhid dinidir. Tevhid anlayışını, inancın ve hayatın bütün boyutlarında en ince ayrıntısına kadar gerçekleştirmek ister. Tevhidi zedeleyecek her türlü inanış ve davranış biçimlerinden özenle uzak tutmaya çalışır.



Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak niçin önemlidir? Ve bize ne kazandırır?

İnanmak her şeyden önce insanın yaratılışında var olan doğal bir ihtiyaçtır.

İnsan nasıl ki havaya, suya, ekmeğe muhtaçtır ve bunlar olmadan hayatını devam ettiremez. Aynı şekilde inanmaya, bağlanmaya, güvenmeye, ibadet etmeye, ruhunun bu yöndeki isteklerini ve ihtiyaçlarını gidermeye de muhtaçtır. İnsan ruhunun ve kalbinin bu yöndeki ihtiyaçlarını giderebilmek ancak sağlam ve tutarlı bir Allah inancıyla mümkün olur.

İnsan sadece ruh ve kalbiyle değil, akli olarak da kendisinden üstün ve güçlü bir varlığın varoluşunu istemekte ve kabul edebilmektedir.

Öte yandan bir yaratıcıyı kabul etme ve ona karşı bağlılık duygusuyla bağlanma ihtiyacı, insanın hisler dünyasında da yer etmiştir. Bu süreçleri yaşayan bir insanın kabul edip bağlandığı yaratıcıya ibadet etme gibi temel ve vazgeçilmez bir özelliği de vardır.

İşte Allah inancı, bu fıtri ihtiyaçları karşılamakta; öte yandan insana hem bu dünyada hem de ahirette huzur, güven ve mutluluk sağlamaktadır.

Allah’a inanan kişi akıl, ruh, kalp, beden gibi tüm yönleriyle tutarlı ve sağlam bir kişilik geliştirmekte; hem kendi iç dünyasında hem toplumla ilişkilerinde hem de tüm varlıklarla olan ilişkilerinde mutlu ve başarılı olabilmektedir.

İnsanın temel ihtiyaçları arasında sayılan huzur ve güvende olmak, itibar görmek, sevilmek, sayılmak gibi özellikler, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmesi sayesinde insana sunulur. İnsan, iman sayesinde tüm eşyaya iman nuruyla bakar. Zorluklar ve sıkıntılar karşısında teselli bulur. Her şey onun için imanın aydınlığında anlamlı hale gelir. İman, kişiye dayanak noktası sağlar. Yaşanılan olaylar, karşılaşılan durumlar bu dayanak noktasına göre değerlendirilir.

Allah’a inanmayan kişiler huzursuz, problemli, mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda kalırlar. Kendilerini hiçbir zaman güvende hissedemezler. Bağlanmanın ve ibadet etmenin zevkini yaşayamazlar. İmanın huzur iklimini soluyamazlar. Korku, kaygı, kaos, endişe, tedirginlik, belirsizlik, çaresizlik gibi olumsuzluklar onları çepeçevre kuşatır. Hayata ve geleceğe ümitle bakamazlar. Çevreleriyle olan ilişkilerinde de sevgi, saygı, anlayış göremedikleri gibi yalnızlığa ve dışlanmışlığa mahkum olurlar.

Allah’ın varlığı yanında birliği de çok önemlidir. Allah’ın birliğini ifade eden tevhid kavramı sadece Allah’ın bir ve tek oluşunu değil, tüm varlıklar arasındaki uyum ve düzeni de ifade eder. Kainata hakim olan düzen de tevhid düzenidir. Bizler tek ve bir olan Allah’a inanmakla aynı zamanda bütün varlıkları O’nun yarattığını, varlıklar arasındaki ilişkiyi bir denge ve ahenk içinde O’nun gerçekleştirdiğini de kabul ederiz. Bu inancımız bizlere her şeyi bir bütünlük içinde değerlendirme imkanı sunar. Bu bütünlük çerçevesinde her şeyi Allah’a dayandırmamız kolaylaşır. Böylesi bir bakış açısına sahip olmamız bize aynı zamanda bir tutarlılık da sağlar.

Allah’ın varlığı şüphe götürmez bir hakikat olmakla birlikte öteden beri Allah’ın varlığının ispat edilmesi yolunda çok çeşitli deliller de kullanılagelmiştir. Allah’ın varlığı konusu (İspat-ı Vacip) bazı kaynaklarda çok ayrıntılı bir şekilde ele alınmış hatta sadece bu konuyu ele alan kitaplar yazılmıştır.

Allah’ın varlığının ispatlanması yolunda kullanılan delillerden bazılarını şöylece sayabiliriz:


  1. Fıtrat Delili: İnsanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu fikrinden hareket eder.

  2. Hudus ve İmkan Delili: Alemdeki varlıkların sonradan yaratıldıkları ve varlıklarının “mümkün varlıklar” kategorisinde olduğu, tüm varlıkların “varlığı vacip olan bir varlık” tarafından yaratılmış oldukları, varlığı vacip olanın da Allah olduğu anlayışından hareket eder.

  3. Gaye ve Nizam Delili: Alemdeki her varlığın bir gayesi olduğu, tüm alemde bir gayelilik gözlemlendiği anlayışına ve tüm varlıklar arasında kusursuz bir işleyiş, bir nizam, bir ahenk ve uyum bulunduğu esasına dayanır.

  4. Kabul-ü Âmme Delili: İnsanlık tarihi boyunca insanların çoğunluğunun Allah’ı kabul ettiği anlayışına dayanır.

(İspat-ı Vacip yani Allah’ın varlığının delilleri konusunda meselenin felsefi tarafını görmek ve felsefe zemininde ortaya çıkan ontolojik delil, kozmolojik deliller, teleolojik delil, dini tecrübe delili ve ahlak delili gibi konularda geniş bilgi için bakınız: Din Felsefesi, Mehmet Aydın, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir; meseleye kelamcı perspektifiyle nasıl bakıldığı konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız: Bekir Topaloğlu, İspat-ı Vacip, Allah’ın Varlığının Delilleri, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, Ankara)

Allah’ın birliği konusunda da daha çok Kur’an’da geçen şu ayetler üzerinden değerlendirmeler yapılır ve alemde var olan düzen, Allah’ın birliğinin en açık delili sayılır:

“Allah evlat edinmemiştir. O’nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Öyle olsaydı her ilah kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da görülen alemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.” (Müminun 23/91-92)

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı kesinlikle yerin de göğün de düzeni bozulup giderdi. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya 21/22)




Neden her insan Allah’ı gösteren Ayetleri kolaylıkla göremiyor?”

Allah’ı bildiren ayetleri görmemize en büyük engel seküler bilimin sebep-sonuç ilişkisine dayalı determinist yaklaşımıdır. Örneğin, bir elma, Allah’ı bize bildiren mucizevî bir meyve iken, seküler bilim, elmanın elma ağacından, ağacın çekirdekten ve çekirdeğin DNA’daki programdan, DNA’nın moleküllerin farklı dizilişinden ve moleküllerin de atomlardan oluştuğunu açıklayarak sıradanlaştırır. Bir insan, sebepler perdesini kaldırıp bir elmanın sonsuz kudret sahibi Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve rahmetinden geldiğini anlayabilir. Seküler bilim, her şeyin sebebini araştırarak gizemini çözdüğünü düşünüyor. Yani, gördüğünüz nimetlerin arkasında bir Mün’im (nimet verici) aramayın, onlar şu sebepler zincirinin sonuçlarıdır, diyor. Oysa elmayı elma ağacından bilmek, elma suyunu içinde bulunduran “akıllı makinelerin” (vending machine) elma suyunu yaptıklarını söylemek gibidir. Akıllı makinelere parayı koyup elma suyu kodunu girdiğinizde, makine bize elma suyu veriyor. Para yerine, elma ağacına su ve gübre verdiğimizde, ağaç bize elma veriyor. Akıllı makineler, elma suyunu yapacak ilme ve kudrete sahip olmadığı gibi, elma ağacı da, bütün bilim adamlarının bile yapmaktan aciz kaldığı elmayı yapamaz. Akıllı makinelere meyve sularını yerleştiren ilim ve kudret sahibi biri olduğu gibi, Allah’ın akıllı makineleri olan meyve ağaçlarına da meyveleri takan sonsuz ilim ve kudret sahibi biri vardır.(4) Seküler bilim, meyveyi ağaca vermekle ahmakça bir hüküm vermiş oluyor.

Seküler bilimin bu yaklaşımında çok büyük bir yanılgı vardır. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım: Hayalen Afrika’nın en ücra bir köyüne yolculuk yapalım. Hayatında televizyon görmemiş bu insanlara, uzaktan kumandalı bir televizyonu hediye olarak beraberimizde götürelim. Bir haftalığına köydeki zeki insanları toplayıp seküler bilimin determinist yaklaşımını anlatalım. Daha sonra da televizyonun bilimsel olarak nasıl çalıştığına ilişkin bir teori geliştirmelerini isteyelim. İçlerinden zeki olanı şöyle bir bilimsel teoriyle gelsin: “Televizyon dediğiniz ekran kutusunda gördüğümüz görüntünün nedeni uzaktan kumandadır. İnanmıyorsanız, tezimizi test ediniz. Her seferinde kumandaya bastığınızda ekranda bir görüntü çıkıyor ve tekrar basınca görüntü kayboluyor. O halde, görüntünün sebebi kumandadır.” Muhtemelen, birçok insan bu teoriyi kabul etmek zorunda kalacaktır. Ancak televizyondaki programların çok yüksek ilim ve hikmet içerdiğini görenler böyle bir teoriyi kabul etmekte zorluk çekecekler. Onlar, kumandanın bu denli yüksek ilim ve hikmet sahibi olduğunu makul görmediklerinden bu teoriye şiddetle karşı çıkacaklar.

İşte bu misalde olduğu gibi, bizler de akıl sahipleri olarak düşündüğümüzde göreceğiz ki, ağaçlara veya hayvanlara takılan neticeler onlardan değildir. En yüksek ilme sahip bilim adamlarının yapamadığını inekler veya sinekler elbette yapamazlar. O halde, televizyondaki görüntü bir stüdyodan geldiği gibi, kâinat televizyonunda bize görünen her şey başka bir alemden geliyor. Televizyon programları hayat, ilim, akıl sahibi insanların eseri olduğu gibi, kâinattaki hakiki görüntüler de sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Bir’inin eserleridir.

Rabbimiz kâinatı, her an değişen filmlerin oynadığı, dinamik ve canlı bir sinema salonu şeklinde yaratmıştır. Gösterdiği bütün filmlerle kendini bize tanıtmak istiyor. Televizyon ve kumandayı yapan, kasıtla ve hikmetle ikisi arasında bir ilişki kurduğu gibi, kâinatın sahibi de hem sebebi hem de sonucu beraber yaratarak aralarına, hikmeti gereği bir ilişki koymuştur.(5) Aklı başında olan insan, televizyondaki görüntüyü kumandaya mal etmediği gibi, kâinattaki görüntüleri ve nimetleri de sebeplere havale edemez.

 

Bize Allah’ı bildiren deliller nelerdir?


İlginçtir, Allah, hem Kur’an’daki cümlelerini hem de kâinat kitabındaki eserlerini “ayet” diye nitelendiriyor. Kur’an’da en sıklıkla söz edilen kâinat ayetlerinin başında gökyüzü gelir. Allah, herkesin her zaman gördüğü ve çoğunlukla hayran kaldığı gökyüzüne sıklıkla dikkatimizi çeker:

Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik...” (Kaf Suresi, 50/6) 

Bir başka ayette ise şöyle buyurur:

Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine O’nun ayetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır.” (Rum Suresi, 30/22).

İlk ayet, gökyüzüne bakmamızı ve onun nasıl yaratıldığını düşünmemizi emrediyor. İkinci ayet ise, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda ilim elde eden ve bu ilmini kullanarak tefekkür eden insanların Allah’ın varlığına ilişkin deliller göreceğini söylüyor. Bu ayetler nazil olalı on dört asırdan fazla süre geçti. O günden bu yana, insanoğlunun uzay hakkındaki bilgisinde çok büyük ilerleme oldu. Astronomi diye ayrı bir bilim alanı gelişti. Bu bilgilerin hepsini burada anlatma imkânımız yok. Bir misalle, uzay hakkında edindiğimiz yeni bilgileri kullanıp, Allah’ın ayetlerini nasıl okuyacağımızı anlamaya çalışalım.

 

Gökyüzü ve Uzaydan Allah’ın Varlığına Deliller

Gökyüzüne baktığımızda bir açıdan muhteşem bir kubbe gibi görünüyor; bu dünya sarayının, yıldızlarla yaldızlanmış bir kubbesi hükmünde. Bir başka açıdan, milyonlarca uzay gemisinin içinde büyük bir hızla seyahat ettiği bir “uzay denizi” gibi görünüyor. Bir başka açıdan bakılırsa, insan yapımı uçaklardan milyarlarca defa büyük ve çok daha hızlı uçakların bulunduğu muhteşem bir “uçak filosu” gibi görünüyor.

Hiç düşündünüz mü gökyüzünde kaç yıldız olduğunu? Şimdiye kadar bu soruya cevap vermek için çok teşebbüs olmasına rağmen, hiç kimse kesin bir cevap verememiştir. 2003 yılında, Avustralya Ulusal Üniversitesi’ndeki bir grup araştırmacı, en son teknolojik aletleri kullanarak bir tahmin yapmışlar. Buldukları rakam şöyle : 70.000.000.000.000.000.000.000 (yetmiş seksilyon).(6)



Aynı bilim adamlarına göre, gökyüzündeki yıldızların sayısı yeryüzündeki kum tanelerinin on katından daha fazla. Uzay ölçeğinde düşününce, bizim yeryüzündeki hâkimiyet kavgamız, çocukların bir kum tanesini paylaşamama kavgasına benziyor. Sonuçta, bütün dünyanın hakimi dahi olsak, elde edeceğimiz, uzay ölçeğinde, bir kumun onda biri kadar bile değildir.

Peki, bu kadar yıldız ve sayısını bilemediğimiz kadar gezegen bize neyi ifade ediyor? Allah, bizim dikkatimizi onlara çevirerek, onların nasıl var olduğunu ve böyle muntazam bir sistem dahilinde nasıl hareket ettiğini düşünmemizi istiyor. Biz, sahip olduğumuz kabiliyetler, edindiğimiz bilgi ve tecrübeler ışığında, sayısız denecek kadar çok olan bu yıldızları bir perspektife koyabiliriz. İnsan yapımı olan bir şeyle bu gök cisimlerini mukayese ederek nasıl var olduklarını anlayabiliriz.

İnsan, henüz bir yıldız yapamadı; ancak bütün ülkeler güçlerini birleştirerek Uluslararası Uzay İstasyonu adını verdikleri bir “minyatür gezegen” yapmaya çalışıyor. O halde, yıldızların ve gezegenlerin nasıl var olduklarını, insan yapımı minyatür gezegene bakarak bir derece anlayabiliriz. Minyatür demekle, insanoğlunun en muhteşem eserlerinden birini küçümsediğimi sanmayın. Doğrusu, bir ömür harcasam dahi nasıl yaptıklarını anlamaktan mahrum kalacağım bu şaheserden dolayı, insanlık adına onur duyuyorum. Dünya ve diğer gezegenlerle kıyaslandığında “minyatür” olduğunu söylemek istiyorum. Buradaki insanlar ikinci bir uzay istasyonu yapmaya kalkışsa, hiç kuşkusuz muvaffak olamayacaklar; çünkü bunun için gerekli olan yüzlerce, binlerce bilim adamı ve mühendisimiz yok. Gerekli aletleri üretecek fabrikalarımız yok. Demek ki, minyatür gezegeni yapmak için fizik, mühendislik, biyoloji, matematik gibi birçok bilim alanında ileri derecede bilgi sahibi olmak gerekir. Aynı zamanda, bu bilgiyi uygulamak için kas ve makine gücüne ihtiyaç var. Kısacası, minyatür gezegenimiz yüksek bir ilim ve büyük bir gücün eseridir. O halde, Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan çok daha büyük ve çok daha muhteşem olan trilyonlarca yıldız ve gezegen, sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibinin eseridir.(7)

Gökyüzüne dikkatle bakan biri, Arapça “Lailaheillallah” yazısından daha parlak birşekilde Allah’ı bildirdiğini görür. Çünkü, eğer dünya bir saraya benzetilirse, ay bizim gece lambamız; güneş, sobamız ve çok parlak elektrik lambamız; diğer yıldızlar ise gök kubbemizi süsleyen yaldızlı, süslü lambacıklarımız. O halde, bu yıldızları, güneşi, ayı ve dünyayı kim yapmıştır? Kur’an bu soruya şöyle cevap verir:

“(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir” (Nahl Suresi, 16/3).

“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emriyle hareket ederler. Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (Nahl Suresi, 16/12).
 
“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin Suresi, 36/40).
 
“Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir.” (Yasin Suresi, 36/38).
 
Son iki ayet, güneşin dönüşüne işaret eder. Astronomi bilimi güneşin döndüğünü 20. yüzyılda keşfetmesine rağmen, okuma yazması olmayan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bunu on dört asır öncesinden haber vermesi, peygamberliğinin bir delilidir.

Modern astronomiye göre, güneş saniyede 225 km, dakikada 13.500 km ve saatte 810.000 km hızla hareket ediyor. En hızlı yolcu uçaklarının saatte kaç km hız yaptığını düşünürsek, güneşin en hızlı uçaktan yüzlerce kat daha hızlı gittiğini anlayacağız.

2005 yılında bir Yunan yolcu uçağı seyahat halindeyken, soğuk hava tertibatı bozulduğu için iki pilotu da donarak ölmüş ve uçak birkaç dakika içinde dağa çakılmıştı. O halde, bizim uçaklarımızdan milyarlarca kat daha büyük ve binlerce defa daha hızlı trilyonlarca gök uçakları, pilotsuz oldukları halde, nasıl çarpışmadan ve düşmeden hareket edebiliyorlar? İnsan yapımı uçaklar veya uzay gemileriyle, yıldızları ve gezegenleri kıyasladığımızda anlayacağız ki, ancak sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet sahibi Bir’i gökyüzündeki yıldızları halk etmiştir ve her an kontrolünde tutup tedbir ve idaresini görmektedir. Bu sırdandır ki, Kur’an:

“Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz.” (Fatır Suresi, 35/41).

Beşer eseri olan füzelere karşı savunma sistemi geliştirmemize rağmen gökyüzünden üzerimize yağacak “semavi füzeleri” seyretmekten öte bir şey yapamıyoruz.

 

Bitkiler Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller

Sadece yıldızlar değil, etrafımızda gördüğümüz her şey, farklı dillerle, bize Rabbimizi anlatıyor. İçinde yaşadığımız mavi gezegende Allah’ı bize bildiren en muhteşem ayetler bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. Hepsindeki ortak ilahi mühür olan “hayat”, her şeyiyle bize Allah’ı gösteriyor. Hayatı veren ve devam ettiren, Hayy ve Kayyum olan Allah’tır. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:



“(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda, düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır” (Nahl Suresi, 16/11).
 
Bu ayet açıkça, bitkilerin Allah tarafından sudan yaratıldığını ve düşünenler için bunda büyük bir ibret olduğunu söylüyor. Bilim, günümüzde hayatın kaynağının su olduğunu kabul etmesine rağmen, hayatın ne olduğunu tam olarak anlamış değildir. Oysa gezegenimizin her karışını sıksanız hayat sahibi bitki veya hayvanlar çıkar.
 

2004 yılı itibariyle bitkibilimciler yaklaşık 350 bin ayrı bitki türünün varlığını tespit etmiş bulunuyorlar. Bütün bu bitkiler, hem birbirinin aynısı hem de birbirinin gayrisidir. Hepsinin benzer atom, element, molekül ve hücrelerden yapılması aynı olduklarını gösterirken, hepsinin farklı bir şekli ve nispeten farklı bir DNA kodunun olması da ayrı olduklarını gösteriyor.


 
Bitki deyip geçmemeli. Bir bitkinin yaptığını hiçbir insan yapamaz. Yaptığı işe göre isimlendirme yapmak gerekirse, her bir yeşil yaprağa “oksijen ve yemek fabrikası” demek daha uygun düşer. Her yeşil yaprağın milyonlarca yıldır yaptığını, insanoğlu ancak geçen asrın ortalarında bir nebze öğrenebilmiştir. Dr. Calvin, bir yaprağın birçok marifetinden birini açıkladığı için Nobel ödülü almıştır.(8) Başka bir deyişle, asırlarca devam eden gayretler sonucunda, ancak en zeki insanlar bir nebze yeşil otların ne yaptığını anlamışlar. Buna rağmen hiçbir bilim adamı bir otun yaptığını yapamaz. O halde, aptal ve tembel insanlara “ot gibisin” demekle aslında onlara iltifat, ota hakaret etmiş oluruz. Belki de, Nobel ödülü alacak kadar zeki ve çalışkan olanlara “ot gibisin” demek daha makul olur!

Hem ot deyip aşağıladığımız bitkiler bizim için kendilerini feda eden hizmetkârlardır. Sürekli çalışıp zaruri ihtiyacımız olan oksijeni ürettikleri gibi, vücudumuz için gerekli vitamin ve proteinleri üretip yiyecek olarak kendi hayatlarını bizim hayatımızın devamı için feda ediyorlar. İnsanoğlu, kırk binin üzerinde bitki ve hayvanı besin olarak kullanıyor. Ağaçlar, muhteşem fabrikalar gibi çalışıp bize rızık yetiştiriyor. Üzerinde düşünmediğimiz için, bitkilerin bize yaptıkları hizmeti tam takdir edemiyoruz. Sebepler perdesiyle, meyveyi ağaçtan ve sebzeyi bostandan bildiğimiz için, onların hakiki kıymetini bilemiyoruz. Oysa eğer bir meyveyi fabrikada yapmaya kalkışsak tanesini milyon dolara alamazdık! Rızkın bol olması, kıymetsizliğini değil, rahmetin çokluğunu gösterir. Nitekim bizim için en kıymetli gıda olan oksijen, bedavadır; ancak kıymetsiz değildir.(9)

Her bir bitki, her bir meyve ve her bir sebze harikulade bir ihsan-ı ilahidir, muhteşem bir hediye-i rahmanidir. Örneğin bir firma “çekirdekli bisküvi” imal etse, siz de bisküvinin çekirdeğini toprağa ektiğinizde “bisküvi ağacı” çıksa hayret edersiniz. Eminim bütün gazetelerde manşet olur ve bütün televizyonlar böyle bir ağaçtan bahseder! Doğrusu, çekirdekli bisküviye hayret edip binlerce çekirdekli meyve ve sebzeyi sıradan görene hayret etmek lazım!

Seküler bilim ve dinsiz felsefe, her açıdan mucize olan İlahi eserleri, tabiat ve sebepler perdesi arkasına saklayıp sıradanlaştırıyor. İnsanın, mevcut olanı farklı şekle sokarak yaptığı eserlerini de olağanüstü gösteriyor. Allah, gönderdiği en son kitabında otuz bir defa tekrarla bize soruyor:


 
“Rabbinizin hangi bir nimetini inkâr edersiniz?” (Rahman Suresi, 55/12,..). Eğer, aklımızı başımıza alıp her bir nimetin kıymetini idrak etsek hiçbirini inkâr edemeyiz. Oysa bu nimetleri tabiat ve tesadüfe havale edince hepsini inkâr ederiz. Hayvan ve insanların muhtaç olduğu vitamin ve proteinleri içeren, onların damak tadına, ağzına, dişine, midesine münasip yüz binlerce bitki türü, Allah’ın rahmetinin en aleni burhanlarıdır. Aklı başında bir insan, bir tek elmayla bile, Rabbini bulabilir. Nanoteknoloji(10) ile inşa edilen elmanın atom, molekül ve hücre boyutundaki harikulade yapısı, sahibinin sınırsız ilmini, kudretini ve hikmetini gösterdiği gibi, insanın gözü, dişi, damağı ve midesiyle olan irtibatı ve ittifakı, O’nun sonsuz rahmeti, şefkati ve inayetini gösteriyor.

Aklını yerinde kullanan bir insan bir tek elmadan hareketle bile Rabbini bulabilir. Evet, sadece bir elmayı dahi tam olarak idrak edebilen, Rabbinin varlığını idrak edebilir. Yine, bir elma deyip geçmeyin. Bir elmayı yapmak için dünya büyüklüğünde bir fabrika kurup içerisine canlı hücrelerden oluşan bir ağaç dikmeniz gerekir. Bir hücreyi bile yapamayan, elbette milyarlarca hücreden dokunan bir ağacı yapamaz. Faraza bunu yapsa bile, güneşe hükmü geçip onu hassas bir ölçüyle dünya mutfağına fırın yapamayan elbette elma meyvesini pişiremez. Bir elmayı yapmak için daha bunun gibi binlerce koşul sıralayabiliriz.

Bu ifade ettiklerimizi Bediüzzaman Hazretleri aşağıdaki veciz ifadelerle dile getirmiş:

“Bir elmayı halk edecek (yaratacak), elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icat etmeye muktedir (kudretli) olmak gerektir. Baharı icat etmeyen, bir elmayı icat edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icat eden, bir baharı icat edebilir. Bir elma bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır (küçük bir numunesidir). Hem sanat itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir harika-i sanattır (sanat harikasıdır) ki, onu öylece icat eden, hiçbir şeyden aciz kalmaz.”(11)

Bu sırdandır ki, Kur’an, sadece mideyi doldurmak için yemek yerine, yediklerimizin nasıl oluştuklarını düşünerek yememizi istiyor:



“İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler ve sebzeler, zeytinlikler ve hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik; size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.” (Abese Suresi, 80/24-32).

 

Hayvanlar Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller


Aklımızı ve ilmimizi kullanarak hayvanlara baktığımızda her birinin muhteşem “makineler” veya “yürüyen fabrikalar” olduğunu söyleyebiliriz. Sanayi devriminden bugüne insanoğlu teknolojik aletler üretmekte müthiş mesafe aldı. Bir asır önce hayal bile edemediğimiz televizyon, cep telefonu, bilgisayar gibi aletler, günümüzde hayatımızın bir parçası haline geldiler. Her gün yenisine şahit olduğumuz “teknoloji harikaları” çağında yaşıyoruz. Seküler bilim bile, insanın ihtiyaç ve arzularını gidermek için karmaşık aletler yapma kabiliyetini, onu hayvandan ayıran temel unsur olarak kabul ediyor. Uçaklar, arabalar, hızlı trenler, gökdelenler, bilgisayarlar bu kabiliyetin meyveleridir. Herkes kendi tecrübesinden bilir ki, insan yapımı en basit alet bile ilim ve gücün eseridir. Aletler karmaşık hale geldikçe, daha çok ilim ve kuvvet gerektirir. Örneğin, tahtadan oyuncak bir arabayı, çok az bir ilim ve kuvvet sahibi bir çocuk yapabilir. Ancak binlerce çocuk bir araya gelse bile en basit motorlu bir arabayı yapamaz. O halde kendi eserimiz olan “teknoloji harikalarıyla” hayvanları kıyaslayalım.

Hayatımızın her karesinde görebildiğimiz, hayvanat bahçelerinde televizyon belgesellerinden sürekli teşhir halinde bulunan hayvanların yaratılışını ve marifetlerini düşünerek Rabbini bulmak bizler için daha kolay olabilir. Kur’an-ı Kerim hayvanlarda ibret verici işaretler olduğunu bize şu ayetiyle bildiriyor:
 
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye Suresi, 45/3-4).

Doğrusu, hayvanlara dikkatle bakıp aklını kullananlar için, Allah’ı bize anlatan ibretli işaretleri görmek hiç de zor değildir. Kur’an, inanmayanları, kör olarak tabir ederek onların, iman yoluyla gözleri hakikate açılmadığı sürece, bu ayetleri ve işaretleri göremeyeceklerini ifade ediyor. Aklımızı kullanarak, bir iki misal ile hayvanlardaki ibretli ayetleri okumaya çalışalım.

Hayvanları araştıran bilim adamları bugüne kadar yaklaşık 2 milyon ayrı hayvan türünü tespit edip isimlendirmişlerdir. Tahminlere göre, bu rakam mevcut hayvanların ancak yüzde 20’sine denk geliyor. Yaklaşık 10 milyon ayrı hayvan türü olduğu tahmin ediliyor.(12)

Hayvanları inceleyen bilim adamlarının bizlere anlattığına göre, en küçük bir hayvan dahi, işleyişi itibariyle, bizim en büyük teknoloji ürünümüzden binlerce derece daha harikadır. Başka bir deyişle, “beşeri teknolojik aletler” ile “ilahi teknolojik aletler” diyebileceğimiz hayvanları kıyasladığımızda aralarında çok büyük farklar görürüz. Yaptığı “yüksek teknolojilerle” gururlanan insanoğluna Allah göndermiş olduğu kitabında meydan okuyor:



“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” (Hac Suresi, 22/73).

Bir sinek yapmak şöyle dursun, o sineğin en küçük bir hücresini yapmak bile mümkün olmamıştır bugüne kadar. O halde Kur’an’ın ayetiyle soralım:


“Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar?” (Tur Suresi, 52/35).
Hayvanların harika vücut sistemleri Allah’ın varlığına, milyonlarca türleri sayısınca, belki tüm hayvanlar sayısınca işaret ettiği gibi, hayvanlardaki faydalar ve neticeler de Allah’ın hikmet ve rahmetine şahitlik yapar. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:
“Ehli hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz.” (Nahl Suresi, 16/66).
Demek ki, öyle hayvan deyip geçmemeliyiz! Kızdığımız insanlara da “hayvan!” deyip hayvanları aşağılık mahlûk gibi görmemeliyiz! Hayvanları yaptıkları işlere göre isimlendirirsek inek, koyun ve keçiye “süt ve et fabrikası”, tavuğa “yumurta ve et fabrikası”, ipek böceğine “ipek fabrikası”, arıya da “bal fabrikası” dememiz daha münasip olur! Doğrusu, bu hayvanların diğer faydalarını düşündüğümüzde, bu tarzda bir isimlendirme bile noksan kalır.
Yukarıdaki ayette Allah, inek de dahil olmak üzere, evcil hayvanlarda ibretler olduğunu söylüyor. Doğrusu bu hikmetleri anlamak için veterinerlik diye ayrı bir bilim dalı gelişmiş. Binlerce bilim adamı şimdiye kadar bu hikmeti anlamaya çalışmalarına rağmen henüz bitirmiş değiller.
Örneğin, ineğin nasıl süt yaptığını anlamaya çalışan Dr. Virtanen, süt yapamadı, ancak inekten nasıl daha çok süt alacağımızı keşfetti. Bundan dolayı kendisine Nobel ödülü verdik.(13) Şimdi size soruyorum, ineğin yaptığını bir derece anlayan, ancak yapamayan birine Nobel ödülü verilirse, her bir ineğe acaba nasıl bir ödül vermek lazım?
Kanaatimce, ineklerin yaptığını bir derece de olsa anlayan her insan, onlara büyük saygı duymak zorundadır. Doğrusunu isterseniz, ineğe tapan Hinduların (her ne kadar yaptıkları küfür de olsa) neden taptıklarını az-çok anlayabiliyorum. Bence, ineği sıradan bir varlık olarak görmek, ineğe tapmak kadar şaşılacak bir şeydir.
Yüklə 67,72 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin