Nejat Birdoğan, Hacı Bektaş-ı Veli‘den sonra Aleviliği şekillendiren, kurallarını koyan kişinin Şah İsmail olduğunu yazıyor:
“Bu yoldaki kimi kurallar, örneğin şarap, sema, çalgı vb. Şah İsmail‘in kimi deyişlerinde savunulur. Söz gelimi ikrar verme, kırklar meydanı, sofra gördüğünü örtüp görmediğini söylememek, ölmeden önce ölüş, cemde dargınların barışması, üç yüz altmış altı durak ve bu duraklardan ancak sekizinin dinle ilgisi olması, pire hizmet, Şah-ı Merdan, Selman vb. Teker teker işlenmiştir“(132) Şah İsmail/ Nejat Birdoğan/ syf. 25
Şah İsmail ile aynı dönemde yaşayan Balım Sultan‘ın yazdığı, cem törenlerini kurallara bağlayan Erkannamesi‘nin içeriği ile Buyruk‘un getirdiği kurallar arasında pek fark yoktur. Balım Sultan Erkannamesi, kent Bektaşilerine hitap eden, halkın zor anlayacağı bir Osmanlıca ile yazılmıştı. Oysa Şah İsmail ‘in deyişleri ve Buyruk kitapları halk diliyle yazılmış, bu özeliğiyle de kolayca ezberlendi, dilden dile yayıldı “ İmam Cafer Buyruğu“ ile Mürşit, pir, rehber ilişkisi kurarak, Anadolu Alevilerinin Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı‘ndan sonra bağlandığı ikinci merkez, Erdebil Tekkesi oldu.“ El ele, El Hakk‘a“ ilkesi gereği ocaklar, dedeler, pirler üzerinden güçlü bir örgütlenme temeli atılmıştı. O dönem Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı, Balım Sultan‘ında etkisiyle siyasetten uzak, sadece dini bir merkez haline gelmişti. Erdebil tekkesi ve Şah İsmail, Anadolu‘daki siyasi boşluğu doldurarak, ayaklanmalarla parlayıp sönen halkın öfkesini ve umudunu birleştirdi. Şah İsmail’in önderliğinde sağlanan bu birlik sonucu Çaldıran Savaşı‘nda Osmanlı, sadece Şah İsmail‘in ordusu ile değil, tüm Anadolu ile savaşmıştı ki Sultan Selim, bu savaşa daha Trabzon‘da Şehzade olduğu dönemde başlamıştı.
Anadolu Aleviliğinde oniki imamcılık, Ehlibeyt‘e bağlılık, dedelerin, pirlerin, “evlad-ı Resul“ olması Şah İsmail ile birlikte yaygınlaştı. Kendi de Ali soyundan gelen Şah İsmail, Anadolu‘dan gelen mürşitlerine de seyyid olduklarını gösteren secereler vererek, Ehlibeyt‘e bağlığı kurumlaştırdı. Ki bugün halen sürdürülen dedeliğin soydan gelmesi, yetişmesi geleneği de Erdebil Tekkesine dayanır.
Şah İsmail, örgütçülüğü, askeri ve siyası yetenekleri sayesinde, Anadolu Türk, Kürt Alevilerini kendine bağlamayı başardı ve 10 yıl gibi kısa bir sürede büyük bir imparatorluk kurdu.1501‘de Safevi Devleti kurulduktan sonra 1503‘ te orta ve güney İran’ı 1504‘te Hazar Denizi kıyılarını, 1512‘de Ceyhun‘un doğusuna geçerek tüm Horasan‘ı ele geçirdi.
Şah İsmail, 1508‘de Dulkadirli beyi Alalüdderle üzerine yürüdü. Sefere çıkan Şah İsmail Erzurum, Erzincan üzerinden Sivas’a vardı. Ve Bayezit‘e bir mektup yazarak topraklarından geçmek için izin aldı. Böylece Elbistan‘a yürüyerek Dulkadirli ülkesini ele geçirdi. Geri dönüşte ise Harput ve Diyarbakır‘ı kendine bağladı. Buraların halkları zaten çoğunlukla kızılbaştı. Ve Şah İsmail‘e gönülden bağlıydılar. Geri kalanlar da kılıç zoruyla egemenliği tanımak zorunda kaldılar.
Şah İsmail, Anadolu‘da kolayca topraklarını genişletirken İran‘da özellikle kentlerde çoğunluğu oluşturan Sünni halka karşı katliamlara girişmekten baskı ve zorla onları Şiileştirmekten çekinmedi İranlı tarihçiler. Ama Kızılbaşlık onlara göre “Gulat-ı Şia“ yani Şiiliğin sapkın, yoldan çıkmış bir koludur. Safevi Devleti‘nin başının İran’da, gövdesinin ise Anadolu‘da olmasından kaynaklanan çelişkili durumu, çaldıran Savaşı sonrası 1530‘lara kadar Kızılbaşların gücü, etkinliği sürse de Safeviler hızla bir İran devletine dönüştüler. Yönetim kademelerini İranlı vezirler aldılar. Ekonomik gücü elinde bulunduran İran soyluları, yerleşik kentli tüccar ve zanaatkarlar, Şiileşerek yönetimi ele geçirdiler. Şah İsmail‘den önce büyük ölçüde Sünni olan İran‘ın büyük şehirleri, baskıyla Şiileşmişti. Kızılbaş halkın umudun, adaletin timsali olarak gördüğü Şah İsmail, iktidarını kurduktan sonra dönemin Feodal egemenlerinden biri haline gelecekti. Halkın gönüllü katılımı ile dünyayı titretirken, umduğunu bulamayan halkın, desteğini ondan çekip, kurtuluşu başka yerlerde araması karşısında, tüm Sultanlar, Padişahlar gibi o da herkesi, kılıç zoru ile yola getirmeye çalışacaktı. Şahkulu ayaklanmasından sonra kendine sığınan halk önderlerini öldürmesi, bunun bir örneğiydi. Böylece Safevi Devleti‘nin kuruluşunu ve hızla büyüyerek 10 yıl gibi kısa bir sürede dünya imparatorluğu haline gelmesini sağlayan dinamikler de yok oldu…
Yavuz Sultan Selim‘in katliamcılığıyla kıyaslanmayacak düzeyde olsa da Şah İsmail‘in de Sünni halkı baskı ve terörle Şiileştirmesi, saltanatını sömürü ve zulüm üzerine kuran feodal bir egemene dönüşmesinin sonucuydu. Kazorun‘u aldığında Sünni bilginlerin tümünü kılıçtan geçirtecekti. 1505‘te Kozvin‘de Halit Bin Velit soyundan gelen Halidilerin tümünü katletti. Tebrizi aldıktan sonra ezana eklediği “Aliyen veliyullah“ sözlerini kullanmayanları öldürttü.(133) Kaynak: Şah İsmail Hatai/ Nejat Birdoğan/ Syf:25
Yeryüzündeki tüm taçları, tahtları ortadan kaldırmak için ayaklanan Aleviler, Şah İsmail‘in on iki dilimli kızıltacına, inançlarının, umutlarının sembolü olarak gönülden bağlanmışlar. Ama onun tacının, tahtının da diğer hükümdarların, padişahların ki gibi altından, elmaslardan yapıldığını görünce kurtuluşu kendi özlerinde aradılar. Çaldıran‘dan sonra Alevi ayaklanmalarının daha da sıklaşmasının, büyümesinin ve Osmanlı için daha da tehlikeli hale gelmesinin açıklaması budur.
Şah İsmail ise Çaldıran yenilgisinden sonra çok yaşamadı. Mayıs 1524‘ te Azerbeycan‘ın Sarab kendinde öldü. Cenazesi Erdebil‘e getirilip dedesi Şeyh Sofiyüddin‘in yanına gömüldü.
Şah İsmail‘den sonra oğlu Şah Tahmasb döneminde de Anadolu Kızılbaşlarının, Şaha ve Erdebil Tekkesine bağlılığı belli oranda sürdü. Araştırmacılara göre Osmanlı‘nın katliam ve soruşturmalarla canından bezdirdiği kızılbaş halkın İran‘a göçü, 18. yüzyıl başlarına kadar sürdü. Osmanlı Yavuz Sultan Selimden sonra da Alevi halka yönelik baskı ve terörünü giderek arttırdı. Benzer şekilde Safeviler de İran‘daki Sünni halk üzerindeki baskıyı arttırdılar. Şah Tahmasb‘dan sonra Şah Abbas döneminde bu baskıyı doruğa çıkardılar. Aynı zamanda Kızılbaşları da tasfiye ederek Safevi Devletini bir Şii İran devletine dönüştürdü.
KUTU: HATAYİ
Hatayi, kusur eden anlamına gelir. Aynı zamanda büyük bir Alevi Ozanı da olan Şah İsmail, “Hatayi“ mahlasını, hayranlık duyduğu Ali Şir Nevai‘ ye olan saygısından almıştır. Alevi halkın, Cem törenlerinde, ibadetinde, yaşamında Hatayi‘nin şiirleri en büyük yeri tutmuştur.
Gel gönül Mürşidin nasihatını
Biz tutalım tutmayanda nemiz var
Canımıza dostun muhabetini
Biz katalım katmayanda nemiz var
Biz diyen bunu böyle demiştir.
Bir lokmayı kırk can ile yemiştir.
Ali bizde bir doğru yol komuştur
Biz gidelim gitmeyende nemiz var
Yani Hak sendedir sen sana baka
Sen sana bakıp da sen senden korka
İhlas ile niyazımızı Hakk‘a
Biz iledelim itmeyende nemiz var
Gel Hatai ikrarımızı güdelim
Biz bizi görelim eli nidelim
Harap gönülleri mamur edelim
Biz yapalım yapmayanda nemiz var
Şah İsmail‘in Hatayi‘ye dönüşmesinde çocukluğundan itibaren Alevi dedeleri, aşiret beyleri tarafından eğitilmesinin rolü büyüktür. Böylece o tarihe kadarki batini Felsefeyi, Alevi ozanlarını, önderlerini öğrenmiş, eserlerini okumuştur. Yunus Emre‘den çok etkilenmiş, şiirlerine öykünmüştür. Kaygusuz Abdal‘ı, Nesimi‘yi, Bedreddin‘i, Hurufiliği incelemiştir. Eserlerinde Fazlullah’tan ve Cavidanname‘den söz etmiştir.
Hatayi‘nin deyişlerini hece ölçüsüyle ve halkın kullandığı arı Türkçe ile yazmış olması onu halkın gönlünde, bilincinde ölümsüz kılmıştır. Eserlerinin dilden dile hızla yayılması ve kolayca ezberlenmesinde sazla söylenmesinin de etkisi vardır. Kaynakların yazdığına göre Şah İsmail genç yaşlarında Alevi dedeleri tarafından saz çalmaya alıştırılmış, askerlikte ustalaştığı kadar saz ve sözde de usta olmuştur. Ki bir dörtlüğünde yazdığı gibi saz ve sözü propagandasını yapan müritlerinin önemli bir silahı haline gelmiştir.
“Bugün ele almaz oldum men sazı
Arşa direk çıkar avazım
Dört şey vardır bir karındaşa lazım
Bir elim, bir kelam, bir nefes, bir saz“(hatai)
Hatayi, Anadolu Aleviliğine bugünkü şeklini veren tüm düşüncelerini saz ve sözle işlemiş, halkın bilincine kazımıştır. Alevi cemlerinde okunan nefesler, duaz-ı imamlar tehvidler, devriyyeler genellikle Hatayi‘nin eserleridir. Bazı yörelerde ona gösterilen bağlılığın bir ifadesi olarak cemlerde eserleri okununken kadınlar ayakta bekler, erkekler ise diz çöker.
“Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan, Kızılbaş olmak kimsenin haddi değildir“ diyen Hatayi‘nin eserlerinde işlediği düşünceleri şöyle özetleyebiliriz:
“Tanrı birdir ve ortağı yoktur. Her işin nedeni ve yapanı O‘dur. O‘na varmak tarikatla (yolak) olur. Görünen, götüren, gören ve getiren O‘dur. Bu yolak pirleri şeker sözlüdürler. O pirler de gerçek ve görüntü birdir. Bu dünya, Tanrı‘nın denizi yanında bir damladır. Ancak bu damla denizden ayrı değildir “salavat“ verilmelidir. Muhammad‘in mirac, orda Ali‘yi görmesi gerçektir. Ancak bu bir sırdır. Her yerde söylenmez. Yol isteklisi (talip) bunları ve on iki imamı bilmelidir. Dünya‘da Mehdi‘nin çıkması yakınlaşmıştır. Onun için gerçeğe ermeliyiz. Bu da piri bulmak la olur. Piri bulan hakkı bulur. Öyle ise her şey yedi tamu, sekiz cennet, hep insandadır. Bu insana kin tutulmaz“
(134) Şah İsmail Hatai/ Nejat Birdoğan Syf:27
Bu düşünceler Kızılbaşlığın kutsal kitabı olan Buyruk‘ta da sohbet şeklinde işlenmiş, Hatayi‘nin de pek çok şiirinin konusu olmuştur.
Hurufilikten etkilenen Hatayi, tanrının Ali’de teceli ettiğini, Ali olarak kullarına gözüktüğünü, kendisinin de Ali‘nin don değiştirmiş hali olduğunu söyler:
“ Allah Allah deyin Gaziler, de‘n Şah menem
Karşı gelün secde kılın Gaziler, de‘n şah menem
Uçmakta tüti kuşıyam ağır lesker er başıyam
Men sufiler yoldaşıyam Gaziler, de‘n şah menem
Mansur ile darda idim Halil ile narda idim
Musa ile Tur‘da idim Gaziler, de‘n şah menem
Kırmız Taçlu boz atlu ağır leşkeri heybetli
Yusuf peygamber sıfatlu Gaziler, de‘n şah menem
Hatai‘yem al atluyam sözü şekerden tatluyam
Mürteza Ali zatluyam Gaziler, de‘n şah menem“
(135) uyur idik uyardılar/ irene Melikoff/syf:41
Balım Sultan Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı başına getirilerek Şah İsmail‘e karşı kullanılmak istense de dergahla Safeviler arasında her hangi bir çatışma olmamıştır. Aksine dergahta Şeyh Sofiyiddin‘in, Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar‘ın saygı ile anılması, yine Kızılbaş Safevi halifelerinin Hacı Bektaş‘ta ki dergahı ziyaret edip kurbanlar kestiğinin Mühimme defterlerinde kaydedilmesi ilişkilerin yakın olduğunu ispatlar. Şah Hatayi de Hacı Bektaş-ı Veli‘ye bağlılığını şiirlerinde işlemiştir.
“Hani bi çare kuldur şahına
Hünkar Hacı Bektaş nazargahına
Deli gönül hak ol düş dergahına
Er olayım dersen er ile görüş“
Yavuz Sultan Selim‘in Şah İsmail üstüne İran‘a sefere çıktığında, Eskişehir‘deki Seyit Battal Gazi Dergahı‘na ve Mevlana’ya uğrayıp da Hacı Bektaş’taki dergahı görmezden gelmesinin nedeni de Safevilerle dergah arasındaki bu ilşkidir.
Şah Hatayi eserleri ile Alevi inancının en güzel örneklerini vermiş kendinden sonraki tüm halk ozanlarını etkilemiştir. Türküleri bugün bile Alevi-Sünni tüm Anadolu halklarının dilindedir.
Ela gözlü pirim geldi
Duyan gelsin işte meydan
Dört kapıyı kırk makamı
Bilen gelsin işte meydan
Ben pirimi hak bilirim
Yoluna kurban olurum
Dün doğdum bugün ölürüm
Ölen gelsin işte meydan
Şah Hataim der sırrını
Meydana sermiş serini
Nesimi‘nin derisini
Yüzen gelsin işte meydan
KUTU: “CAFER SADIK BUYRUĞU“
Kızılbaşlığın temel kutsal kitabı sayılan Buyruk un Şah İsmail döneminde yazıldığı tahmin edilmektedir. Tarihsel olarak doğrulanmasa da Buyruk‘un Şah İsmail, Şeyh Sofiyüddin ya da bizzat adıyla anıldığı İmam Cafer Sadık tarafından yazıldığı söylenir. Zaman içinde farklı adlar altında pek çok biçimi ortaya çıktığı için kimin yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Nejat Birdoğan, Buyruk‘u Şah İsmail‘in oğlu Şah Tahmasb döneminde Bisati adlı birisinin yazdığını söylüyor? “ Asıl adı Menakıb ül esrar Behçet ül- Ahrah(sırların hikayesi, özgürlerin sevinci) alır. İçinde Alevi töresi ile ilgili kimi kavramların açıklanması ve Şah İsmail Hatai‘nin 20 nefesi, kimi ozanların deyişleri de var. Bu Büyük Buyruk‘tur (…) Ayrıca bir de Küçük Buyruk‘ diye adlanan 25 sayfalık küçük bir risale var ki, Büyük Buyruk kitabının bir özeti gibidir. Gene de her ikisini de imam Cafer Buyrukları ile karıştırmamak gerekir. İmam Cafer Buyrukları İslam’daki tapınma kurallarının İmam Cafer‘ce yorumlanmasıdır. Alevi törenleriyle hiç ilgisi yoktur.“(136)Anadolu‘nun Gizli Kültürü Alevilik/ Nejat Birdoğan/Syf:159
Nejat Birdoğan‘ın belirttiği gibi doğrudan İmam Cafer tarafından yazılan Buyruk vb eserlerin Alevilikle ilgisi yoktur. Onlar İslam‘ın Caferi Mezhebi‘nin esaslarını oluşturur. Ama Alevilerde Emevi İslamına muhalefetin, sembolü olmuş İmam Cafer-i Sadık‘ı İmam Ali‘nin yolunu süren erkanını kuran kişi olarak benimsemişlerdir. “İmam Cafer‘in kurduğu Şii şeriatı“ ile hiç bir ilgileri olmamasına rağmen kendilerini onun mezhebinden kabul etmişlerdir. Ki İmam Cafer‘in ve mezhebinin bu şekilde benimsenmesi 16. yüzyılda, Şah İsmail ve Buyruk kitaplarının etkisiyle olmuştur. Nitekim Buyruk‘ta “ Eğer sorsalar, ikrar-ı tercüman nedir?“ sorusuna şöyle cevap verilir: “Şah-ı Merdan kuluyum, Al-i aba nesliyim, imam Cafer Sadık mezhebindenim. Rehberim Muhammet, Mürşidim Ali“
Buyruk Aleviliğin inanç ve esaslarını, yol ve erkanını töresini anlatır. İkrar, Semah , Cem, musahiplik , taliplik, mürşitlik, sufilik, kırklar meclisi, Rıza Şehri, turab olmak , ölmeden önce ölmek , 12 imam 12 post, Tevella, Teberra, Buyruk‘un temel konularını oluşturur. Bütün yazılı Alevi kaynaklarında olduğu gibi Buyruk‘ta anlatılanlar da Sünni İslam cilası ile kaplanarak takiyye yapılmıştır. Daha girişinde “Müslümanlığın el kitabı“ yazılması, abdestten, namazdan, oruçtan bahsedilmesi, ayetlere, hadislere yer verilmesi bunun göstergesidir.
Buyruklar 16. yüzyılda ortaya çıkmış ama Aleviliğin o güne kadar ki gelişimini, birikimini de sentezlemiştir. İçindeki ayet, hadis ve yorumları İmam Cafer Sadık‘tan alınmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli‘ye bağlanan sözler ve Makalat’la örtüşen bölümleri vardır. 16. yüzyılda yaşamış Dede Kul Himmet bir şiirinde bunu dile getirir:
“Erdebil‘ den gelince Rum‘a
Sözümüz bizim didardan gelir
Şeyh safi Buyruğu‘n eyledim kabul
Sözü onun daim Cafer‘den gelir.
Makalatın ahiri cemalatın zuhuru
Şeyh Safi‘ye değiştir İmam Cafer mühürü“
Yine Şeyh Sofiyüddin‘in oğlu Şeyh Sadreddin(ölüm 1392) tarafından yazılan “Makalat-ı Şeyh Sofi“ adlı kitabında Buyrukların temelini oluşturduğu ve 15. yüzyılda Malatya-Hekimhan‘da dergahını kuran torunu Şah İbrahim Veli tarafından yaygınlaştırıldığı öne sürülmektedir. Kesin olan şudur ki Buyruklar Anadolu‘ya Erdebil Tekkesi‘nden gelen halifeler eliyle yayılmıştır. Mürşid-i Kamil olarak gördükleri Şah İsmail‘e gönülden bağlanmış Alevilerin yüzyıllar boyunca elinden düşmeyen başlıca kutsal kitabı haline gelmiştir. Doğal olarak Alevi halkın Erdebil Tekkesine bağlılığını güçlendirmiş, Safevilerin propaganda aracı olmuştur. Bundan çok rahatsız olan Osmanlı Erdebil‘e gidiş-gelişleri kesmeye çalıştığı gibi Buyrukları da yasaklamış, Anadolu‘ya sokulmaması için özel önlemler almıştır. Örneğin III. Murat tarafından 1576 yılında gönderilen bir fermannla Dede Kul Himmet‘in köyü basılmış Osmanlı casuslarının “Kızılbaş Diyarı“ndan getirildiğini ihbar ettiği 34 adet “Rafizi kitap “ aranmıştır. Aynı köye ilişkin ikinci bir Fermanla (1583) Kızılbaş olduğu için köy basılıp dağıtılmış Dede Kul Himmet‘in aile bireyleri katledilmiştir...(137) Kaynak: Anadolu Bilgeleri/ İsmail Kaygusuz/ Syf:376
“SULTAN SELİM‘E VEZİR OLASIN!“
Halkın dilinde ilenmek için kullanılan bu söz, Yavuz Sultan Selim‘in katliamcılığından doğmuştur. Emrindeki hizmetkarlara bile hiç acıması olmayan en küçük bir kusurda öfkelenip kelleler uçuran bir padişahtı: “Bu söz vezirlerin daima bir ay hizmetten sonra azl ile cellada teslim edilmiş olmasından ileri gelir; bunun içindirki vezirlerin vasiyetnamelerini ceblerinde taşımaları mutad idi; huzur-ı padişahtan her çıktıkça kendilerini yeniden dünyaya gelmiş sayarlardı.“ (138) Büyük Osmanlı tarihi,cilt2/ Hammer/Syf:
545
Sultan Selim‘in katliamcılığı o derecedir ki zaman zaman bu katliamlara fetva veren Şeyhülislamlar bile rahatsız olmuştu: “ Birgün İran‘la ticaret koyduğu yasakları çiğnedikleri için dörtyüz taciri ölüme mahkum eden fermanını onaylamak isemeyen Şeyhülislam‘a şöyle demişti: kalan üçte birin iyiliği için imparatolukta yaşayanların üçte ikisinin canını almak vacip değil midir?“ (139) Muhteşem Süleyman/ Andre colt/ Syf: 54 milliyet yay
Yavuz Sultan Selim, Padişahlığı sırasında Şeyhülislam‘a söylediği ve 40 bin Kızılbaş Aleviyi katlederek uyguladığı bu politikayı henüz şehzadeyken kafasına koymuştu. Örneğin 1490‘ da yazdığı bir şiirinde şöyle diyor:
“Olmadan Şehzade Şahı mülk Rum
Eyledi mülk-ü kızılbaş‘a(kızılbaş ülkesi) hücum
Vardı Erzincan‘a ol çapet suvar
Serhuser (kızılbaş toplumu) cemini etti tarumar“ (140) Aleviliğin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/ syf: 75
Trabzon Valisi iken bir padişah gibi karar alarak bu politikayı uygulamaya koymuştu. Kızılbaşların yoğun olduğu Bayburt‘a, Erzincan‘a hücum etmiş, İran‘a giden Kervanların yolunu kesmiş, tüccarların mallarına el koymuştu. Böylece Şah İsmail ile Şehzade Selim arasında ki ilk kapışma 1508-1509 yılında Erzincan‘da meydana gelmişti.
Şah İsmail‘ in giderek güçlendiğini ve Kızılbaşlığın yayıldığını gören Yavuz Sultan Selim, tahta geçtiğinde uygulayacağı Alevi Kırımının hazırlıklarına Şehzadeliğin de başlamıştı. Babası Bayezit‘in kızılbaşlara karşı politikasını yanlış buluyordu. Daha kanlı önlemler alınmasını istiyordu. Bu özellikleriyle de Yeniçeri ocağının, Rumeli beylerinin ve üst sınıfların desteğini aldı. Kızılbaşlar güçlendikçe ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hisseden Osmanlı egemenleri, tüm güçleriyle Selim‘i desteklediler ve tahta oturttular. Beyazit‘in yerine düşündüğü gözde şehzadesi Ahmet böylece saf dışı edilmiş oldu. Tahtı almak için ordusunu Rumeli‘ye geçirip babasının üstüne yürüyen Selim, yenilmesine rağmen tahta oturdu. Bayezit‘in yerine geçirmek için şehzade Ahmeti‘ çağırdığını öğrenen yeniçeriler “ Selim‘i İsteriz“ diye ayaklandılar ve Ahmet‘i Üsküdar‘dan öbür tarafa geçirmediler. Böylece Bayezit Dimetoka‘ya sürgüne giderken, Safeviler ve Kızılbaşlara göz açtırmayıp Osmanlı egemenlerinin çıkarlarını kılıçla savunacak Selim Padişah oldu.
Osmanlı egemenlerinin ekonomik- siyasi çıkarları bunu gerektirmekteydi. İpek Yolu ve Baharat Yolu‘nu ele geçirmek, Doğu Akdeniz ticaretini, Yemen- Şam ve Tebriz-Şab ticaret yollarını ele geçirmek, Suriye altınlarını kontrol etmek için Safevilerle ve Memluklerle savaşmaları şarttı. Zaten Yavuz Selim de iki büyük seferini doğuya yaptı. Safevilerin ve Memluklerin üstüne yürüdü.
Osmanlı tarih yazıcılarının Padişahı övmek için yazıp bahşiş karşılığı huzuruna sundukları “Selim Şah-name“lerde bu katliam anlatılıyor.
“Her şey bilen Sultan, O kavimin uşaklarını kısım kısım ve ad ad yazmak üzere ülkenin her yanına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşında yetmiş yaşına kadar olanların defterleri Divan‘a getirilmek üzere buyruldu. Getirilen defterlere nazaran yaşlı, genç kırk bin kişi yazılmıştı ondan sonra her yörenin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülenlerin sayısı kırk bini geçti“ (141) Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri/ Baki öz/ Syf: 256
Yavuz Sultan Selim‘in Kürt beylerini işbirlikçiletirmek ve Kürdistan‘daki Kızılbaş katliamını yürütmekle görevlendirdiği İdris-i Bitlisi de yazdığı Selim Şah-name‘de; Padişahın kendisi ve diğer Kürt beylerine emir gönderdiğini, “İnançsız taife‘ye“ bağlı olanların isimlerinin araştırılıp tamamının teferruatlı olarak padişaha bildirildiğini anlatıyor “ Sultan Edirne‘de bulunduğu o kış, Rumeli ve Anadolu‘da kadın, çocuk ve kadınların kendilerinden başka cemaatten (Alevilerden)hiç kimse hayatta kalmadı“ (142) Can Dergisi sayı:2 Mart 2012/syf:90
1512‘de tahta çıkan Yavuz Sultan Selim bu Alevi katliamlarını 1513‘te gerçekleşterdi. Bir yıl sonra ise Şah İsmail üzerine sefere çıktı. Anadolu’nun en büyük Alevi katliamı Çaldıran Savaşı’nın ilk cephesi oldu! Yavuz Sultan Selim Çaldıran‘da Şah İsmail‘i yendi ama halkı yenemedi! Katliamlar, baskılar, sürgünler sürdü gitti. Osmanlı tarih yazıcılarının belirttiği gibi Yavuz Sultan Selim‘in sık sık Osmanlı büyükleriyle konuşarak Kızılbaşlığın ortadan kalkması için yol-yöntem sorması ve onların bu işe özendirmesi, oğlu sultan Süleyman‘a miras kaldı. Süleyman‘dan da II. Selim‘e ve diğerlerine…
Osmanlı padişahlarının Alevi katliamları sırasındaki en büyük destekçileri ve yardımcıları ulemaydı. Alevi halk için “katl-i vaciptir“ diyen şeyhülislamlardı, müftülerdi, mollalardı. Halkın bilincine “defterini dürmek“ deyimi ile yerleşen 1513‘teki katliamın Fetvasını müftü Hamza‘nın söyledikleri 500 yıldır halk düşmanı egemenlerin ağzında tekrar ediyor:
“….biz dahi şeriat‘ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki geçen toplum- kızılbaşlar- kafir ve dinsizdirler(…) Bunları öldürüp, toplumlarını darmadağın etmek tüm Müslümanlara vacip ve farzdır. Müslümanlardan ölen Said ve şehit olup cennete girer ve onlardan ölen aşağılık cehennemin dibindedir, bunların hali kafirlerin halinden daha fena ve çirkindir. Zira bunların kestikleri ve avladıkları (…) mundardır ve nikahları gerekse kendilerinden ve gerekse başkalarından alsınlar batıldır(…) Osmanlı padişahına gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını ve çocuklarını İslam gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirince tevbelerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli“ (143) Aktaran: Türkler ve Alevilik/ Gülağ Öz/ Syf:189
Çaldıran savaşı öncesinde Şeyhülislam Kemalpaşazadenin verdiği fetva da aynı içerikteydi: Kızılbaşların ilk üç halifeye açıkça küfrettikleri, Şah İsmail‘in “helaldir“ dediğini helal kabul ettiklerini, dinden döndüklerini, erkeklerin ve kadınların nikahının geçersiz olduğunu çocuklarının zina çocuğu olduğunu açıkladıktan sonra yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor: “Müslümanlara malları, kadınları ve çocukları helal olur. Adamlarına gelince onlar Müslüman olmadıkça öldürülmeleri zorunludur“ (144) Aktaran: Türkler ve Alevilik/ Gülağ Öz/ Syf:192
Yavuz Sultan Selim de İran seferi sırasında Şah İsmail‘e yazdığı mektuplarda kendini “Kafirleri ve Tanrıya eş koşanları tepeleyen, dinin düşmanlarını toprağa karan… Sultan Selim Han‘ım“ diye tanıtırken Şah İsmail‘i “din perdesini yırtmak ve gerçek şeriatın yapısını yıkmakla“ suçluyordu. Osmanlı Şah İsmail‘le birlikte güçlenen ve çıkarlarını tehdit eden Alevi Kızılbaşlığa karşı Emevi İslam’ını kurumlaştırmaya girişti. Çatışmanın ideolojik boyutunu her alanda yansıması böyle oldu. Bir tarafta İslam’ı egemenlerin silahı haline getiren Emevi İslam’ı vardır, karşı tarafta ise ezilen halkların ekmek ve adalet özlemlerinin ifadesi olan Alevilik- Kızılbaşlık. Şah İsmail bu süreçte Anadolu Alevilerinin umut bağladığı tarihsel bir lider olarak halk tarafından benimsendi, öne çıkartıldı. Ama bu çatışma onunla başlamamıştı ki onunla da bitmedi. Tarihsel olarak dönemin koşulları gereği Sultan Selim- Şah İsmail yada Osmanlı- Safevi çatışması şeklini almışsa da asıl savaş Anadolu halkları ile Osmanlı egemenleri arasında sürmüştü. Yenenler yenilenler onlardı.. Çünkü Sultan Selim Osmanlı egemenlerinin “Yavuz“ u dur. Şah İsmail ise Alevi halkın “Hatayi“si...
Dostları ilə paylaş: |