İngiliz Büyükelçi Lord Stanford Cannit bu kanlı tabloyu şöyle anlatıyordu;
“Kurbanların yalvarıp yakarması hep boşunaydı. Kimi Sultan‘ın top ateşi altında biçilmiş, kimi kılıçtan geçirilmiş bu insanlar çoluk çocuk sahibi kimselerdi. Nasılsa o arbededen canını kurtarmış olanların çilesi daha hafif olmadı. Şehrin dört bir yanına yayılmış arama bölükleri saklandıkları deliklerden cümle yeniçerileri çıkarttı. Acele bir mahkeme kuruldu. Her yeniçeri kadının önünden geçip kendini celladın kucağında buldu. Halk bu içler acısı olayları görmemek için sokağa çıkmaz oldu. Marmara denizi ölülerle... eklendi.“ (250) Aktaran: Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vaka-i Şerriyye Reha Çamuroğlu/ Syf:59/ kapı yay 2005
Kaçıp Belgrad ormanlarına sığınan Yeniçeriler ise orman tutuşturularak katledildiler. Dört bir tarafa gönderilen fermanlarla “ yeniçeri“ adının bir daha ağıza alınması dahi yasaklandı. Mezar taşlarına kadar parçalanıp Yeniçerilikle ilgili her şey yok edildi.
Daha önce belirttiğimiz gibi esnaflık yapan yeniçerilerin dükkanları dağıtıldı. Bir çoğu terzilik, hamallık, kayıkçılık, simitçilik vb. işlerle uğraşan Yeniçerilerden katledilmeyenler de İstanbul‘dan sürüldü. Örneğin katliam sonrası II. Mahmut tarafından ocağa bağlı oldukları için İstanbul‘daki binlerce hamal yakalanıp sürüldüler. Yerlerini ise Ermeni patriği aracılığıyla Ermeni hamallar almıştı. (ne var ki Osmanlı Ermeni hamalları da II. Abdülhamit zamanında Ermeni eylemcilerin Osmanlı Bankası baskını nedeniyle katledilip ortadan kaldırılacaktı)
Özcesi, Yeniçeri Ocağı‘nın kaldırılması gerçekte İstanbul‘u kana boğan ve halkı ezme saldırısıydı. Mutlak İktidar gücünü elde etmek isteyen II. Mahmut, Yeniçerileri ortadan kaldırırken, tehdit olarak gördüğü Alevi-Bektaşileri yok etmek istemişti. Tüm İstanbul‘u susturmaya çalışmış 15 bin kadar kahve ve meyhaneyi de kapatmış tam bir baskı ve terör iktidarı kurmuştu.
Katliamın ekonomik boyutunda ise Yeniçeri ocağının kalkması ile birlikte saray ve çevresinin sömürü ve yağma payı git gide büyüdü. Katliamdan sonra ocağın iaşesini sağlayan bazı zengin Yahudi ve Ermeni sarraflar idam edildiler. Ve bunların malları müsadere edildi. Mevlevilerden sonra vakıf ve malları bakımından en yaygın ve zengin durumda olan Alevi-Bektaşi dergahlarının kapatılması ve mallarına el konulması ise Osmanlı açısından ganimeti daha da büyütecekti.
1826 ALEVİ-BEKTAŞİ KATLİAMI
Yeniçeriler kazan kaldırır diye korkudan İstanbul’un simitçisine, hamalına bile karışmayan padişah, ocağı kaldırıp en büyük engeli aştıktan sonra diğer hedeflerine yöneldi. İktidarını daha da kuvvetlendirmek için Bektaşiliği ortadan kaldırarak Alevi-Bektaşi halkı da sindirmek istedi. Fırsatı ele geçirmişken boşa harcamak istemedi.
Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan bir ay sonra 8 Temmuz 1826‘da sadrazam başkanlığında Şeyhülislam ve Sünni tarikatlardan Nakşibendi, Kadiri, Halveti, Mevlevi, Sa‘di tekkelerinden on bir Şeyhin katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıda Şeyhülislam Tahir Efendi, tarikatların Şeriata tam uyması gerektiğini söyleyerek “...herkes tarafından bilinmektedir ki, Bektaşi denen bazı cahiller farzlarını yerine getirmekten kaçınmaktadırlar ve Şeriatın yasakladığı şeyleri yapmaktadırlar“ dedi. Anlaşılacağı üzere padişah, tek başına şeyhülislamın fetvasının, halk içinde güçlü bir örgütlenmesi olan Alevi-Bektaşilere saldırmak için yetmeyeceğini düşünerek, Sünni tarikatların tümünün desteğini istemekteydi. Yine de Sünni tarikat şeyhlerinden bazıları “ ol taife ile ilişkimiz yoktur, bilemeyiz “ diyerek katliamın sorumluluğundan kaçınmak istediler. Toplantı sonucunda namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları ve haklarındaki dinsizlik suçlamaları nedeniyle Üç Bektaşi Babasının idamına, on bir Baba dahil, yirmi beş kadarının sürülmesine ve Bektaşi tekkelerinin yıkılmasına karar verildi. Padişahın fermanına göre 60 yıldan eski Bektaşi dergahları “ sünnet ehline “ devredilecek yeni Nakşibendi şeyhleri atanacak, 60 yıldan yeni oranlar ise tümüyle yıkılıp malları hazineye devredilecekti.
Padişah II.Mahmut‘un bu fermanın uygulamasındaki gayretkeşliği ve vezirini işi sıkı tutması için zorladığı şu buyruğu Osmanlı‘nın saldırganlıkta ne kadar karalı olduğunu gösteriyor.
“Benim vezirim dünkü gün meclisin aldığı tüm kararları bilmektesiniz. Bunca gün kaldırılmış ocağın devletimiz hakkında kötülükleri sürmektedir. Bu kötü topluluğun durumu ortadayken, hiç bir meseleye devlet açısından bakılmadığından iç yönetimimiz gittikçe çığırından çıkıp reayamız bile bize karşı cesaretlenip halen sorunlar çözülmedi. (…) Bu Bektaşi tarikatının hal ve durumu bu düzeye gelmişken doğal gelişimine bırakıp paklanmazlarsa gün be gün çoğalır insanları yanıltarak yanlarına çekerler, doğallıkla bu din sapıklarını topluluklarının tümüyle temizlenmesinin zamanıdır.
“önerge de (takrir) açıklandığı üzere şimdilik İstanbul dolayında olanların araştırılmasına ve yok edilmesine bakılıp daha sonra Rumeli‘de ve Anadolu‘da olanların temizlenmesine bakılsın. Pusulada sonradan çıkan yerler yıkılacak ise de içindeki şeyh ve müridler kaçırılmaya gelmez“ (251) Aktaran: Hamdullah Çelebi‘nin Savunması/ İsmail Özmen- Yunus Koçak/ Syf:81 Ankara, 2007
Böylece özellikle İstanbul‘da bulunan Rumeli Hisarı‘ndaki şehitlik, Öküz limanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköy, Çamlıca dergahları ile 14 dergah yıkıldı. İçlerindeki Bektaşiler ise Darphane‘deki zindana dolduruldular. Bektaşi ileri gelenlerinde üçü: Kıncı Baba Üsküdar‘da, Ağasızade Ahmet Efendi Tophane‘de ve Salih Efendi de Bab-ı Humayun‘da ibreti alem için asıldılar. Daha sonra ise Rumeli dergahlarını yıkmak için Hacı Ali Bey‘le Pirtepeli Ahmet Efendi, Anadolu tekkelerini yıkmak içinse Cebecibaşı Ali Ağayla Müderris Çerkesli Mehmet Efendi padişah buyruğu ile görevlendirildiler. 60 yıldan eski olanlar hariç tüm Alevi- Bektaşi dergahları yerle bir edildiler. Mallarına kitaplarına el kondu. Ki Bektaşilerin Aleviler içinde okumuş yazmış elit bir kesimi oluşturduğu düşünülürse dergahlarda toplanmış yazma eserler le birlikte bütün bir tarih ve kültürün yok edilmeye çalışıldığı açıktır.
Esad Efendi‘nin Üss-i zeyer‘de yazdığına göre tüm ülkede binlerce baba, dede, derviş, mürit katledildi. Ve imparatorluğun her vilayetindeki hapishaneler Alevi-Bektaşilerle dolduruldu. 70 bin kişi hapsedilmişti. Alevi-Bektaşileri yargılamak için Kırşehir’de, Seydişehir’de, Kütahya ve İstanbul’da özel şeriat mahkemeleri kurulmuştur. Ve yargılananlar Rumeli‘de Köstence, Eğribaz zindanlarına, Anadolu‘da ise Kütahya‘daki zindanlara kapatıldılar. Katledilmekten, hapsedilmekten kurtulan binlercesi ise sürgüne gönderildiler.
ANADOLU‘DA ALEVİ-BEKTAŞİ KATLİAMI
Osmanlı‘nın Yeniçeri Ocağı‘nın ardından, Bektaşiliği ortadan kaldırmak için saldırıya geçmesinin sebepleri bellidir.
Öncelikle Bektaşilik ciddi bir örgütlü güçtür. Evliya Çelebi 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda 700 Bektaşi tekkesi olduğunu yazıyor. 19. yüzyılın başlarında İstanbul‘un nüfusunun beşte biri Bektaşiydi. 14 büyük tekke, onlarca bağlı müştemilatı ile birlikte faaliyetteydiler.
Tüm Alevi nüfus olarak düşündüğümüzde tarih boyunca Osmanlı‘yı ayaklanmalarla uğraştırmış bu halkın örgütlülüğünün dağıtılması önemli hale gelmekteydi.
“ Arnavutluk‘taki Tomor Dağı Bektaşi Tekkesi‘nin Postnişini Ali Turabi Baba, Historija e Bektashinjvetin‘de 1826‘da Yeniçerilerin yok edilmesi ve Bektaşi tarikatının kapatılmasından önce tutulan yıllık istatistiklerde, Bektaşilerin sayısını Anadolu‘da 7.000.000 Arnavutluk‘ta 100.000, İstanbul‘da 120.000 ve geri kalanı da Irak, Girit ve Makedonya, Özelikle Balkanlar‘da olmak üzere 7.300.000 olarak gösteriyor“ (252 Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vaka-i Şerriyye/ Reha Çamuroğlu/ Syf: 49
Osmanlı bu kitleyi dergahlarını, din adamlarını yok ederek güçsüz bırakmak ve asimile etmek istemişti. Bosna, Edirne, Maraş, Tokat, Erzurum, Kayseri, Bolu, Kastamonu, Viranşehir gibi merkezlere yayılan Yeniçeri avının ardından Alevi- Bektaşi avı başlatıldı. El konulan yıkılan Bektaşi tekkelerinin “dinsiz, sapık yuvası“ olduğu, “içki şişelerinin ağzına yırtılan Kur‘an sayfalarının tıkaç yapıldığı“ yalan propagandaları eşliğinde 4 bin kadar tekke yıkıldı. Yine 4-6 bin arasında Alevi-Bektaşi‘nin katledildiği tahmin ediliyor.
60 yıldan eski olduğu için yıkılmaktan kurtulan tekke ve dergahlar ise Nakşibendi şeyhlerine teslim edildi. İşbirlikçiliği kabul ederek Nakşibendi yoluna dönmeyi kabul eden Bektaşi dervişleri hariç diğerleri sürgüne gönderildiler. Dahası, bu dergahların müştemilatına minare dikilerek camiye çevrildiler. Hacı Bektaş‘taki Serçeşme‘de bulunan cami 1834 yılında bu şekilde yapıldı.
Babagan kolunu oluşturan Bektaşiler bu saldırıya direnmediler, boyun eğdiler. Bir kısım da Nakşibendiliği kabul ederek varlığını sürdürmeyi tercih ettiler. 19. yüzyılın ikici yarısında ortam yumuşayıp Bektaşi tekkelerinin tekrar açılmasına göz yumulana kadar sabırla beklediler. Şurası bir gerçektir ki, işbirlikçilik ve Sünnileşme bu baskı ve saldırılar sonrasında Babagan Bektaşiliğinde iyice hakim hale geldi.
Anadolu‘da ise Çorum‘da Abdal Ata Alaattin Erdebil Dergahı‘nın şeyhi ve müritleri dergahı teslim etmeyip direndiler Dergah ancak katliamla alınabildi. Yine Çerekhan aşiretinin bağlı olduğu Oyluklu dergahı şeyhi ve mensupları da direndiler. Çarpışmada katledildiler Eskişehir Seyyid Battal Gazi dergahı dervişleri gibi direnen pek çok Alevi- Bektaşi de oldu. Osmanlı ancak katlederek dergahlarını alabildi.(253)Hamdullah Çelebi‘nin Savunması/ İsmail Özmen- Yunus Koçak/ Syf: 241
Tüm Alevi-Bektaşilerin asıl gözünü diktiği merkez ise Hacı Bektaş‘taki pir evi yani Serçeşmeydi. Osmanlı Anadolu Alevilerinin bağlı bulunduğu Hamdullah Çelebi‘nin yargılanması ve asılması kararını almıştı. Hamdullah Çelebi yanında 8 türbedarı ile Kırşehir‘de kurulan şeriat mahkemesine teslim edildiler. Tekkenin dedebaşı olan Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba ve çoğu Arnavut 24 mücerret dervişine ise dokunulmadı. Serçeşmenin yönetimi Nakşibendi Şeyhi Mehmed Said Efendi‘ye teslim edildi.
Alevi-Bektaşi tasfiyesinde Serçeşmenin ve Anadolu Alevilerinin pir kabul ettiği postnişini Hamdullah Çelebi‘nin teslim alınması çok önemliydi. Bu nedenle Osmanlı mahkemeyi bir gösteriye dönüştürmek ister Ama Hamdullah Çelebi‘nin boyun eğmemesi ve mahkemede canını değil inancını kollaması Osmanlı‘nın bu hesaplarını boşa çıkartır. Kadının tüm hakaret, tehdit ve zorlamalarına rağmen Hamdullah Çelebi ölümden çekinmeden Alevi-Bektaşi inancını savunur. İdam hükmü zaten verilmiş, Kadının elinin altında hazır beklemektedir. Ama son anda Padişahtan gelen yeni bir ferman, idam cezalarını Amasya‘ya sürgüne çevirir. Osmanlı Serçeşme‘nin postnişininin kanını dökerek yeni bir isyanın fitilini ateşlemekten korkar. Hamdullah Çelebi ve aralarında kardeşinin de bulunduğu türbenin hizmetkarı 8 Alevi-Bektaşi Amasya‘ya sürülür. Hamdullah Çelebi Amasya‘da sürgündeyken 1836‘da hakk‘a yürür.
KUTU: HAMDULLAH ÇELEBİ‘NİN SAVUNMASI
Padişah fermanı ile Hamdullah Çelebi‘yi asmak üzere yargılayan Kırşehir Şeriat Mahkemesi Alevi-Bektaşi inancını mahkum etme çabasındadır. Hamdullah Çelebi ise açıkça Osmanlı‘nın örnek aldığı egemenlerin Emevi İslam anlayışını yargılayan bir savunma yapar. Bu savunmayı o dönemin tanıklarından kanan eski belge, defter ve anılardan yararlanarak kitap halinde yayınlayan İsmail Özmen ve Yunus Koçak‘ın çalışması döneme ışık tutması açısından çok önemlidir.
Hamdullah Çelebi‘ye: “Alevi Bektaşilerin niye namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, Kur‘an okumadığı, şeriata uymadığı, Ene-l Hak dediği, Ebubekir, Ömer, Osman‘ı sevmediği, kadınlardan sakınmadığı, hayır ve şerrin Allahtan geldiğine inanmadığı...“ sorarlar. Hamdullah Çelebi bu soruları cevaplarken akılcılığıyla egemen Sünni İslam anlayışının yobazlığını, gericiliğini ve adaletsizliğini haklı çıkarmak için halka karşı kullanıldığı da teşhir eder.
Kadı sorar: “ Şeyh efendi, dört halifenin izinden giden Emeviler olsun, Abbasiler olsun Selçuklu Sultanları olsun, Osmanlı Sultanları olsun sünnetten senetten ayrılmamışlardır. Bunlara dil uzatmak küllühüm kafirliktir. Bunların izinden gitmeyen zındıktır. Bunların doğru yolda olduklarını kabul edip dille beyan etmek gerekir.
Hamdullah Çelebi Cevaplar: “ Efendim kadı Hazretleri kan döken zalim kimler olsa olsun Müslüman diyemem İslam kanını hükümdar tahtı için bu saydığın devletlerin hükmettiği yerlerde. Güruh-u Naci olan biz Müslüman Oğuzların kanları o topraklarda hiç kurumamıştır. Kan döken zalim için bana Müslüman dedirtmek mi istiyorsun. Bizden hiç kimse bunlara Müslüman diyemez, Sünni diyebiliriz!“(254) Hamdullah Çelebi‘nin Savunması/ İsmail Özmen-Yunus Koçak/ Syf: 100
Asırlar boyunca Alevi-Bektaşilerin dinsiz- sapkın ilan edilmesinin başlıca sebebi kadının açıkça dile getirdiği gibi egemenlere biat etmemiş olmalarıdır. Zalimlerin her yaptığını ihlali hikmet olarak gören, her dediklerine boyun eğmeyi gerektiren bir İslamı kabul etmedikleri için“ dinsiz-sapkın“ olmuşlardır.
Hamdullah Çelebi inancını aklıyla ve mahkeme heyetinden üstün bilgisi ve birikimiyle savunurken dayanamayan kadının: “vay dinsiz vay“ sen buraya hesap sormaya gelmedin, idam olmaya geldin. Gereksiz sözleri söyleme! Adabını takın! Sus! “ şeklinde tehditlerine de aldırmamış, canını da sözünü de sakınmamıştır.
Hamdullah Çelebi, “ Yezit ve Muaviye ölmeden önce tövbe etmiştir. Allah onları affetmiştir“ diyerek Alevi-Bektaşilerin Yezid‘e Muaviye‘ye lanet etmesinin (teberra) büyük bir küfür ve günah olduğunu söyleyen kadıyı kendi sözleriyle alt eder: “ Efendim kadı Hazretleri, Allah Hz. Hüseyin‘in katillerini ve suçsuz yere katlettiği halde, Yezid‘i Muaviye‘yi af ederse onlara lanet ettiğimizden dolayı bizleri de kolayca affeder. Sen bizleri boşa küfür ve günahkarlıkla suçluyorsun“ (255) A.e.g Syf:109
Hamdullah Çelebi‘yle baş edemeyen Kadı, dinde aklı kullananın da sapıklık olduğunu söyler: “ Duymuşuz, siz bazı umdeleri değiştirerek akla uydurmaya çalışarak küfürde kararlı olurmuşsunuz. Dinimiz akıl dini olaydı iman öne alınmazdı, çünkü o şeye öyle inanacaksın iman dinidir. Aklen bir şeyi düşünemezsiniz. Neyin dine uygunluğuna bakar öyle kabul edersiniz“ Kadının dile getirdiği bu anlayış 11. yüzyılda mantık, felsefe kitaplarını yaktıran, İbn-i Sina, Farabi gibi bilim öncülerini kafir ilan eden İmam Gazali‘nin, İbni Teymiyye‘nin anlayışıdır. Ancak egemenlerin uleması olanlar akıldan, bilimden korkarlar. Düzenin sorgulamasını istemezler, din kisvesi altında yağma ve talan düzenini meşrulaştırmaya çalışır. Örneğin dergahlarda Türkçe ibadet yapılmasını da kafirlik sayan kadı şunu söyleyebilmiştir: “ Ayetin manası sizi ilgilendirmez. Manasını anlamadan okunan uyulan daha sevaptır. Kafirliğinizi ve küfrünüzü anlatıp durma!“ (256) A.g.e/ Syf:104
Halkı güdülecek sürü gibi gören bu anlayışa göre ezilenlerin hiç bir şeyi anlamaması daha iyidir! Onlar kadere boyun eğsin, haline şükretsin yeter.
Kadı Sorar: “ Hayır ve Şerrin Allah‘tan geldiğine niçin inanmıyorsun? Bu Sapıklık değil mi? Bu Küfür değil mi?
Hamdullah Çelebi cevaplar: “ Efendim Kadı Hazretleri Allah hayrı yaratır (…) kötü olayın faili fiildir. Suçlu o fiili işleyendir. Mücrim (suçlu-bn) mahkemeye geldiğinde kadı cezayı mücrime verir. Allahtan geldi, Şeytandan geldi diye başka fail aramaz“ (257) A.g.e Syf:124
“Kadere inanmayız “ der Hamdullah Çelebi: “ Eskiden beri kaderci değiliz. Bize böyle yerleşmiş böyle devam ediyor“
Kadı ile Hamdullah Çelebi arasındaki tartışma ilk bakışta dini içerikli diye düşünülebilir. Ancak yukardaki örneklerde görüldüğü gibi sorgulanan konular iki farklı dünyayı gösteriyor. Hüseyin‘in direnmesi yanlıştı, Yezit‘in katletmesi doğruydu, egemenlere boyun eğmeli, kaderci olmalısınız diyen egemenler bir yanda, direnmek meşrudur diyen halk öbür yanda… Bir kez daha görülüyor ki din çatışması görüntüydü esas olan sınıf çatışmasıydı. Alevi-Bektaşi inancı-kültürü kaderci olmadığı, zulme ve sömürüye direndiği için bugün hala varlığını sürdürebilmektedir. Kadı‘nın “ Dillerini çekerim, nasıl işkence, ne kadar kırbaca karar vereceğimi biliyor musun? Kol ve bacaklarını, parmaklarının ayrı ayrı günlerde keseceğimi biliyor musun da hemen asılmak istiyorsun? Haddini bil!“ tehditlerine boyun eğmeyen Hamdullah Çelebiler sayesinde varlığını sürdürebilmektedir.
10 gün süren yargılama sonunda son sözleri sorulan Hamdullah Çelebi ve 8 yardımcısı “ Ehli sünnet ve‘l cemaat yoluna iman edecek misiniz? “ diye soran Kadı‘ya ölümde olsa inançlarından vazgeçmeyeceklerini bir kez daha tekrarlayarak cevap verirler.
Hamdullah Çelebi‘nin yargılanması, sürgünü ve Serçeşmenin Nakşibendi şeyhine teslim edilmesi Alevilere yönelik büyük bir saldırıdır. Pek çok Alevi-Bektaşi ozanı bu haksızlığın acısını şiirlerinde, deyişlerinde işlemiştir. Bunlardan biri Hamdullah Çelebi‘ye gönülden bağlı olan Sivaslı Aşık Veli‘dir (1793-1863)
Bugün müminler kerbela günü
Mürvet pirim Şah-Velayet gel yetiş
Medine‘de duyan und‘dolü ünü
Mürvet pirim Şah-Velayet gel yetiş
Sevgili Hamdullah sürgüne gitti
Zalim sekbanlar kötülük etti
Aç, yayan işkence canına yetti
Mürvet Pirim Şah-Velayet gel yetiş
Veli‘m eder çağıralım pirim e
Acep bu yol bakmaz m‘ola zarına
O halimiz bildir Gani Kerim‘e
Mürvet Pirim Şah-Velayet gel yetiş. (258) Hamdullah Çelebi‘nin savunması/ İsmail Özmen- Yunus Koçak/ Syf: 199
ANADOLU AEVİLİĞİ TARİHİNDE ÜÇ ÖNEMLİ SÜREÇ
Üç önemli tarih Anadolu Aleviliğinin şekillenmesinde belirleyici sayılabilir:
İlki 1238‘deki Babai Ayaklanması ve arkasından gelen baskı, katliam ve soruşturmalar süreci. Babai katliamından sağ kurtulan abdallar, dervişler Anadolu‘nun dört bir yanına dağılmışlar, dergahlar, tekkeler kurarak Babai inancının daha güçlü bir şekilde yeşermesini sağlamışlardı. Hacı Bektaş-ı Veli de, budanmış bir orman gibi daha güçlü yeşeren bu inancın “ bir olalım iri olalım diri olalım“ en örgütçüsü oldu.
Babai ayaklanması ve ardından gelen kırımın bir sonucu da şeyh Edebali örneğindeki gibi kendi gücüne, inancına güvensizleşen kimi Babailer sırtını dayayacak bir güç arayışına girmeseydi. O günkü koşullarda sırt dayanacak bu güç Barak Baba, Abdurahman Baba gibileri için henüz tam olarak Müslümanlığı benimsememiş işgalci, yağmacı Moğollar olmuştu. Şeyh Edebali, Geyikli Baba, Murat Abdal gibileri içinse hızla büyüyüp gelişmekte olan Osmanlı beyliği…
Anadolu Aleviliğini bu güne taşıyan damar ise sırtını hakla dayayan Hacı Bektaş-ı Veli ve onun isini sürerek Osmanlıya biat etmeyip Teke göresine yerleşen Abdal Musa oldu.
İkincisi Yavuz Sultan Selim‘in giriştiği 1513 soykırımı ve tasfiye saldırısıydı. Anadolu Aleviliği 16. yüzyıl boyunca devam eden defter edip katletme politikasına “ Sayılmayız Parmağ ile tükenmeyiz kırmağ ile...“ diyerek meydan okudu. Osmanlı tekkeleri, dergahları kapattı, Serçeşme‘ye atadığı mücerret dervişlerle Aleviliği örgütsüzleştirmek, denetim altına almak istedi ama yine başaramadı. Kalender Çelebi Ayaklanması Osmanlı‘nın Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı aracılığı ile Alevileri kontrol etme planını tersyüz etti. Aleviler, ocaklarına, pirlerine bağlılıktan vazgeçmediler.
Ama bu sürecin bir ürünü olarak işbirlikçi Babagan Bektaşiliği kurumsallaştırdı, İstanbul ve Balkanlar‘daki dergahlar Osmanlı‘nın kanatları altında gelişti, güçlendi. Yeniçeri Ocağı da resmi olarak 16. yüzyılda Bektaşi tarikatına bağlanmıştı. Böylece işbirlikçiliğin ötesinde kendi inancına, kültürüne, tarihine ihanet içinde olan bir Yeniçeri Bektaşiliği türetilmişti.
Üçüncüsü ise 1826‘da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Bektaşiliğin yasaklanmasıydı. Bu süreçte binlerce Alevi-Bektaşi katledilmiş, hapsedilmiş, sürülmüş, binlerce Alevi-Bektaşi dergahı da içindeki tüm eserlerle birlikte yok olmuş, yıkılmıştı. Fiziksel imhanın yanında asıl olarak Alevilik asilime edilmeye çalışıldı. Örneğin Hacı Bektaş-ı Veli dergahı, Kırıkkale‘deki Hasan Dede dergahı gibi eski ve büyük dergahların meydan evine minare dikilerek camiye çevirdiler. Yönetimlerine Nakşibendi şeyhleri atandı. Cemaatleri bu şeyhler eliyle “Ehl-i Sünnet“ yoluna çekinmek istendi. Ne yazık ki belli direniş örnekleri olsa da Alevi- Bektaşiler bu saldırıya cevap veremediler. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da 1826 ve sonrası yaşadıkları asimilasyon ve tasfiye bugün de etkiler süren çok daha ağır sonuçlar yarattı.
1826 KATLİAMI SONRASINDA ALEVİ-BEKTAŞİLERİN DURUMU
Hamdullah Çelebi’nin Amasya‘ya sürgünü ve Dergahın bir Nakşibendi şeyhine teslim edilmesi fiilen Çelebileri ve onlara bağlı Anadolu Aleviliğinin tasfiye etme yönelikti. Pirevindeki Babagan kolunun temsilcisi Dedebabaya ve Mücerret dervişlere dokunulmadı.
Tasfiye saldırısı başarılı olamasa da Çelebilerin- ve dolayısıyla dergahın Anadolu‘daki Alevi Ocakları ile bağını zayıflattı. Osmanlı ile ilişkilerini ise güçlendirdi. Çelebiler 1826 öncesinde de Osmanlı padişahlarından aldıkları belge ile vakfı yönetmekteydiler. 16. yüzyıldan itibaren Serçeşmenin postunda oturan Çelebilerin Osmanlı padişahlarının onayını alması dolayısıyla denetimi altında olması Anadolu Balkanlar da ki Alevi ocaklarını rahatsız eden bir durumdu. Özelikle Suluca Karahöyük‘ün doğusunda kalan Alevi Ocakları Osmanlı‘nın denetim ve kontrolüne karşı çıkmışlardı. Tüm Alevi- Bektaşi dergahlarının sıkı soruşturma ve baskılarla Serçeşmeye bağlandığı bu sürecin dışında kalmışlardı. Araştırmacı Necdet Saraç, Osmanlı‘nın elinin uzanamadığı dağ başlarına yerleşmiş Alevi Ocaklarının böylece asimilasyondan daha az etkilendiğini belirtiyor.
“ Sünni Osmanlı ile ‚çok içli dışlı olan‘ Bektaşiliğe karşı temkinli olan ocaklar, Hacı Bektaş Veli‘yi ve dergahını ‚Serçeşme‘ olarak görseler de kendilerinin ‚daha eski‘ olduğunu iddia etmeyi de ihmal etmezler ‚Evlad-ı Resul‘ olmak bunu zorunlu bir hale zaten getirir… işin doğrusu da, bir çoğu Hacı Bektaş Veli öncesinde Anadolu‘da faaliyet göstermektedirler. Bugün bile Ağuçan Ocağı, Sinemli Ocağı, Kureyşan Ocağı, Baba Mansur Ocağı, Derviş Cemal Abdal Ocağı, Seyit Sabun evladı Ocağı, Hubyar Sultan Ocağı gibi ocakların Hacı Bektaş dergahı ile ilişkilerini sınırlı olmasının nedenlerinden biri budur“ (259) Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/ Syf: 90
Ocakların tavrına rağmen, yılda bir kez “el ele el hakka“ ilkesi gereği Serçeşme‘de görgüden geçme geleneği sürdü. Dolayısıyla bağ hiç kopmadı. Bu bağlılık Serçeşme‘nin ve Anadolu‘daki Bektaşi dergahlarının Yeniçeri Bektaşiliğine devşirilmesinin önündeki en büyük engel oldu.
Yine de 1826 sonrası Osmanlı ilişkileri daha sıkı tutulacak ve yeniden açılan İstanbul ve Balkanlar‘da Bektaşi dergahları ile Sünni dergahları arasında ciddi bir fark olmayacaktı. Örneğin; Hamdullah Çelebi savunmasında Sünniliği kesinlikle kabul etmezken, hatta kan dökücü egemenler için “Sünni diyebilir Müslüman diyemeyiz“ derken; Soydan gelen Cemalettin Çelebi 1915 tarihli “ müdafa“ adlı kitabında Sünniliğini kanıtlama çabasına girmişti. “ Geçmişte ve şuan da var olan Çelebiler, Sünni Mezhebe ve topluluğa, Hazreti Pir efendimizin gittiği doğru yola bağlanmış ve onu izlemişlerdir.“ (260) A.g.e Syf 191 Gerçekle ilişkisi olmayan bu sözlerin padişaha şirin gözükmek için yazıldığı açık. Nitekim 1. Paylaşım savaşında Çelebi Cemalettin Efendi bu çabayı daha ileri götürecek Enver ve Talat Paşa‘nın isteği üzerine Alevi- Bektaşilerden bir “ Mücahid Alayı“ kurarak Ruslara karşı savaşacaktı.
1826 sonrası İstanbul‘daki Bektaşi dergahlarının durumu ise daha vahimdi! I. Abdülmecid döneminde 1852 tarihli bir hüküm ile Hacı Bektaş Dergahı‘ndaki Çelebilerin durumu düzeltildi. 1850 yılında Abdülaziz‘in tahta çıkmasıyla birlikte Bektaşilere yaklaşımda saldırganlık yumuşatıldı. Bu dönemden itibaren faaliyetlerine göz yumuldu. Bektaşi tekkeleri yeniden canlandı ama devlete, saltanata bağlılıkları da iyice arttı. Ve Sünni tarikatlarla ve ulema ile iç içe geçtiler. Rifai, Halveti gibi Sünni tarikatlardan Bektaşiliğe geçenler bektaşi dergahlarında “Baba“ oldular. Bir yandan dergahta babalık yaparken diğer yandan camide namaz kıldırıyorlardı. Hoşgörü adına saltanata yaranmak için Sünnileştiler.
Dostları ilə paylaş: |