Cephe kuruluşu yönünden diğer medrese yapılarından ayrılan yapının cephesinde, sağ tarafındaki cephe duvarı bir çeşme ile biçimlenmiştir. Ortada bir sütun, iki yanda duvara dayalı birer sütunla iki kemerli çeşme, ayrıca ortadaki sütundan duvara bir kemerle bağlıdır.
Batı Anadolu Beyliklerinde Menteşeoğlulları, Milas’ın 5 kilometre güneyinde Peçin’de Ahmet Gazi Medresesi’ni (1359) inşa ettirmişlerdir. Kitabesinden Ahmet Gazi Bey tarafından inşa edildiğini (1375-76) öğrenebildiğimiz yapı iki eyvanlı ve avlusu revaksız olup, ana eyvan kiremit kaplı bir kubbe ile örtülmüştür. Sonradan konulan lâhitle türbe haline getirilmiştir. Taç kapısında geometrik geçme ve bitkisel bezemelere yer verilmemiş, buna karşılık kapıda yarım yuvarlak silmeler yer almıştır. Kubbeli eyvanın büyük bir kemerle avluya açılması kısa bir süre sonra erken Osmanlı mimarisinde önemli olacaktır.
Güney Marmara’da yurt tutup yerleşen Osmanoğullarının mimarî ilişkisi erken başlamış olmasına rağmen Osmanlı Türk Beyliği’nin İznik ve Bursa’da verdiği medrese örnekleri tamamen Anadolu Selçuklu medrese geleneğinden ayrılarak eserlerini vermiştir. Osmanoğullarının Beylikler dönemi ve mimarisi ayrı bir başlık olarak yer alacaktır.
Anadolu Türk Beyliklerinde Gömü Mimarisi
Anadolu Türk Beylikleri döneminde, inşa edilmiş gömü yapılarının günümüze ulaşan çok sayıdaki örnekleri çeşitlilik göstermektedir. Çoğu “kümbet” ya da “türbe” adıyla anılan bu yapıların varlığı kadar terim olarak kümbet (günbed) “kubbe”, “üstü yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı” anlamında bir terimdir. Gene Anadolu Türk Mimarisi bütününde “kümbet” ya da “türbe” kelimelerinin aynı anlam içeriğini taşıdığı anlaşılmaktadır. Mimari biçimlendirmelerde kümbet ile türbe adıyla anılan gömü mimarisi örneklerinin aynı işlevlere ait mekân bütünlüğüne sahip oldukları görülür. Altta gömü mekânı, üstte lâhit ve mihrabın yer aldığı mescit mekânı gibi. Kümbet adıyla tanınan pek çok örnekte gömü mekânının kısmen (yaklaşık 1/2 oranında) zemin üzerinde yer aldığı ve tonoz örtülü olduğu görülürken, üst örtüde de içte kubbe, dışta piramidal ya da konik külâh yer alır. Bazı örneklerde külâhın yüksek bir tambur üzerinde bulunduğu görülür. “Türbe” adıyla tanınan mimari örneklerde ise gömü mekânı hemen tamamen zemin kotu altında bulunur ve gömü mekânının tonoz bölümü dıştan türbe bütününe kaide (subasman) olarak yansır. Üzerinde ise türbe gövdesi (kare, dikdörtgen yada çokgen olarak) yükselir. Üst örtü ise çift cidarlı kubbedir.
“Türbe” kelimesinin Anadolu Türk Beylikleri döneminde, birkaç beylikte kullanıldığını söylemek mümkündür. Bu beylikler Karamanoğulları ile Osmanoğulları ve Çandaroğulları Beylikleridir. Karamanoğulları Beyliği’nde biçim olarak Anadolu Selçuklu mimarisinde görülen kümbet biçimli gömü yapıları daha çok uygulanmıştır. Ancak bu yapılar Anadolu Selçuklu kümbet
yapılarından olan bazı farklılıklar da taşırlar. Karamanoğlu Alaâddin Bey Kümbeti’nde (1391) gömü mekânı tamamen zemin kotu altındadır. Ongen gövde külâhla örtülüdür. Diğer taraftan Karamanoğlu II. İbrahim Bey Kümbeti (oğullarına ait alçı lâhitler bulunur) kare planıyla ve gömü mekânının zemin kotu üstünde 1/2 oranında yükselmesiyle ayrılır.
Beyşehri’ndeki Eşrefoğlu Süleyman Bey’in 1301 tarihli, camiye doğudan bitişik kümbeti de çokgen gövde ve külâhıyla zemin kotundan yükselir. Eratnaoğullarından Şeyh Hasan Bey’e ait Sivas’taki 1347 tarihli Kümbet’te de genel özellikler benzer olmakta, ancak yüksek tambur ve zengin çini bezemeleriyle ayrılmaktadır.
Gene Niğde’deki İlhanlı Valisi Sungur Ağa zamanında inşa edilen, IV. Kılınçarslan’ın kızına ait Hüdavent Hatun Kümbeti’nde (1312) gömü mekânı zemin üzerinde kaide olarak yansımakta, sekizgen gövde, üst kısmında onaltıgene dönüşerek, onaltıgen piramit külâhla örtülmektedir. Hüdavent Hatun Kümbeti çift başlı kartal arması, insan maskları, harpi ve diğer figürlerle ve zengin bitkisel bezeme kuruluşlarıyla ayrıca önemli bir gömü yapısıdır.
Gene Niğde’de benzer bir örneği, Sungur Ağa Camii önünde (bitişik olarak) bulunur.
İlhanlıların Erzurum’daki iki önemli yapısı, Yakutiye Medresesi eyvanına bitişik Kümbet ile Çifte Minareli Medrese eyvanına bağlı kümbet (her ikisi 1310-1311) ise Anadolu Selçuklu kümbet mimarisinin biçimlenmesine bağlanmaktadır. Yani gömü mekânı zemin üzerinde ve mescit mekânı külâhlı.
Anadolu Türk Beyliklerine ait bir yapıya bağlı olmaksızın, bağımsız olarak yapılmış kümbet yapıları daha çok Doğu Anadolu’da görülmektedir. Ahlat’ta mezarlıklar içinde inşa edilen bu kümbetler, malzeme olarak lav taşından yapıldığından benzer renkleri, kolay işlenen bir taş olduğundan benzer bezemeleriyle bu kümbetler Ahlat’ı bir kümbetler şehrine dönüştürmüştür.
Ahlat’ta Şeyh Necmeddin Kümbeti 1222 tarihiyle en erken tarihli örnektir. Aynı hazirede yer alan Emir Ali kızı Erzen Hatun’a ait Kümbet (1396-7) ise “Amele Kasım ibni Sinan Ali” usta adıyla 14. yüzyıl sonunda bir usta-mimar tanıtmasıyla ayrıca önemlidir.
Ahlat’taki Keşiş Kümbeti (14. yüzyıl sonları), Akkoyunlu ve Karakoyunlu kümbetleri (iki kümbetler) gibi örnekler gömü yapılarının 14. yüzyıl içindeki anıtsal yapıları olmaktadırlar. Böyle anıtsal bir kümbet de Emir Bayındır Kümbeti’dir (1481). Emir Bayındır Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın torunu, Rüstem Bey’in oğlu olduğunu, üst gövdeyi kuşatan kitabe kuşağından öğrenilmektedir.
Ahlat’taki kümbet yapıları gibi bazılarının da içinde yer aldığı hazireler bize 13. yüzyıldan başlayan, 14. yüzyıl boyunca ve sonrasında devam eden bir mezar geleneğinin de örneklerini tanıtır. Bunlar lâhit mezarlardır. Ahlat’taki Eski Mezarlık bu türün müzesi niteliğindedir.
Ahlat lâhit mezarları, zemin kotu üstünde taş lâhitlere sahip olup, baş ve ayak şahideleri bulunur. Bir çoğu günümüze ulaşmış olmasına rağmen bu çatma lâhit mezarların 5.5 metre yükseklikte olan şahidelere sahip olanları da bulunmaktadır. Lâhitler ve şahideler taş işçiliği ve bezeme özellikleriyle önemlidirler.
Lâhit mezarlar, Anadolu Türk Beyliklerinde çokça kullanılmış, bunlar mimari kuruluş olan kümbet-türbe yapılarında taş, çini, alçı ve ahşap gibi malzemeden yapılmış örnekleri de günümüze ulaşmıştır. Taştan olana “taş lâhit”, mermerden olana “mermer lâhit”, çini kaplamalı olana “çini lâhit”, alçıdan yapılana “alçı lâhit”, ahşap olanlar ise “sanduka” adıyla tanınmıştır. Adı ne olursa olsun ceset (mefta) hiçbir zaman lâhit içine konulmamış, daima zemin kotu altındaki mezar mekânına geleneklere göre yerleştirilmiştir.
Ahlat’ta bir üçüncü mezar yapısı örneği ise “Akıd” adı ile tanınmaktadır. Akıdlar zemin kotu altında tek ya da birbirileriyle bağlantılı mezar odaları şeklinde olup, üzerleri toprak örtülüdür. Ahlat’taki akıdlar, üst tümsekleri, toprak tarım nedeniyle işlendiği için yüzeye çok yakın bir durum sergiler. Ahlat’taki bu akıdların varlığı göçlerle açıklanabilir.
Ahlat başta olmak üzere Van Gölü çevresinde böyle kümbet, lâhit mezar gibi gömü yapılarının varlığı Beylikler döneminde takip edilebilmektedir. Eratnaoğullarından Kırşehir’de inşa ettirilen Âşık Paşa Türbesi (1322) mermer taş bir yapı olmasıyla önemli olduğu gibi, simetrik kuruluşlu olmayan cephesiyle ve çadır biçimli kubbesiyle de farklı bir yapıdır. Âşık Paşa Türbe
si’nde cephe sol yana alınmış, bunda yapının yol ile ilişkisi rol oynamıştır. Anıtsal bir giriş bu cephede yer alırken, cephenin ifadesinde birincil etki yapmıştır. Bu durumuyla yapı, Anadolu Türk Beylikleri kümbet-türbe yapılarından da ayrılır.
Cephe düzeninde kitabe önünde ve saçak silmeleriyle oluşturulmuş bir çerçeve ile belirlenmiştir. Gene girişte istiridye biçimli nişin etrafında düğümlü örgü motifinden bir bordür yer alır. Türbe kare prizmatik yapısıyla belirmekte, üstte sivri kemerli bir pencere cepheyi ifadelendirmektedir. Diğer taraftan türbe önündeki dar giriş mekânı holünün bulunmasıyla da diğer örneklerden tamamen ayrılır.
Ancak Osmanlı Beyliği’nin İznik’teki Kırkkızlar Kümbeti (14. yüzyıl başları) ile plan yönünden benzerlik gösterir. İznik Kırkkızlar Kümbeti, Osmanoğullarının erken gömü yapılarından olup, kare mekân üzerinde içten kubbe dıştan külâh ile tek örnektir. Bundan sonra ne İznik’te ne de Bursa’da böyle bir örnek, Fatih’in ebesine ait, Muradiye Haziresi’ndeki açık ve taş lâhitle bütünleşmiş türbeye kadar görülmeyecektir. Ancak Ebe Hatun Kümbeti de tek örnek olarak kalmıştır.
Osmanoğulları Beyliği 1402’de Timur’un istilâsından sonra yaşadıkları Duraklama (Fetret) Devri’nin sonlarında, Bursa’nın yeniden imârına başlanıldığı dönemde inşa edilen Yeşil Külliyesi’ndeki (1416-1424) Yeşil Türbe ile tamamen bundan sonraki türbe mimarisinin ana hatlarını belirlemiştir. Çünkü Bursa’da Yıldırım Bayezid’in Türbesi (1406) kendi külliyesi içinde kare planlı tek kubbeli ve üç bölümlü bir son cemaat yeri benzeri ziyaret mekânıyla adeta cami planında inşa edilmiştir.
Yeşil Türbe’de ise kapının dışa açılan derin bir eyvan içine alınması, ziyaret mekânına ihtiyaç bırakmamıştır. Ancak daha sonra Muradiye Haziresi’ndeki türbelerde görüleceği gibi, bir açık giriş mekânı, geniş bir saçakla yer alacaktır.
Bütün bu erken Osmanlı dönemi türbeleri mimari yönden olduğu gibi, mekânların zeminin altında ve üstünde kesin bir şekilde yer almasıyla belirlenen durumlarıyla da tamamen “türbe” adıyla anılmışlardır.
Anadolu Türk Beyliklerinde Sivil Mimarisi
A. Ticaret Yapıları
Anadolu Türk Beylikleri cami, medrese, darüşşifa, türbe, hamam, han-kervansaray, bedesten, arasta gibi yapıların mirasçısı ve mutlak sahipleri olmuşlardır.
Anadolu Türk Beylikleri kendi topraklarındaki bu kültür miraslarını aynen kullanmışlar, onarmışlar az sayıda da olsa yenilerini inşa etmişlerdir.
Ancak Batı Anadolu Beyliklerinden Menteşeoğulları’ndan Milet’te harap durumda günümüze ulaşan iki han-kervansaray yapısıdır. Yeni araştırmalar bu sayıyı muhakkak ki arttıracaktır.
Biri çok harap durumdaki bu iki han yapısı Roma Tiyatrosu önündeki düzlükte yer almaktadır. Daha sağlam olarak intikâl eden han, plan kuruluşuyla dikdörtgen olup avlusu revaksızdır. Muntazam olmayan taşlardan duvar dokusuna sahip olan her iki kervansarayda üst örtü tuğla-derz dokuludur.
B. Köprüler
Anadolu Türk Beylikleri ticarî işlevli yapılar gibi, kendilerinden önce inşa edilmiş yol ve yola bağlı köprüleri de kullanmışlardır. Ancak ihtiyaç duydukları yerlerde akar sular üzerinde küçük-büyük köprüler de inşa etmişlerdir.
Akkoyunlu Emir Bayındır’ın 15. yüzyıl içine tarihlenen köprüsü, Ahlat’ta Taht-ı Süleyman mahallesinden geçen bir dere yatağı üzerinde inşa edilmiştir. Esasen cami, kümbet ve köprü burada tipik küçük bir külliye oluşturmuştur. Kesme taştan inşa edilmiş Emir Bayındır Köprüsü, doğu yönde merdiven gibi küçük bir kısım batıya uzanmakta, sonra alttaki sivri kemerli geniş kısım kuzeye yönelerek, ilk kısımla belirli bir açı yaparak inşa edilmiştir.
Önemli Orta Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğulları da Ermenak yakınlarında Alâ Köprü’yü inşa etmişlerdir. Göksu Nehri üzerinde, Görmel civarındaki bu köprü biri geniş, diğeri dar iki açıklığa sahiptir. Üzerindeki kitabelerden Karamanoğlu Mahmut Bey’in oğullarından Sultan İbrahim ile Alaâddin Halil Bey’in
idaresindeyken bu köprü inşa ettirilmiştir. 1306 tarihinde inşa edilen köprünün ikinci kitabesinde mühendisinin adı “Süleyman bin Yusuf” olarak okunur.
C. Şehircilik
Anadolu Türk Beylikleri genel olarak daha önce varlığı bilinen şehirleri başkent durumuna getirmişler, hatta o şehirlerin adlarıyla anılmışlardır. Aydınoğulları, Kastamonu Beyliği, ya da Sivas Beyliği gibi.
Ancak yeni araştırmalar Anadolu Türk Beyliklerinden bazılarının yeni Beylik merkezleri olarak Orta Çağ yerleşmeleri kurduklarını da göstermektedir. Menteşeoğullarından Ahmet Gazi’nin medresesini inşa ettiği Beçin (Peçin) gibi. Peçin’de cami, hamam yapıları ile oldukça yüksek bir coğrafî topografyada kurulan bu yerleşim yeri, geç dönem Osmanlı mimarlığına ait ahşap konut örnekleriyle de şehircilik açısından önemlidir.
Anadolu Türk Beyliklerinden uzun ömürlü bir beylik olan Akkoyunlulardan Uzun Hasan Bey’in de Elazığ’a yakın Tercan’da bir şehir kurma projesinden kaynaklar bahseder.
Ancak Anadolu Türk Beyliklerinden biri olup, Anadolu Selçuklu Devleti’nden erken ayrılıp, kendi başkentini kuran beylik, Eşrefoğullarıdır. Eşrefoğlu Süleyman Bey Ulu Cami Külliyesi’ni inşa ettirdikten sonra bir sur duvarı ile külliyeyi dıştan çevirerek, bir Orta Çağ kale şehri durumuna sokmuş ve bir kitabeli kapıyla yola açmıştır. Kitabede “kale” kelimesinin yer alması ise bu durumu açıklar.
Anadolu’da 14-15. yüzyıllarda hüküm süren Türk Beylikleri, bir taraftan da Anadolu’nun Türkleşmesini gerçekleştirmişler, böylece Anadolu Bizans olmaktan çıkmış, bundan sonra ise Osmanlı-Türk Devleti’nin hakimiyeti kurulmuştur.
Aslanapa, Oktay: Edirne’de Osmanlı Devri Abideleri. İstanbul 1949.
Aslanapa, Oktay: Türkish Art and Architecture. London 1971.
Aslanapa, Oktay: Osmanlı Devri Mimarîsi. İstanbul 1986.
Aslanapa, Oktay: Anadolu’da İlk Türk Mimarisi. Ankara 1991.
Aslanapa, Oktay: Karaman’da Türk Mimarîsi. İstanbul 1950.
Ayverdi, Ekrem Hakkı: Osmanlı Mimamrisinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri 806-855 (1403-1451), İstanbul 1972.
Ayverdi, Ekrem Hakkı: Osmanlı Mimarisinde Fâtih Devri 755-886 (1453-1481), III-IV, 2 cilt İstanbul 1973-1974.
Baykal, Kazım: Bursa Kozahan ve Mescidi. (Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu Yayını, Sayı 1) 1946.
Cantay, Gönül: “Ahlat ve Van Şehrinin Kuruluşu”, Ahlat. s. 6, Ankara 1994. s. 111-122.
Cantay, Gönül: “Erken Osmanlı Mimarisi ile Timurlu Mimarisi Arasında İlişki Kurulabilir mi? Bir Karşılaştırma Denemesi”, Uluğ Bey ve Çevresi Uluslararası Sempozyum Bildirileri. Ankara 1996, s. 89-102.
Emecen, M. Feridun: İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikleri Dünyası. İstanbul 2001.
Sözen, Metin: Diyarbakır’da Türk Mimarisi. İstanbul 1971.
Sümer, Faruk: Karakoyunlular. c. 1., Ankara 1967.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı: Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri. Ankara 1984. (3. Baskı).
Wittek, Paul: Menteşe Beyliği. (Çev.: O. Ş. Gökyay), Ankara 1986.
Yinanç, Refet: Dulkadir Beyliği. Ankara 1989.
Yücel, Yaşar: Çobanoğulları, Çandaroğulları Beylikleri. Ankara 1980.
Yücel, Yaşar: Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar I. Ankara 1991.
Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (14. yüzyıl); Yayına Hazırlayan Oktay, Aslanapa, (İstanbul) 1977.
Anadolu Beylik Döneminde
Mimari ve Himaye
PROF. DR. Howard Crane
Ohıo Devlet Üniversitesi İslam Sanatı ve Mimarisi Bölümü / A.B.D.
elçukluların 14. yüzyıl başlarında yıkılması ile 1453 tarihinde İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınması arasında geçen yüzelli yıl, Türk mimarisinin geçirdiği dönüşüm açısından çok önemli bir zaman dilimidir. Bu dönem içerisinde orta ve doğu Anadolu’da, Selçuklu mimarisinden miras kalan şekil, işlev, kelime ve tekniklere bağlı kalınırken, Küçük Asya’nın batı sınır bölgelerinde bu gelenekler terkedilmiş, Bizans, Memlük ve Timur kaynaklarından beslenen bir mimari çeşitlilik ortaya çıkmıştır.
Hiç şüphe yok ki bu dönemde yaşanan mimari ve artistik karışıklık, 14. yy. boyunca ve 15. yy.’ın başlarında Anadolu’yu karakterize eden ‘merkezi politik otoritenin dağılması’ ile yakından ilişkilidir. Bu politik bölünme sebebi ile, Selçukluların 13. yy. boyunca homojen bir stil üretmelerine olanak sağlayan merkezi himaye, yerini ihtiraslı inşaat programları ile varlıklarını sağlamlaştırarak prestij sağlamaya çalışan kişilerin önderliğindeki küçük beylikler mozaiğinin tümü üzerinde dağıtılmış bir himayeye bıraktı. Buradan çıkan ve hiç de şaşırtıcı olmayan sonuç ise farklı bölgesel stillerin ortaya çıkması ve bölgesel mimari merkezlerin sayısında görülen artıştır.
Beylik dönemi mimarisinde yapı ve tasarımlar ne kadar belirgin bir deneysellikle karakterize ediliyorsa, dönem boyunca mimari himaye modelleri de o kadar tutucu bir çerçeveye sahip olmuştur. Epigrafi ve diğer kaynaklar açıkça göstermektedir ki Türkmen beyliklerinde varolan himaye modelleri, 13. yy. Selçuklu Sultanlığı’nda varolan modellere, yönetici zümrenin ve üst düzey idari ve askeri memurların hedeflerine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.
Çarpıcı kelimesi de Beylik dönemi inşaat faaliyetindeki bölgesel kaliteyi karakterize etmek için sıkça kullanılan bir kelimedir. Dönemin günümüze ulaşmış abidelerinin geçerli göstergeler olduğunu varsayarsak, Beylik dönemi abidelerinin inşalarında gerek bölgeden bölgeye gerek de yüzyıldan yüzyıla ölçek ve hız konularında gözle görülür bir çeşitlilik olduğu da ortaya çıkar. Örneğin Aydın ve Osmanlı gibi batı Anadolu beylikleri anıtsal dini mekanlar konusunda sınırsız bir destek anlayışına sahipken, Doğu Anadolu’da inşaat faaliyeti,-özellikle 14. yy.’ın ilk çeyreğinden itibaren-büyük bir sınırlama ile karşı karşıya kalmıştır. Bu çeşitliliğin sebebi, en azından bir bölümü, daha geniş tarihsel koşullarda yatmaktadır. Beyliklerin tarihsel koşulları ile ilgili olarak şu ana kadarki verilerden ortaya çıkan sonuç, mimari himayenin ve anıt inşaat faaliyetinin politik istikrar ve ekonomik refah ile sıkı sıkıya bağlı olduğudur.
Mimari Himayenin
Bölgesel Modelleri
1243 yılında, Köse Dağı’nda Moğolların kazandığı zafer sonrası, Selçuklu Sultanlığı’nın dağılma sürecine girmesi, bunu takiben Moğolların zor kullanarak orta ve batı Anadolu’da sağladıkları kontrol ve güney ve batı Anadolu Türkmen beylerinin üzerindeki merkezi otoritenin kalkması, 13. yy.’da batı Toroslarda, Ege bölgesinin içlerinde ve Karadeniz kıyılarında geçici beyliklerin kurulmasına sebep olmuştur. 1250 yılında İzorya’da Karamanlar, bir ya da iki çeyrek yy. sonra da Beyşehir’de Eşrefoğulları ortaya çıkmışlardır.
Batı Anadolu’da Kütahya merkezli Germiyanlar, 1283 yılında Sultan II. Mesut’un idamını takiben Selçuklular ile tüm bağlarını koparmaya çalışırken, Ege ve Karadeniz kıyılarında bazıları Selçuklu kontrolünden kaçan topraklarda bazıları da Bizans etkisinden kurtulmuş alanlar
da olmak üzere Hamit, Tekke, Menteşe, Aydın, Karasi, Osman ve Çandar gibi bir grup Türkmen beylikleri kurulmuştur. Orta ve batı Anadolu’da Selçuklu Sultanlığı’nın cılız varlığına paralel olarak Moğol yönetimi ortaya çıkmıştır. Özellikle son İlhanlı hükümdarı Abu Said Hudabanda’nın 1335’te ölümü ile son Moğol yöneticisi Eretna’nın orta Anadolu’da Kayseri, Sivas ve Tokat merkezli kurduğu bağımsız devlet, Moğol-Selçuklu geleneklerinin 14. yy. sonuna kadar devam etmesine olanak sağlamıştır. Ve son olarak Anadolu’nun uzak doğu bölgeleri, Dulkadiroğulları, Karakoyunlular, Akkoyunlular gibi Türk beylikleri ile onların arkasında yer alan Celayirliler, Memlük ve daha sonraları Osmanlı gibi dış güçlerin rekabet ettiği ve çatıştığı kaygan zeminler durumunda idiler.
Daha önce de belirtildiği gibi bu parçalanmış politik manzara mimari stil ve planlama konularında farklı bölgesel eğilimlere ve çeşitliliğe sebebiyet vermiştir. Benzer bir şekilde himayenin büyüklüğü ve ölçeği konusundaki modeller, mimari ile farklı bölge ve beyliklerin ekonomik ve politik hazineleri arasındaki dolaylı bağlantıya da ışık tutmaktadır.
Epigrafi göstermektedir ki 13. yy.’ın son iki çeyreği ile birlikte Selçukluların kalbi sayılabilecek Konya, Kayseri ve Sivas’ta mimari faaliyetler durma noktasına gelmiş ve bu parçalanma 14. yy.’a, başka bir deyişle, bölgenin doğrudan İlhanlılar yönetimine geçtiği döneme kadar devam etmiştir.1 Diğer taraftan Toros geçitlerinin kuzey ucundaki stratejik konumundan yararlanan bir kale kasabası olan Niğde, 14. yy.’da Moğol yöneticisi Sungur Bey tarafından inşa edilen cami ve yerel Moğol sultanı ile evlenen IV. Rüknettin Kılıç Arslan’ın kızı Hüdavend Hatun onuruna yaptırılan türbe ile iki büyük abideye sahip olmuştur. Benzer bir şekilde Tokat ve Amasya da İlhanlı yönetiminde refahın keyfini süren yöreler idi. Epigrafi göstermektedir ki, buralarda önce bir cami, bir tekke ve bir çift türbe inşa edilmiş ve bunu ilerleyen yıllarda inşa edilen abidevi bir hastane ile bir çift cami takip etmiştir. Bu sırada doğu’da Erzurum’da da 14. yy.’ın ilk iki çeyreğinde birçok kayda değer abide inşa edilmiştir ki bunlar arasında en önemlisi 710/1310 yıllarında inşa edilmiş olan Yakutiye Medresesi’dir.2 Selçukluların eski merkezlerinde bir yoksulluk ve yorgunluk görülürken, Tebriz ticaret yolu üzerindeki bazı merkezlerde görece daha fazla refah göze çarpmakta idi.
Bu arada Toros yaylalarında bulunan Balkasun köyünde, Karamanoğlu Mahmut Bey tarafından babası Kerimeddin Karaman Bey adına bir hanedan mozolesi inşa ettirilmiş ve bir kaç yıl sonra da başkent olan Ermenak’da yine Mahmut Bey tarafından gösterişsiz bir hanedan camisi yaptırılmıştır. İlerleyen yıllarda Karamanoğullarının mimari merkezi kuzeye, daha sonradan başkent olan Larende’ye (Karaman) kaymış ve burada aralarında Emir Musa Paşa Medresesi (yaklaşık.1350), Mader-i Mevlana Zaviyesi (772/1370), Hatuniye Medresesi (783/1381-82), Karamanoğlu Alaaddin Bey Türbesi (.1388), Halil Efendi Sultan Kompleksi (812/1409-10) ve İbrahim Bey İmareti’nin de (836/1432) bulunduğu bir grup önemli abide inşa edilmiştir. Karamanoğulları’nın ikincil mimari merkezleri arasında ise yine beyliğin önemli birer şehri durumunda olan Konya, Niğde, Akşehir, Mut ve Ereğli sayılabilir.3
Güneybatı Anadolu ve Karadeniz kıyılarında, 13. yy.’ın son çeyreğinde, Selçuklarla bağlarını koparmış olan Hamid ve Germiyanoğulları ile, daha önce Bizans’a ait topraklarda ortaya çıkan Menteşe, Aydın, Saruhan ve Karasi ve İsfendiyaroğulları önemli merkezlerinde yeni mimari eğilimlerin oluşmasına olanak sağlamışlardır. Hamidoğulları beyliği topraklarında yer alan Psidia ve Pamphylia (Bölgenin Bizans dönemindeki ismidir) bölgelerindeki Eğridir, Korkuteli ve Antalya inşaat faaliyetinin önemli merkezleri haline gelmiş, aynı dönem içerisinde Germiyanoğullarına ait olan Kütahya bölgesi de 14. yy. başlarında Vacidiye Medresesi’nin inşası ile gündeme gelmiş ve bu yapıyı daha sonraki yıllarda Süleyman Şah döneminde inşa edilen ve aralarında Kurşunlu Cami, Balıklı Cami, Kale-i Bala Cami ve Çatal Mescidi’nin de bulunduğu bir grup yapı takip etmiştir.4
1260’larda Anadolu’nun güneybatı sahilinde, Karya bölgesinde varlık gösteren Menteşeoğullarının Türk yöneticileri, başkentleri olan Milas ve yakınlarındaki Peçin’i birçok anıtsal yapı ile donatmışlardır. Tunuslu gezgin İbn-i Batuta, 1330’lu yıllarda bu şehirleri Anadolu’da yer alan en mükemmel şehirler olarak nitelendirmiş ve Menteşeoğlu Orhan Bey’in Peçin’de inşa ettirdiği sarayından ve içerisinde yer alan yapılardan özellikle bahsetme gereği duymuştur.5
Daha kuzeyde yer alan Aydın beyliğinde ise Birgi, Tire ve Ayasoluk (Efes) gibi şehirler 14. yy.’ın mimari merkezleri konumunda idiler. 707/1307-08 yıllarında Gazi Mehmed Bey tarafından alınan Birgi, 712/1312-13 yıllarında yine Gazi Mehmet Bey’in emri ile inşa edilen Ulu Cami, medrese ve aralarında Mehmet Bey (734/1334), Gazi Umur Paşa, İsa Bey ve kardeşi Sultan Şah Hatun (710/1310) adına yaptırılan türbeler ile önemli bir mimari merkez haline gelmiştir. İbn-i Battuta tarafından nehirler ve bahçeler ile süslenmiş güzel bir şehir olarak bahsedilen Tire’de ise aralarında 14. yy ortalarında İsa Bey’in kızı Hafsa Hatun adına yaptırılmış ama günümüze ulaşamamış bir cami, Aydınoğlu Mehmed Bey camii (727/1326-27) ve babası tarafından Ti
re’nin yöneticiliğine atanan Süleyman Şah Türbesi (750/1349-50) gibi yapıların bulunduğu bir grup abide inşa edilmiştir. Bizans yönetimindeki son dönemlerinde zayıflamaya başlayan Ayasoluk, Aydınoğulları beylerinin yönetimi altında büyük bir değişime uğramıştır. İbn-i Batuta, şehrin onbeş kapısının olduğunu vurgularken, St. John kilisesi olduğu tahmin edilen büyük bir kilisenin de cami haline getirildiğini öne sürmektedir. Şehrin önemi Batı Anadolu’da varlık gösteren beylikler arasında en etkileyici abidelerden biri olan ve İsa Bin Mehmet Bey tarafından 776/1375 tarihleri arasında yaptırılan cami ile daha da artmıştır.6
Verimli Gediz Ovasında kurulmuş olan Saruhanoğulları’nın beyleri, başkentleri olan Manisa’yı 14. yy.’ın üçüncü çeyreğinde inşa ettikleri İlyas Bey Mescidi (764/1363), Sipil Dağı yamaçlarında inşa ettikleri, içerisinde bir cami, bir medrese ve Saruhanoğlu İshak Bey’in türbesi’nin bulunduğu Ulu Cami Külliyesi (778/1376) ve günümüze ulaşmayan bir zaviye olan Mevlevihane (770/1368-69) ile önemli bir mimari merkez haline getirmişlerdir. Manisa’nın Osmanlı dönemlerinde de önemini koruduğunun en önemli kanıtlarından biri ise, 15 ve 16. yy. boyunca şehrin birçok Osmanlı prensi tarafından ikametgah seçilmesidir.7
Dostları ilə paylaş: |