* “El meded ey Fahr-i Alem”: Neva ilâhî (Küçük Müezzin), Mahur ilâhî (Şeyh Ahmet Ef.)
* “Şerm-sâr etme Hüdâyâ rûz-i mahşerde beni”: Sünbüle ve Uşşak ilâhî (Ali Şîr u Ganî), Acem ilâhî (Bahri Hüseyin Efendi).
* “Dâim Salât olsun sana”: Çargah ve Uşşak ilâhî (Ali Şir u Ganî)
* “Dil-i şeydayı söyletsen Rasulallah’a aşıktır”: Dilkeş ilâhî (Ali Şir u Ganî), vs.
Bir diğer hattat, mûsikîşinas ve şâir padişah da II. Mustafa Hân’ın kardeşi, Lâle devri pâdişahı Sultan III. Ahmed Hân (31 Aralık 1673-1 Temmuz 1736) ’dır. Şiirde mahlası “Necîbî” idi. Mûsikîde hocası hünkâr imamı Kazasker Hafız İbrahim efendidir (ö. 1691), (Bu zât, IV. Mehmet Hân zamanında 18 yıl padişah imamlığı yapmıştır. Önemli bir bestekâr ve şâirdir.) Tosunzâde Abdullah, Küçük Müezzin Mehmet, Fındıklılı Hasan Efendiler gibi dönemin ünlü bestekârları bir onur görevi ve pâyesi olarak sarayda “müezzin-i şehriyârî” idiler. (Osmanlı Sarayında Enderûn-u Hümayunda hünkar imamlığı, müezzin-i şehriyârilik ve musâhib-i şehriyârilik daha sonraları da Mızıkâ-yı Hümayûnda hocalık gibi bu tür onur görevi ve pâyesi almamış san’atkâr hemen hemen hiç yoktur. Bu hâl devletin san’at ve san’atkârı desteklemek için ortaya koyduğu bir davranıştır). Dönemin ünlü Vezir-i Âzamı Damat Nevşehirli İbrahim Paşa da (1670?-1 Ekim 1730) kaim pederi III. Ahmet Hân gibi şâir ve bestekârdır. Hümayûn ve Mahûr makamında iki eseri günümüze ulaşmıştır.
Pâdişahı ve Vezîr-i âzâmı bizzat bestekâr ve şâir olan bu dönem elbette ki san’atın yükseldiği bir dönemdir ve sonraki padişah Sultan I. Mahmut Hân (2 Ağustos 1696-13 Aralık 1754) zamanında da aynen devam etmiştir. Çünkü I. Mahmut Hân da tanbûrî ve seviyeli bir bestekârdır. Zamanımıza yedi peşrev iki saz semaisi gelmiştir. Annesi Saliha Sebkâtî Vâlide Sultanın ismi ile “Sebkâtî” mahlasıyla Türkçe ve Arapça şiirleri de vardır. Türk barok mimarisinin ihtişamlı örneği Nûr u Osmaniye Camiini O yaptırmışsa da, açılışına ömrü yetmemiş, cami kardeşi ve halefi Sultan III. Osman Hân’ın adını almıştır.
Daha sonra Osmanlı tahtına çıkan Sultan III. Mustafa Hân (28 Ocak 1717-21 Ocak 1774) “Cihângir” mahlası ile şiirler yazan ve çok duygulu bir kişiliği olan bir padişahtı. Osmanlı Rus savaşından duyduğu üzüntü ölümüne sebep olmuştur.
Kardeşi Sultan I. Abdülhamid Hân (20 Mart 1725-27 Nisan 1789) da tıpkı ağabeyi gibi şâirdi (ayrıca hattat ve tarihçi) ve aynı duygusallıkla Rusların Özi Kalesi’ni alıp, kaledeki Türklere katliam uyguladığını öğrendiğinde inme inmiş ve “Ah Özi, Ah Özi” diyerek vefat etmiştir.
I. Abdülhamid Hân’ın yeğeni ve halefi 28. Osmanlı Padişahı Sultan III. Selim Hân (24 Aralık 1761-28 Temmuz 1808) Türk mûsikîsinde ekol sahibi dahî bir bestekârdır. 7 Nisan 1789’da padişah olmuş, devletin idâri ve askerî sisteminde Nizâm-ı Cedîd diye adlandırılan yeni düzenlemeler ve reformlar meydana getirmiş,
san’at ve bilimin koruyucusu olmuş ve bizzat büyük mûsikî eserleri vermiş çok değerli bir devlet adamı ve san’atçıdır. 18 sene süren hükümdârlığı 29 Mayıs 1807’de tahttan indirilmesiyle sona ermiş ve ne yazık ki Alemdar Mustafa Paşa vakasında şehit edilmiştir. Sultan III. Selim (ve devri) Türk mûsikîsinde bir köşe başıdır. Mevlevî Âyini, durak, peşrev ve saz semâîleri, kâr, semaî, beste, şarkı, köçekçe gibi formlarda bestelediği eserlerden günümüze ulaşanlar 60’dan fazladır. Kendisinin icad ve terkip ettiği 14 makam vardır. Sûzidilârâ makamını pâdişah iken yaptığından en çok o makam tanınır, halbuki Evcârâ, Nevâ Buselik, Şevkefzâ gibi çok san’atlı ve günümüzde de kullanılan makamlar da onun tertibidir. Ayrıca, çok usta bir tanbûrî ve neyzen idi. Osmanlı Pâdişahı ve İslam Halîfesi Sultan Selim’in tanbur hocasının Tanbûrî İzak olması, Sultanın san’ata verdiği değerin bir göstergesidir. “İlhâmî” mahlasını kullanarak yazdığı şiirlerinden oluşan bir “dîvânı” vardır. Bu şiirlerinden 42 beyit Medîne’de Peygamber Mescidi’nin ön tarafındaki on iki sütuna yazılmıştır
“Ey Kerem mülküne sultânı Kerîm
Kulluğun Fahr bilir Şah Selim”
“Bin salât ile selâm olsun revân-ı pâkine
Eyler İlhâmî recâ nakd-i şefaat ruhsatin”
Mûsikîde usta bir icrâcı ve üstâd bir bestekâr, şiirde “Adlî” mahlasıyla yazan iyi bir şâir, özellikle celî (büyük levha halinde) yazıda büyük hattat olarak san’atkâr Türk hükümdârlarından biri de Sultan II. Mahmud Hân (20 Temmuz 1785-1 Temmuz 1839) dır. Ağabeyi Sultan IV. Mustafa’dan sonra 28 Temmuz 1808’de tahta çıktı. 31 yıllık saltanatında gerçekleştirdiği devlet düzenindeki yenilikler, Yeniçeri Ocağını kapatması, kıyafet devrimi, İstanbul’daki imar hareketleri, Mısır ve Rumeli meselelerine getirdiği çözümlerle siyasi tarihte; günümüze ulaşan 26 parça eseri ile de müzik tarihinde önemli bir yeri vardır. “Adlî” mahlasını kullanarak yazdığı şiirleri ve büyük bir hattat olması da san’atkârlığının ayrı bir yönüdür. Mûsikîyi büyük mûsikîşinas III. Sultan Selim’den öğrenmiştir. İyi bir ses icrâcısı-hânende, ve aynı zamanda tanbûrî ve neyzendir. Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhânenin de kapatılmış olması Türk mûsikîsinin gelişmesi ve yayılması açısından zararlı olmuştur. Kurduğu Mızıkâ-yı Hümâyûn ile batı müziği Türkiye’de gelişmeye başlamıştır. Sultan II. Mahmut bu olgulara rağmen kişisel san’at etkinliğini Türk mûsikîsi alanında yapmış ve dîvan, semâi, şarkı ve marş olarak besteler meydana getirmiştir. “Ebrûlarının zahmı nihândır ciğerimde” diye başlayan güftesi de kendine ait Hicaz Dîvânı bestekârlıktaki üstünlüğünü göstermeye yeterlidir.
II. Mahmut Hân’ın büyük oğlu Sultan Abdülmecid Hân (25 Nisan 1823-25 Haziran 1861) da babası gibi iyi bir hattât ve Türk ve Batı müziğini bilen, piyano çalan ve san’at koruyucusu olan bir hükümdârdı. Mızıkâ-yı Hümâyûn onun zamanında yeniden teşkilatlandırılmış ve batı müziği gelişip yayılmıştır.
Kardeşi ve halefi Sultan Abdülaziz Hân (8 Şubat 1830-5 Haziran 1876) babası ve ağabeyi gibi hattât ve mûsikîşinas ayrıca ressam idi. Sultan Abdülaziz sadece pehlivanlığa, koç ve horoz dövüştürmeye meraklı ve kaba saba bir kişilik sahibi olarak tanıtılmak istenmesine rağmen, batı ve Türk müziği olarak çok iyi bir müzik bilgisine sahip, çok iyi piyano ve lavta çalan, ve çok üstün derecede kudretli bir neyzen olan ince san’atkâr ruhlu bir pâdişahtır. Günümüze gelen Hicaz Hümayân Sirtosu, Şevkefzâ ve -güftesi de kendine ait- Muhayyer makamında iki şarkısı bu san’atkâr ruhun ürünlerindendir. Kendisinin ney hocası büyük neyzen Beşiktaş Mevlevihânesi Şeyhi Sait Dede Efendi’nin oğlu Nayzen Yusuf Paşa’dır. Abdülaziz Hân Avrupa ve Mısır’a yaptığı resmî dış gezilerde de dış kaynaklarda san’atkâr bir devlet başkanı olarak nitelendirilmiştir. (Abdülaziz Hân’ın oğlu
Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi (22 Eylül 1874-19 Ekim 1927) Osmanlı Hânedanının Sultan III. Selim’den sonraki en büyük bestekârıdır ve ayrıca ressamdır. Seyfettin Efendinin oğulları Abdülaziz, Mahmut Şevket ve Ahmet Tevhid Efendiler ile kızı Fatma Gevherî Sultan da tanbûr ve kemençe icrâcısı ve bestekârdırlar. Abdülaziz Hân’ın diğer oğlu son halife Abdülmecit Efendi çok önemli bir ressam, usta bir piyanist ve batı müziği bestekârıdır. Itrî’nin tekbirinin çok seslendirilmesi, keman ve piyano için ikileme, piyano için mazurka, piyano sonatı, vs.)
“Doksanüç’te (1293 Hicrî-1876 Milâdî) doksan üç gün ber-murad oldu Sultan Murad-ı nâ-Murâd” deyişi ile Osmanlı tarihindeki en kısa süreli padişahlığı dile getirilen Sultan V. Murad Hân (21 Eylül 1840-29 Ağustos 1904) babası Abdülmecid Hân döneminde gelişen batı mûsikîsini önce Mızıkâ-yı Hümâyûn şefi Guiseppe Donizetti Paşa’dan, sonra Mızıkâ-yı Hümâyûn hocalarından Miralay Lombardi Bey’den öğrendi. Çok iyi piyano ayrıca ud ve keman çalan V. Murad Hân, piyano için çeşitli eserler, valsler, polkalar, marşlar ve bazı şarkılar bestelemiştir. Kendisi şiir de yazardı. Bazı güfteleri bestelenmiştir (Hacı Arif Bey’in nihavent şarkısı “Na-Murâd’ım taliim avâredir” gibi).
Yerine geçen kardeşi Sultan II. Abdülmecid Hân (21 Eylül 1842-10 Şubat 1918) da iyi batı müziği bilirdi. Mızıkâ-yı Hümâyûn hocaları Miralay Lombardi ve Guatelli Paşa’dan nazariyât, Aleksan’dan Piyano öğrendi. Keman çalmayı da bilirdi. Şehzadeliği sırasında bazı batı müziği eserleri de bestelemiştir. Mobilya ince marangozluğunda cidden san’atkârdı. Yıldız Sarayı has bahçesindeki nadir ağaçları mobilyada kullanmak için yetiştirmiştir. Genel politikasının paralelinde Türk mûsikîsini koruma politikasına sahipti. Mızıkâ-yı Hümâyûn’un yanı sıra saray fasıl heyetine yeniden işlerlik kazandırmıştı. (II. Abdülhamid Hân’ın çocuklarının çoğu batı müziği eğitimi almışlardır. Abdülkâdir Efendi kemanda, Burhâneddin Efendi viyolonselde çok yüksek icrâcı idiler. En büyük oğlu Mehmet Selim Efendi usta bir piyanist idi. Kızı Ayşe Hamide Sultan ressam ve mûsikîşinastı. Arp, keman ve piyano çalardı. Batı müziğinde marş, mazurka, vals, piyano için parçalar, Türk müziğinde bir şarkı bestelemiştir. İlk eseri olan -güftesi de kendine ait- Hamidiye Marşını bestelediğinde henüz on üç yaşındadır).
Sultan V. Mehmed Reşad Hân (1 Aralık 1844-4 Temmuz 1918) da ağabeyleri ve kardeşi gibi babası Sultan Abdülmecid’in daha çok önem verdiği batı müziği öğrenimi görmüştü ve piyano çalardı. Mevlevî olması dolayısıyla Türk müziğini de iyi bilirdi. Osmanlı Devletinin en talihsiz zamanlarının padişahı olan Sultan Reşâd Hân aile ve devlet geleneğinden ayrılmamış, şartların elverdiği ölçüde Türk hükümdârlarının bilim ve san’at adamlarını koruma âdet ve özelliğini devam ettirmiştir. Arapça ve Fransızca bilen Sultan Reşâd Hân, şiir de yazardı. Çanakkale Harbinden bahseden ve
“Kapanup secde-i şükrane Reşâd eyle dua
Mülk-i İslâm’ı Hüda eyleye dâim me’men”
beyti ile biten şiir Sultan Reşâd Hân’ın diye bilinir.
Osmanlı Devletinin son padişahı olan Sultan VI. Mehmed Vahideddin Hân (2 Şubat 1861-16 Mayıs 1926) da atalarının bir çoğu gibi mûsikîşinastır. 4 Temmuz 1918’de Sultan Reşat’ın vefatı ile tahta çıkmış, son hükümdâr olarak 17 Kasım 1922’ye kadar pâdişahlık yaptıktan sonra saltanatın kaldırılması ile Türkiye’den ayrılmıştır. O zamandan beri tartışma konusu olan siyasal kişiliği dışında çok iyi bir ses icrâcısı-hânende, kanûnî ve bestekâr olarak Türk mûsikîsi tarihinde önemli bir yere sahipti. Türk mûsikîsini ünlü bestekâr Hacı Faik Bey’den öğrenmiştir. Batı müziğindeki hocası Mızıkâ-yı Hümâyûn Kumandanı bestekâr ferik Ahmet Necip Paşa’dır. Türk Mûsikîsinin çok önemli bir nota koleksiyonunu oluşturan hocası Necip Paşa gibi Vahdeddin Hân da nota koleksiyonuna meraklı ve çok iyi bir piyanist idi. Bestekâr olarak da yetmişten fazla eser vermiştir. II. Balkan Savaşı sonunda
Edirne’nin geri alınması (1913) dolayısıyla bestelediği, güftesi şâir Nigâr Hânım’a ait olan marşı, hocası Necip Paşa’nın otuz yıldan fazla Resmi Devlet Marşı olarak kullanılan “Hamidiye Marşı”ndan daha az değerli değildir. Sultan Vahdeddin’in Türk mûsikîsindeki eserleri şarkı ağırlıklıdır.
Türklerdeki san’atkâr hükümdârlar hakkındaki bu yazıyı bir başka san’atkâr Türk hükümdâr ile bitirelim: Şah İsmail Safavî (17 Temmuz 1487-1524). İran’da Safavî Devletinin ve Şiîliğin resmî devlet mezhebi olmasının kurucusu olan Şah İsmail, babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyd’in “Şeyhliği Şahlığa çevirmek” idealini gerçekleştirmiş ve annesi Halime Âlemşah Begüm’ün babası Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan Padişahın Otlukbeli’nde Sultan Fatih tarafından âdeta son verilen devletini, son hükümdârı Elvend Beyi Nahcevan’da yenerek ele geçirip Safavî Devleti olarak 1502’de tarih sahnesine koymuştur. 23 Ağustos 1515’de Çaldıran’da Şah İsmail’in yıldızı sönmüş, talihi dönmüş, sonraki hayatı da sönük geçmiştir. Ama, Hz. Ali hakkındaki “Dah-Nâme”, öğretici bir kitap olan “Nasihat-nâme”, lirik gazellerden geleneksel halk edebiyatı ürünlerine kadar çok başarılı bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinden oluşan “Hatayî Dîvanı” parlaklığını halâ korumaktadır:
“Gönül ne gezersin seyrân yerinde
Âlemde herşeyin var olmayınca
Olur olmaza dost deyip geçme
Bir ahdine bütün yâr olmayınca
Şah Hatayî’m edem bu sırrı beyân
Bir baştan ağlamak ömredir ziyân
Kâmil midir câhil sözüne uyan
Yanında mürşidi var olmayınca”
(İran’da hüküm sürmelerine rağmen bir Türk Devleti olan Safavîlerin beşinci şahı I. Abbas (27 Ocak 1571-19 Ocak 1629) da bestekârdır. Çargâh makamında bir kârı vardır).
Devlet başkanı olarak tuttukları -veya tutturuldukları- yol ve politikalardan artık iz bile kalmayan ama san’atkâr olarak ortaya koydukları eserleri ile hep insanlığa san’at ve kültür açısından yükselme yolları göstermeye devam eden devlet başkanı, şâir, san’atkârlardan olan Şah İsmail’in; Osmanlı Sultanı ve şâir san’atkâr Yavuz Selim Hân ile yaptığı mücadeleler ve Çaldıran Savaşı bitti. Ama, Selîmî’nin de Hatayî’nin de şiirleri bitmedi. Şâirler öldü, şiirler yaşıyor.
Sultan III. Selim Hân gibi çok yüksek bir san’atkârın politika -mevki ve makam kavgası- yüzünden hayatına kıyan ve kıydıran kimselerin isimleri hangi çukurda? Bestekâr III. Selim’in ve şâir İlhâmî’nin ismi ise hangi yücelerde?
Arel Hüseyin Sadeddin, “Türk Mûsikîsi Kimindir”, Ankara 1988.
Ergun Sadeddin Nüzhet, “Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi”, İstanbul 1942.
İskit Yayın evi, “Mufassal Osmanlı Tarihi”, İstanbul 1963.
köprülü Prof. Fuat, “Türk Saz Şâirleri”, Ankara 1962.
Özalp Nazmi, “Türk Mûsikîsi Tarihi I-II”, Ankara 1986.
Öztuna Yılmaz, “Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, I-II-II Ek”, İstanbul 1969.
Timuroğullarının Orta Asya
Mimari Sanatına Katkıları
Prof. Dr. Klaus Pander
Trıer Üniversitesi / Almanya
Timuroğulları Tarihi Hakkında
imuroğullarının Orta Asya yapı sanatına nasıl bir katkı sağladıklarını tespit etmek gerekirse, Orta Asya tarihine göz atmak kaçınılmazdır. Timuroğullarının hakimiyet alanı, Avrupa ve Asya arasında bulunan bir sınırda ve Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan, bir zamanların büyük İpek Yolu’nun ortasından geçtiği bir bölgedir.
Orta Asya yüzyılları aşan oluşum sürecinde, yerleşik ve göçebe büyük kültürlerin, aynı zamanda da adı sanı çoktan unutulmuş küçük etnik toplulukların şekillendirdiği kültürel ve siyasi bir kaynaşmanın potası durumunda olmuştur. Bunu Merv, Toprak Kale, Köhne Urgenç ve Pencikent’te bulunan ve farklı çağlara ait sayısız harabeler ve abideler, ayrıca, birkaç örnek vermek gerekirse,1 Afrasyab, Termes veya Nisa’daki binlerce yıl önceye ait buluntular dikkate şayan bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
Değişik halk topluluklarının, ulusların ve kabilelerin yüzyıllar boyunca ve mütemadiyen hakim olmaya çalıştığı bu ülke, Yunanlar, Persler, Kuşanlar, Sasaniler, Heftalitler, Çinliler, özellikle de Türkler, Araplar ve Moğollar gibi yeni istilacılardan kaçmak zorunda kaldıkları için, sıklıkla hakimiyetlerini kaybetmişler ve daha sonra tekrar bu ülkenin sahibi konumuna gelmişlerdir.
XIII. yüzyılda Cengiz Han komutasındaki korkunç Moğol istilasından sonra Orta Asya’da hemen hemen bütün hayat durmuştu. İlk kez Türkleşmiş Moğolların hakimiyetleri dönemindeki, “Irmağın öte yakasındaki ülke” (Mâverâünnehir) tedrici olarak tekrar kendine gelmeye başlamıştır. Buhara ve Semerkant gibi şehirler yeniden büyük İpek Yolu’nun önemli merkezleri haline geldiler. Bir çok seferlerle Ganj Nehri’nden Akdeniz’e kadar uzanan bir imparatorluğu kuran ve Mâverâünnehir’de tek hakim olan Timur idi.
Görüldüğü kadarıyla sadece Timur’un kişiliği ve otoritesiyle bütünlüğü korunan imparatorluk, onun ölümünden sonra birçok halk topluluklarının oyuncağı haline gelmiş olsa bile, özellikle oğlu Şahruh (1397-1347) ve torunu Uluğbey (1409-1449) imparatorlukta barışı tesis etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu dönem Orta Asya için son derece verimli bir dönemdi; Semerkant, Buhara ve Herat gibi şehirler İslam mimarisinin en önemli merkezleri olarak inkişaf etmişlerdir. Uluğ Bey’in ve Ebu Said’in (1451-1469) katledilmelerinden sonra ülke birçok beyliklere bölündü. Hüseyin Baykara (1469-1506) gerçi Herat’dan Timur’un kültürel mirasını birkaç yıl daha koruyup tekamül ettirdiyse de, imparatorluğun çöküşünü artık durduramayacaktı. XVI. Yüzyılın başlarında Özbeklerin gelişi ile İran kültür Rönesansı nihayet son buluyordu.
Timuroğullarına Özgü
Bir Mimarinin Oluşum Şartları
Timur’un ve daha sonra da varislerinin (Timuroğullarının) o yıllarda imkansız gibi görülen mimari alandaki başarıları ve kendilerine özgü tarzı gerçekleştirdiğini görmekteyiz. Bu başarının altında yatan sırrın bazıları şunlardır:
- Ülkeyi siyasi ve ekonomik olarak istikrarlı bir hale getirmek için, öncelikli olarak Timur kendini şehir planlamasına hasretti ve Moğollar tarafından tahrip edilen şehirlerin çevresini sağlam duvarlarla istihkam ettirerek, şehirleri yeniden imar etti. Timur, Sulama tesisleri, Kanallar, su şebekesi ve aynı zamanda yol yapımını hızlandırdı; ticari merkezlerin, pazarların, kervansarayların gelişmesi için ihtimam gösterdi ve sonunda doğu-batı ticaret yolunun tekrar Semerkanttan geçmesini temin etti.2
- Başarılı geçen seferler sebebiyle, farklı yatırımları gerçekleştirmek için Timur, sadece gerekli olan mali kaynaklara değil, bunun ötesinde enine boyuna düşünülmüş bir idari sistem3 çerçevesinde gerekli olan iş gücü potansiyeline de sahipti. Timur, mağlubiyete uğrattığı ülkelerin seçkinleri olan en yetenekli mimarları, yapı ustalarını, ressamları, hattatları -çoğunlukla İran kökenli- en iyi zanaatkarları ve aynı zamanda da bilim adamlarını hakimiyetinin merkezine getirdi. Böylece, Türklerin İran-Türk kültürü ile egemen bir sınıf meydana getirdiği Timur hakimiyetindeki Orta Asya’da İslam kültürünün inkişaf etmesi gerçekleşti.4
- Elbette bu bağlamda, burada meskün halk topluluklarının yüzyıllar boyunca gelişen sanat ve kültür geleneklerini, nesilden nesile aktardıkları nazari bilgilerini ve ameli uygulamalarını -özellikle mimari alanında- temel dayanakları olmaksızın, Timur-oğullarının, o günlerde bazan gıpta edilen ve bazan da korku saçan böyle bir devleti zor kurabileceği unutulmamalıdır.
- Mal değişimi ile birlikte sanat ve zanaat alanlarında yoğun tecrübe değişiminin gerçekleştiği büyük İpek Yolu’nun da Timuroğullarının kendine özgü bir mimari yapısının gelişiminde önemli katkıları yaptığı da kabul edilmesi gereken bir olgudur.
Timur, imparatorluğunun sınırlarını batıya doğru genişletirken kullandığı aynı enerji ve hızla sadece Şehr-i Sebz’de (Yeşil Kent) yani kendi doğum yeri olan Keş’de değil, aynı zamanda başkent Semerkant’ta da muhteşem ve çok büyük eserler inşa etti: Saraylar, Hükümet binaları, camiler, -hem büyük merkez Cuma camileri hem de semt mescitleri- inşa ettiği gibi o zamanlar Orta Asya’da hiç görülmemiş büyüklükte süslü ve renkli anıtlar ve medreseler yaptırmıştır.5
Çağdaş bir tanık olan İspanyol elçisi Clavijo Şehr-i Sebz’e (Yeşil Kent) yaptığı ziyaretten sonra Timur’un yaptırdığı görkemli saray ve benzersiz bahçeler hakkında anlatırken, neden bahsettiğini gayet iyi biliyordu: “Her şey öyle hayreti mucib bir şekilde tasarlanmıştı ki, kabiliyetleri ile meşhur olan Paris’in zanaatkarları dahi, burada meydana getirilen eserlerin fevkalade sanat eserleri olduğu gerçeğini teslim ederlerdi. Clavijo, kendisi hakkında söylediği, ‘bizim iktidarımızdan şüphe ediyorsanız, inşa ettiğimiz eserlere bakın’ sözlerini doğrudan tasdik etmektedir.6
Timuroğulları döneminde birçok bölgede, örneğin bugünkü Afganistan’daki Belh’te (15. yüzyıl: Ebu Nasr Parsa Camii-Yeşil Camii ve Herat’ta (1437: Cevher Şad Medresesi ve türbesi) veya İran’daki Meşhed şehrinde (15. Yüzyıl: Cafer Şad Camii) fevkalade yapılar inşa edilmiş olmasına rağmen, aşağıda bugünkü ehemmiyetine mütenasip olarak, sadece Timuroğullarının yaptırdığı muhteşem tarihi eserler “Maveraünnehir’deki” mufassal bir şekilde izah edilecektir.
Hala muhafaza edilen ve tekrar ziyarete açık tarihi eserlerin yanı sıra -burada söz konusu olan etkileyici harabeler ve buralarda restore edilen muhteşem Camiler ve medreseler- Timuroğullarının büyük kültür zihniyetini yansıtan daha başka kanıtların ve tanıkların mevcudiyeti, örneğin bilimsel, edebi ve uygulamalı sanatlar alanında ortaya koyulan birçok şaheserler; aynı şekilde değişik zamanlarda yazılan sayısız seyahatnameler; Timur, Timuroğulları ve onların mirasları hakkında yayımlanan birçok bilimsel çalışma bu bağlamda zikredilmek zorundadır.
Timuroğulları’nın Orta Asya’da
Semerkant ve Özbekistan’daki
Mimari Sanatı
Semerkant’ta belli bölümleri hala ayakta olan tekrar tamir edilen veya sadece harabe olarak ziyarete açık olan ve başka hiçbir yerde olmayan tarihi eserler Timuroğullarının mimari sanatının gelişmesinin özellikle etkileyici kesitini sunmaktadır. Bunlar daha çok yüzyıllar boyu İslam mimarisi içinde sonsuz saygınlık ve hayranlık uyandıran Türbeler, Camiler ve Medreselerdir. Bunlar gerçekten “yüksek ve muazzam şekillerde başlayan ve
mutena bir zerafetle biten bir sanat inkişafının temel taşlarıdır”.7
Timuroğulları döneminde inşa edilen ve birbirine yakın hususi bir tarzın mimari bütünlüğünü teşkil eden türbelerden ve camilerden meydana gelen bu yapı bütünü Şah-ı Zinde’nin türbesidir. Afrasyab’ın yüksek bir tepesinde bulunan bu yer, daha Moğollar öncesi dönemde ihtiram gösterilen bir yerdi; çünkü burada Hz. Muhammed’in yeğeni Kussam b. Abbas’ın irtihal ettiğine inanılıyordu. Bunlar, bugün hâlâ açık bir mezarlığın ortasında bulunan türbeye “Şâh-ı Zinde”-Yaşayan Şâh-isminin niçin verildiğinin de bir sebebidir. Timur’un bu kutsal dağı kendi akrabalarına ve sadık arkadaşlarına mezar olarak ayırması için bu efsane yeterli bir sebep olmuştur.
Bundan dolayı süsü olmayan kiremitle yapılan türbe ile birlikte bir cami, kurban ve ibadet yerlerinin de olduğu Kussam İbn Abbas türbesinin (1435) bulunduğu yer, ölü şehrin “asıl hücresi” olarak kabul görmektedir. Bazı bina yıkıntıları -örneğin 11/12. Yüzyıldan kalma ufak bir minarenin duvarı gibi- Moğollar öncesi zamandan kalmışlarsa da, bugün tekrar ziyaret edilebilen bölümler XIV. ve XV. yüzyıllardan kalmadır.
Muhteşem bir ustalıkla oyulan ve fildişi ile süslenen kapı (1405) ‘kutsal mekanın girişinde bulunmaktadır. Kutsal mekanın önünde duran mezarlık camisinin batı duvarında bulunan, parıldayan mavi ışıklar saçan, fayans mozaiklerle ve beyaz Kur’an ayetleriyle işlenmiş haliyle mihrap, hem merkezi konumda bulunmakta ve hem de ilgileri üzerine çekmektedir.
1334 yılında, eğer gerçekten bu yılda inşa edilmediyse, duvarları yeniden onarılan Ziyâretgâhın (ziyârethâne) dekoru çok şaşaalı ve masraflı bir intiba vermektedir: Bu dekorun ana unsuru kesilmiş, cilalanmış fırınlanmış toprak ve farklı mavi tonlardaki fayanslardır. Buna ilave olarak yapılan mütevazı görünümdeki odada, çok basamaklı rengârenk seramik levhalarla süslenmiş Şâh-ı Zinde’nin mezarı olarak hürmet edilen bir boş mezar bulunmaktadır.
En eski eserlerden olan ve hâlâ muhafaza edilen Şâh-ı Zinde türbesine 1360 yılında Semerkantlı bir usta Fahr Ali tarafından inşa edilen ve mezarlık yolunun en sonunda sol tarafta bulunan Şâh Arab ve Hoca Ahmed (Yesevî) türbeleri de dahildir. Her iki türbe de, yapı stili bakımından birbirlerine benzerlik göstermektedirler: Bu köşe bingisinin üzerine oturtulmuş kubbesiyle küp şekilde inşa edilmiş bir yapıdır. Dekorda ise, gözle görülebilir farklılıklar belirginleşmektedir. Şâh Arab türbesinin süslemesinde kullanılan şekillerin, renklerin, örnek ve motiflerin -ustaca resmedilmiş çiçeklerin ve kalligrafik unsurların- ziyaretçiler üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı, onların defalarca taklit edilmesinden ve kopya edilmesinden anlaşılmaktadır. Hoca Ahmed türbesine gelince; Cohn Wiener’e8 göre, siyâh renkteki nakışlarla bezenen çinilerden ve koyu mavi renklerden oluşan bir kuşaktan oluşan dış cephedeki pervazda kullanılan tekniğin Orta Asya’da eşi benzeri olmamasına rağmen Mezopotamya ve Suriye’de sıklıkla kullanıldığı gözlemlenmiştir. Eğer bu türbenin dekorunu daha mufassal bir şekilde Şâh-ı Zinde’de bulunan diğer türbelerle mukayese edersek, bu tekniğin zaman içerisinde sistematik olarak -sadece Timuroğulları zamanında- iyileştirildiği ve geliştirildiği, ayrıca süsleme sanatının şekil zenginliğinin sürekli bir tarzda geliştirildiği belli olmaktadır.
Geniş çapta yapılan kazılardan, takriben 100 metre uzunluğundaki mezar yolunun, bunların yanı başına inşa edilen türbelere göre daha eski olduğu tahmin edilmektedir. Anlaşılan bunlar, Moğollar öncesinin şehir yolunu takip ederek, Marakanda’nın şehir surlarının bulunduğu yerde sona eriyordu. Bu gün bu yerde, hepsi Timur dönemine ait olan ve fayans süslerinin İslâmî mimari sanatının zirvesini teşkil eden türbelere götüren yola açılan bir cümle kapısı bulunmaktadır: Bu türbeler Şâdî Mülk Ata, Emir Hüseyin, Şîrîn-Bika Aka ve Emirzâde’ye aittir.
Dostları ilə paylaş: |