(1889 - 1951 öncelikle mantık alanlarında çalışmış bir Avusturya-İngiliz filozof )
Bazı olguları,durumları tanımlamak gerekmez diyor ve bunu esas alan
-
Neo-Wittgenstein'cı Görüş : sanat da açık bir kavramdır ve tanımlanamaz.şeklinde yaklaşıyor... Ancak bu, felsefi açıdan bir sorun yaratmamalıdır, çünkü aile benzerliği (konsensus) yöntemi kullanılarak neyin sanat olup olamayacağı konusunda hükümler getirmek olasıdır.
-
Sanata Dahil Etmek İçin Aile Benzerliği İçin Aranan Koşullar İse :
-
Hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirmesi,
-
İçerdiği fikirlerin akla kolay gelir türden olmaması
-
Birçok farklı katmanda algılanabilme özelliği olması ve değişik yorumlara açık olması,
-
Bir beceri izlenimi vermesi,
-
Kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun olarak göstermesi,
-
İçinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması,
-
Sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması.
Kaynakça
-
Dickie, George (1997): Introduction to Aesthetics : An Analytic Approach: Oxford University Press, USA
-
Warburton, Nigel (2003): The Art Question: Routledge, USA (19 Temmuz 2005)
SANAT ÜZERİNE (Ayrıca)
Sanat Olma Durumu Neleri Yapıyor ?
Tanilli : “Anlamlı biçimlerin özgür yaratılışı, nesnelliğin özgürce bir uğraşıdan sonra anlamlı biçimlere dönüştürülmesi “... Ernest Fıscher in sanatın gerekliliğinde söylediği bir şey var, Onu çözmeye çalışalım: Diyor ki; her zaman yanından geçtiğim, her zaman görüpte gündelik hayatımda bir şekilde bir yerde duran herhangi bir durum nasıl oluyor da, ben ona bazen hayran oluyorum. Oysa her gün bu çakıl taşlarına basıp geçiyorum. Ya da oysa her gün bu dilenciyi görüyorum ya da her gün annemi görüyorum. Ama bir tabloya girdiği zaman (bazen), o başka bir kimlik kazanıyor. Sanat eseri her zaman gördüğümüzün, sanatçı tarafından yüksek bir kültürel uğraşı ile başkalaştırılıp, kendi diline dönüştürülmesidir mi ?
İnsan gerçeği aramak yani bütün nesnelerden gücü yettiğince kuşku duyarak gerçeği aramak ve o nesneler ile arasındaki ayırımı bilmek gibi bir güdüsü olan, özelliği olan bir yaratık. Zaten bilmenin sonrasında da bildiğini değiştirmek geliyor insanlığın evrimi de burada başlıyor. Yani biz aslında bildiklerimizle gördüklerimizi değiştiren, irade olarak değiştiren biricik canlıyız doğanın içerisinde. Bu bizi doğaya karşı galip çıkarıyor. ....
İnsan olarak diğer canlılardan ayrıştığımız birinci boyutumuz gerçeği arama, kuşku duyarak arama . Gerçek olarak kendisine görünür olan üzerinde de düşünmek, bilgiyi geliştirmek; anlamak - anlamlandırmak ve tatmin olmak ve böylece değiştirmeyi tasarlamak: Bunu (DÜŞÜNMEK) ikinci boyut olarak görüyoruz ...Buna tasarlamanın bir ön adımı diyebiliriz... ve sonrasındaki belki de en özel boyutumuz değiştirmek. Bu değiştirme irade olarak olduğunda bir tek bizde doğayı doğal olandan başkalaştırma gücü taşımamıza yardım eden boyutumuz ki, kitaplar buna kültür diyor. Sanat olan galiba kültürel olanın en ince üretimlerinden bir tanesi. Doğal olan ve kendi doğallığı içerisinde sürüp gitmekte olan nesnelliğe, insanın müdahale ederek, kendine özel bir dille o nesnelliğe şekil vermesi bizi etkiliyor
Romantik dönem bugünkü batılı anlamıyla sanat kavramının yerleştiği dönem. Ve o zaman diyor ki ressam ; dağlar, biz romantik olduktan sonra güzelleşti. İnsanın doğa üzerinde egemenlik kurma meselesine bağlamak istiyorum. Bu kültür olarak tanımlanır ve çok uzun süre pozitif bir şey olarak algılanmıştır. Kültürün en üst düzey ürünü olarak sanatın başka bir fonksiyonuna dikkat çekmek istiyorum. Kültür; insanın doğa üzerinde egemenliğini sağlar ama bunu da yaparken insanı, doğasından uzaklaştırır bir yandan. Bu yüzden modern insan psikolojik olarak, travmalıdır, sorunludur,sıkıntılıdır,mutsuzdur günlük hayatta. Çünkü doğasından uzaktır. İşte sanat insanı bu doğayla yeniden bütünleştiriyor. Siz bir müzik çalışması dinlediğiniz zaman, evrenin içindeki yerinizi, sözcüklerle ifade edemiyorsunuz ama ruhunuzda yeniden hissediyorsunuz.
(GOMBRICH) İlkel topluluk insanlarının kafasını anlamaya çalışalım eğer onları çözersek, sanatın insanın doğayla girdiği ilişkiden nasıl evrimleşerek geldiğini çok daha rahat anlayabiliriz dder. İlkel adamlar, imgeleri bakılacak güzel şeyler olarak değil de, kullanılacak güç nesneleri olarak görecekleri bir yaşam içindeydiler...Kendimize bakmamızda da yarar bulunmaktadır. Günümüzün gazetesinde verdiği sevdiğimiz bir yıldız, popüler bir tip ile karşılaşılabilir. Elimize iğne alıp, bu kişinin gözüne batırılması durumunun, bizi hiç etkilemediğini söylemek mümkün mü? Sağlam bir kafayla düşündüğümüzde, fotoğrafa yapılan bu davranışın, o kişiye herhangi bir etkisinin olamayacağını var saysak bilir bu durum bizi etkiler. En azından bizi duyarlaştırır. Nerede olduğu bilinmez ama imgeye karşı yapılan bir şeyin o imgenin temsil ettiği özneye de olduğu sanısı içimizde hep olmuştur. Bu garp us dışı diyebileceğimiz duygu her zaman olmuştur. Dünyanın her yerinde halk doktorları, büyücüler ya da din adamları bu uygulamayı hep yaparlar ve etkili olduğunu düşünürler ve düşündürürler. Zararlıya benzeyen kaba bir figür yapıp onu, sonra parçalamak, yakmak, bozmak v.b. İmgeyle gerçeklik arasındaki ilişki, tarihte yakın geçmişte de çoğu kez dolaysız olabilmiştir. Doğrudan imge, gerçeğin kendisini de ifade edebiliyor. Tüm bunlar bireyde yerleşik ussal akılsal anlayışın, ötesindeki algı kanallarına işarettir. Yerliler bir keresinde, sürülerinin resimlerini yapan bir ressama şöyle sormuşlar: hayvanlarımızı alıp götürürsen nasıl yaşarız? Eğer bunu çözersek sanatın insan doğasından nasıl çıktığını çözmemiz daha rahat olur.
Sanat acaba kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisini sezmiş ya da bunu akılla kavramış insanın bu acizliğe kendi iç kozmosunu yaratarak karşı durma edimi mi? Sonuçta doğamızdan üreyen bir şey ama insanın kendi dışındaki doğaya güçlü olabilmek için kendi içinde kendi doğasını üretme çabası mı? İnsanın kendini gerçekleştirme yolu da denilebilir belki.
Sonuçta O, anlama, anlamlandırma; bütünü yorumlama oluyor… Bütün bunu hayatın varedenleri gözeterek, ondaki –hayatın içindeki- tekil bir duruma ait gördüğünden evrensel sonuçlara ulaşarak /ulaştırarak yapıyor dersek yanlış söylemiş olmayız.
Bir de şöyle tartışalım (daha bir bilimsel olsun :) ;
Sanat ; tasarlanarak organize edilen, içerisinde bildirimler taşıyan, kişiye çeşitli düzeylerde göndermelerde bulunan ve ortaya bir ürünün ortaya çıktığı sosyal/kültürel bir yaratma-algılama-etkileme-etkilenme alanı özelliğindedir. Tasarlanmış bütün sosyal/kültürel ürünler içinde sanatsal ürünlerin bir kısmı, “SANAT” adı altında toplanabilecek ve diğer tüm ürünlerden çok daha ağırlıklı olarak her parçasında varlığını sezdiren değişik bir tür özel içeriğe sahiptir. Bu boyuta sahip ürünlerin yaratılış temel gerekçesi, pratik maddi beklentinin ötesindedir. Büyük ölçüde gündelik olan bitenleri aşar, daha geniş erimli uğraşıdır ve diğer tüm kültürel ürünler ile arasındaki fark, onların tüketildiklerinde kendilerinden bir eksilme yerine çoğu kez artma, çoğalma ve yenilenme özelliğine sahip olmasıdır. Bir ürün türü var, tüketilme özelliği taşıyor, ne var ki her tüketilişinde kendisine yönelik olarak oluşmuş özel içerikli "yargıda” – ki bu yargı güzellikle ilgili değerlendirmedir - eksilme yerine bir “çoğalma” olabiliyor.
Bir sanat ürünü karşısında “güzel” yargısından “çirkin” yargısına dek uzanan bir güzellik değerlendirmesi yapılır. Her yeni bakışta “güzel” yargısı “daha güzel” yargısına, “çirkin” yargısı yine belki “güzel” yargısına dönüşebiliyor. Bu da bütün diğer insan ürünlerinde olmayan bir özelliği göstermektedir. Bu özellik, bir üründe bulunan kullanılabilirlik, işe yararlılık, bulunmazlık gibi yanları aşan estetik ile ilgili bir içeriğe karşılık gelmektedir. Estetik, bir “değer”dir. Sanat ürünleri, insandaki içsel (tinsel) değerlere bu “değer” aracılığı ile göndermelerde, çağrıştırmalarda, hareketleme ve etkilemelerde bulunan biçimsel bir yapılanma ile oluşmaktadır.
Sanatta da tüm kültürel ürünlerde olduğu gibi elbette doğadaki malzemeler kullanılarak bir ürüne erişilmektedir. Bu ürüne beğeni yönüyle bakıldığında bu beğeninin güzellik / çirkinlikle ilintili bir yargısı ortaya çıkar. İşte, sanat ürünleriyle ilgili bu tür özelliğe sahip yargılar, ürün her izlenişinde, dinlenişinde, okunuşunda, düşünüldüğünde değişebilmektedir. Bu hareketlenme ve hareketlendirmelerin neler olduğuna baktığımızda sanat ürünleriyle sanat ürünü olmayan ürünlerin ayrımına biraz daha ulaşmaktayız.
Özetle ;
Bir sanat ürünü tasarlanarak üretilmiş olmasına karşın tüm tasarlanarak üretilmiş ürünlerde var olan kullanım ve araç olma özelliğini aşan, estetik adı altında ifade edebileceğimiz bir işlevle yüklü olup, bu işlev sanat ürününde asli işlevdir ve onun yaratılış temel gerekçesidir.
Sanat ürünleri;
a. Sanatçı –diye ad verilen bir özellikli birey- tarafından üretilen,
b. Tek bir bireyden en büyük insan topluluğuna kadar uzanan bir yelpaze içinde beğeni ile değerlendirilen,bu bu yargıyı esasen içsel durumumuza derin etkide bulunmuş olduğu için kazanan,
c. Oluşturulan ürünün içinde bulunduğu alanın (sanat alanının) ön geçmişinden o ürünün üretildiği ana kadarki süreçte kanıksanagelmiş, bir toplumsal uzlaşma ile kabul edilmiş yaklaşım-uğraşı ile çalışılan,
d. Üretildiği andan sonraki süreçte kendisine yönelik olarak oluşmuş beğeni içerikli ilginin başka bir tür içeriğe, örneğin maddi ranta, (ideolojik misyon,eğitsellik vb. gibi) başka bir maddi bir beklentiye, bir malzeme olarak kullanılabilirliğe vb. dönüşmeyip asıl işlev olarak yalnızca “estetiği” kapsayan beğeni içerikli kaldığı”,
e. Kendi alanında üretilmiş kendisinden önceki tüm ürünlerde ulaşılan en son teknik düzeyi üstünde taşıdığına dair ipuçlarına sahip ve sözü edilen teknik düzeyi aşma özelliği gösteren (ki bu, yetkinlik,özgünlük, biriciklik vb. olarak da tanımlanabilir),
f. Temel kaygısı malzemelerin “estetik etki için organizasyonu” olan ve biçimselliğinde asıl bu yöne dair duyarlılık taşıyan,
g. Yaratma için kaçınılmaz görebileceğimiz boyutta son derece “özgür” bir çalışma süreci sonucunda üretilmektedirler.
Yukarıda özetlenen sanatta var olanlar ile donanık tüm ürünlerin sanat ürünü olamayacağı da söylenebilir. Bunların bir kısmı tek başına estetik/ sanatsal niteliğe sahip, bir kısmı ise estetik/ sanatsal niteliği taşıyan ne var ki içinde asli olarak başka türden nitelikleri barındıran, sanat ürünü “olamayan” ya da zaten bunu arzulamayan ürünlerdir.( Bunlara sanat yapıtları vb. yerine sanatsal çalışmalar demek geçerli olabilir..)
Sanat ürünleri, üreticisinin (sanatçısının) ürününde var ettiği uygulamaları aşan bazı başka (diğer) anlamları yüklenirler. Bu, tüketicinin (ürünü algılamaya, yorumlamaya dinlenmeye yargılamaya vb yönelen bireyin) kendi bireysel bilinci içinde var olan değerler ile sanat ürününün içinde ortaya çıkan değerler arasındaki özel ilişki arasında oluşur. Sanat ürünlerinin sürekliliğini sağlayan içeriği bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bireysel bilinçliliğe bağlı değerler çeşitlilik taşımakta, her keresinde farklılaşabilmektedir.
Ne var ki, Yine de, tüketen için yukarıda aktarılan özelliklerin tamamını barındırdığı varsayılan her ürün, sanat yapıtı olarak kabul edilebilir. Ama bu, o bireye göredir...
Sanat alanında çalışılmış bir estetik/ sanatsal ürün, temel olarak seslerin-nesnelerin-renklerin ve hareketin organizasyonu sonucunda ortaya çıkmaktadır. , Bunlar, sanatçının anlayışı doğrultusunda düzene sokularak bir anlama, bir ifadeye dönüşürler. Doğada tek başına ses ya da hareket – ya da durumlar doğanın bir malzemesi olmasından öte bir anlam taşımazken, sanat eserinde kurgulanmaları ve kontrollü bir biçimde şekillendirilmeleriyle doğal konumlarını yitirirler ve başka düzlemde yeniden şekillenirler. Bu yeniden şekillenişleri yoluyla bir özel dile, bir çağrıştırıcı malzemeye dönüşürler. Ki, bu dönüşüm etkisi ile sanatı hisseden bireyin varlık sorunu,kimlik ve evrensel değer konusuna karşılık gelen sorgulamaları ve bu sorgulama sonucundaki aydınlamasını hareketlendirir.Sanattan yaşanan haz esasen bu aydınlanma nedeniyledir.
Bütün bunlar özetle şunu anlatır aslında :
Sanat, kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisizliğini sezmiş ya da bunu akılla kavramış insanın, bu acze kendi iç kosmozunu yaratarak karşı durma edimidir. Bu ise bir hazdır – bir güç ve doyumdur.
II
Sanatın yaşandığı/ yapılıp-edilip hissedildiği çeşitli disiplinler (alanlar) çıkıyor karşımıza. Görsel Sanatlar, Plastik Sanatlar, İşitsel Sanatlar, Sahne Sanatları vb… bu disiplinleri anlatır.
Her bir alan, bu alanların içinde kabul edilmiş malzemeler ile sanatın yapılıp - edilebildiği bir disiplindir. Yaşamın içinde karşılaşılan her araç-her durum-her olanak estetize edilebilir,güzellik etkisi ile koordine edilebilir. Bu uğraşıların ‘sanat olanı’ vardır, ‘sanatsal olanı’ vardır. Bu ayrım uzun ve çetrefillidir ancak ‘sanat olan’ diyebildiklerimiz yukarıda anlatılan değerleri taşıdığını gördüklerimizdir. ‘Sanatsal olanlar ise asıl fonksiyonları eğlendirmek - eşlik etmek vb. araçsal nitelik taşıyanlardır; asıl amacı araçsallıktır... O’nu –durumları-malzemeleri-olguları vb- sanat halinde üretenler tarihte besteci-yorumcu-sanatçı şeklinde niteleniyor ve bunların içinde yüksek niteliğe sahip eserler bırakanlar dikkat çekiyor: Sanatın tarihi işte bu niteliğe sahip ürünlere imza atmış bir tür ‘dehaların’ ve onların ürünlerinin tarihidir aslında…
(Dr. Lütfü EROL)
BİLİMİN ÜZERİNE
Bilimin Tarihi Üzerine
Geniş bir perspektif içinde bakıldığında Bilim’in uzun ve çetin gelişiminde şu 4 aşamayı görebiliriz:
1.Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarına rastlayan Ampirik bilgi toplama aşaması;
2.Antik Grekler’in evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerinin kurulduğu aşama;
3.Ortaçağ’ın Grek Felsefesi ile dilsel dogmaları bağdaştırma çabası karşısında Müslüman dünyadaki bilimsel çalışmaların parlak başarılarını kapsayan aşama;
4.Rönesans sonrası gelişmelerin yer aldığı Modern Bilim aşaması.
Bilimin Kökeni
Kökleri çok gerilere uzanmakla birlikte, bugün ‘Bilim’ diye nitelediğimiz bilgi ve düşünme türü uygarlığın oldukça yeni sayılan bir ürünüdür. Tarih öncesi çağlarda Felsefe, Din, Efsane gibi ruhsal; el sanatları gibi pratik hayat ihtiyaçlarına yönelik uğraşılar dışında, gözleme dayalı kavramsal düşünme demek olan Bilim’den söz etmek zordur. Şu kadar ki, bu uğraşıların dayandığı bilgi, teknik ve kavramların sonraki çağlarda daha belirginleşen bilimsel kavram ve işlemlere kaynaklık ettiği de inkar edilemez. Denilebilir ki, bilimsel düşünme ve bulma çabasının kökeninde bir yaşamı güvenilir ve rahat kılma, diğeri dünyayı anlama gibi iki temel ihtiyaç yatmaktadır. Bu ihtiyaçlardan ilki, insanlığın uzun tarihinde kuşaktan kuşağa bırakılan çeşitli yaşantı ve beceri biçimlerini kapsayan bir teknik geleneği, 2.si insanoğlunun duygu, inanç ve düşüncelerini içinde toplayan bir kültürel geleneği oluşturmuştur. 2 gelenek başlangıçta ve uzun süre, çoğu kez ayrı ellerde, birbirine yabancı kalmış, yeterince karşılıklı etkileşim olanağı bulamamıştır. Antik Grek Uygarlığı’nın parlak dönemlerinde bile, bir yanda uğraşları el becerilerine, basit tekniklere dayanan zenaatçıların, öte yanda duygu, inanç ve düşünce dünyasını oluşturan şair, politikacı ve Filozoflar’ın yer aldığını görüyoruz. Ayrılık Ortaçağ boyunca kendini sürdürmüş, ancak Yeniçağ’ın başlarında ortadan kalkmaya yüz tutmuştur. 2 geleneğin birleşim ve karşılıklı etkileşim koşulları gerçekleştikten sonradır ki, ancak modern anlamda Bilim’in ortaya çıkmasına tanık olunur. Rönesans’la başlayan bilimsel düşünme ve araştırma çabası, iki geleneğin, deneye olanak veren teknik becerilerle, kavramsal düşünmeye yol açan metafizik türden teorik çalışmaların etkili bir kaynaşmasına dayanmıştır.
İnsanın Doğa’ya egemen olma istek ve çabası kendi tarihi kadar eskidir. Fakat Doğa’yı anlama ihtiyacı da o kadar gerilere gider. Modern Bilim’in doğuşu bu iki isteğin birleşmesini beklemiştir. Bununla birlikte, ilkel insan yaşamında bile bu iki isteğin tümüyle ayrı olduğunu söylemek güçtür. Çünkü, ilkel insan Doğa ile ilişkisinde basit teknik becerilerini kullandığı kadar, büyü türünden birtakım akıl dışı yollara başvurmaktan da geri kalmamıştır. Büyünün amacı da teknoloji gibi Doğa’yı etkilemektir: Ölmekte olan hastaları iyileştirmek, beklenen doğal felaketleri önlemek, düşmanların yok olmasını sağlamak... gibi. Hatta aynı amacı, dünyanın varoluşu ve düzeni ile ilgili çeşitli kültürlerde yer yer sürüp gelen efsane türünden masal veya hikayelerde de buluruz. Güneşin, ayın ve yıldızların yaratılış ve varoluş nedeni insanoğlunun hayat ve ölüm karşısında duyduğu korkuyu giderme, aradığı güveni ve rahatı sağlama olarak tasavvur edilmiştir. Gerçi büyüde bile Doğa’nın isteğe göre değişmediği, bazı kanunlara boyun eğmek gerektiği düşüncesi üstü örtük de olsa vardır. Ateşin daima yaktığı, suyun ıslattığı, güneşin parlak olduğu, hava bulutlu olmadıkça yağmurun yağmadığı, yazların sıcak, kışların soğuk gittiği gerçeğinden ilkel insan da kendini çoğu kez kurtaramayacağını bilirdi. Ne var ki, büyü ve efsane doğrudan bilime yol açmamıştır. Bilimin doğuşu için Doğayı kontrola yönelik katı bir faydacılık dışında, fayda amacı gütmeyen, katıksız bir anlama ve bilme tutkusuna da ihtiyaç vardır. Böyle bir tecessüsün belirmesine ve etkinlik kazanmasına ilkel insanın hayatı pek elverişli olmamıştır.
Bilimsel Gelişmenin Niteliği
Bilim’in gelişmesi ile ilgili görüşler çeşitlidir; bunlardan ikisine değinmekte, konuya yaklaşım açımızı belirlemesi bakımından, yarar görmekteyiz. Bu görüşlerden birine göre, Bilim yavaş fakat sürekli ilerleyen bir bilgi üretme coğaltma sürecidir. 2.görüşe göre ise, Bilim’de gelişme teorik düzeyde yer alan köklü düşünme değişikliklerinin bir sonucudur. 2 görüş, ilk bakışta sanıldığı gibi, bağdaşmaz nitelikte değildir. Her ikisinde de gerçek payı vardır. Bilim’in gelişimi karmaşık bir olaydır. Bir cephesinde devrim niteliğini taşıdığını görmekteyiz. Gerçekten, Bilim’in gelişimi, olgusal bilgilerimiz yönünden sürekli bir birikim, saptanmış olguları yorumlama ve açıklama yönünden ise ancak zaman zaman patlak veren düşüncede devrim biçiminde görünmektedir. Bilim Tarihi 2 görüşü de kanıtlama olanağı veren örneklerle doludur. Geçmişte gözlem ve deney yoluyla saptanmış pek çok olgusal gerçekler (örneğin gezegenlerin hareketleri, gazların özellikleri, sarkaç salınımı, gel-git olaı, cisimlerin serbest düşmesi, vb. bu tür olgular arasında sayılabilir) giderek artan bilgilerimizin bir bölümü olarak geçerliliklerini sürdürmektedir. Bunları bir yana itme, geçersiz sayma yoluna gidemeyiz; geçmişte bulunmamış olsalardı, bugün bulunacaklardı. Oysa aynı sürekliliği, olguları açıklama amacıyla bilginlerce ileri sürülen teori veya teorik nitelikteki hipotezlerde bulamamaktayız. Bilim Tarihi’nde aşağı yukarı aynı olgu grubunu açıklamak amacıyla değişen aralıklarla, çoğu kez birbirleriyle bağdaşmaz teorilerin ortaya atıldığını görüyoruz. Bir örnek vermek gerekirse, gök cisimlerinin (gezegen, uydu, güneş ve yıldızlar gibi) gözleme konu hareketlerinin açıklaması yolunda Eudoxos’dan Newton’a kadar geçen 2000 yıllık sürede ortaya atılan değişik teorileri gösterebiliriz. Bu gibi teoriler, olgusal buluşlar gibi bir bilgi birikimi yaratmamakta, tersine her biri bir önceskini yıkma veya hiç değilse değiştirme rolü ile ortaya çıkmaktadır.
Her teori Doğa’ya belli bir bakış açısını ifade eder; fakat başka bakış açıları olanağını ortadan kaldırmaz. Herhangi bir teoriden ortaya atılmasında veya benimsenmesinde olgulara uyma ve olguları açıklama gücü kadar kişisel beğenilerimiz de rol oynamaktadır. Bu nedenledir ki, aynı alanda rakip teorilerin ortaya çıktığını ve uzun süre tutunan teorilerin bile birtakım koşulların oluşmasıyla geçerliklerini, bazen beklenmedik bir biçimde yitirdiklerini görürüz.
Aslında bilimin gelişimi ne tek başına teorik görüş değişikliklerinden, ne de yalnızca birbirinine eklenen sürekli bir buluşlar zincirinden ibarettir. 2 süreç birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Yeni olgusal buluşlar yeni teorilere yol açtığı gibi, yeni teoriler de yeni gözlem ve deneylere kapı açmakta, dolayısıyla yeni buluşların koşullarını hazırlamaktadır. Olgusal buluşlarla teorik açıklamalar arasındaki bu karşılıklı etkileşim bilimde gelişmenin gerçek itici gücünü oluşturur. Bu itici güçten kaynaklanan bilimsel gelişmenin iki dönemli bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Dönemlerden biri teorik düzeyde açılmayı, ötekisi bu açılmanın olgusal düzeyde pekiştirilmesini simgeler. Fakat her pekiştirme, er geç, yeni bir açılmanın gerekleri de oluşturmaktan kendini kurtaramaz.
Kaynak :
Yrd. Doç. Dr. Serhat Küçük
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~skucuk/bilimvebilimtarihi.pdf
_________________________________________________________________
BİLİMİN ANLAMI ÜZERİNE
Bilimi anlamanın önemi nedir, buna neden gerek vardır? Bu soruya şu iki yönden yanıt verebiliriz. 1.Bilim’in uygulama sonuçları yaşamımızı giderek artan ölçülerde her cephesinde etkilemektedir; 2.Bilimsel düşünceyi tanıma çağımız aydını için bir entellektüel zorunluluktur.
Bilim’in yaşamımızı etkileyen uygulama sonuçları çok çeşitlidir. Her gün kullandığımız araç, aygıt ve makinelerin bir listesi bile bunların yaşamımızdaki önemini göstermeye yeter. Telefon, radyo, tren, uçak, otomobil, elektronik hesap makineleri, atom bombası vb.. bilimin teknolojideki uygulamasından elde edilen bilgiler insanoğluna doğal çevresini kontrol altına alma olanağını sağlamış; doğa kuvvetlerini kendi yaşamını kolaylaştırma, daha rahat, daha güvenilir ve daha uzun yaşama yolunda kullanma yeteneği vermiştir. 300 yıl önce, Francis Bacon, ‘Bilgi kuvvettir’ demişti. Bilginin tükenmez bir kuvvet kaynağı olduğu, insanoğlunun uzaya açılan teknik başarılarıyla günümüzde iyice ortaya çıkmıştır.
Bu sonuçlar Bilim’in bizim için önemli olan bir cephesini oluşturur. Bundan belki de daha önemli bir başka cephesi, bilimin güçlü bir düşünme metodu olmasıdır. Bilimsel düşünme metodunun yapı ve özelliği, kitabımızın II.kesiminde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Burada sadece 1-2 noktaya değinmekle yetineceğiz.
Bilimsel düşünme belli bir kafa disiplini gerektirir. Bu disiplini kazanmış bir kimse her şeyden önce gerçeğe dönüktür; olaylara saygılıdır. Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı olmasını bilir; olgulara dayanmayan uluorta genellemelerden kaçınır; akla ya da ortak-duyuya ne kadar yakın görünürse görünsün hiç bir konuda ön yargılara, dogmatik inançlara saplanmaz. Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlik ölçüsü de güvenilir gözlem verileridir. Gözlem verilerine ters düşen, ya da onları aşan, her türlü iddia, teori veya genelleme duygusal çekiciliği ne olursa olsun, şüphe konusu olmak zorundadır. Herhangi bir çıkarım ya da savın geçerliği, olgulara uygunluk gösterdiği kadardır.
Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü mistik ve doğaötesi görüşlerin karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları, doğaüstü kuvvetlerin varlığını tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider.
Son olarak bilimsel düşüncenin bir anlama, bir bulma ve doğrulama metodu olduğunu söylemeliyiz. İnsanlık uzun geçmişinde, aynı amaçlar için başka yolları da denemiştir. Mitoloji, din, metafizik gibi bilim dışı yollar, evreni anlama çabaları arasında sayılabilir. Fakat bu çabaların hiç biri başarılı olmamıştır; bilimsel metodun sağladığı güvenilir bilgiye, olguları açıklama gücüne erişememiştir.
İlerde daha genişçe ve ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu 3 nokta Bilim’in entellektüel değerini belirten temel özelliklerdir. Demek oluyor ki, Bilim’in değeri bir yandan teknolojideki uygulaması ile faydaya yönelmiş icatlarda, öte yandan nitelikleri belli bir kafa disiplini, rasyonel bir dünya görüşü ve evrenin insanoğlu için sır olan yanlarını ve işleyişini anlama, açıklama ya da betimleme metodu oluşturmasında kendini göstermiştir. Bu iki cepheli değer, yüzeyde uyuşmaz gibi görünse de aslında birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü, faydaya dönük teknolojik gelişmeler, temelde fayda gözetmeyen, salt insanoğlunun bilme ve anlama çabasına dayanan bilgi ve açıklamaları gerektirdiği gibi, bu tür bilgi ve açıklamaların kapsamını genişletme, geçerlik ve güvenirliği arttırma bakımından da teknik araçlara gereksinme vardır.
‘Bilim nedir?’ sorusu çok sorulan sorular arasındadır. Fakat üzerinde henüz hepimizin birleştiği bir yanıtı verilmemiştir. Bu güçlüğün nedenleri arasında şu ikisi gösterilebilir:
1.Bilim donmuş, statik bir konu değil, sürekli ve artan bir hızla gelişen, değişen bir etkinliktir.
2.Bilim inceleme konusu ve yöntemi yönünden kapsamı ve sınırları kesinlikle belli, bir etkinlik değil, çok yönlü, sınırları yer yer belirsiz karmaşık bir oluşumdur.
Dural ve basit oluşumları bile tanımlamada çok kez güçlük çekeriz. Bilim gibi sürekli değişme halinde olan, yapısı karmaşık bir süreci, kesin ve açık ve herkesin kabul edeceği bir tanımla belirlemek ise büsbütün güç bir iştir. Ancak bu güçlük ne bilginleri ne de Bilim üzerinde düşünen filozofları bazı tanımlar ileri sürmekten de alıkoymamıştır. İlgili literatüre bir göz atmak ortaya atılmış tanımların sayı ve çeşit bakımından çokluğunu görmeye yeter. Biz bunlardan sadece önemli gördüğümüz birkaçı üzerinde duracağız.
Çok yaygın bir tanımlamaya göre Bilim, örgün bir bilgiler bütünüdür. Bu tanım yetersizdir; ancak yetersizliğinin nedenini açıklamadan önce, tanımın dayandığı iki terimin (‘Bilgi’ ve ‘örgün’) anlamlarını belirtmeye ihtiyaç vardır.
‘Bilgi’ terimi günlük dilde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Biz burada sadece teknik anlamını belirtmekle yetineceğiz.
Dostları ilə paylaş: |