Atatürk araştirma merkezi gazi mustafa kemal atatürk miLLÎ bağimsizlik ve çAĞDAŞLAŞma önderi


C) Şeyh Sait Ayaklanması ve Takrir-i Sükûn Kanunu



Yüklə 2,01 Mb.
səhifə23/34
tarix30.05.2018
ölçüsü2,01 Mb.
#52174
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   34

C) Şeyh Sait Ayaklanması ve Takrir-i Sükûn Kanunu

1. Şeyh Sait Ayaklanması

Şeyh Sait ayaklanmasının derininde bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının etkisi olduğuna şüphe yoktur. Bölge halkı, ortaçağlardan beri devam eden kendine özgü, şeyh ve ağa hâkimiyeti altında fakir, yoksul ve eğitimden mahrun bir hayat sürmekteydi.

Millî Mücadele sırasında, “bölge halkı, Anadolu harekâtında memleket birliğini muhafaza etmek millî hükümeti kuvvetli bulundurmak için arzu ile yardımcı” olmuşlardı343.

Lozan barışından sonra, hilâfetin kaldırılması üzerine, özellikle dış kaynaklı dinî tahrikler, eski padişah Vahidettin taraftarları ve Musul meselesi dolayısıyla İngilizlerce sistemli bir şekilde yürütülmekteydi. Bu arada İngilizlerin Hakkâri ilinin bir kısmını ele geçirmek için başlattıkları ve fiilen destekledikleri Nasturi ayaklanması, Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (EĞİLMEZ) Paşa tarafından bastırılmış ve kaçan Nasturiler 1924 Eylül sonlarında Irak’a iltica etmişlerdi. Olay sırasında, İngiliz telkinleriyle bir kaç görevli de Irak’a kaçmış, kaçanlardan bir kaçı yakalanmış mahkemeye verilmişti. Bununla ilgili olarak bölgede etkili bir dinî lider olan Şeyh Said’in de ifadesi istinabe yoluyla alınmıştı. Şeyh bundan telaşlanmış ve çevrede kışkırtmalara girişmişti. Esasen İstanbul’dan gelen oğlu Ali Rıza, Seyit Abdülkadir’in Hakkâri’de ayaklanma başlatacağı konusunda bilgi getirmişti. Şeyh Saidin yanında bulunan iki kişi jandarmalarca aranmaktaydı. Bunlar tutuklanmak istenince, şeyhin adamları silâhla karşı koydular. Jandarmalar esir edildiler (13 Şubat 1925). Şeyh, Piran’da verdiği vaazda “Medreseler kapandı, Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı, din elden gidiyor” sloganıyla dinî kurtarmak hilâfeti ihya etmek amacıyla halkı yeşil sancak altına davete başladı. Ayaklanma süratle yayılma yoluna girmekteydi. Asiler ilk sıralarda zayıf askerî birlikleri yenilgiye uğratarak Genç, Çabakçur, Elazığ, Hani’yi ele geçirerek Diyarbakır önlerine gelmişlerdi.

Başbakan Fethi Bey (OKYAR) köylüyü ezen âşar vergisini yeni kaldırmıştı (17 Şubat 1925). Doğudaki ayaklanmanın, bölgede sıkı yönetim ilân etmek, yöresel askerî önlemler almak suretiyle halledileceği ve olağanüstü tedbirlere gerek kalmayacağı kanısındaydı. Bu itibarla Diyarbakır, Elazığ, Genç, Ergani, Malatya, Muş, Dersim, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri illeriyle, Erzurum’un Kiği ve Hınıs ilçelerinde bir ay süreyle sıkı yönetim ilân edilmesini teklif etti. Teklif muhalefet partisinin de tam desteği ile kabul edildi. Ayrıca dinîn siyasete alet edilemeyeceğine ve bu suçun vatana ihanet sayılacağına dair bir yasa teklifi muhalefetin de oyları ile tartışmasız kabul edilmişti.

Bu önlemlere rağmen, isyanın bölgede süratle yayılması, basındaki haberler, havayı değiştirmeye başlamıştı. CHF’nin “şahinler kanadı” isyanı yurt çapında Cumhuriyet’e ve inkılâplara yönelik içerden ve dışardan destekli bir karşı ihtilâl hareketi olarak değerlendiriyordu. Gazi de durumu dikkatle izlemekteydi. Sağlık nedenleriyle İstanbul’da bulunan İsmet Paşa’yı 20 Şubat’ta Ankara’ya çağırdı ve olayı beraberce takip etmeye başladılar. Olayların gelişmesi üzerine, CHP Grubunda Fethi Bey bazıları tarafından şiddetle eleştirildi ve sert tedbirler alması istendi. Bu arada TCF’de “Efkâr ve hissiyat-ı dinîyeye riayetkardır” ifadesi dolayısıyla tenkit edildi. Tartışmaların uzaması üzerine, “Partinin bir lideri vardır. Onu dinleyelim” teklifi yapılarak Gazi davet edildi. Gazi uzun konuşmasında “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. İnkılâbı başlayan tamamlayacaktır” sözleriyle enerjik bir tutum alınmasını istedi. Yapılan oylama sonucunda 60’a karşı 92 itimatsızlık oyu alan Fethi Bey, 2 Mart 1925’te istifâ etti 344.


2. İsmet Paşa Hükümeti ve Takrir-i Sükûn Yasasının Kabulü

Yeni Hükümeti kurmakla İsmet (İNÖNÜ) Paşa görevlendirildi. İsmet Paşa hükümet programını Meclis’e sunarak 154 olumlu, 23 olumsuz ve 2 çekimser oyla güvenoyu aldı (3 Mart 1925). Yeni hükümetin programı özetle şöyledir: “Herşeyden önce son hâdiseler süratle ve şiddetle ortadan kaldırılacak, memleket her türlü fesat hareketlerinden korunacak, huzur ve devlet otoritesinin sağlam bir şekilde yerleştirilmesi için bütün tedbirler alınacaktır”345.

Düşünülen tedbirler şunlardır:

1. Seferberlik ilân edilecek.

2. Takrir-i sükûn yasası ile hükümete olağanüstü yetkiler verilecek.

3. Bu yasayı çalıştırmak için biri isyan bölgesinde, diğeri Ankara’da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır.

Hükümet âcilen görüşülmesi isteği ile hazırladığı Takrir-i Sükûn yasasını Meclis’e sundu. Yasa şöyledir:

1. İrtica ve isyana ve memleketin sosyal düzenini huzur ve sükûnetini emniyet ve asayişini bozmaya sebep olacak bütün kuruluşlar, kışkırtmalar, girişimler ve yayınları hükümet, Cumhurbaşkanının onayı ile doğrudan doğruya veya idare olarak yasaklamaya yetkilidir. İşbu fiillere katılanları, hükümet istiklâl mahkemesine verebilir.

2. İşbu kanun yayını tarihinden itibaren iki sene müddetle geçerlidir.

3. Bu kanunun yürütülmesine Bakanlar Kurulu yetkilidir.

Kanun Meclis’te tartışılırken TCF mensupları yasayı keyfî uygulamalara yol açacağı endişesi ile eleştirdiler. Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdüler.

Yasa, 4 Mart 1925’te kabul edildi. Sıkı yönetim bölgesinde faaliyette bulunacak mahkemeye, yetkili üst komutanın onaması şartıyla idam yetkisi de verildi.

Gazi M. Kemal 7 Mart 1925’de, İstiklâl Mahkemelerinin kurulduğu gün millete, orduya ve memurlara hitap eden bir beyanname yayınladı346.

Gazi son olayları yaratanların, kanunen suçlu bazı nüfuzlu kimselerin din maskesi altında yarattığı girişimler olduğunu söylüyor, hükümetin aldığı hukukî ve askerî önlemlerle güvenlik ve asayişi sağlayacağını belirtiyor ve sivil ve asker devlet memurlarını, her şeyden önce yüksek vazifelerini tereddütsüz, azim ve şiddetle yerine getirmeye davet ediyordu.
3. Şeyh Sait Ayaklanmasının Bastırılması ve Sonuçları

Ankara’da bu tartışmalar yaşanırken asiler Diyarbakır kapılarına dayanmışlar, hatta şehrin içine de girmişler ve çıkarılmışlardı.

Bu arada seferber olan askerî kuvvetler isyan mıntıkasında toplanmaya başladılar. 26 Martta ordu birlikleri harekete geçtiler. Asileri her taraftan kuşatacak ve özellikle İran yönünü kapatacak bir strateji uygulandı. Bu safhada halk asilere katılmak yerine, onların yolunu kesmeye, güvenlik güçlerine yardıma başladı. Askerî birlikler Piran, Hani, Palu, Çabakçur, Darahani’yi ele geçirdiler. Asilerin bazıları Irak’a sığındı. İran’a sığınmak için Muş’a yönelen Şeyh Sait, halkında hükümet kuvvetleri ile birlik olmasıyla, 15 Nisan’da başlıca yardımcıları da dahil olmak üzere, yakalandı. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Şeyh Sait ve yardımcılarından 47 kişi idama mahkûm oldular. 29 Haziran 1925’te kararlar uygulandı. Seyit Abdülkadir grubu ise, daha önce yargılanmış ve karar 23 Mayıs’ta infaz edilmişti.

İsyan bastırıldıktan sonra, benzer olayları önlemek için doğudaki bir kısım şeyh ve ağalar batıya nakledilip ikamete mecbur edildiler.

Hükümet seferber edilen kıt’aları yerlerine iade etmek kararı aldı. Üçüncü Ordu Müfettişi Kâzım (İNANÇ) Paşa, askerî önlemlerin devamında ısrar edince, görevden alındı ve yerine İzzettin (ÇALIŞLAR) Paşa gönderildi. Savaştan çıkalı henüz iki yıl olmuştu. Silâh altına alınanları seferî durumda tutmanın psikolojik ve malî sakıncaları olduğu gibi, siyasî sakıncaları da vardı. Dış dünyaya karşı, ülkenin ancak büyük askerî önlemlerle ayakta durduğu gibi yanlış bir görüntü vermemek gerekiyordu347.

Şeyh Sait ayaklanmasının diğer bir sonucu da basına karşı alınan önlemler oldu. Şeyh yargılanması sırasında, ayaklanmanın sebepleri arasında, bazı gazetelerin kışkırtıcı yazılarından etkilendiğini ileri sürmüştü. Zaten hükümet daha 6 Mart 1925’te altı gazeteyi Takrir-i Sükûn yasasına dayanarak Bakanlar Kurulu kararıyla kapatmıştı. Daha sonraki günlerde sorumlu tutulan gazeteciler Elazığ’a gönderilerek İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Gazi’nin araya girmesiyle gazeteciler beraat ettiler. Fakat gazeteleri kapatıldı. Ankara İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Hüseyin Cahit (YALÇIN) ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı348.

Doğudaki isyanın sonuçlarından biri de TCF’nın kapatılması oldu. Daha önce belirtildiği gibi, TCF’nın en çok eleştirilen yanı, partinin “efkâr ve ikikad-ı dinîyeye riayetkârız” sloganıydı. Partinin kurucuları dinî istismarla bunun ilgisi olmadığını söylemekteydiler. Ancak ülkedeki inkılâp aleyhtarları için, bu son derece çekici bir durum yaratıyordu. Bu durumdan rahatsız olan CHP’nin üst kademeleri, Başbakan Fethi Bey aracılığı ile TCF yöneticilerine, irtica tehlikesi karşısında partinin kendi kendisini kapatmasını istemişler, fakat ret cevabı almışlardı (25 Şubat). Yakalanan asilerin yargılanmaları sırasında mahkeme TCF’nın dinî propaganda ve kışkırtmalarla ilgili görerek partinin kapatılmasına karar verdi (3 Haziran 1925).

Olaylar sırasında Gazi’nin Başbakanı olan İsmet Paşa TCF yöneticilerinin tutumunu şöyle değerlendirmektedir: “TCF’nın programında bulunan fırka, efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkârdır sözü büyük reformlar ve inkılâplar yoluna girmiş olan Atatürk idaresi ve Halk Partisi iktidarına karşı muhafazakâr bir zihniyetin ifadesi gibi görünüyordu. Halbuki memleket, o günlerde irtica tahriklerine karşı her zamandan fazla hassas bulunuyordu... Fikirler çok karışık bir haldeydi. Her vesile ile, herkes her şeye hücum ediyordu. Şeriat isteği yaygın bir şekildeydi. Şimdi hâdiseleri zamanın şartları içinde değerlendirince, şu gerçek ortaya çıkıyor. Asıl niyeti ve istidadı, geçmiş hizmeti ne kadar iyi ve şayan-ı hürmet olsa da böyle bir merhaleyi geçerken tutumu ve tesiri yapıcı olmazsa, bir felâkete sebep olmak muhakkaktır. O felâketi önlemek sorumlu adamın ilk vazifesidir. TCF erkânı reformcu kimselerdi, ama Osmanlı reformcusu idiler. Ben dahil hiç birimiz, reformculukta Atatürk metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükûnetle vaziyeti mütalâa ederek halin ve zamanın tedbirleridir diye düşünmüşümdür. Atatürk’le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması... Farkımız bundan geliyor. Halbuki zaman da farklıydı, Atatürk ile aralarındaki ölçüler de farklıydı. Beraber bulundukları bir işten çıkıp, dışında kalarak, onun cereyan tarzını takip etmeye istidatları zayıftı. Terakkiperver fırkayı teşkil ettiler. Kendilerini bu yola sevkeden ve sonra ihtilâfa vardıran endişeyi söyle izah ediyorlardı: Cumhuriyetin ilânını bize sormadan, danışmadan yaptınız, aceleye getirdinîz. Olmaz! Birçok reformlar yapacaksınız, rejimi hangi istikametlere götüreceksiniz, bilmiyoruz. Birçok reformlar yapacaksınız, ıslahat yapacaksınız, ama bunların hepsini bir günde, üç senede, beş senede yapmak şart mıdır?



Bu mütalâalar, bu endişeler, kimisinde acele etmemekten, ihtiyatlı olmaktan, kimisinde başka sebeplerden, hülasa özduygularından ileri geliyordu. Hani beraberdik diyorlardı. Evet, beraber olduğumuz zamanlar icraatı beraber yaptık. Şimdi beraber olmadığımız zaman geldi, ayrı yapıyoruz” 349.

İnönü’nün Terakkiperver Fırkanın din sömürüsü konusundaki değerlendirmesi de açık ve nettir. “Terakkiperver fırkanın kuruluşu zamanında, memlekette bize karşı belirli ve körüklenmiş olan dinî hissiyattan bilerek istifâde etmek maksadı vardır. Şimdi bu, bence, onların bu niyette oldukları manasını taşımaz. Değillerdir. Ama siyasete girmişlerdir, muhalefet yapacaklardır ve rakiplerine karşı din unsurunu kullanmayı faydalı görmüşlerdir. Vaktiyle beraberken, şimdi karşı karşıya gelince tabiatıyla her fikir kendisini yürütmek, tesirli olmak için, teşekkül etrafında faal olarak çalışacak bir topluluk taraftar kitle bulundurmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyacı sağlamak için vasıtaların kullanılması önemlidir. Siyaset mücadelesine girmiş olanlar, bu çeşit külfetsiz vasıtalar kullanmaya kalkarlarsa, mücadele elbette ölçüsüz olmaktadır, ölçüsüz olmuştur...



Siyaset ayrılığının vücuda getirdiği neticeler, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformları tatbikteki metot farkından, buna ayak uydurmak, hazmetmek istidadının zayıflığından olmuştur.”

Aslında olayları objektif olarak değerlendirmek için o günün şartları içinde değerlendirmek gerekir. Takrir-i sükûn kanununun yürürlüğe girmesinden itibaren geriye bakılınca manzara şöyledir: Altı yüz yıllık saltanatın kaldırılmasından beri geçen zaman, iki yıl dört aydır. Cumhuriyet’in ilânından bu yana ancak bir yıl dört ay geçmiştir. Hilâfetin ilgası, Şer’iyye ve Evkâf Vekâletlerinin kaldırılmasından, öğretimin birleştirilmesinden beri de ancak bir yıllık bir süre geçmişti. Ülkenin doğusunda sorunlu bir bölgede silâhlı ve genişleme istidadı gösteren bir ayaklanma başlamıştı. Bölgenin güneyinde, henüz çözümlenmemiş Musul meselesi dolayısıyla, gergin ilişkiler içinde bulunulan Irak’da, İngiliz yönetimi vardı. Keza güneyde Suriye’de Fransız yönetimi mevcuttu. Batıda Yunanistan ile savaş sonrası pürüzlü konular henüz tam çözümlenememişti. Onikiada Rodos ve Meis’e yerleşen İtalya, Mussolini yönetiminde, İngilizlerle işbirliği halinde, güney batı Anadolu ile ilgili hesaplar içindeydi. Lausanne’ı imzalayan devletler, Türkiye’deki rejimin geleceğinin ne olacağı beklentisi içindeydiler. İnönü bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Bütün bu şartlar içinde Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri gibi radikal tedbirlere müracaat etmeden cumhuriyeti yeni rejimi korumak mümkün müdür?350. Bu soruya o günün şartları içinde olumlu cevap vermek elbette mümkün değildir.



İsyan ve inkılâp hareketlerine karşı alınacak önlemlere yasal dayanak için çıkarılmış olan Takrir-i Sükûn Kanunu, inkılâp temposunun hızlandırılması içinde son derece yararlı oldu. Gazi M. Kemal, bu yasanın varlığından da yararlanarak, Türk toplumunu çağdaş medeniyetin bir ortağı yapmak ve bu suretle devletin bekasını, milletin güvenlik ve huzur ve refahını sağlamak maksadıyla gerekli gördüğü atılımları, büyük bir enerji ve azimle yürütmeye devam etti.
IV. Radikal İnkılâplar Dönemi

A. Tekke, Türbe ve Zaviyelerin Kapatılması

Doğudaki ayaklanma hareketi, inkılâplara karşı direnmenin, teokratik odaklardan beslendiğini açıkça ortaya koymuştu. Gerçi hilâfet kaldırılmış, medreseler kapatılmıştı, fakat tekke ve zaviyeler açıktı. Tarikat mensupları buralarda yuvalanmıştı. Üstelik tarikat mensupları ulemaya göre halka daha yakın ve daha etkiliydiler. Zira ulemanın mesafeli tavrına karşılık, basit halk tabakası ihtiyaç duyduğu yardım, şefkat ve rehberliği tarikatlarda ve onların derviş liderlerinde buluyordu. Ulema zengin ve irsî bir kast haline gelirken, dervişler halk içinde onlarla bütünleşerek büyük nüfuz ve itibar kazanmışlardı. Gerek padişahlar ve gerekse Genç Türkler bunlardan yararlanmaya çalışmışlardı. Dolayısıyla bunlar halk arasında siyasî ağırlık da kazanmışlardı.

1924’de devleti laikleştirme faaliyete yürütülürken ulema hedef alınmıştı. Ancak kısa bir zaman içinde laikliğe karşı en tehlikeli direncin ulemadan çok, dervişlerden geleceği ortaya çıktı. Dervişler ulemanın aksine bağımsız davranmaya ve muhalefete alışkındılar. Üstelik bir kısım ulema gibi, istilâcıyla işbirliği yapmanın lekesini de taşımıyorlardı351. Dolayısıyla tarikatların faaliyeti dinî bakımdan laiklik politikası yürüten Cumhuriyet Hükümeti için potansiyel bir tehdit oluşturmaktaydı. Esasen Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılayan İstiklâl Mahkemesi, bölgedeki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar vermişti. Karar enerjik bir şekilde uygulanır.

Yurt çapında uygulamanın işaretini, Gazi M. Kemal Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’de şu sözlerle ifade etti: “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vuzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir352.

Tekkelerin kendiliklerinden kapanmayacakları anlaşılınca, bir yasa tasarısı hazırlandı. “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıkla Birtakım Ünvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” üç maddeden oluşuyordu. Buna göre, Türkiye Cumhuriyetinde bulunan tarikatlar yasaklanıyor, Şeyhlik,Dervişlik, Müritlik, Dedelik, Seyitlik, Çelebilik, Babalık, Naiblik, Emirlik ünvanları yasaklanıyor, büyücülük, üfürükçülük, falcılık, muskalık vs. gibi sıfatların kullanılması, bunlara ilişkin kıyafetlerin giyilmesi yasaklanıyordu353. Ayrıca sultanlara ve tarikatlara ait bütün türbeler kapatılıyordu.
B. Kılık Kıyafette Değişiklik

Gazi M. Kemal çağdaşlaşma hareketini yürütürken dış görünüm itibarıyla zamana ayak uydurmayı gerekli görmekteydi. Bu ihtiyacı daha 1910’da ilk Avrupa’ya çıkışında, Picardie manevralarına giderken hissetmişti. Başa giyilen fesin alay konusu olmasından rahatsızlanmıştı.

1925’in Türkiyesi’nde bir kıyafet bütünlüğü yoktu. Esasen İmparatorluk döneminde cemaatlerin giyimlerinin farklı olması gerekmekteydi. Müslümanların giydikleri başlık ve kıyafetler değişikti. İlk defa askerî alanda kendinî gösteren kıyafet meselesi tartışma konusu olmuş, III. Selim’in askerlere “frenk elbisesi” giydirmek girişimi, tahttan indirilmesine yol açmıştı. II. Mahmut yeni kurduğu askerî birliğe fes giydirmek istediğinde, ulema engellemek istemişti. II. Abdulhamit 1903’te bir kısım askere fes yerine kalpak giydirmek istediğinde, ulema “fes”i savunup kalpağa karşı çıkmışlardı. Kalpak İkinci Meşrutiyet döneminde ittihatçılarca benimsenmiş ve ordu mensuplarına giydirilmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa sıcak memleketlere giden askerler için kabalak adlı ve güneş-siperli bir başlık yaptırmıştı. Buna Enveriye adı verilmişti. Kuvayi Millîyeciler ise kalpaklıydılar. Halk ise fesin yanı sıra çeşitli sarıklar da kullanmaktaydı354.

Netice olarak fes, 1828’den beri Müslümanı, müslüman olmayandan ayıran sembol haline gelmiş, günlük hayatın bir parçası olmuştu.

Gazi Türkiye’yi geri kalmışlıktan kurtarmak ve her bakımdan çağdaş medeniyetin ortağı yapmak kararındaydı. Kültürü, teknolojisi ve yaşam şekliyle modern bir toplum yaratmak istemekteydi. Başa giyileni değiştirmekle, başın içindekileri değiştirmeye doğru önemli bir adım atılmış olacaktı.

İlk adım olmak üzere askere güneş siperli başlık giydirildi. Sonra dairelerde memurların başı açık çalışabilecekleri duyuruldu.

Gazi M. Kemal şapka ile ilgili uygulamayı, kendisini o zamana kadar hiç görmemiş olan ve oldukça muhafazakâr tanınan Kastamonu gezisinde başlattı. Kastamonu ve havalisi onu coşku ile karşılar. Gazi bu gezisinde elinde şapka olduğu halde dolaşır ve halkı kıyafet konusunda aydınlatır. 28 Ağustos’da İnebolu’da yaptığı konuşmada: “Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, zihniyetiyle medenî olduğunu ispat ve izhar (göstermek) etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medenî olduğunu göstermek mecburiyetindedir.” dedikten sonra medenî kıyafetin ayakta iskarpin, bacakta pantalon, vücutta gömlek, yelek, ceket, boyunda kıravat, başta şapka olduğunu vurgular ve “medeniyetin coşkun seli karşısında direnmenin beyhude olduğunu” haykırır. Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada yapılan ve yapılacak inkılâpların amacını “...Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve çabasıyla medeni bir ictimai heyet haline ulaştırmaktır”sözleriyle açıkladıktan sonra medeni kıyafetini lüzumu üzerinde ısrarla durur355.

Gazi Ankara’ya döndüğünde, kendisini karşılayanlar artık şapkalıydılar. Halkın bir kısmı da şapka giymeye başlamıştı. Cumhurbaşkanı halkın tutumunu izlemek için bir ay devam eden bir yurt gezisine çıktı. Halkın olumlu tutumunu gören Gazi konunun yasalaşmasını sağladı. 28 Kasım 1925’te kabul edilen şapka giyilmesi hakkında kanuna göre, bütün görevlilere şapka giymek mecburiyeti getiriliyor, halkın da buna aykırı alışkanlığı sürdürmesi hükümetçe yasaklanıyordu.

Şapkaya meclis içinden ilk itiraz bağımsız Bursa milletvekili Nurettin Paşa’dan gelmişti. Paşa’nın itirazı, bir kısım milletvekili tarafından sert bir dille eleştirilmişti:

Şapka giyilmesiyle ilgili uygulama beklenmedik ölçüde sert tepkiler yarattı. Sivas’ta, Erzurum’da, Rize’de, Maraş, Giresun ve Kayseri’de ayaklanma girişimleri yapıldı. Bazı çevreler, kıyafette gayri müslimleri taklit, inanç ve davranışlarda da aynı yolu tutmaya yol açar propagandası yapmaktaydılar.

Bu propagandanın yarattığı karışıklık, kaynaşma ve hatta ayaklanma girişimlerini, İstiklâl Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn Kanununu enerjik bir şekilde uygulayarak önlediler356.

Kılık kıyafette bütünlük sağlanmasıyla bir anlamda millî birlik pekişiyor ve dünyaya ayak uyduruluyordu.
C. Takvim ve Ölçülerde Çağdaşlaşma

Dış görünüşü Batıya uyduran Gazi, takvim, saat ve ağırlık ve uzunluk ölçülerinde de dünya ile uyum sağlanması için harekete geçti.

Eski Türklerde on iki hayvanlı takvim kullanılırdı. Müslüman olduktan sonra, ay yılına göre düzenlenmiş, 354 günden oluşan Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünü başlangıç yılı kabul eden hicrî takvimi kullanmaya başladılar. Ancak güneş yılı 365 günden oluştuğundan 33 yılda bir “artık yıl” oluşmaktaydı. Bunu önlemek için güneş yılını esas alan Jülien takvimi, Rumî veya Malî Takvim, özellikle maliye ile ilgili konularda kullanılmaya başlanmıştı. Halbuki Batı’da 1582’den beri güneş yılını 365 gün 5 saat 48 dakika olarak kabul eden Gregorien Takvim kullanılıyordu. Avrupa ile olan ilişkiler dolayısıyla Osmanlılar bu takvimi de kullanmaya başlayınca, takvimler üçlenmiş oldu. 1917’de Rumi Takvim ile Miladî Takvim arasında 13 günlük bir fark oluşmuştu. Dolayısıyla 1332 yılı Şubatının 16. günü 1333 Martının ve Miladî 1917 yılı Martının birinci günü sayılmış, aradaki fark ortadan kaldırılmıştı.

Bu kargaşayı önlemek milletlerarası ilişkilerde uyum sağlamak için, 26 Aralık 1925’te Miladî Takvim (Gregorien Takvim) kabul edilerek Rumî 1341 yılının son gününü takip eden gün 1926 yılı Ocak ayının birinci günü olarak kabul edildi.

Aynı gün, saatlerde de “vasati güneş saati” resmi saat olarak kabul edildi. Halbuki Osmanlı Devletinde “ezani saat” alaturka saat kullanılıyordu. Buna göre gün 12 saatlik 2 dilime ayrılıyor, güneşin batışı 12 kabul edilmekteydi. Batıda ise günü 24 saate ayıran öğlen vaktini 12 olarak kabul eden alafranga saat güneş saati yürürlükteydi357.

Dış dünya ile ilişkiler çoğaldıkça bu durum sıkıntılara yol açmaktaydı.



Toplum hayatı çağdaş dünyaya göre düzenlenirken takvim ve saat ve ölçülerini ayarlamada yarar görülmüştü.

1931 yılında eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi. O zamana kadar kullanılan okka, çeki, endaze, arşın gibi ölçüler, bölgelere göre değiştiği gibi, milletlerarası ticari ilişkilerde de sıkıntı yaratmaktaydı. Eski ölçüler yerine onlu sisteme dayanan metre ve kilo gibi birimler kabul edildi.



Böylece hem yurt içi ve hem de dış dünya ile olan ilişkiler de kolaylık ve uyum sağlandı.

D. Toplum Hayatında Büyük Değişiklik: Çağdaş Hukukun

Benimsenmesi ve Sonuçları

1. Eski Hukuk Düzeni

Türkler Müslüman olmalarından itibaren bin yıldan beri islâm hukuku çerçevesinde ilişkilerini yürütmekteydiler. İslâm hukukunun temel ilkeleri Kur’an’a, sünnete, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya dayanmaktadır. Dolayısıyla İslâmda devletin koyacağı kurallar bu ilkelere aykırı olamazdı. Özetle hukukun kaynağı şeriattır. Ancak İslâmda zaman içinde mezhepler oluşmuştu. Bunlar arasında dinî inanış açısından bir ayrılık olmamakla beraber, günlük olaylara uygulanacak kurallar açısından farklılıklar vardı.

Osmanlı İmparatorluğu halkı çeşitli din, mezhep ve ırka mensup insanlardan oluşmuştu. Halkın önemli bir kısmı Müslüman değildi.

Müslüman olmayan halkın kendi dinî kuralları uygulanmaktaydı. Hıristiyanlar, mezheplerine göre kendi kiliselerinde, Musevilerde havralarında doğum, ölüm, evlenme, boşanma ve miras işlerini çözümlemekteydiler. Gayrı müslim tebaa arasında da hukuk birliği yoktu.

Müslüman nüfusun büyük kısmı Sünnî mezhepleri benimsemişlerdi. Günlük hayatın uygulamalarında bunlar arasında da farklar olduğu gibi, ayrıca önemli bir Şiî topluluğu da mevcuttu. Bunlarda Şiî fıkhına göre ilişkilerini yürütmekteydiler.

Şeriatın cevap vermediği konularda, hükümdar kanun koymak suretiyle bu boşluğu doldurmaktaydı. Bunlara örfi kanunlar denilmekteydi. Bunların da şeriata uygun olmaları gerekmekteydi.

Özetle Osmanlı Devleti’nin hem Müslüman ve hem de Müslüman olmayan vatandaşları arasında bir hukuk birliği yoktu.

İslâm’da X. yüzyıldan sonra içtihat kapısı kapandığından, İslâm Hukuku dondurulmuş duruma geldiğinden zamanın ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmişti. Dolayısıyla Tanzimat döneminde Batı kaynaklı yasalarla bu boşluk kapatılmaya çalışıldı. 1850’de Fransız Ticaret Kanunu tercüme edilerek yürürlüğe konuldu. 1858’de Fransız Ceza Kanununun tercümesiyle oluşan Ceza Kanunu, 1861’de aynı yolla düzenlenen Ticaret Usul Kanunu, 1863’de Deniz Ticaret Kanunu, 1879’da da Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Kanunları uygulanmaya başlandı.

Bu durumda Batı’dan alınan yasalara göre çalışan Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Haliyle şeriat mahkemeleri de faaliyetlerine devam etmekteydiler.

Bu gelişmeler ışığında özel hukuk alanında düzenlemeler gündeme geldi. İki görüş ileri sürüldü. Âli Paşa Fransız Medeni Kanununun örnek alınmasını istemekteydi. Cevdet Paşa’ya göre de Osmanlı Devleti’nin İslâmî bir devlet olması sebebiyle, onun medenî hukukunun İslâm hukukuna dayanması gerekmekteydi. Neticede onun hazırladığı medenî kanun hükmündeki Mecelle kabul edilerek yürürlüğe konuldu (1876).

Sonuç olarak devlette iki türlü hukuk ve iki türlü mahkeme faaliyet halindeydi.

Ayrıca yabancılar kapitülâsyonlar gereği, özel mahkemelerde yargılanmakta idiler.

Gayri müslim tebaa da kendi dinî kurallarına göre işlem görmekteydi.


Yüklə 2,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin