Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə24/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40

Aydınlanma Çağı

Bütün bu gelişmeler Batı'da yeni bir dönem başlattı: Aydınlanma. Bu döneme çağ adı bile verilmektedir.


"Çağ" kendine özgü bazı önemli nitelikler taşıyan bir zaman parçasıdır. İnsan yaşamında "çocukluk çağı, gençlik çağı" gibi dönemler vardır. Yine jeoloji biliminde yerkabuğunun geçirdiği değişiklikler de çeşitli çağlara ayrılır. Tarihte de ayırt edici bir özellik taşıması bakımından zamanı bazı niteliklere göre parçalara bölme girişimi yapılmıştır: İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ. . gibi. Ama tarih çağları bütün İnsanlığı kapsayacak bir bütünlük göstermez. Bu ayrımı bir Alman tarihçisi, Avrupa tarihinin verilerine göre yapmıştır. Örneğin Avrupa Ortaçağ'ı bitirmiştir ama bugün bile bazı toplumlar bu çağın özelliklerine göre yaşıyorlar. Yine antik düşüncenin egemen olduğu İlkçağ'ın bazı zaman parçalarında, kronolojik olarak ileride bulunan Ortaçağ Avrupasından çok daha gelişkin bir kültür düzeyi bulunduğu tartışılmaz. Yine, belli yıllarla, hatta olaylarla çağ açılıp kapandığı ise tam bir varsayımdır. Bir çağdan diğerine geçiş uzun bir süreç alır, yavaş yavaş cereyan eder. Avrupa Ortaçağ'dan Yeniçağ'a basım tekniğinin bulunması veya Amerika'nın keşfi yahut İstanbul'un fethi gibi bir olayla geçmiş değildir. Ortaçağ'dan Yeniçağ'a geçiş uzun ve sancılı bir süreç sonucu kültür ögelerinin yavaş yavaş değişmesiyle gerçekleşmiştir.
Aydınlanma Çağı da böyle bir gelişme ile ulaşılan ve 18. Yüzyılda yalnız Avrupa'da başlayan bir zaman parçasıdır. Akılcılık, bu çağa damgasını basmış ve giderek batı insanının her işinde bir ölçü olmaya başlamıştır. Gelip geçmiş en büyük düşünürlerden biri olduğu tartışma konusu bile edilemeyen ünlü filozof Immanuel Kant [1724-1804] Aydınlanma Çağı'nın belirleyici niteliği olarak şu özelliği gösteriyor: "Aydınlanma insanın kendi yüzünden içine girdiği erginleşememe durumundan kurtulup aklını kullanmaya başlamasıdır". Bu ünlü düşünüre göre insan bu duruma akıl nedeniyle değil, tersine onu kullanamaması yüzünden düşmüştür; çünkü o döneme değin hep başkalarının gösterdiği yolda gitmiş, kendi aklını kullanmayı bilememiştir.
Kant insanın ancak aklını kullanarak gerçeklere ulaşabileceğini ve aydınlanma kavramı ile bu olgunluğa erişilmesini kastediyor. İşte bugünkü çağdaş uygarlığa gidiş "Aydınlanma" ile gerçek yönünü almıştır. Aydınlanma Çağı'nın bir başka özelliği, Yine akılcılıktan çıkar. Akıl kollektif değildir. Her insanın kendisine özgüdür ve onu kullanmak da Yine her insanın kendi yeteneğine kalmıştır. Öyle ise her işin gerçek ölçüsü insandır. Ancak insana değer verilirse gerçek aydınlanmaya erişilebilir. Bu noktada devlet ve hukuk ögesinde zorunlu bir değişiklik ihtiyacı kendisini gösteriyor: Bütün insanların aklı aynıdır. Bu nedenle bütün insanların da birbirine eşit sayılmaları gerektir. Bu eşitlik kabul edildiği takdirde, her insanın aynı haklarla donatılmış olması çok doğal görülmelidir. Başka bir deyişle, hiçbir insan bir diğerinden haklar bakımından farklı olamaz. Bunun zorunlu sonucu şudur: O zamana kadar toplumları yönetme gücünün kutsal temel ere dayandığını ileri sürenler son derece haksızdırlar. İnsanlar içinde hiç bir kişiye veya gruba, ne Tanrı ne de bir başka güç tarafından bir takım ayrıcalıklar tanınmıştır. Krallar, soylular, din adamları gibi toplum içinde ayrı bir yere sahip olan ve "üstün" sayılan kişilerin böyle bir hakları yoktur. Bu tür bir ayrımı kabullenme zaten akla ve dolayısı ile bilime aykırıdır. Krallara kutsal güçler tarafından yönetme hakkı verildiği, soyluların doğuşları nedeniyle başkalarından farklı olduklarını bilim ve akıl açıklayamaz. Böyle bir tutum sadece varsayımdır; ama akla aykırı bir varsayım. Öyle ise, "devlet" denilen güce, birbirine eşit insanlar can verir. Devlet insanların kurup işlettikleri bir toplumsal kurumdur; tıpkı bir dernek veya vakıf gibi. Bir farkla ki bu kurumun içine o toplumdaki bütün insanlar girer. Devlet toplumdaki insanların iradelerinin tek tek biraraya gelmesinden oluşur. Öyle ise yönetmeye veya bir süre için kendilerini yönetme işini yüklenecekleri seçmeye de Yine bireyler karar verir.
Hemen anlamışsınızdır ki, böyle bir sistem "demokrasiden" başka bir şey değildir. Demek ki aydınlanma çağının en belirgin özelliği eşitliğe ve aynı haklara sahip insanların demokrasi içinde yaşamasını sağlama isteği oluyor. Zira akıl ve bilim bunu gerektirmektedir.

Aydınlanmanın Genel Karakteri

Aydınlanma Çağı'na geçişte Hıristiyanlığın hiçbir etkisi olmamıştır. Hatta Kilise bu akıma uzun süre direnmiştir. Dinin sadece vicdanlara seslenen ve kişinin kendi inançlarına bırakılmasını savunan Aydınlanma Çağı düşünürleri böylece dinsizlik değil ama laiklik ilkesini de getirmişlerdir. Bu noktadan hareketle şu Genel değerlendirmede bulunabiliriz: Bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi Aydınlanma Çağı'na Hıristiyanlığın etkisi yoktur. Öyle ise çağdaş uygarlığın temelleri de bu dine dayanmaz.


Çağdaş düşünceye damgasını vurmuş bu büyük düşünürlerin hiçbiri Hıristiyan değildi. Hıristiyanlık Roma'nın sonlarına doğru Batı'ya yerleşti. Ortaçağ'ın karanlıklar içinde geçmesinin en büyük nedeni Kilise değil midir? Batı Kilise'ye rağmen çağdaşlaşmıştır. Bu bakımdan Hıristiyanlık belki bir inanç olarak, kafaları ve duyguları etkilemiştir. Ama Aydınlanma başlayınca bu etkinin önemli ölçüde silinip gittiği inkar edilemez. Bu bakımdan Aydınlanma düşüncesinin temelini antik filozoflarla birlikte onları Batı'ya tanıtan Müslüman bilginleri atmışlardır. Batı Uygarlığını özü açısından "Hıristiyanlıktır" diye nitelemek, büyük tarihsel gerçekleri inkar etmek olur. Ama elbette yüzlerce yıllık alışkanlıklar Batı ile Hıristiyanlığı bir ölçüde ve sadece dış görünüşü açısından özdeşleştirmiştir. Kültürün üçüncü ögesi içinde bulunduğu için bu gerçeği de göz ardı etmemek, ama Aydınlanma dönemini sadece aklın zaferi olarak nitelemek en doğru yoldur.

İNSAN HAKLARINA VE ÖZGÜRLÜKLERE YÖNELME



İnsan Hakları ve Özgürlükler

Demokrasiyi kurulup işlemesi gerekli bir siyasal sistem olarak kabul ederseniz, bunun içinde yaşayan herkese aynı hakları vereceksiniz. Bu hakların niteliğini bir sonraki ünitemizde göreceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Ünitemizin başında da belirtildiği gibi, bu haklardan vazgeçilemez İnsana doğuştan geldiği kabul edilen bu haklara "insan hakları" denir. Hakların kullanılması ise "özgürlük" içinde mümkün olur. Başka bir deyişle, özgürlük, hakları kullanma serbestliğidir. İşte gerçek demokrasilerde hakları kullanma özgürlükleri güvence altına alındığı gibi, bu hakların korunması da devletin en başta gelen görevidir. Aydınlanma Çağı'nda bu hakların niteliği üzerinde araştırmalar yapan düşünürler çeşitli görüşler ileri sürmekle birlikte hepsi, özgürlük olmadan hakların kullanılamayacağı noktasında birleşmişlerdir. Öyle ise devletin en önemli görevi yurttaşlarına özgürlüğü sağlamaktır. Özgürlükler ancak çok zorunlu durumlarda sınırlandırılabilir. Yurttaş hem girişim serbestliğine sahip, hem de siyasal, düşünsel, dinsel açılardan tam anlamıyla özgür olmalıdır; ama bu özgürlük kullanılırken diğerlerinin özgürlüklerini de kısıtlamamaya özen gösterilmelidir.


Liberalizm Akımı

Böylece insanların eşitliğine ve doğal haklara dayanan yeni bir siyaset ve devlet anlayışı gelişmeye başladı. Bu anlayış ilk uygulama biçimini İngiltere'de verdi. Adam Smith [1723-1790] adındaki bir ünlü İngiliz o güne kadar kuralları bilinmeyen yeni bir bilim kurdu. Bu bilimin adına "ekonomi" denilir. Böylece ekonomik yaşama ilişkin temel ilkeler ve yasalar bu bilim adamınca ortaya atıldı. Ayrıca bu kişi, dönemin özgürlük düşüncesinden de esinlenerek ekonomik etkinliklerin kişilere bırakılmasını savundu. Böylece "ekonomik liberalizm" denilen yepyeni bir görüş İngiltere'de tam bir uygulama alanı buldu. Sanayi devrimiyle paralel olarak ortaya çıkan bu görüş, kısa zamanda önemli bütün Avrupa devletlerinde uygulama alanı buldu. Liberalizmin bir başka boyutu daha vardır. Bu akımın en önemli yanı da budur:

Siyasal alanda tam özgürlük anlamına gelen "siyasal liberalizm". Bu tür liberalizmde demokratik bütün haklar yurttaşlara tanınır. Düşünceleri ifade etme ve onları yayma özgürlüğü mutlaktır. Kamu düzenini bozmamak kaydıyla her türlü siyasal, toplumsal, kültürel etkinliklerde bulunulabilir. Liberalizm bu yönüyle demokrasinin en önemli ögesini oluşturur. Ekonomik liberalizmde belki aşırı girişimcilik toplumsal bazı önemli akımlara yol açabilir. Düşüncenin özgürlüğü ekonomik liberalizmin kısıtlı olduğu ülkelerde de tam anlamıyla tanınmalıdır, elbette o ülkede gerçek anlamda demokrasi varsa. Şu noktayı gözden uzak tutmamak gerektir. Ekonomik liberalizm sanayi toplumlarına kendiliğinden yerleşti. Buna karşılık siyasal liberalizmin yerleşmesi kolay olmadı. Bunun önemli nedenleri vardır ve kısaca incelenmesini gerektirmektedir.

Siyasal Liberalizmin Zaferi

Aydınlanmanın batı insanına getirdiği yenilikler uzun bir süre düşünce ve ülkü alanında kaldı. Ama Yeniçağ'ın bazı önemli toplumsal özelikleri nedeniyle bu düşünceler giderek geniş çevrelerde benimsenmeye başlandı. Aydınlanmanın siyasal düzeyde de düşünceleri etkilemesinin bir başka nedeni , Yeniçağ'da kurulan devletlerin çok sıkı ve mutlak monarşiler olmalarıydı. Bu mutlak monarşiler, Ortaçağ'ın gevşek feodal düzenine karşı bir tepki idi. Ama bu yeni düzende, "devlet" kavramı gelişmekle birlikte, Ortaçağ'dan gelen toplumsal eşitsizlikler aynen sürdü gitti. Aydınlanmada, devlet yönetiminin halk elinde olması, bütün insanların eşitliği ve doğal haklarının bulunduğu düşünceleri işlenirken uygulama hiç de böyle gözükmüyordu. Gerçi, Yine Aydınlanmanın etkisi ile Prusya Kralı II. Friedrich [hükümdarlığı: 1740-1786] gibi bazı hükümdarlar "devletin hizmetinde" bulunduklarını, adaletli bir yönetimin çok önemli olduğunu belirtiyor ve Aydınlanmanın gelişmesine katkıda bulunuyorlarsa da, toplumun Genel yapısı eşitsizliğin giderilmediğini gösteriyordu. Halk egemenliğine önemli bir adım atarak demokrasiyi bir ölçüde gerçekleştirmeye çalışan İngiltere'de bile aynı durum söz konusuydu.


Aydınlanmanın getirdiği düşünceler çok doğru ve sağlamdı. Toplumlar içindeki bir dengesizlik bu düşünceleri uygulamaya sokabilirdi. Nitekim öyle oldu: İlkönce kuzey Amerika halkı İngiliz baskısına karşı ayaklandı ve bağımsızlığını ilan ederek tarihin ilk modern cumhuriyetini kurdu. Bazı önemli eksikliklere rağmen, bu cumhuriyet Aydınlanma düşüncesinin getirdiği ilkeleri ilk kez bir "anayasa" içinde uygulamaya sokuyordu. Ardından, hepimizin bildiği büyük Fransız İhtilali patlak verdi. Bu ihtilal yaşlı Avrupa için bir çeşit gençlik aşısıydı. Toplum yapısı pek çok ülkede yenilendi: Yasalar karşısında bütün yurttaşların eşitliği, egemenliğin ulusa ait olduğu, her insanın doğal haklara sahip bulunduğu ilkeleri giderek yerleşmeye başladı. Demek ki siyasal liberalizm ilk kez kuzey Amerika ile batı ve orta Avrupa'da zafer kazanmıştı. Çok önemli bir kültür değişikliği yaşanıyordu. Bu değişiklik ileride pek çok başka toplumu da etkileyecektir.

Yeni Gelişmeler

Böylece 19. yüzyıla gelmiş bulunuyoruz. Bu yüzyıl Aydınlanma Çağı'nın sonuçlarını iyice verdiği bir dönemdir. Fransız İhtilalinin etkisi kendini göstermeye başlamıştır. Bu arada Batı'da yeni bazı değişiklikler göze çarpıyor. Bunlardan biri Fransız İhtilali ile beliren "ulusçuluk [milliyetçilik]" akımıdır. Diğeri sanayi devrimi nedeniyle kendini gösteren bir sosyal sınıfın o zamana kadar bilinmeyen bazı sorunlar getirmesi üzerine çıkan "sosyalizm"dir. Sonuncusu ise, Aydınlanma düşüncesine tamamen ters bir gelişimdir: İnsanın her türlü yeniliğe rağmen bencillikten bir türlü kurtulamadığını gösteren büyük bir simge: Emperyalizm. Bu yeni gelişmelere kısaca göz atalım:



Bireylerin toplum içinde yaşamalarının bir zorunluluk olduğunu biliyorsunuz. İnsan ancak kendisini yabancı hissetmeyeceği bir ortamda rahat yaşar. Bu ortam da onun sahip olduğu değerleri taşıyan insanlar tarafından kurulmuştur. Böylece dil ve soy birliği gibi ögeler toplum yaşamını sağlamlaştırırlar. 16. yüzyıldan itibaren merkezci mutlak devletlerin kurulması ve bunların otoritesine birbirinden farklı insan topluluklarının bağlı olması Aydınlanma düşüncesine uygun değildi. Madem ki bütün insanlar doğuştan özgürdür ve diledikleri yönetim içinde yaşamakta serbesttirler, öyle ise o insanların kendi tercihlerine göre siyasal bir otorite kurmaları gereklidir. Aynı kültür ögeleri içinde yetişen insanların oluşturduğu birliğe ulus denilir. İşte Aydınlanma bireyleri bilinçlendirirken, onların ait oldukları kültür çevrelerine bağlılıklarını da güçlendirdi. Böylece ulus olma bilinci de doğdu. Fransız İhtilali bu bilinci iyice geliştirdi. Öyle ki, pek çok ulus kendilerinden olmayan başka toplulukların otoritesi altında yaşamayacaklarını anladılar. Ulusçuluk akımı böyle doğdu. Bu akım kültür birliği içinde yaşayan toplulukların kendi siyasal kaderlerini kendilerin saptaması ilkesini getirdi. Bu nedenle 19. yüzyılda başka devletlerin içinde yaşayan ulusal toplulukların sık sık ayaklanarak bağımsızlık istediklerini görüyoruz. Gerçi başlangıçta bu tür davranışlar hükümdarların meşru otoritelerine karşı bir kalkışma olarak görülmüşse de, ulusçuluk akımı, aydınlanmanın getirdiği bireycilik ilkesi nedeniyle güçlenmiş ve günümüzün modern devlet modelini oluşturan "ulus devlet" kavramı ortaya çıkmıştır. Bu akımın etkileri günümüze kadar gelmiştir. Ancak şimdi ulusları kendi istekleriyle siyasal bakımdan birleşmeleri yolu da açılmıştır. Avrupa Birliği bu yolun en önemli kilometre taşıdır. Ama bilinmesi gerekli olan, bu tür birleşmelere "ulus devletlerin" kendi özgür iradeleriyle karar vermeleridir.
Ulusçuluk ilkesinin bencil bir davranışla "sadece kendi ulusunun en fazla hakka sahip olduğu" biçiminde yorumlanıp uygulanması ise Aydınlanma düşüncesine terstir. Bütün insanlar eşit olduğuna göre, ulusların da eşit sayılması gerektir. Ama aşırı ulusçuluk, 20. Yüzyılda Aydınlanmanın ilkeleriyle hiç bağdaşmayan "ırkçılık" gibi ters ve felaket getiren bir akımı da doğurmuştur. Bu konular üzerinde ileride "ulusçuluk" ünitesinde daha fazla durulacaktır. İkinci akım sosyalizm ise, ülküsel bir hedef olarak İlkçağdan beri bazı düşünürlerin zihninde yaşamıştır. Bu ülküsel hedef, üretilen malların adaletli bir biçimde dağıtılmasını sağlamaktır. Bu hedefe erişmek için de insanı bencilliğe ve kişisel çıkar sağlamaya yönelttiği ileri sürülen özel mülkiyetin kaldırılarak üretimin bütün topluma maledilmesi gereği ileri sürülür. Eflatun [M. Ö. 427-347] gibi büyük filozoflar, Çin'de bazı düşünürler bu tür ülküsel hedeflere ulaşmak için çeşitli yollar önermişlerdi. Aydınlanma Çağı başında Thomas More [1478-1575] ve Campanella [1568-1639] adındaki iki yazar "hayal devletlerini" sosyalist bir düzen içinde kurmuşlardır. Çok ün kazanan bu iki ütopik yazarın düşünceleri de 19. Yüzyıldaki "bilimsel sosyalizm"in doğuşunda etkili olmuştur.
Sosyalizm esas olarak 19. Yüzyılda, Fransız İhtilali sonucunda gelişen bireyciliğe bir tepki olarak doğdu. Sanayi Devimi bu tepkinin doğuşunda en önemli etkendi. Liberal ekonomik görüşe göre, herkes girişim ve kazanç özgürlüğüne sahipti. Bütün bireyler yasalar karşısında eşit olduğu için girişim sahipleri ile diğer kişiler diledikleri koşullarda çalışma anlaşmaları yapabilirlerdi. Her iki yanın da iradesi özgürdü. İşte bu noktada gerçeklerin tam olarak belirmediği anlaşılıyor. Sanayi devrimi ile o zamana kadar hiç görülmemiş derecede yoğun ve kalabalık bir işçi sınıfı ortaya çıktı. Elinde sermayesi bulunan girişimci fabrikalar kurarak üretimi mümkün olduğu kadar ucuza maletmek istiyordu. Zira serbest ekonominin rekabet ortamı bunu gerektiriyordu. Ucuz hammadde sağlamak ve bunları en ucuz biçimde işleyip üretmek yolu açılmalıydı. Ucuz hammadde, biraz aşağıda göreceğimiz emperyalist ekonomi siyaseti ile bir ölçüde sağlanabiliyordu. Üretimi ucuzlatmak ise, işçilerin ücretini düşük tutmakla mümkündü. Zaten birbiri ardına açılan fabrikalar dolayısı ile iş gücü ucuzlamıştı. Bu alanda da acımasız bir rekabet vardı. Bu durumda girişimci en ucuz kim çalışırsa onu işe alıyordu. Her iki yan da özgürdü. Dileyen çalışır, dilemeyen çalışmazdı. Devlet de bu gibi işlere karışamazdı.
Elbette hukuk kuralları karşısında eşitlik ilkesine çok uygundu bu davranış. Ama unutulan bir önemli yan vardı. Başta İngiltere olmak üzere ileri gelen sanayi ülkelerindeki milyonlarca işçi sadece boğaz tokluğuna çalışıyorlardı. İşsizler arasında da müthiş bir rekabet vardı. Patronlar bu ortamda acımasız davranıyorlardı. Ucuz olduğu için çocuklar ve kadınlar da çalıştırılıyordu. Ne emeklilik hakkı, ne sağlık yardımı, ne doğum izni, ne ücretli tatil. . Bunlar bilinmeyen kavramlardı.
Böylece Aydınlanma Çağı'nın başarılı bilançosu içinde sefil ve insanca yaşamaktan uzak bu sınıfın sorunları çok olumsuz bir yer tutuyordu. İnsanların mutluluğu için kurulan devletin bu duruma "özgürlük gereği" diyerek karışmaması bazı düşünürleri harekete geçirdi. Bunlar arasında Karl Marx [1818-1883] adlı bir filozof bazı düşünürlerden de esinlenerek yeni bir kuram geliştirdi. Bu kurama göre, toplum düzenine ekonomik üretim can verir. Üretim kimlerin elinde ise devlet de onların hizmetindedir. Toplumlar aşama aşama bu düzeni geliştirmişlerdir. İlk zamanlar üretim sadece topraktan elde ediliyordu. Bu nedenle büyük toprak sahipleri her şeyin egemeni idiler. Giderek burjuvazi bunları tasfiye etti. Eşitliğe dayanan sistem içinde burjuvazi elde edilen hakları kendi çıkarına kullandı ve üretimi tekeline aldı. Sermayesi arttı. Elinde sermaye çoğaldıkça üretimin tek hakimi oldu. Girişimci yaşayabilmek için sermayesini çoğaltmak zorundadır. Bunun için de kar edecektir. Kar etmek de işçinin emeğinin karşılığını tam ödememekle sağlanır. Böyle davranmak bir zorunluluktur onun için. Ama bu sistem böyle sürüp gidemez. Üretim arttıkça işçiler de fazlalaşacaktır. Bunun sonucu bütün dünya işçilerinin birleşip büyük bir ihtilal çıkarmalarıdır. Bu ihtilal sonucu üretim araçları işçilerin eline geçecektir. Topluma geçici bir süre işçi sınıfı egemen olacak, bir "proletarya diktatörlüğü" kurulacaktır. Bu diktatörlük toplumdaki bütün sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracaktır. Sonuçta üretim araçları bütünüyle toplumun malı olacaktır. Bu durumda herkes ihtiyacı kadar çalışıp üretimden adil pay alacaktır. Bu düzen böyle kurulunca devlete de gerek kalmayacaktır; zira çıkarları kol anacak bir sınıf artık yoktur.
Marx'ın bu görüşlerinin işçiler arasında büyük bir rağbet gördüğü söylenmelidir. Böylece kurulan sosyalizm düşünsel bir akım olmaktan çıktı ve siyasal bir kimliğe büründü. Marx'ın hedefini benimseyen bazı sosyalistler ilk kez 1848 yılında Fransa'da liberallerle birlikte yeniden kurulmuş olan krallık yönetimine karşı ayaklandılar. 1848 yılı şubatında krallık tekrar devrildi ve Fransa'da ikinci kez Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyette sosyalistler ile liberaller birlikte davranmak zorunda kaldılar. Ama her iki yan da birbirinin düşüncelerini benimsemiyordu. Bu da çok doğaldı. Sonuçta aynı yılın haziran ayında sosyalistler liberallere karşı ayaklandılar. İşte tarihteki ilk gerçek sosyalist ihtilal budur. Ama büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Toplum bir sosyalist ihtilal için hazır değildi. Gerçi işçilerin haklı olduğu pek çok konu vardı. Ama bunların çözümünü toplum bir ihtilal yoluyla beklemiyordu. Böylece tarihin ilk sosyalist ihtilali liberallerce bastırıldı. Fakat bu olay liberal devlet anlayışında bir dönüm noktası oldu. Özgür girişimciler, varlıklarını sürdürebilmek için işçilerle iyi geçinmek zorunda olduklarını anladılar. Bu sosyalist ihtilaller sürmemeliydi. Bu nedenle yeni yönetim ihtilalcileri cezalandırmakla birlikte yeni hazırladığı anayasaya tarihte ilk kez sosyal hakları da ekledi. Bugünkü anlamıyla son derece ilkel sayılsa da devletin işsizlere iş bulma, yoksullara yardım etme gibi görevleri yüklenmesi iki açıdan değerlendirilebilir: Birincisi, serbest girişim sahiplerinin ihtilalci sosyalizm ile onun silahlarını elinden alarak mücadele etme yoluna gitmesi, ikincisi ise, insancıl görüşlerin başıboş bir ekonomik liberalizmin üzerine çıkmasıdır. Her iki halde de artık devlet yurttaşı sosyal açıdan korumayı yükümlenmeye başlamış ve "sosyal devlet" anlayışına yönelinmiştir. İhtilalci sosyalistler adım adım gelişen sosyal devlet anlayışına karşı Yine mücadele ettiler. Ama 19. yüzyıl sonlarına kadar hiçbir başarı sağlayamadılar (1871 yılında Prusya Alman Birliğini kurabilmek için Fransa’ya savaş açtı. Bu savaşı kazanan Prusyalılar Paris’i işgal ettiler. 1852 yılında yeniden kurulan imparatorluk sona erdi. Barışın imzalanmasından sonra Prusyalılar Paris’ten çekilince ihtilalci sosyalistler ülkülerindeki düzeni kurabilmek için ayaklandılar. Çok kanlı bir ihtilal başladı. Ama böyle bir düzen için hazır olmayan Fransızlar bir süre sonra sosyalistleri yalnız bıraktılar. Böylece kurulan “Paris Komünü” ilk sosyalist yönetim biçimi olarak sadece birkaç ay sürdü. İşçilerin normal düzende bir daha ayaklanıp ihtilal yapmaları görülmedi. 1917 Rus İhtilalinin ise Marx’ın öngördüğü proleter ayaklanma ile doğrudan bir ilişkisi yoktur). Hele Alman Birliği kurulduktan sonra başbakan olan tutucu ama büyük devlet adamı Von Bismarck'ın [1815-1898] çıkarttığı sosyal içerikli yasalar ihtilalci sosyalistlere tam bir darbe oldu. İşçiler bugünkü haklarının çoğuna kavuştular. Bu durumda ihtilalci sosyalistler bölündü. Bunların içinden hatırı sayılır bir bölümü ihtilalci yöntemleri bırakıp normal demokratik yollarla sosyalist düzene geçmeyi benimseyerek ve halkın oyuna her zaman uymayı kabullenerek "sosyal demokrasiyi" kurdular.
Sosyalizm böylece parçalandı. İhtilalci sosyalizm gücünü iyice yitirdi. 1917'de Çarlık Rusyası Birinci Dünya Savaşına girdiği zaman çok bitkin bir durumdaydı. Rusya'da büyük bir işçi sınıfı da yoktu. Buna karşılık yoksul köylüler ve kentliler çoğunluktaydı. Bu durumdan ilkönce sosyal demokratlar yararlanıp Çarlık Rejimine son verdiler. Ama savaşa devam ettiler. Yoksulluk artınca Rus Sosyalist Partisi lideri Lenin bir ihtilal daha çıkarıp bu kez sosyal demokratları tasfiye etti ve Marx'ın istediği "Proletarya diktatörlüğünü" kurdu; ama milyonlarca kurbana malolan tarihin en kanlı iç savaşı sonunda. Bu sistem bir süre yürüdü. Rusya sanayileşti. Sosyalizm belli bir ilerleme sağladı. Ama bütün bu gelişmeler, kişinin özgürlükleri kısılarak yapılıyordu. Üretim de hiçbir zaman bütünüyle topluma maledilemiyor, kalkacağı umulan devlet daha da baskıcı ve antidemokratik oluyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda Rusya, Doğu Avrupa ülkelerini işgal etti ve oralarda halkın isteği dışında zorla sosyalist rejimler kurdu. Bu rejimler halka rağmen kuruldu, hiç benimsenemedi. Sonunda Marx'ın kuramının ütopik olduğu anlaşıldı.

Ancak, sosyalizm, liberal devleti sosyal içerikli bir yapıya kavuşturmakta büyük ölçüde etkili olmuştur. Sosyalizmin en önemli olumlu yanı buradadır.


Emperyalizme gelince: Bu ad Aydınlanma Çağı'nın ilkeleri ile tam bir çelişki yaratmaktadır. Batılı insan Aydınlanmanın getirdiği nimetlerden yararlanırken son derece bencil davranmış ve dünyanın gelişmemiş ekonomilerine sahip ülkeleri ya doğrudan doğruya ele geçirerek onları sömürgeleştirmiş veya bu ülkeler içinde gözüne kestirdiğini yarı sömürge durumuna getirmiştir. Bu ülkelerden sağlanan ucuz hammaddeler sanayileşmeyi hızlandırmıştır. 19. yüzyılın ortalarında belli başlı emperyalist devletler başta İngiltere olmak üzere Fransa, Hollanda, Belçika, İspanya ve Portekiz’dir. Bunlar dünyayı tam anlamıyla paylaşmış ve elleri altındaki ülkelerde yaşayan insanları Aydınlanma döneminin ilkelerini bir yana bırakarak ezmişlerdir. Kurulan emperyalist denge ilkönce İtalya, daha sonra Almanya'nın bu kervana katılmasıyla bozuldu ve bildiğiniz gibi Birinci Dünya Savaşı bu gerilimden çıktı.
Avrupa 20. yüzyıla sancılı girmiştir. Demokrasinin kurulduğu Avrupa'da ona en aykırı akımlar da orada türedi. Birinci Dünya Savaşı'nın acımasız sonuçları faşizm ve komünizm gibi Aydınlanma felsefesine tamamen zıt rejimleri doğurdu. Bugün, 20. yüzyıl sona ererken, 18. yüzyılda başlayan ve gerçekten çok yüksek değerlere dayanan Aydınlanma Çağı'nın zaferle biten sonu gelmiştir. Dünya, Aydınlanmanın ilkeleri üzerine kurulu daha bütünsel ve evrensel bir düzen arayışı içine girmiştir.

BATIDAKİ GELİŞMELERİN TÜRK İNKILABINA ETKİLERİ



"Fransa ihtilali bütün cihana hürriyet fikrini tanıtmıştır. Ve bu fikrin halen esas kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihlerden beri İnsanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu izlemiş lakin kendine özgü nitelikleri ile gelişmiştir."
1927 yılında Nutuk'ta ifade ettiği düşüncelerinden bir cümle de alalım: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline eriştirmektir.”. Sanırız ki bu sözler fazla duraklamaya yer vermeyecek derecede açıktır. Devrimin önderi bu büyük hareketin aslında bir "demokrasi" kurduğunu, bu demokrasinin Fransa ihtilalinin getirdiği özgürlük düşüncesine dayandığını, ama zaman geçtiği için daha da olgunlaştığını belirterek cumhuriyet yönetimi içinde her bakımdan uygar bir toplum biçimine erişmenin hedeflendiğini söylüyor.
Bu sözler Türk Devriminin çok büyük bir ölçüde, Batı'daki Aydınlanma Çağı'nı yakalamak amacı ile yapıldığını göstermektedir. Devrimimizin kendine çok özgü veya doğrudan doğruya Batıyı taklit gibi bir hedefi yoktur. Hedef tektir, sadedir, açıktır: Uygar ve çağdaş bir toplum olmak. Bunun için de demokratik bir hukuk devletini Aydınlanma Çağı'nın ölçüleri içinde kurmak yetişir. Zira, Fransız İhtilali bize Aydınlanma Felsefesinin uygulamaya dökülmüş biçimini vermiştir.
En uzun ömürlü ve en ileri İslam Devleti Osmanlı İmparatorluğudur. Bu devlet kurulduğu zaman, yani 14. yüzyıl başlarında, İslam alemindeki hızlı gelişme durmuş, içtihat kapısı kapanmış ve durgunluk dönemi başlamıştı. Ama Osmanlı Türklerinin büyük bir kültür yarattıkları da kuşkusuzdur. Ünlü kültür tarihçisi Durant şöyle diyor: "Hıristiyanlar karşısında Türkleri barbar olarak değerlendirmek kaba bir yanılgıdan başka birşey değildir. Türkler gerçekten uygardılar". Osmanlılar kendilerine geçen donmuş skolastik İslam bilimini 15. yüzyıla kadar elden geldiğince değerlendirdiler. Yeni Müslüman oldukları için enerji ve ülkü doluydular. İslamiyet’in ve Orta Asya Türklerinin eşsiz dinsel hoşgörüsü onlarda daha da arttı. Pratik ve kavrayıcı zekaları, sistemli ve doğru düşünme yetenekleri sayesinde kısa bir süre içinde güçlü bir devlet ortaya çıkardılar. Avrupa'da feodalite yeni sona eriyor, uyanış hareketi henüz başlıyordu. Bu nedenle Osmanlıların ileri toprak düzeni örnek bir devlet yönetimi ortaya çıkardı. Bu devletin hele askeri örgütü uzun süre batı ülkelerine model oldu. Şehircilik bir yana bırakılırsa hem dinsel hem de sivil mimarlıkta çok ileri gitmişlerdi. 16. Yüzyılda devletin yayılma siyasetine uygun olarak coğrafya alanında da önemli adımlar atmışlardı. Dinsel bilgilere çok değer vermişler, medreseyi sevmişlerdir. Eşsiz hoşgörüleri, devlet yönetimi sanatında uzun süre usta olmaları, ülkede barınan çeşitli ulusları gerçek bir barış içinde yaşatmıştı. Fakat ne yazıktır ki batıda yavaş yavaş başlayan akılcılık kıpırtıları Osmanlı bilimine yabancı idi. Osmanlı Türkleri skolastik veriler içinde kalmışlardır. Devletin gelişme zamanında skolastik bilimlerde dahi tam bir varlık gösterilemediği için İslam bilimsel gelişmesinin kalıntılarının bulunduğu doğu ülkelerinden zaman zaman bilgin getirtmek gerekmiştir. II. Mehmet [1430-1481] zamanında Osmanlı biliminde eskiye dayalı bir canlanma vardır. İslam klasik çağının ürünleri İstanbul'da toplanmakta ve bunların okunması özendirilmektedir Ortaçağ tıp ve matematiği bir ölçüde canlandırılmıştır. Rönesans hareketinin başlarında yaşayan Fatih bu büyük olayı herhalde kavramış ama ancak İslam klasik çağına dönmekle bu aleme katılacağını sanmıştı. Fatih, büyük bir çaba ile eskiyi yenilemek isterken birkaç yıl sonra Batı'da Kopernikus çıkacaktır. Kaldı ki Fatih Sultan Mehmet'in çabaları da kendisinden sonra sürdürülememiştir. Yönetsel ve askeri bakımdan genişlemesine rağmen, aydınlar devletin sınırlarının birkaçyüz kilometre uzaklarında başlayan akıl çağından tamamen habersizdiler. Descartes, Kepler, Galile, Harvey, Bacon, daha sonra Newton tam bir bilinmez idi Osmanlı bilim yaşamında. Osmanlı müderrisleri bu adları hiç duymadıkları gibi artık İslam skolastiğinin büyük ve klasik eserlerini okuyup anlayacak bilim adamları bile yetişemiyordu. Akılcılığın tam anlamıyla hız kazandığı 16. ve 17. Yüzyılarda sadece iki Osmanlı Türkünün bilim alanında adları geçer: Piri Reis [1470-1554] ile Katip Çelebi [1609-1657]. Piri Reis bir denizci idi ve zamanın en doğru dünya haritasını çizmekle büyük bir ün yapmıştı. Katip Çelebi ise, skolastik bilimin en mantıklı yanlarıyla uğraşmış, bu arada aklı ve doğru bilim yöntemlerini övmüştür.
Hem Piri Reis hem de Katip Çelebi kendi kendilerini yetiştirmişlerdir. İkisi de Medreseli değildir. Medreseden Ebussuud Efendi gibi birkaç önemli din bilginleri dışında yetişen bilim adamı yoktur. Bu da Osmanlı eğitim sisteminin durumunu açık bir biçimde gözler önüne seriyor.
1729'da basımevinin ikiyüzelli yıllık bir gecikme ile Osmanlı Türklerince kullanılmaya başlanması önemli bir olaydır. Bu yolla hiç olmazsa bazı basit ama doğru bilgilere erişmek olanağı doğdu. Ama baskı tekniğinin böylesine bir gecikmeden sonra Osmanlı ülkesine girmesi bilimsel gelişme sorunun çözmekte çok fazla yararlı olamamıştır. 1729'dan 1830'a kadar, yani yüz yıl içinde 180 çeşit kitap basılabilmiştir. Avrupa'da ise Gutenberg'in basım tekniğini kullanmaya başladığı 1454 yılından 1500 yılına kadar geçen 53 yıllık bir süre içinde kırk bin çeşit kitap basılmıştır. II. Mahmut'un çabaları yaşama geçirilen ve batı bilimini sadece uygulama alanında da olsa öğreten ilk kurum 1827 yılında kurulan Tıbbıye'dir. Bunu modern anlayışlı subaylar yetiştiren Harp Okulu 1834 yılına izledi. Böylece tıp ve askerlik batıya açılan iki penceremiz oldu. Gerçekten, 19. yüzyılda yetişen önemli bilim adamları ya tıp veya askerlik alanında kendilerini göstermişlerdi. Çok önemli hekimlerimiz adımızı Batı bilim aleminde duyurduğu gibi günden güne gelişen Harp Okulları özgürlük düşüncesinin irdelendiği ilk ocaklar olmuşlardır.
Bu soruyu ne yazıktır ki olumsuz bir biçimde yanıtlamak zorundayız. Evet 19. yüzyılda bazı bilim ve teknik alanlarında gelişme vardı. Ama Aydınlanma Çağı'nın ana ilkesi olan "insanın mutlak özgürlüğü, doğal haklara sahip olduğu" anlayışının yerleşmesi çok zordu. Zira bu gelişmeler çok yavaş ve son derece dar bir çevrede cereyan ediyor, asıl büyük halk yığınlarının eğitimi ile bütün çabalara rağmen uğraşılamıyordu.
Gerçi "devleti kurtarmak için" Tanzimat Fermanı ile birlikte hukuk devletinin en önemli birkaç ilkesi kabul edildi. Ama, geçen yıl da belirtildiği gibi, bu reformda "insan" değil "devlet" esas alınmıştı. Gerçi son derece yurtsever ve ülkücü Tanzimatçılar devlet yönetiminde ve eğitimde oldukça önemli değişiklikler ve yenilikler yapmışlardır. Ama büyük bilim ve düşünce sistemleri ile bunların uygulanmasından doğan bilimsel, teknik ve ekonomik gelişmeler Osmanlı ülkesine girememiştir. Başka bir deyişle Batı Aydınlanmasının temeli olan akılcılık Osmanlı toplumuna yerleşemedi. Bu nedenle devlet, devlet gücü, hukukun kökeni gibi akla ve bilime dayanılarak açıklanması gerekli ve toplum kalkınması için son derece yaşamsal önemi olan konularda hiçbir önemli atılım yapılamadı. Buna rağmen özellikle Tıbbiye, Harp Okulları ve 1858 yılında kurulan Mülkiye mekteplerinden yetişen kuşakların Fransız İhtilalinin hiç olmazsa hedeflerini bir ölçüde kavradığı görülüyor. Ama hele devlet felsefesi ile uğraşan hiçbir bilim adamının çıkmaması, bu tür çabaları verimsiz kılmıştır. Yine de, Osmanlı toplumuna Fransız ihtilalinin sonuçları olan eşitlik ve ulusçuluk akımları girmiş ve Türkçülük gelişerek ulus devletin zorunluluğu üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bu tür akımları ve karşısındaki grupları geçen yılın ikinci ve üçüncü ünitelerinde gördüğümüz için tekrarlamayacağız. Türk toplumunun ulus devlete doğru gidip, Avrupa'daki Aydınlanma Çağı'nın nimetlerinden yararlanmasından başka bir kurtuluş yolu olmadığı ancak İmparatorluğun son dönem aydın kuşağı oldukça bilinçli bir biçimde kavramıştır. Ancak o kuşağı oluşturanların sayısı azdır ve karşıtları çok fazladır. İnkılapların mutlaka bir kadro tarafından biçimlendirilip yürütülmesinin bir toplumsal yasa olduğunu da biliyorsunuz. İşte Aydınlanma Çağı'nın Türk toplumuna getirilmesinden başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını, bunun da Fransız İhtilali ile gelen demokrasi ilkelerinin benimsenmesiyle gerçekleşebileceği kesin olarak ancak Atatürk tarafından kavranılmıştır. Akılcılık yoluyla Türk Aydınlanmasını toplumumuza getiren, bu Önderdir.
Kısaca: Türk Devrimindeki kültür değişikliğinin temelinde Batı'da başlayıp gelişen Aydınlanma Çağı'nın ilkeleri ve hedefleri yatmaktadır. Bu ilkelerin insanların eşitliği, devredilmez doğal haklara sahip olması, devlet yönetiminin doğrudan doğruya ulus tarafından üstlenmesi, insana saygı, sosyal açıdan yurttaşın hizmetinde bir kamu örgütü olduğunu biliyoruz. Aydınlanmanın bir başka ikincil sonucu olan ulus devlet ilkesi de Türk İnkılabının temelleri arasındadır. Sosyalizm bir etki yapmamış ama sosyal devlet kavramı devrimimize girmiştir.
Batıda çok uzun bir süre ve büyük acılar sonucu gerçekleşen Aydınlanma hareketini kısa süren bir devrimle Türk toplumuna yerleştirmek oldukça zor bir işti. Bu zorluk sanırız ki bir ölçüde giderilmiş ve bir Türk Aydınlanmasının doğmasına zemin hazırlanmıştır. Ancak bu kısa süre içinde, Türk Devriminin esas hedefi olan demokratik hukuk devleti ülküsünün daha tam anlamıyla gerçekleşebildiği söylenemez. Hukuk Devleti kavramının niteliği ve gerçekleştirilmesindeki güçlükler üzerinde bundan sonraki ünitemizde duracağız. Böylece İnkılabımızın düşünsel çerçevesinin çizilmesi tamamlanmış olacaktır.

Demokratik Hukuk Devleti (Türk İnkIlâbInIn Hedefi) -18

DEVLET VE HUKUK


Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin