Arapça ve Farsçanın yanı sıra Slavca, Rumca dahil altı dil bildiği söylenen Fâtih Sultan Mehmed, yalnız İslâm dünyasının kültürüne ilgi duymamış, özellikle İstanbul’u fethettikten sonra Bizans kültürüne, batı dünyasının tarihine, sanatına da büyük bir ilgi göstermiştir.50 Fâtih, kültürlü ve serbest fikirli olup tutucu değildi. Bilginleri sarayına davet ederek51 bilimsel konuşma ve tartışmalar yaptırırdı. Onlara bazen güç konular vererek makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Farsça ve Arapçaya çevrilmiş olan felsefî eserleri okur ve yanına çağırttığı bilginlerle fikir alışverişinde bulunurdu.
Bilimselproblemlerde, hangi ırk, din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri himaye eder ve onlara eserler yazdırırdı.52 Hatta Trabzon imparatoru David’in maiyetinde bulunan ve sadrazam Mahmut Paşa’nın akrabası olduğu rivayet edilen filozof Georgios Amirokis’i kendisine musahip yaparak sık sık huzuruna çağırtıp fikir ve görüşlerinden istifade etmiştir. Herhangi bir ülkede büyük bir bilgin bulunduğunu haber aldığı zaman
derhal onu İstanbul’a getirttirmiş. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu, kendi döneminde İstanbul’a gelmiş, Molla Câmî’yi de davet etmişti.53 Ünlü ressam Bellini’yi İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırmış ve onu iyi bir şekilde himaye etmiştir.54 Nitekim Fâtih Sultân Mehmed’in bu hususiyetini latife şeklinde ihtiva eden çeşitli hikâyelere rastlanmaktadır.
Aynı zamanda şair olan Fâtih Sultân Mehmed, döneminin bilginlerini ve sanatkârlarını himâye ettiği gibi, ırkına, dinine ve mezhebine bakmaksızın söylediği şiirlerle kudretini ispat etmiş şairleri de himayesine almış ve onlara ihsanlarda bulunmuştur. Bu uygulamadan dolayı Orta Asya, İran ve Arap coğrafyasından birçok şair İstanbul’a gelerek Fâtih’in teveccühünü kazanmış ve onun himayesine girmiştir. Bunlardan bir kısmı Türk asıllı kişilerdir. Özellikle Fâtih’in bu tutumundan dolayı çevresinde 185 şairin55 toplandığı bilinmektedir.56 Fâtih’in özellikle Acem diyarından gelen ve söylediği şiirlerle şairlik kudretini ispat eden kişileri sarayına alıp onları himaye etmesi bazen eleştiri konusu edilmiştir.57 Oysa Fâtih’in bu tavrı herhangi bir millî fikre hizmet etmek için ya da onu korumak için değil, sadece devlet yönetimi adabından ve hükümdarlık icaplarından olmasından kaynaklanmaktadır.
Geçmiş zamanlardan beri şair, sultan için önemli hatta zaruri olarak telakki edilmekteydi. Çünkü sultanların isimlerinin baki kalmasında en önemli vasıtalardan birinin şairler tarafından söylenilen şiirler olduğuna inanılıyordu. Nitekim Balasagunlu Yûsuf tarafından 1069/1070 yılında yazılan ve Türkçenin en muazzam eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’in başlarında yer alan Buğra Han övgüsündeki bölümde, Buğra Han’a çeşitli armağanların sunulduğunu, ancak bu armağanların unutulduğunu; kendisinin ise sultanın isminin yazıldığı bu eserini armağan ettiğini, bundan dolayı sultanın adının ebedî kaldığını ifade eden şu beyitler:
Olarnıng tangrukı kelir hem barır
Mening bu tangruk boldı mengü kalır
Neçe tirse dünya tüker alkınur
Bitise kalır söz ajun tezginür
Kitabka bitindi bu hakan atı
Bu at mengü kaldı ay terken kutı58
Ayrıca önemli kaynak eserlerden olan Çehâr Makâle (tlf. 550-551/1155-1157) müellifi bunu izah ederken “Sultanın adının bekasını sağlayacak, divanlara ve kitaplara yerleştirecek iyi bir şaire mutlak ihtiyacı vardır, kaçınılmaz ölüm gelince sultanın ordusundan ve hazinesinden eser kalmaz. Adı ise şairlerin şiirleriyle ebedileşir”59 demesi bu düşünceleri destekler ve doğrular mahiyettedir.60
Yine Kutadgu Bilig’de, Öğdülmiş’in, Odgurmış’a alimler ile münasebet hakkında söylediği şu düşünceler dikkat çekicidir:
… Onları pek çok sev ve onlardan hürmetle bahset; çok veya az, onların bilgilerini öğren. Faydalı ve zararlı şeyleri birbirinden ayırt ederek, doğru ve temiz yol tutan kimseler bunlardır. Mümkünse ilimlerini öğren ve bilgilerini bil; onlara iyilik yap ve yardımda bulun; onlara dil uzatma….Onlara malından hisse ayır, onları yedir, içir; güler yüz ve tatlı sözle hizmetlerinde bulun…. Onlara karşı sert ve kaba dil kullanma; tuz-ekmek yedir, saygı göster ve hürmet et. Onları dinle, bilgilerine göre hareket et; tavır ve hareketleri hakkında arkalarından dedi-kodu yapma. Senin için lâzım olan onların ilmidir. Onlar insanlara yol göstererek doğruluğa sevk ederler….Bunlar ile münasebet kur ve iyi geçin; böylece saadete kavuşarak, her iki dünyada mesut olursun.61
Bütün bunlar gerek Fâtih Sultân Mehmed’in gerek ondan evvelki ve sonraki Osmanlı sultanlarının şairlere, alimlere… gösterdikleri teveccühün sebebini açıklar mahiyettedir.
XV. asırda yurt dışından gelmiş olanlar arasında Hâmidî, Kâşifî, Kabûlî, Meâlî, Riyâzî, Ali bin Mülûk, Sâhilî, Vâhidî, Fakîhî Çelebi gibi şairlerle münşiler, Alî Kuşçu gibi alimler, Ahmed Kutbuddîn-i Acemî, Hoca Ataullah-ı Acemî, Lârî-i Acemî, Muhammed Şükrullah-ı Şirvânî gibi tabipler bulunmaktaydı. Mezkur şairlerden Hâmidî ile Kabûlî’nin Farsça divanları, Fâtih dönemini canlandıran ve Padişahın kazandığı zaferlerin yankılarını taşıyan belgelerdir. Ayrıca Kâşifî’nin Farsça Gazânâme-i Rûm adlı eseriyle, Alî bin Mülûk’un Fâtih’in Uzun Hasan ile yaptığı savaşı ve kazandığı zaferi tasvir eden Zafernâme’si yabancı diyarlardan gelip de Fâtih’in sarayında toplanan şairlerin gördükleri rağbetin birer mahsulü olarak devrin hayatını aksettiren eserler olarak görülmektedir.62
Bu asırda Farsça şiir söyleyen şairler önceki asra göre büyük artış göstermiştir. Ayrıca tertip edilen Farsça divan ile telif edilen Farsça mesnevilerde de bir artmanın olduğu görülmektedir.
XVI. yüzyıl Osmanlı devletinde siyasi gelişmelerin yanında bütün kurumlarda da olumlu gelişmelerin gözlemlendiği bir dönemdir.63 Ülkedeki umumî gelişmenin tabiî bir sonucu olarak ilim, kültür ve edebiyat bu yüzyılda devletin büyümesiyle orantılı olarak büyük bir gelişme göstermiştir. Osmanlı padişahları, bir yandan ardı ardına yaptıkları seferlerle büyük devletin kuruluşunu tamamlamağa uğraşırken, bir yandan da ilimde, kültürde, edebiyatta ve bütün sanatlarda ilerleme ve yükselmenin gerektiğini görmüşler ve bunun gerçekleşmesi için büyük gayret göstermişlerdir. Bu doğrultuda saraylarını yabancı ilim adamlarına açmışlardır. Ayrıca yaptıkları seferler sonunda tanınmış âlimleri ve sanatkârları yanlarında İstanbul’a getirerek himayelerine almışlardır.64 Fuzûlî gibi Devlet merkezine gelememiş olanları ise koruma ve gözetimleri altına alıp orada bırakmışlardır. 65
Bu asırdaki Osmanlı padişahları, devlet büyüklerinin hemen hepsinin şair, ilim ve sanat hâmisi olmaları, özellikle padişahların tamamının şiirle fiilen ilgilenmeleri sayesinde İstanbul, sanat ve edebiyat merkezi haline gelmiştir.66 İlimin, sanatın, şiir ve edebiyatın gelişmesini hazırlayan böyle uygun bir zeminin oluşması sonucunda, XVI. yüzyılda büyük ilim adamları, tarihçiler, şairler ve nesir ustaları yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin büyüklüğüne lâyık bir Osmanlı-Türk kültür ve edebiyatı meydana getirilmiştir.67 Ayrıca bu asırda Anadolu’ya Orta Asya, İran ve Arap coğrafyasından geçmiş asırlara oranla oldukça fazla şair gelmiştir. Bu şairlerin bir kısmı Türk asıllı kişilerdir. Ahdî, Ahmed-i Tabesî, Alâyî, Ankâ, Basîrî, Beyânî, Bîdârî, Cüdâyî, Dâ’î, Dervîş Çelebi, Edâî, Eflâtûn, Elkas Mîrzâ, Emînî, Emîrek, Esîrî, Ferdî, Fethullah-i Kâtib, Figârî, Fikrî, Garîbî… Anadolu’ya gelen şairlerdendir.
XVI. asırda devletin gelişmesi ve güçlenmesiyle, ülkede zenginliğin, bilgi seviyesinin artmasıyla orantılı olarak şiirdeki gelişme daha da hızlanmış, şiir ölçüsü olarak benimsenen aruzun en iyi şekilde kullanılmasıyla bilhassa kaside, gazel ve mesnevide en parlak devrine ulaşmıştır. Bu dönemde Osmanlı Türkçesi ise klâsik biçimini almıştır.68 Ayrıca bu dönemde Farsça şiir söylenmeye devam edilmiştir. Başta Osmanlı sultanlarından Bâyezîd-i Velî, Yavuz Sultân Selîm ve Kânûnî Sultân Süleyman olmak üzere bir çok şair Farsça şiir söylemiştir. Bu asırda Farsça şiir söyleyen şairlerin sayısı geçmiş asırlara oranla oldukça artmıştır. Bu dönemde tertip edilen Farsça divanlar ile yazılan Farsça mesnevîlerin de geçmiş yüzyıllara oranla artış gösterdiği müşahede edilmektedir.
Anadolu’da özellikle Türk asıllı şairler tarafından yazılan Farsça şiirlerden dolayı, “Türklerin İran kültürünü benimsedikleri” ve “o kültüre esir oldukları” ifade edilmektedir. Meselâ bu suçlamaya Farsça bir divan tertip eden Yavuz Sultân Selîm de maruz kalmıştır. Oysa “mâlik-i memâlikü’l-arab ve’l-acem (Arap ve Acem ülkelerinin sahibi) ” diye vasıflandırılan69 Yavuz Sultân Selîm’in, gerek Farsça şiir söylemekle gerekse Sa’dî ve Hâfız’ın divanlarını okumakla fatihi olduğu İran’ın manevi esiri olduğunu ifade etmenin yanlış bir yargı olduğu görülmektedir.70 Çünkü Yavuz Sultân Selîm, Türkçeye önem veren bir kişidir. Çıktığı seferlerde yanında Türkçe eserler bulundurmuş ve müsait zamanlarında onları okumaya gayret göstermiştir. Ayrıca pek çok eseri Türkçeye tercüme ettirmiştir.71 Farsça şiirlerinin yanında Osmanlı Türkçesi ve Çağatay Türkçesi ile de şiirler söylemiştir.72 Hoca Sadettin Efendi’nin Yavuz Sultân Selîm hakkında söylediği şu manzume de bu konuya açıklık getirecek tarzdadır:73
Türkî vü Fârisî vü Tâtârî
Nazm iderdi nefîs eş’ârı
Ali Emîrî’ye göre, Yavuz Sultân Selîm’in o dönemin gereği olarak Farsça şiir söylemesi ve bir divan tertip etmesi, hikmeten ve siyaseten bir mecburiyetten kaynaklanmıştır.74 Yavuz Sultân Selîm, hasmı İsmâîl-i Safevî’nin:
Âlem tehî zi-merdum u pur şod zi-dîv u ded
Bâ-dîv u ded çi çâre konem yâ Alî meded
tarizli ve ateşli sözlerine karşılık:
Ber-cân-i hâricî zedeem pençe çun esed
Hûn-i Huseyn mî-talebem yâ Alî meded
şeklinde cevap vermiştir.75 Ayrıca İsmâîl-i Safevî, Anadolu üzerindeki emelinin esiri olarak Hatâî mahlası ve Osmanlı Türkçesi ile şiirler söylemiş, söylediği bu şiirleri dervişleri ve halifeleri vasıtasıyla Anadolu’da yayarak halkı etrafında toplama gayretinde bulunmuştur. Bunun üzerine Yavuz Sultân Selîm, teskîn-i fesâd için kırkbin haneden fazla ahaliyi Anadolu’dan Rumeli’ye nakletmiş ve İsmâîl-i Safevî’nin Türkçe şiirlerine mukabil Farsça şiirler söylemiştir.76
Bu dönemlerde Anadolu’da başta Osmanlı hanedanına mensup sultan ve şehzadeler olmak üzere, Türklerin Farsça olarak da şiir söylemelerini “İran kültürünü ve edebiyatını taklit etmek” ve “İran’ın manevi esiri olmak” şeklinde algılamamak gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü bu tavır, asırlar boyu süren birlikte yaşama ve aynı dinin getirdiği kuralları, yeni hayat tarzını öğrenme ve yaşama yıllarındaki beraberliği hissettiren hatta vurgulayan bir tablo olarak görülmelidir. Bu durum ise, “taklitçi”liğin ötesinde, Türklerin Maveraünnehir ve Horasan’da söyledikleri gibi Anadolu’da da Farsça şiir söyleme kolaylığını devam ettirdiğini gösteren bir durum olarak algılanmalıdır.77
Gerek Osmanlı sultanları ve şehzadeleri, vezirler, çeşitli meslek erbabı vs. Farsça şiir söylemeleri bu geleneğin bir tezahürü olarak kendisini göstermektedir. Ayrıca bu dönemlerde Farsça şiirler söylenirken böyle bir düşünceye sahip olmadıkları kanaatindeyiz. Ayrıca Osmanlı’nın İran’a bakış açısını gösteren Yavuz Sultân Selîm’in78 Farsça gazeli ile Kânûnî Sultân Süleymân’ın Türkçe gazelinin bu bakımdan manidar olduğunu düşünüyoruz:
Askerimle İstanbul tahtından hareket edip İran tarafına sefere çıktım. Kızılbaşı melâmet kanına gark ettim.
Mısır valisi can u gönülden benim azm ü himmetimin kölesi oldu. Padişahlık sancağını dokuz feleğin fevkine yükselttim.
Nusret çengini (musiki aleti) zafer bezminde çalmaya başlar başlamaz bu müjde Irak mülkünden Hicaza kadar yayıldı. (Irak, Hicaz musiki makamlarıdır).
Kılıcımdan Maveraünnehr kana gark oldu. Düşmanın gözünü Isfahan sürmesinden mahrum ettim.
Düşmana bir nazar edince gam sıtmasından ter içinde kaldı ve her kılından Amu nehri aktı.
Mülk tahtası (bisat: oyun tahtası) üzerinde devlet şatrancını oynamaya başladığım zaman Hind şahı, âkil (Ferzâne) askerimin karşısında mağlup bir fil hâline geldi (pîl-i mât).
Ey Selîmî, mihr ü vefâ potasında altın gibi eridikten sonra cihan mülkünün parası üzerine benim ismim yazıldı.79
Allah Allah diyelüm sancak-ı şâhî çekelüm
Yüriyüp her yaneden Şarka sipâhı çekelüm
İki yirden kuşanalum yine gayret kuşagın
Buluşup toz ile toprağa bu râhı çekelüm
Pây-mâl eyleyelüm kişverini surh-ı serün
Gözine sürme diyü dûd-ı siyâhı çekelüm
Bize farz olmış iken olmaz İslâma zâhir
Nice bir oturalum bunca günâhı çekelüm
Umaram rehber ola bize Ebûbekr ü Ömer
Ey Muhibbî yürüyüp Şârka sipâhı çekelüm80
Özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde Arap ülkelerinin fethiyle bu ülkeler devletin bir parçası haline gelerek, başta Şam ve Mısır’dan olmak üzere çok sayıda Arap ilim adamı ve talebe görev yapmak ve tahsil görmek için İstanbul’a gelmiştir. Pek çok Türk de aynı maksatla Arap ülkelerine gitmiştir. Kahire ve İstanbul devletin en önemli iki ilim ve kültür merkezi olmuş, ikisi arasındaki yarış Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Buna karşılık Şah İsmail’in ortaya çıkması, İran’da Şiiliğin resmi ideoloji haline gelmesiyle Osmanlı Devleti ile İran-Maveraünnehir arasındaki irtibat da kopmuştur.81
Yukarıda XI-XVI. asırlarda Anadolu’da Farsça şiir söyleme geleneği hakkında bilgi verdik. Şimdi bu asırlarda Anadolu’da şiir söyleyen şairlerin listesini vermek istiyoruz. Daha önce bu dönemlerde Farsça divan tertip eden şairler ile Farsça mesnevi yazan şairleri belirtmeyi uygun görüyoruz. Bu dönemlerde yaşayan 23 şairin Farsça Divanı olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Bu şairler şunlardır:
Fahruddîn-i Îrâkî,82 Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî,83 Sultan Veled,84 Ârif Çelebi,85 Nesîmî,86 Seyf-i Fergânî,87 Ahmed-i Dâ’î,88 Cem Sultan,89 Gülşen-i Saruhânî,90 Hâmidî,91 İlâhî,92 Kabûlî,93 Âlî,94 Basîrî,95 Dervîş Niyâzî,96 İbrâhîm Gülşenî,97 Keşfî,98 Mîrzâ Mahdûm,99 Muhibbî,100 Münîrî,101 Niyâzî,102 Selîmî,103 Şâhidî.104
Ayrıca bu dönemlerde 26 şair tarafından 32 Farsça mesnevi yazılmıştır. Bunlardan Emîr Ahmed Kânî-i Tûsî ve Gubârî’nin 2, Sultân Veled ve Şâhidî’nin ise 3 tane Farsça mesnevî yazdıkları görülmektedir. Yazılan Farsça mesneviler ile müellifleri şunlardır:
Dehhânî, Şelçuklu Şâh-nâme’si;105 Emîr Ahmed Kânî-i Tûsî, Selçuk-nâme, Kelîle ve Dimne;106 Fahruddîn-i Îrâkî, Uşşâk-nâme;107 Kadı Burhâneddîn-i Anevî, Enîsü’l-kulûb;108 Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Ma‘neviyye;109 Nasîrî-i Sivasî, Fütüvvet-nâme;110 Nasîrüddîn Berkyaruk, Hür-zâd u Peri-nejâd;111 Sultan Veled, İbtidâ-nâme,112 Rebâb-nâme [tlf. 700/1300-1],113 İntihâ-nâme [tlf. 708/1309];114 Yârcânî, Karaman Şâhnâme’si;115 Yûsuf Meddâh, Hâmûş-nâme [tlf. 699/1299];116 Gülşehrî, Felek-nâme [tlf. 701/1301];117 Gülşen-i Saruhânî, Râz-nâme;118 Hâmidî, Hasbihâl-nâme;119 Ma’nevî, Mahzenü’l-ebrâr [874/1469];120 Ma’âlî, Hünkâr-nâme;121 Şehdî, Tevârih-i Âl-i Osmân;122 Ârifî Fethullâh Çelebi, Şehnâme-i Âl-i Osmân;123 Edâî, Selîm-nâme;124 Esîrî, Sıfâtu’n-nebî;125 Gubârî, Şâh-nâme,126 Şebistân-ı Hayâl;127 İbrâhîm Gülşenî, Ma’nevî;128 İdrîs-i Bidlîsî, Tercüme ve Nazm-ı Hadîs-i Erba’în;129 Sâfî, Şehrengîz-i İstanbul;130 Şâhîdî, Gülşen-i Esrâr [tlf. 951/1544],131 ‘Işk-nâme [Bu mesnevî, Sultan Veled’in eseri olarak İstanbul’da basılmıştır],132 Tırâş-nâme; Şeyh Abdullâh-ı Şebusterî, Şem’ u Pervâne,133 Mîr Ayânî-i Şîrâzî, Terceme-i Nesrü’l-leâl.134
Görüldüğü gibi bu dönemlerde Anadolu’da 23 şair Farsça Divan oluşturmuş, 26 şair ise Farsça çeşitli konularda mesnevi yazmıştır. Bu şairlerden 6 tanesi ise hem Farsça Divan oluşturmuş hem de Farsça mesnevi yazmıştır. Bu da bize Anadolu’da 43 şairin Farsça Divan oluşturduğunu ve Farsça mesnevi yazdığını göstermektedir. Ayrıca bu şairlerin bir kısmının Anadolu’ya Orta Asya ve İran coğrafyasından geldiği görülmektedir. Bunları da çıkarırsak bu sayının oldukça azaldığı görülmektedir. Bu dönemlerde yaşayan 302 şairin Farsça şiir yazdığı göz önüne alınırsa bunların sadece %14.23’ünün Farsça Divanı ile mesnevisinin olduğu görülür. Bu da bu dönemlerde yaşayan şairlere oranla oldukça düşük bir rakamdır. Diğer %85.77’lik kesim ise Farsça şiir yazma geleneğinden hareketle ya Farsça bir kaside ya bir gazel ya da birkaç beyit yazmışlardır. Farsçanın Türkler tarafından özellikle şiir dili olarak kullanıldığı malumdur. Ancak yukarıdaki durum, Anadolu’da oluşan edebiyatta Farsçanın ifade edildiği düzeyde etkili olmadığını yansıtması bakımından dikkati çekmektedir. Bu da yukarıda belirttiğimiz gibi “taklitçi”liğin ötesinde, Türklerin Maveraünnehir ve Horasan’da söyledikleri gibi Anadolu’da da Farsça şiir söyleme kolaylığını devam ettirdiğini gösteren bir durum olarak görülmelidir. Şairler arasında, Farsça hiç değilse bir iki beyit söyleme geleneğinin olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Burada kısaca şu konuya da değinmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Osmanlı Devleti zamanında Farsça hiçbir zaman resmi dil olmamıştır. Elde bulunan Fatih Sultan Mehmed’den önceye ait tahrir defterleri ve şer’iye
sicilleri Türkçe’dir. Farsça yaygın olarak tekrarlandığının aksine, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde dahi sadece iki vezirin vezirliği döneminde resmî kayıtlar için kullanılmıştır. Anadolu’da bu amaçla kullanılması da Sâhib Ata Fahreddîn Alî’nin (ö. 687/1288) vezareti sırasında 1259’den sonra olmuştur. Kaynaklara göre bunun sebebi, onun Arapça bilmeyişindendi. Karamanoğlu Mehmed Bey’in, Konya’da 15 Mayıs 1277’de Türkçeden başka dil kullanılmayacağını fermanla duyurduğu ve Osmanlı Devleti’nin de 1299’da kurulduğu dikkate alınırsa Farsça’nın devlet kayıtlarında ne kadar kısa bir dönem için geçerli olduğu görülecektir.135
Bizim tespitlerimize göre, XI-XVI. asırlarda Anadolu’da Farsça şiir söyleyen şairlerin toplam sayısı 302’dir.136 Bunların yüzyıllara göre dağılımı Tablo 1’de görüldüğü şekildedir.
Tablo 1’den çıkan sonuca göre, Osmanlı Devleti döneminde, Farsça şiir söyleyen şairler birbirini takip eden asırlarda artma göstermektedir. Anadolu’da Farsça şiir söyleyen şairlerin büyük çoğunluğu XVI. asırda yaşamıştır. Bu durum kültürel çalışmaların siyasî çalışmaları belli bir mesafeden izlemesi ve her ikisi arasında yakın bir ilişkinin bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Anadolu’da Farsça şiir söyleyen şairlerin memleketlerine göre dağılımına bakıldığında şöyle bir manzarayla karşılaşılmaktadır:220
Tablo 1: Anadolu’da Farsça Şiir Söyleyen Şairler
Yüzyıl Sayı % Şairler
Alâeddîn Keykubâd I (s. 358),137 Celâleddîn-i Verkânî (s. 358), Dehhânî (s. 359), Ebû Bekir bin Zekî-i Konevî138, Emîr Ahmed Kânî-i Tûsî (s. 359-60), Evhadüddîn-i Kirmânî (s. 360-1), Fahrüddîn-i İrâkî (s. 361), Gıyâseddîn Keyhusrev I (s. 361-2), Gıyâsî,139 İbn Bîbî,140 İzzeddîn Keykâvus I (s. 362), Kadı Burhâneddîn-i Anevî,141 Kemâl-i Kâmyâr (s. 362), Mecduddîn Ebîbekr (s. 362-3), Mevlenâ Celâleddîn-i Rûmî (s. 171-260), Muhammed bin Gâzî-i Malatyavî (s. 363), Mühezzeb-i Kayserî,142 Nâsırî-i Sivâsî,143 Nasîrüddîn Berkyaruk (s. 363-4), Nasîrüddîn Sicistânî-i Sivâsî,144 Necmüddîn-i Râzî,145 Nizâmeddîn Ahmed-i Erzincânî (s. 364), Nizâmeddîn Hurşîd,146 Râvendî (s. 364-5), Rükneddîn Süleymân II (s. 365), Sadeddîn Mes’ûd,147 Sadruddîn-i Konevî,148 Sirâcuddîn-i Urmevî,149 Sultân Veled (s. 365-74), Şemseddîn Hamza-i Tugrâî (s. 374), Şemseddîn Muhammed-i Isfahânî (s. 374-5), Tâceddîn Hâletî (s. 375), Yûsuf Meddâh (s. 375-6)
Âhî Sâdık,150 Ahmedî (s. 377-8), Alî el-A’lâ,151 Ârif Çelebi (s. 379), Âşık Paşa (s. 380), Azîz bin Erdeşîr-i Esterâbâdî,152 Bedreddîn Çelebi,153 Burhâneddîn İlyâs Çelebi,154 Celâl Ergun,155 Dâvud Dede,156 Emîr Âlem Çelebi,157 Feyzî-i Belhî,158 Gülşehrî (s. 381), Hamîd-i Engûrî (s. 382), Hızır Paşa,159 İbrâhîm Bey (s. 382-3), Kadı Burhaneddin (s. 383-4), Nesîmî (s. 384-5), Seyf-i Fergânî160 Raziyuddîn Baba Kazvînî,161 Şâh Çelebi (s. 385), Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî (s. 385); Yârcânî,162 Zeynüddîn163
Abâpûş-i Velî (s. 386), Âdil Efendi,164 Adnî (s. 386), Ahmed Paşa (s. 387), Ahmed-i Dâ’î (s. 388-9), Ali b. Mecdüddîn-i Şahrûdî “Musannifek”,165 Alî Kuşçu,166 Âşık Ahmed (s. 389), Atâ’î (s. 389-90), Avnî (s. 390), Aynî (s. 391), Ca’fer Dede (s. 391), Cem Sultân (s. 391-2), Cemâl Çelebi,167 Çâkerî,168 Dede Ömer Rûşenî (s. 393), Edhemî (s. 393-4), Emîr Ahmed-i Buhârî (s. 394), Fakihî (s. 394), Fânî,169 Gülşen-i Saruhânî (s. 394-5), Halîmî (s. 395), Hamdullâh Hamdî (s. 395-6), Hâmidî-i Isfahânî (s. 396-7), Handân (s. 397), Hızır Bey (s. 398), Hoca Kara Fakîh (s. 398), Hümâmî (s. 398-9), İlâhî (s. 399), Kabûlî (s. 399-400), Kâşifî,170 Le’âlî (s. 400-1), Lûtfî (s. 401), Mahmûd b. Kâdî-i Manyas,171 Ma’nevî (s. 401), Mesîhî,172 Ma’âlî (s. 401-2), Molla Hayâlî,173 Mu’înî (s. 402), Nahifî (s. 402), Necâtî Bey (s. 402-3), Nizâmî (s. 403), Nûrî (s. 403), Sun’î (s. 403), Şehdî (s. 403), Şemsî (s. 405), Şeyhî (s. 405-6), Temennâyî (s. 406), Zeyneb Hatun (s. 406)
Abdulazîz (s. 407), Abdulvehhâb-ı Hemedânî,174 Abdurrahmân Alemşâh (s. 407), Adlî,175 Ahdî (s. 407-8),176 Ahmed Beg (s. 408), Ahmed Çelebi (s. 408), Ahmed Çelebi (s. 408-9), Ahmed Karahisârî,177 Ahmed-i Tabesî,178 Alâyî (s. 409), Âlî (s. 409), Ali Efendi (s. 409-10), Ankâ (s. 410), Ârifî Fethullâh Çelebi (s. 410-11), Ârifî Hüseyin Çelebi (s. 411-2), Aşkî (s. 412), Atâ,179 Azmî (s. 412-3), Bahrî (s. 413), Bahtî (s. 413), Bâkî (s. 413-4), Basîrî (s. 415), Basîrî (s. 415-6), Behiştî (s. 416), Beyânî (s. 417), Bîdârî (s. 417), Bostanzâde Mehmed Efendi (s. 417), Ca’fer Çelebi (s. 418), Celîlî (s. 418-9), Cenâbî Paşa (s. 419), Cinânî (s. 419-20), Cüdâyî (s. 420), Çamçak Mehmed Efendi (s. 420-1), Dâ’î (s. 421), Derûnî (s. 421), Dervîş Beg (s. 421), Dervîş Çelebi (s. 421), Dervîş Çelebi (s. 421), Dervîş Niyâzî (s. 421-2), Dîvâne Mehmed Çelebi (s. 422), Ebu’l-fazl (s. 421), Edâî,180 Eflâtûn (s. 423), Elkâs Mîrzâ,181 Emînî,182 Emîrek (s. 423), Emre (s. 423), Esîrî (s. 423-4), Fahr-i Halhâlî,183 Fakrî (s. 424), Fârisî (s. 424), Ferdî (s. 424), Ferruh Çelebi,184 Ferruhî,185 Ferruhî-i İstanbulî,186 Fethullâh Kâtib,187 Fevrî (s. 424-5), Feyzî (s. 425), Figânî (s. 425), Figârî,188 Fikrî (s. 425), Ganî (s. 425-6), Garîbî (s. 426), Gazâlî (s. 426-7), Gınâ’î (s. 427), Gubârî (s. 427-8), Gubârî (s. 428), Günâhî,189 Habîb,190 Habîb-i Berguşâdî,191 Hâce Çelebi (s. 429), Hâfız-ı Acem (s. 429-30), Hâlî (s. 430), Hâlî (s. 430), Hâlî (s. 430), Halîfe (s. 431), Hasan Zarîfî Efendi (s. 431), Hâtemî (s. 431), Hâtemî (s. 431-2), Hâtifî (s. 432), Hayâlî (s. 432), Hayâli-i Gülşenî (s. 432), Hayreddîn Hızır,192 Hazânî-i Semerkandî,193 Hazînî (s. 433), Helâkî (s. 433-4), Hızrî (s. 434), Hilâlî (s. 434), Hüsrev Çelebi,194 Hudâyî (s. 434), İbrâhîm Gülşenî (s. 434-5), İdrîs-i Bitlisî (s. 435-7), Îsâ Halîfe,195 İlmî (s. 437), İmâd (s. 438), İnâyetullâh (s. 438), İshak Çelebi (s. 438), İsmâîl,196 Kadrî (s. 438), Keşfî (s. 439), La’lî (s. 439), Lâlî Dede (s. 439), Lâmi’î Çelebi (s. 439-40), Lârendeli Hamdî (s. 440), Lâyıhî (s. 440), Ma’sûm (s. 440-1), Mahfî (s. 441), Mâyilî,197 Mehmed (s. 441), Mehmed (s. 441), Mehmed Efendi (s. 441), Mehmed Emîn (s. 442), Meylî (s. 443), Meylî (s. 443), Minnetî (s. 443), Mîr Ayânî-i Şîrâzî,198 Mîrzâ Mahdûm (s. 443-4), Mîrim Çelebi,199 Mollâ Nasrullah Vâkıf-ı Halhâlî,200 Muhammed Mezheb-i Kirmânî,201 Muhibbî (s. 444), Muhyî (s. 445), Muhyî-i Konevî (s. 445), Muhyî (s. 445), Murâdî (s. 446), Murâdî (s. 446), Musâhib-i Tebrîzî,202 Mustafâ (s. 446), Muti’î (s. 446-7), Müderris (s. 447), Münîrî (s. 447), Müslimî (s. 447), Nevâlî (s. 447-8), Nev’î (s. 448), Nihânî,203 Nisârî (s. 448), Nişânî (s. 449),
Niyâzî (s. 449), Nutkî (s. 449), Penâhî (s. 449-50), Pervîz Efendi (s. 450), Remzî (s. 450), Rızâyî (s. 450), Rızâyî (s. 450-1), Rızâyî Geng-i Irâkî,204 Rif’atî (s. 451), Sabâyî (s. 451), Sabâyî (s. 451), Sabrî (s. 451-2), Sa’dî Çelebi (s. 452), Safâyî Dede,205 Sâfî (s. 452-3), Sa’idâ,206 Sâ’ilî,207 Sâ’il,î208, Salâhî (s. 453), Sarfî (s. 453), Sa’yî (s. 453), Sedîd Tabîb,209 Sehâbî (s. 453-4), Sehî Bey,210 Selîmî (s. 454), Seydî (s. 454-5), Seyyid Hüseyn-i Bâverdî,211 Sultân Bedîuzzamân,212 Sürûrî (s. 455), Şâh Kasım (s. 455-6), Şâh Mehmed (s. 456), Şâhî (s. 456), Şâhî (s. 456), Şâhidî (s. 457-62), Şânî (s. 462), Şehîdî (s. 462), Şemsî (s. 462), Şemsuddîn-i Berda‘î,213 Şerhî (s. 463), Şevkî (s. 463), Şevkî (s. 463), Şeydâ,214 Şeyh Abdullâh-ı Şebusterî,215 Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî (s. 463-4), Şeyh Fethullâh,216 Şükrî (s. 464-5), Tâbî (s. 465), Ümîdî (s. 465), Vâlihî (s. 465), Vâsık,217 Vaslî (s. 466), Vefâyî (s. 466), Yakînî (s. 466), Yûsuf-ı Sîne-çâk,218 Za’fî,219 Za’îfî (s. 466-7), Zîrekî (s. 467-8), Zünnûn (s. 468)
Dostları ilə paylaş: |