BOYAR, AIİ SAMİ
(1880, İstanbul - 23 Eylül 1967, İstanbul) Ressam. Asker ressamlar kuşağın-dandır. 1901'de Mekteb-i Bahriye'yi bitirdikten sonra Deniz İnşaiye Resimha-nesi'ne atandı. 1902'de Sanayi-i Nefise Mektebi'ne girdi, 1910'da eğitimini geliştirmek üzere Paris'e gönderildi. Burada, Güzel Sanatlar Akademisi ve Cormon A-tölyesi'ne devam etti. 1914'te yurda dönüşünde askerlik görevinden ayrılarak, Deniz Müzesi müdürlüğü görevine başladı, Kız Sanayi-i Nefise Mektebi'nde hocalık yaptı. Sonraki dönemlerde Evkaf Müzesi (bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesi) müdürlüğü, Ayasofya Müzesi müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Boyar, izlenimci anlayışın ilkeleri doğrultusunda oluşturduğu kompozisyonlarında mimari anıtları, cami içi görünümlerini ve çoğunluğu İstanbul'un çeşitli köşelerinden manzaraları konu edinmiştir.
Kalın fırça vuruşlarıyla oluşturduğu resimlerinde, geleneksel izlenimci paleti uygulamıştır.
Bahriye Müzesi Katalogu ve Ayasofya adlı iki kitabı bulunan Boyar, yayımladığı makaleleriyle de kültürel ortama katkıda bulunmuştur. İstanbul'un çeşitli görünümlerini yansıttığı eserlerinden bazıları şunlardır: "İstanbul Limanına Bakış", "Eski İstanbul", "Ayasofya", "Üsküdar", "Rumelihisarı", "Haliç", "Bebek".
Bibi. Boyar, Türk Ressamları; B. Şehsuva-roğlu, Ressam Ali Sami Boyar, İst., 1959; N. tslimyeli, Asker Ressamlar ve Ekoller, Ankara, 1965.
AHMET ÖZEL
BOYAR, SELİM PERTEV
(1897, İstanbul - 8 Temmuz 1981, İstanbul) Türk ressam. Bahriye Miralayı İdris Hilmi Bey'in oğludur. Resimle küçük yaşlarda ilgilenmeye başladı. Kuleli Askeri Lisesi'ndeki öğrenciliği döneminde Ressam Sami Yetik'ten ders aldı. I. Dünya Savaşı'nda teğmen rütbesiyle çeşitli cephelerde görev yaptı. Cumhuriyet döneminde resmi görevleriyle birlikte resim çalışmalarını sürdürdü. 1930-1933 arasında Devlet Güzel Sanatlar Akade-misi'nde İbrahim Çallı Atölyesi'ne devam etti. Asker ressamlar kuşağının son temsilcilerinden olan Boyar, uzun yıllar
Emekli Subay Ressamlar Derneği'nin başkanlığını yaptı, devlet sergilerine ve derneğin düzenlediği sergilere katıldı.
Eserlerinde, izlenimci ve gerçekçi anlayışın etkilerini birleştirerek özgün bir yoruma ulaşan Boyar'ın sanatsal çizgisinde hocaları Sami Yetik ve İbrahim Çallı'nın katkıları belirgindir. Yurdun çeşitli köşelerinden gerçekleştirdiği peyzajların yanısıra sanatçı, aynı zamanda başarılı bir portre ressamı olarak tanınır.
İstanbul'a tutkuyla bağlı olan Boyar' m İstanbul temalı birçok çalışması vardır. "Fenerbahçe'den", "Karacaahmet Sebili", "Kurbağalıdere", "Kalamış", "Rıza Paşa Yalısı", "Boğaz'da Kıbrıslı Yalısı" bunlardan bazılarıdır.
Çok yönlü bir kişiliği olan P. Boyar' in yayımlanmış eserleri de vardır. 1948' de yayımladığı Türk Ressamları adlı e-seri bugün de önemini koruyan bir başvuru kitabıdır.
Bibi. Boyar, Türk Ressamları, 175-177; N. Is-limyeli, Türk Plastik Sanatçıları Ansiklopedisi, Ankara, 1967.
AHMET ÖZEL
BOYTORUN, NURİ
(1908, İstanbul -1988, İstanbul) Güreşçi ve güreş antrenörü. Güreşe İstanbul'da başladı; Kumkapı Güreş Kulübü'nde yetişti. 1928'de milli güreş takımımıza seçi-
Pertev Boyar'ın "Gün Batarken" adlı peyzajı, mukavva üzerine yağlıboya, 37x27 cm, 1967. Maçka Mezat Koleksiyonu
lerek Amsterdam Olimpiyat Oyunları'n-da milli oldu. 73 kiloda beşinci oldu ve adını olimpiyat şeref kütüğüne yazdırdı. O tarihten 1937'ye kadar dokuz yıl milli takımdaki yerini korudu. Türkiye'nin en teknik güreşçilerinden biri olarak tanındı. 1932, 1933, 1934 ve 1935'te 79 kiloda Balkan şampiyonu oldu. 1936 Berlin O-limpiyat Oyunları'nda da sıkletinin beşincisi olarak adını ikinci kez olimpiyat şeref kütüğüne yazdırdı. Olimpiyat oyunlarında ilk altı dereceyi alan sporcuların isimlerinin yazıldığı bu kütüğe iki kez adım yazdıran ilk Türk sporcusu oldu. Güreşi bıraktıktan sonra antrenörlüğe başladı. Bu alanda da uluslararası bir üne erişti. 1949-1960 arasında Türk Milli Güreş Takımı'nı tarihinin en yüksek düzeyine çıkardığı gibi, daha sonra İsviçre, Fransa ve İtalya'da milli takım antrenörlükleri yaptı. Asıl mesleği uçak makinistliği olan Boytorun, spor hayatını kapattıktan sonra pleksiglas işleri yapan bir atölye kurdu.
CEM ATABEYOĞLU
BOZACILAR
Boza, sonbaharın soğuk günleriyle birlikte içilmeye başlanıp ilkbaharın son serin günlerine kadar aranırsa bulunan bir kış içeceğidir. Soğuk ve karlı kış gecelerinde akşam namazından hemen sonra İstanbulluların duymaya alışkın oldukları "Boozaa... Haydi boozaa... Boza..." haykırışlarını, o mevsim ilk kez duyanlar "Aaaa... Bozacı... Kış geldi demek" sözleriyle karşılaşırlar. İstanbul'da sokaklarda boza satılmaya başlanılması kışın habercisi sayılır.
Eskiden çoğunluğunu Arnavutların o-luşturduğu bu gezici bozacılar günümüzde yerlerini Anadolu'dan İstanbul'a gelen gurbetçilere bırakmışlardır. 19. yy' dan kalma resimlerdeki eli güğümlü, belinde bardaklık ve omzunda asılı ipe simitler dizilmiş bozacı tipi yerine hiçbir özelliği olmayan, plastik bidonlarla sokak aralarında dolaşan satıcılar ortaya çıkmıştır. Bunlarda eski bozacıları anımsatacak özelliklerden ancak yanık sesler kalmıştır.
Bugün İstanbul'un en ünlü boza üreticisi Vefa Bozacısı'dır(->). Şehrin belli yerlerindeki bozacı dükkânlarında, bazı pastanelerde ve gezgin bozacıların bidonlarında satılan boza, bu firma tarafından üretilmemiş olsa da şöhretinden dolayı "Vefa bozası" olarak tanıtılır.
Eski İstanbul'da, boza satılan ve içilen yer anlamındaki "bozahane" sözü çoğu zaman "meyhane" ile eş ya da yakın anlamlı bir söz olarak algılanmış; "Meyhaneciye şahit kim diye sormuşlar, bozacıyı göstermiş.", "Meyhanecinin kefili (şahidi) bozacı" deyimleri de bu anlayışın ürünü olarak doğmuştur. Kuvvetli bir a-teş üzerinde dövüle dövüle hazırlanan boza., kendisine eziyet edilen kişilerin durumunu ifade etmek için kullanılan "Ensesinde boza pişirmek" deyiminin doğmasına da yol açmıştır. Eski bir içecek olan bozanın Osmanlı ülkesinde ne
BOZCALI, SABİHA
318
319
BOZDOĞAN KEMERİ
zamandan beri bilinip kullanıldığını tespit etmek güç olmakla birlikte İstanbul' daki eski bozahanelerle ilgili olarak 16. yy'dan kalma kayıtlara rastlanılmaktadır. Bu dönemde iki türlü boza vardı. İlki i-çeni sarhoş edecek ölçüde alkollü olan ekşi bozaydı. Bunun içilmesi, fetva ile yasaklandığı gibi, satıldığı bozahaneye gitmek de meyhaneye gitmekle bir tutulurdu. Tatlı boza ise haram değildi, bunların satıldığı yerlere gitmekle kahveye gitmek arasında bir fark yoktu.
İstanbul'daki bozahanelerden ve buralarda satılan boza çeşitlerinden Batılı gezginler de eserlerinde söz etmişler, hattâ bazıları boza kalitesi ya da alkol derecesi hakkında bilgi de vermişlerdir. Evliya Çelebi de Seyahatname'de bozacı esnafına, bozahanelere ve boza çeşitlerine geniş yer ayırmıştır. Burada "Esnâf-ı Bo-zacıyan" başlığı altında verilen bilgiye göre 17. yy'da İstanbul'da 300 dükkânda, 1.005 bozacı çalışmaktadır. Bu kaynakta yer alan bilgiye göre bozacılar o dönemin ordusunda çok önem verilen bir sınıftı. Sarhoşluk verecek ölçüde içmek haram olmakla birlikte, ölçülü içildiği takdirde askere güç, beden sıcaklığı ve tokluk verdiğine inanılırdı. Ordu bozacıları Tatar Çingeneleri arasından çıkar, esnafın ordu alaylarındaki geçişlerinde izleyicilere boza dağıtırlardı.
Evliya Çelebi ayrıca, "Esnâf-ı Darı Bo-zacıyan" başlığı altında bir başka boza çeşidinden ve bu işle uğraşan bozacı esnafından söz eder. Bunlar 40 dükkânda 105 kişi olarak çalışırlar; Tekirdağ darısından süt gibi beyaz ve çok koyu bir boza yaparlardı. Bu bozanın alkollü olmadığı, "ulema" ve "meşayih" tarafından içilmesinden ve besleyici olduğu için hamile kadınlara faydalı olduğuna inanılışmdan anlaşılıyor.
Bir anonim resimde bozacı tipi, yaklaşık 19. yy.
Galeri Alfa
Boza ile vazgeçilmez çerezi leblebi.
Nazım Timuroğlu, 1993
Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiye göre İstanbul'un meşhur bozacıları Ayasofya Çarşısı'nda, Atmeydanı başında, Kadırga Limanı, Okçularbaşı ve Aksaray'da bulunuyordu. Ayrıca Süleymaniye'nin yasemin bozası, Ayasofya'nın taşaklı bozası, Un-kapanı'nın Sinan ve Miho bozaları, Tophane Çarşısı'mn leventler için darı bozası ünlüydü. Bu dönemde boza, içine Kuşadası pekmezi konularak ve üzerine tarçın, karanfil, zencefil, çok ince rendelenmiş hindistancevizi serpilerek içilirdi. Günümüzde bozanın üzerine yalnız tarçın serpilmektedir. Boza içilirken leblebi yenilmesi ise sonraları yaygınlık kazanmıştır. Rifat Osman'ın bir yazısından edinilen bilgiye göre bozahaneler, gayrimüslimler tarafından işletilirdi, iki kısımdan ibaret olan bu dükkânların ön taraflarında ise şarap ve alkollü olduğu bilinen Arnavut bozası satılırdı.
Osmanlı tarihi boyunca sık sık görülen içki, kahve, tütün, afyon yasakları a-rasmda bozanın da yer aldığı görülmüş, ayrım yapılması güç olduğu için, alkollü olup olmadığına bakılmaksızın boza yasaklanmış, bozahaneler de kapatılmış ya da yıktırılmıştır. Bu yasakların en şiddetlileri IV. Murad (1623-1640), IV. Meh-med (1648-1687) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde görülmüştür. 1340-1341/1924-1925 Türk Ticaret Salnamesi bu yıllarda İstanbul'da sözü edilmeye değer üç büyük bozacı olduğunu kaydetmekte, Cağaloğlu Yokuşu'nda "Bayram Usta"; Vefa Koğacılar Caddesi'nde "Hacı İbrahim ve Sâdık Biraderler" (Vefa Bozacısı) ve Nuruosmaniye Caddesi'nde "Ali Sinan"ın adlarını vermektedir.
İstanbul'un çeşitli semtlerinde bozacılar ve bozahane ile ilgili birkaç sokak adı vardır. Bunlar istanbul Şehri Rebberi'nde (1934) Bozacı Sokağı ve Bozacı Çıkmazı (Kuzguncuk), Bozacı Odaları Sokağı (Cerrahpaşa), Bozacı Zeynel Sokağı (Yeni-
mahalle-Sarıyer), Bozahane Sokağı (Bü-yükdere) biçiminde sıralanmıştır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 658-662; Türk Ticaret Salnamesi 1340-1341, İst., 1340-1341 (1924-1925), s. 216; Rifat Osman, "Memleketimizin Tarihinde Mükeyyifata Bir Bakış: Kahvehaneler", istanbul Belediye Mecmuası, S. 78/6 (Şubat 1931), s. 236, 241-243; Ergin, Rehber, 21; "Boza, Bozacı, Bozahaneler Vak'ası", İSTA, VI, 3044-3053; C. Yener, "Kahve ve Kahvehaneler", Hayat Tarih Mecmuası, S. 12
(°Cak 1970)' İSTANBUL
BOZCALI, SABİHA
(1903, İstanbul) Ressam. Kuruçeşme'de doğdu. Babası Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Paşa'nın oğlu Rüşdî Paşa, annesi Dahiliye Nazırı Memduh Paşa'nın kızı Handan Hanım'dır. İlk resim derslerini Ali Sami Bey'den (Boyar) aldı. 1918'de Almanya'ya giderek Lovis Corinth'in atölyesinde bir yıl çalıştı. 1923'te Münih Akade-misi'ne girerek Kari Kaspar'ın öğrencisi oldu. Paris'e giderek üç yıl Paul Signac'ın atölyesinde çalıştı, çeşitli sergilere katıldı. İstanbul'a dönerek Filarmoni Derneği'n-de ilk kişisel sergisini açtı. 1946'da Roma' ya giderek üç yıl Giorgio de Chrico'nun atölyesinde çalıştıktan sonra İstanbul'a döndü. İstanbul'da Güzel Sanatlar Birli-ği'nin sergilerine düzenli olarak katıldı.
Sanatçının Resim ve Heykel Müzesi'n-de, Milli Kütüphane ve yerli, yabancı koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır. Peyzaj ve figüratif tarzda eserler vermiştir. Portre ve peyzajlarında farklı etkilerle birlikte, Çallı kuşağının belirgin etkileri görülür. Ayrıca Milliyet, Hergün, Havadis ve Yeni Sabah gazetelerinde yayımlanan çeşitli tarihi romanları resimledi. R. E. Koçu'nun çıkardığı İstanbul Ansiklo-pedisi'ne yüzlerce ilüstrasyon hazırladı.
Bibi. N. İslimyeli, Türk Plastik Sanatçılar Ansiklopedisi, Ankara; 1967; "Bozcalı, Hatice Sabiha", ISTA, c. VI; T. Toros, ilk Kadın Ressamlarımız, ist., 1988.
AHMET ÖZEL
l
Sabiha Bozcalı, bîr yapıtının önünde.
Erkin Emîroğlu
bozdoğan kemer!
Bir bölümü bugünkü Saraçhanebaşı'nda sağlam kalmış geç Roma, erken Bizans dönemine ait sukemeri. Hadrianus ya da Valens Kemeri olarak da bilinir.
Hadrianus döneminde (117-138) antik Bizantion'da(->) bir sukemeri yapıldığından söz eden kaynaklara dayanan C. Mango bunu Hadrianus Kemeri diye adlandırır. Başka bazı referanslardan ise Roma İmparatoru Valens zamanında (364-378), büyük su sıkıntısı çeken kente su taşımak amacıyla yeni kemerler yapıldığı anlatılır. Bu tarihten sonra Valens Kemeri olarak tanınan suyolu, yine bir söylenceye göre, Valens'i bir saray darbesiyle tahttan indirerek kısa bir süre imparatorluk yapan Prokopios'u (Eylül 365-Mayıs 366) destekledikleri için hükümdarca cezalandırılan Halkedon (Kadıköy) şehrinin surlarından sökülmüş taşlardan yapılmıştı. Fakat bu rivayeti kanıtlayan herhangi bir bulguya henüz rastlanmamıştır.
Bir başka kaynağa göre, kemer 373' te Prafektus (belediye başkanı) Klear-kus zamanında tamamlanmıştı. Bu dönemde daha sonra Tauri Forumu olarak adlandırılacak yerde, "Nimfeum Majus" veya "Nimfeum Maksimus" adlarıyla tanınan bir başhavuz ve çeşme binası yapılmıştı. I. Theodosius zamanında (379-395) kemer, şehir dışı su tesislerine bağlandı. Fakat bu şebekeye gelen su sanıldığı gibi Belgrad Ormanı bölgesinden değil, batı yakasındaki su kaynaklarından sağlanıyordu. Nitekim Trakya'da erken Bizans dönemine ilişkin irili ufaklı birçok sukemeri kalıntısından biri olan Mazul (Mazlum) Kemer'in üstünde Roma veya erken Bizans dönemine ait bazı işaretler vardır.
576'da II. İustinos zamanında onarım gören kemerin 626'da Avar kuşatması sırasında tahrip edildiği ileri sürülmüşse de, Avarların suriçine giremediği bilindiğine göre, sözü edilenin Bozdoğan Kemeri olmaması gerekir. V. Konstantinos zamanında (741-775) suyolları ile birlikte Valens Kemeri de onarılmıştı. Bu tarihten sonra birçok kez tamir gördüğü söylenmekte ise de bunlardan yalnızca 1019'da II. Basileios tarafından yaptırılanı bilinmektedir.
6. yy'da eski sarayları, Ahilleus Hama-mı'm(-0 ve Yerebatan Sarayı'm(-») beslediği bilinen kemer 11. yy'dan itibaren, kente yönelen kuşatma ve taarruzlar sırasında büyük ölçüde zarar gördü ve iş göremez hale geldi, nitekim 1403'te Kons-tantinopolis'ten geçen İspanyol Elçisi Ruy de Clavijo'nun seyahatnamesine göre, yöredeki bağ ve bahçelerin sulanmasında kullanılıyordu.
Konstantinopolis'in Osmanlılara geçmesinden (1453) sonra, kentin çektiği su sıkıntısını gören II. Mehmed (Fatih)(->) su şebekesini hemen onartıp, geliştirirken sisteme bu kemeri de dahil etti. Vakfiyesinde sadece "kemer" adıyla geçtiği için, Bozdoğan Kemeri adının kökeni ve tarihi bilinmemektedir. Bazı kay-
Bozdoğan
Kemeri'nden
bir bölümün
restitüsyonu.
Şirin Akma, 1989
naklarda, bu isim bir tür doğan kuşuna ya da bu adı taşıyan bir armut cinsine -veya ona benzer bir gürz çeşidine- atfedilir. Ne var ki, tüm bu adlar, bir sukemeri ile ilintili görünmedikleri için bu etimoloji pek inandırıcı değildir.
Fatih tarafından yapılan ilk dağıtım hattı, Bozdoğan'ın ve Mazul Kemer'in üzerinden geçirilen Fatih suyoludur. Bozdoğan Kemeri'nin üst kotu 60 m'yi aştığı için, kentin en yüksek yerlerine su ulaştırmak ancak bunun üzerinden geçen suyolları ile sağlanabiliyordu. Bu nedenle fetihten hemen sonra yapılan Mah-mud Paşa ile Halkalı sularından bugünkü adlarıyla Fatih, Süleymaniye, Baye-zid, Köprülü ve Sultan Ahmed suyolları da Bozdoğan Kemeri'nin üstünden geçirilmiştir.
II. Bayezid (1481-1512) ve I. Süleyman (Kanuni) (1520-1566) zamanlarında, Bozdoğan Kemeri'nin üstünden Halkalı Suyu diye bilinen yeni suyolu geçirildi. Kemerin Şehzadebaşı Camii yakınındaki kısmı büyük olasılıkla 1509'da, "kıyamet-i sugra" denilen büyük depremde yıkıl-
mıştı. Bu bilginin derlendiği 1607 tarihli bir suyolu haritasında görülen "Bozulgan Kemer" adının bu depremden kaynaklandığı ve bu ismin zamanla Bozdoğan Kemeri'ne dönüştüğü iddia edilmiştir. Deprem sırasında Şehzadebaşı-Vefa bölgesinde meydana gelen gölcük yüzünden, bölge uzun süre "Büyük Bataklık" olarak adlandırıldı. İlk Kırkçeşme sularının kente getirilmesinde üstünden geçirildiği Bozdoğan Kemeri, 1556-1557'de Süleymaniye suyolunun yapılmasıyla bu şebekeye de hizmet etmiş ve özellikle Saray-ı Âmire'nin (Topkapı Sarayı) suyunun taşınmasında kullanılmıştır.
Bozdoğan Kemeri'nin doğu bölümü II. Mustafa döneminde (1695-1703) tamir edilmiş ve buna ilişkin bir kitabe, kuzey cephesinin 45. payesinin üstüne yerleştirilmiştir; ayrıca III. Ahmed döneminde (1703-1730) bir tamir gördüğü de sanılmaktadır.
K. Çeçen'e göre, Bozdoğan Kemeri ü-zerindeki sivri kemerli açıklık II. Mustafa dönemine aittir. Ayrıca 1748 tarihli bir suyolu haritasında kemerin Fatih ta-
BÖCEKBAŞI
320
321
BRANAS AİLESİ
Şehzade Camii'nin kubbesinden Bozdoğan Kemeri'nin genel görünümü.
Araş Neftçi, 1991
rafında bir taksim kulesi gösteriliyordu. 23 Ağustos 1908 tarihli büyük yangında, civardaki bütün ev ve camiler yandığından, ezanın kemerin üstünde okunduğuna ilişkin hikâyeler vardır. II. Dünya Savaşı sırasında İstanbul'un nâzım planını yapan H. Prost, Galata ve Beyoğlu'nu bağlayan caddenin, kemere zarar vermeden altından geçirilmesine büyük özen göstermiştir.
Bozdoğan Kemeri yıkılmış kısımla-rıyla takriben 971 m uzunluğunda olup, erken Bizans'ta muhtemelen daha da uzundu. Fatih yakasındaki bölümün yakın tarihlerde yok olduğu bilinmektedir. Mevcut parçalarından 1-40 numaralı parçalan ile 46-51 numaralılar, Roma devrinden kalma olup Fatih tarafından ona-rtılmıştır. 52-56. gözler Kanuni, 41-45. gözler II. Mustafa zamanında tamir görmüştür. Şehzade Camii ile Delikanlı Sokağı arasındaki parçasından ise iz kalmamıştır. Su eskiden kemerin üzerindeki açık bir kanaldan geçirilirken, sonraları künk, daha sonra da demir boru döşenmiştir.
En yüksek bölümünde denizden 63,5 m kotunda olan kemerin zeminden ortalama yüksekliği 28 m'dir. 1-17. gözleri tek sıra, 18-73. gözleri ise çift sıra olup diğer uçta gözlerin yine tek sıraya indiği görülür. İki katlı bölümde alt kemer ve ayaklar büyük kesme taşlardan, üst kemerler ise daha küçük taşlardan örülmüştür. Genişliği Fatih tarafındaki uçta 3,40 m ile başlar, gözlerin çift kat olduğu yerde, 5,65 m'yi bulur, doğu ucunda yine 4,30 m'ye iner.
1988'de belediyenin yaptırdığı onarım çalışmalarında Atatürk Bulvarı'nın üstündeki bölüm temizlenerek güçlendirilmişti. D. Kuban ve Ş. Akıncı tarafından 1990-1993 arasında yürütülen restorasyon çalışmaları sırasında toprak altında kalan bölümler için açılan sondajlarda, Bozdoğan Kemeri'nin özgün hali ortaya çıkarılmıştır. Çok büyük taşlardan örülmüş özenli bir Roma yapısı olarak yük-
selen birinci kat kemerleri üzerinde özellikle ikinci kemer sırası, değişik Bizans ve Osmanlı dönemi izleri taşımaktadır.
İstanbul'un en eski sukemeri olan Bozdoğan Kemeri, geç Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde 15 asrı aşkın süreyle kentin su ihtiyacının karşılanmasında su şebekesinin en önemli parçalarından birini oluşturmuştur.
Bibi. S. Eyice, "Bozdoğan Kemeri", İA, 319-321; Ph. Forcheimer-J. Strzgowski, Byzanti-nischen Wasserbehâlter, II, 18-20; Grosve-nor, "Constantinople", 358 vd; Gurlitt, Kons-tantinopels, 13-14; K. O. Dalman, "Der Va-lens-Aquâdukt in Konstantinopel", Istanbuler Forschungen, S. 3, Bamberg, 1933; Eyice, istanbul, Guide no. 111; G. Becatti, "Constan-tinopoli", Enciclopedia dell'Arte Antica e Classica, II, Roma, 1959, s. 892; Janin, Constantinople byzantine, 199-200; Müller-Wie-ner, Bildlexikon, 273-277; C. Mango, Le deve-loppement urbain de Constantinople, (IV-VII siecles), Paris, 1985, s. 20, 56.
İSTANBUL
BÖCEKBAŞI
18. yy'dan 20. yy başına kadar, var olmuş dar kadrolu, özel bir kolluk kuvvetinin amiri.
Böcek ya da tebdil memuru denen görevlilerin, İstanbul'da 18. yy'da örgütlendiği tahmin edilmektedir. Bu kadro, uslanmış, yasadışı alışkanlıklarını bırakmış, fakat soygun, hırsızlık, yankesicilik, cinayet vb eylemlerin tüm inceliklerini bilen kişilerden oluşturulmaktaydı. Bunlar arasından atanan böcekbaşı ise örgütün amiri durumundaydı. Kent kadısı tarafından böcekbaşıhğa atanan kişi, kendi kadrosunu kurardı. Bu örgüt, İstanbul' daki askeri nitelikli diğer kolluk güçlerinden tamamen farklı yapıdaydı. Kadı, subaşı, yeniçeri ağası, failleri yakalanamayan olayların soruşturmasını böcek-başına havale ederler, o da kendi örgütünü işe koşarak suçluları bulmaya çalışırdı. Bu konuda, böcekler ve tebdil memurları akla hayale gelmedik yöntemler
uygularlar, kılık değiştirip halkın arasına girerler, en korkulu ve tehlikeli semtlerde araştırmalar yaparlardı. Esasen, böcekbaşı ve böcekler, suçlular arasından geldikleri için, eylemin niteliğine göre suçu kimin veya kimlerin işlemiş olabileceğini tahmin ederlerdi. Öte yandan eski İstanbul'un tüm semtlerini ve semt halklarını da çok iyi tanıdıklarından suçlu yuvalarını bulmaları zor olmazdı.
Böcekbaşı yakaladığı suçluyu, olayın türüne göre kadıya, yeniçeri ağasına, ih-tisap nazırına teslim eder veya Baba Cafer Zindanı'na götürürdü. Fakat önce, kendi yöntemiyle suçlunun burnunu, kulağını, parmaklarını, elini, hattâ kolunu keser, kesilen organ bir tepsiye konarak suçluyla birlikte çarşı pazar dolaştırılır, bu arada böcekler esnaftan başarılarının ödülü olarak bahşiş toplarlardı. Böcekbaşı, aynı suçu birkaç kez işleyen bir sabıkalıyı, halkın ortasında boynunu vurdurarak veya iple asarak ölümle de cezalandırabilirdi.
Böcekbaşının kıyafeti, çevresine yeşil çuha sarılmış siyah kuzu kürkünden kalpak, dar ve uzun cepken, mavi bol şalvar, kırmızı çizme idi. Böcekler ise tebdil gezerlerdi. Bunlar arasında tövbekar olmuş sabıkalı kadınlar da vardı.
Böcek ve böcekbaşı deyimleri, II. Meş-
Böcekbaşını betimleyen bir resim. Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilatı ve Kıyafet-i Askeriyesi, İst., 1325/1909 Necdet Sakaoğlu koleksiyonu
rutiyet döneminde (1908-1918) yeni o-luşturulan gizli polis ve taharri memurları için de kullanılmıştır. Fakat aydınlar, bu örgütü ve mensuplarını kişi özgürlüğü açısından sakıncalı gördüklerinden o dönemin ortamına "böcekli memleket" adını takmışlardı. Aydınlar, böcek denen gizli polisleri, II. Abdülhamid döneminin hafiyeleriyle eş tutmaktaydılar. Ahmed Midhat Efendi ise Para adlı eserinde bir kasa hırsızlığı dolayısıyla böcek deyimini, dedektif anlamında kullanmıştır.
Evangelinos Misailidis'in Temaşâ-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş adlı eserinde ise Italya'daki böceklerle böcekbaşı bir soygun şebekesi olarak tanıtılmaktadır.
Bibi. Pakalm, Tarih Deyimleri, I, 241-242; Mahmud Şevket (Paşa), Osmanlı Teşkilât ve Kıyafet-i Askeriyesi, İst., 1325, s. 61; "Böcek, Böcekbaşı" İSTA, VI, 3078; İ. Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Ankara, 1979, s. 197; E. Misaili-dis, Seyreyle Dünyayı (Temaşâ-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş), İst., 1988, s. 529 vd.
NECDET SAKAOĞLU
BÖCEKLİ CAMÜ
bak. TÜCCARBAŞI CAMİİ
BÖREKÇİLER
İstanbul mutfağında börek, evlerde ve çarşı fırınlarında hazırlanırdı. Ev börekleri maltız ya da mangal ateşinde, küçük ev fırınlarında ya da tepsilerle götürüldüğü semt fırınlarında pişirilirdi. Ev börekleri günümüzde daha çok hazır yufka kullanılarak yapılmaktadır.
Çarşı börekçiliğinin ve buna bağlı olarak gelişen börekçi esnafının İstanbul'da eski bir geçmişi vardır. Bu geçmişte ekmekçi ve börekçi fırınlarının rekabeti ilginç bir sayfa oluşturur. Bu fırınların birbirlerinin çalışma alanlarına girmesi devletçe yasaklanmıştı. Ekmekçi fırınları, ölçü ve kalitesi önceden belirlenmiş ekmek; börekçi fırınları da ya yalnızca börek ya da börekle birlikte gevrek, simit, peksimet ve çörek çıkarırlardı. Bu hususta İstanbul kaymakamına ve kadısına yazılmış 1115/1703-04 tarihli bir hükümde ekmekçilerin, börekçileri, ekmek çıkardıkları için şikâyet ettikleri, börekçilerin çok eskiden beri uygulanageldiği gibi börek ve benzeri yiyecekler çıkarabilecekleri, ekmek çıkarmalarının yasak olduğu açıkça belirtilmiştir.
Evliya Çelebi, Seyahatname'de İstanbul börekçi esnafının 200 dükkânda çalışan 4.000 kişiden ibaret olduğunu kaydeder. Bu, 17. yy için abartmalı olsa da börekçiliğin geçmişi açısından önemli bir bilgi sayılır.
1091/1680 tarihli bir "esnaf nizamna-mesi"nde börekçilerle ilgili ilginç hükümler vardır. Bu nizamnamede börekçilerin yalnızca koyun etinden yapılmış kıyma kullanacakları, kararından fazla soğan konulamayacağı, böreğin içinde harç konulmamış yer bulunamayacağı, hamurunun âlâ undan yoğrulacağı ve içyağı kullanılmasının kesinlikle yasak olduğu belirtilmiş; buna riayet etmeyenlerin hakkından gelineceği eklenmiştir.
Bir kartpostalda börekçi tiplemesi. istanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı
Başta Mehmed Kâmil'in Melceü't-Tab-bâhîn (Aşçıların Sığınağı) adlı kitabı olmak üzere 19. yy'ın ikinci yarısı ile 20. yy başlarında İstanbul'da basılmış yemek kitaplarında şu böreklerin adlarına rastlanmaktadır: Adapazarı böreği, akıtma sakız böreği, Arnavut böreği, burma börek, çarşı böreği, Çerkez böreği, çiğ börek, fincan böreği, gül börek, ince börek, kapak (tencere ya da tas) böreği, kestane böreği, kol böreği, kuru börek, Laz böreği, muska böreği, Nemse böreği, paça böreği, pırasa böreği, puf böreği, sac böreği, sakız böreği, saray böreği, Selanik böreği, serpme hamur böreği, sigara böreği, soğan böreği, su böreği, süt böreği, talaş böreği, Tatar böreği, tavuk böreği, tepsi böreği.
Musahipzade Celâl de börekçileri simit, çörek ve peksimetçilerle birlikte andığı Eski İstanbul Yaşayışı adlı eserinde 19. yy sonlan ile 20. yy başlarında Çakmakçılar, Hasanpaşa, Galata ve Beylerbeyi fırınlarının İstanbul'un ünlü börekçileri olduğunu yazar.
1340-41/1924-25 tarihli Türk Ticaret Salnamesi'nde baklavacılar ve poğaçacılarla birlikte 13 ünlü börekçi sayılmıştır. Gezici börekçiler ise bağlı oldukları fırınlardan aldıkları börekleri, meydanlarda, köşe başı, yolağzı gibi belli yerlerde satarlar ya da sokak aralarında dolaşırlardı.
İstanbul'da çarşı börekçiliği günümüzde azalarak da olsa varlığını sürdürmekte, gezici börek ve poğaça satanlara da rastlanmaktadır. İstanbul'un değişik semtlerinde Börekçi Sokağı gibi ya da Börekçi Ali, Börekçi Bayram, Börekçi Veli gibi sokak adları da vardır.
Dostları ilə paylaş: |