HAS
251). Bu iki kavram arasında var olduğu İleri sürülen farklılıklara rağmen usulcülerin genellikle kabul ettiği görüş onların aynı mânaya geldiğidir. Ancak hasla ilgili konular, fukaha metoduna göre yazılan usul kitaplarında müstakil olarak ve bir bütün halinde "has" veya "husus" başlığı altında incelenirken kelâmcı metoduna göre yazılan eserlerde bu başlıklar altında daha çok tahsis konusu işlenmiştir. Bu durum, onların has ve husus terimlerine "mahsus" (tahsis edilmiş şey} veya "tahsis" mânası vermelerinin ve hassı âmmın kapsamı içerisinde ve onun parçası olarak görmelerinin (İbnü'n-Neccâr. III, 104) bir sonucu olabilir.
Arapça'da has lafızlar harfler, özel isimler ve cins İsimleri, sayı isimleri, tesniye-ler, emir ve nehiylerle mutlak ve mukayyetten ibarettir. Harf-i çerler, soru edatları gibi özel olarak birtakım mânaları ifade etmek için konulmuş bazı harfler (hu-rûfü'l-meânî) vardır kî bunlar vazolunduk-lan mânalarda hastırlar. Bu tür harflerin mânaları hakkında dil bilimcilerinin farklı görüşleri, bilhassa Kur'an ve Sünnet naslarının lafzî yorumunda etkisini gösterdiği için bu harfler usul kitaplarında Örnekleriyle beraber "hurûfü'l-meânî" başlığı altında incelenmiştir. Hassın va-zolunduğu mâna bir isim ise kesinlikle ortaklığı kabul etmeyecek tarzda somut ve belirli olmalıdır. Bundan dolayı özel isimlerin tamamı hastır. Her ne kadar birçok kişiye aynı isim konulmaktaysa da bunlar vaz' sırasında yalnızca belirli bir kişi için konmaktadır ve o kişinin zatında diğerlerinin herhangi bir ortaklığı yoktur. Ayrıca hassın ifade ettiği mâna cins ismi veya onun herhangi bir türü de olabilir. Cins, hükmen birleşik olmayan birçok fert arasında ortak bulunan bir mâna (insan gibi), tür ise hükmen bir olan çeşitli fertler arasında ortak olan bir mâna için (erkek, kadın gibi) konmuş bir isimdir. İkincilerin fertleri çok olmakla beraber bunlar hükmen birdirler. Ancak bu örnekler mantık ilmine göre değil fıkıh usulüne göredir ve amaçları farklı olan bilimlerin bazı kavramları farklı değerlendirmeleri de tabiidir. Öte yandan iki, beş, otuz, yüz... gibi sayı isimleri içerisinde birçok fert bulunmasına rağmen bir defada bu sayıların tamamı için vazo-lunduklanndan hükmen "bir" ve has kabul edilmişlerdir. Yine "ebeveyn, sâhi-beyn, imâmeyn" vb. tesniyeler içerdikleri çokluk sınırlı olduğu için has kabul
265
HAS
edilmiştin Bu durum, hassın yukarıda verilen tanımına uygun olmakla beraber özellikle azlık çoğulunun (cem'-i kıllet) İki veya üç olduğu konusundaki ihtilâflarla, tahsisten sonra âm içerisinde asgari ne kadar fert kalacağı konusundaki tartışmalar göz önüne alındığı zaman, tesniye-lerin azlık çoğulunun en aşağı miktarı olduğu ve dolayısıyla has değil âm sayılması gerektiğine dair görüşlerin daha sağlam delillere dayandığı görülür.
Has lafız, kullanıldığı hal ve sıfat bakımından mutlak ve mukayyet olduğu gibi emir ve nehiyde olabilir. Fahreddin er-Râ-zî ve Kâdî BeyzâvTnin belirttiği gibi mutlak ilâve (zait), hiçbir kayıt taşımaksızın sadece mahiyet üzerine delâlet eden bir lafızdır [el-Mafr$Ql, 1/2, s. 521-522; Min-hâcü't-uüşüt, II, 319). Her şeyin bir hakikati (mahiyeti) vardır ve bu hakikate aykırı bir mâna taşıyan unsur varsa bu, söz Konusu hakikatin dışında başka bir varlığı meydana getirir. Bu sebeple sadece hakikat olduğu için hakikate delâlet eden ve onun herhangi bir kayıt ve sıfatına delâlet etmeyen lafız mutlaktır ve dolayısıyla has niteliğindedir. Eğer bu hakikate delâlet eden lafız çokluk kaydıyla bulunsaydı ve bu çokluk da belirsiz olsaydı mutlak değil âm olurdu. Bu sebeple Hanefîler, mutlakı has içerisinde kabul ettikleri halde kelâma metodunu benimseyen usulcüler onu yaygınlık (şüyu) özelliğinden ve kullanıldığı yerlerin sınırsız olmasından hareketle âm İçerisinde veya ondan hemen sonra incelemişlerdir. Ancak bu İki kavramdan âmmın umumu şü-mûlî. mutlakın umumu ise bedelî olup birincisinin umumu tümel ve her ferde fert olarak delâlet ederken ikincisinin umumu tümel olmakla birlikte her ferde fert olarak değil içine aldığı fertlerden her birine teker teker (bedel yoluyla) delâlet etmektedir.
Mutlak olan medlulünün vasfına zait bir sıfatla delâlet eden mukayyedde ise hem belirli olmayan bir veya daha fazla fert gösterilmekte, hem de kendisinin herhangi bir nitelikle kayıtlandığına dair bir delil bulunmaktadır. Hanefîler, takyit işleminin nassa ziyade olduğunu ve nas üzerine ziyadenin de nesh anlamına geleceğini ileri sürerken Şafiî usulcülert, takyidi mutlakın umumunu tahsis olarak değerlendirmişlerdir. Amidî ve Şev-kânî, tahsis delilleri hakkında söylediklerinin takyit için de geçerli olduğunu {el-İhkâm, III. 4; İrşâdü'l-fuhûLs, 167), Ha-
266
san b. Muhammed el-Attâr ise âmmın tahsisiyle mutlakın takyidi arasında herhangi bir fark bulunmadığını (Hâşiyetü 7-*Att&r, il. 59) söylemişlerdir. Onlara göre mukayyeddeki ziyade nesih değil meşru hükmün iyice yerleştirilmesi (takrir) ve karşılıklı konuşma yoluyla başka bir unsurun ona eklenmesidir. Bu görüşlerden birincisine göre, tahsisle nesih arasındaki farklar takyitle nesih arasında da geçerli iken İkinci görüşe göre tahsis delilleriyle takyidin de yapılabileceği anlaşılır. Ancak Hanefîler'in mukayyedi has kabul etmeleriyle Şâfıîler'in takyidi tahsisle aynı mânada algılamaları ve tahsisi "has" veya "husus" kavramları altında incelediklerine dair yukarıda verilen bilgilerle birleştirildiği zaman her iki yaklaşıma göre de mukayyedin has olduğu sonucu ortaya çıkar.
Hassın nevilerinden kabul edilen emir kipi vücûb, nedb vb. mânalara, nehiy ise fesad ve tahrim anlamına delâlet etme konusunda hastırlar. Ancak bu fiiller muhatapları açısından âm olabilir. Öte yandan fiillerin husus veya umum niteliğine sahip olup olmadıkları fıkıh usulünde tartışılmıştır. Emîr Pâdişâh, buradaki fiilin söz mukabili olan fiil (eylem) değil terim mânasmdaki fiil (gramerdeki fiil) olduğunu belirtirken [Teysîr, 1, 247) Mâzerî, bir fiilin husus veya umum ifade etmesinin hükmün söze veya zata ait bir özellik olup olmadığını tesbite bağlı bulunduğuna işaret etmiştir (Şevkânî. irşâdü'l-futıûl, s. 114). Bu durumda hüküm eğer zata ait bir vasıfsa zatı has olduğu gibi fiilleri ve dolayısıyla o fiillerin ifade ettiği hükümler de has olur. Hüküm söze ait bir vasıfsa o takdirde lafızlar husus niteliğine olduğu gibi umum niteliğine de sahiptir. Bununla birlikte fiillerin has veya âm olup olmadığının tesbitiyle ilgili tartışmalar, söz konusu fiillerin olumlu veya olumsuz olmaları noktasında yoğunlaşmıştır. İslâm hukukçularının çoğunluğu, olumlu fiilin çeşitli kısım ve yönleri, zamanı ve diğer şahıslar açısından umum niteliğine sahip olmadığını yani has olduğunu, bazıları ise aksini ileri sürmüşlerdir. Olumsuz fiilin ise nefiy siyakında nekre gibi olduğu için umum ifade edeceği konusunda usulcüler arasında ittifak bulunmaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre has bir kelimenin mânası aslında açıktır ve ilâve bir açıklamaya İhtiyacı yoktur. Onlar bu kabulden hareketle, hassın ko-
nulduğu mânaya kesin bir şekilde delâlet edeceği ve aksine bir delil bulunmadıkça bundan başka bir mânaya çekilemeyeceği konusunda birleşmişlerdir. Bu durumda, has lafız mutlak olarak gelmişse onu kayıtlayacak başka bir delil bulunmadıkça hüküm mutlak üzerine sabit olur. Meselâ. "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden ötürü sizi sorumlu tutmaz; fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, ya da bir köle azat etmektir. Bunu bulamayan kimse üç gün oruç tutsun" (el-Mâide 5/89) mealindeki âyette geçen "on" ve "üç" kelimeleri has olup delâletleri katidir. Çünkü bu sayılar. İfade ettikleri miktardan az veya çok başka bir ölçü veya niceliğe delâlet etmezler. Dolayısıyla yemin kefareti ya bir köleyi hürriyetine kavuşturmak veya on fakiri doyurmak ya da giydirmek, bunlara imkân yoksa üç gün oruç tutmaktır.
Hassın bu delâleti, onun hakikat veya mecaz olmasından değil aslî vaz'ındaki katiliğinden dolayıdır. Bu sebeple has. Pezdevî ve SerahsFnin de işaret ettiği gibi bir yanda kendisiyle kastedilen mânayı kesin olarak içine alırken öte yandan vazedildiği sözlük manasıyla amel etmeyi gerekli kılar. Ancak bu, hassın aslî vaz'ı-nın hiç değişmeyeceği anlamında olmayıp onun hakkında çeşitli açıklamalar yoluyla birtakım tasarruflarda bulunula-mayacağı mânasına gelir. Debûsî, Pezdevî, Serahsî ve Sadrüşşerîa gibi bazı Hanefî hukukçuları, mücerret ihtimalin hassın kesinliğini ortadan kaldırmayacağını ve onun delâletindeki kesinliğin başka bir İhtimalin bulunmadığı anlamında bir kesinlik (iİmü'l-yakın) değil, delile dayanan bir ihtimalin bulunmadığı kesinlik (ilmü't-tuma'nîne) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre, has lafız İle vazolunduğu mânadan başka bir anlam kastedilebilir olmakla beraber bu ihtimali gösteren bir delil bulunmadıkça bu durum onun kesinliğine zarar vermez. Çünkü delile dayanmayan bir ihtimal ile böyle bir ihtimalin hiç bulunmaması aynı şey olup ikisi de yok gibidir. Buna karşılık bazı Hanefî-ler'le diğer mezhep usulcüleri, mücerret ihtimalin hassın katiliğini ortadan kaldıracağını ve bu sebeple hassın zahiriyle amel vacip olmakla beraber yakîni gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Birinci gruptakiler, hassın mecaz ifade ettiğine dair
bir delil bulununcaya kadar hakikati üzere devam edeceğini, ikinci gruptakiler ise hakikatin mecaza ihtimali olduğunu ve ihtimal ile kesinliğin birlikte düşünülemeyeceğini, bu sebeple hassın kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir kesinlikte olmadığını ileri sürmüşlerdir. Burada, vazedildiği mânaya hakikat olarak delâlet eden has bir lafzın, sırf mecaza ihtimali bulunduğu için kesinliğinin zayıflayacağı görüşüne katılmak güç görünmektedir. Zira bu takdirde dilde hakikat, mecaz, sarih, kinaye, müşterek ve müevvel gibi çeşitli sebeplerle ikinci bir mânaya ihtimali bulunmayan bir kelime hemen hemen yok gibidir. Bu durumda, aksine bir delil bulununcaya kadar kelimenin hakiki vaz'ıyla amel etmek daha isabetli olmalıdır. Aksi halde has olan şer'î naslann kesinliği konusunda meydana gelebilecek şüpheler bu naslann zayıflamasına yol açabilir.
Hassın kesinliği konusundaki bu ihtilâfın pratik sonuçları çeşitli meselelerde kendini göstermektedir. Meselâ birinci görüşe göre has kati olduğu için onun üzerine yapılan ziyade nesih demektir ve bu da ancak kendi gücünde kati bir nas-la olabilir. İkinci görüşe göre ise hassın katiyetinde şüphe bulunduğundan ona yapılan herhangi bir ziyade nesih değil beyan olur ve bu beyan, has ile aynı kuvvette bir delil ile olabildiği gibi haber-i vâhid ile de olabilir. Hassın taşıdığı ihtimalle ilgili olarak şu örnek verilebilir: Hz. Peygam-ber'in, "Her kırk koyunda bir koyunun zekât olarak verilmesi gerekir" sözünde (Dârimî. "Zekât", 4; İbn Mâce, "Zekât", l3;Tirmizî, "Zekât", 4) koyunların zekât nisabı olarak bildirilen kırk rakamı has olup daha aşağı ve daha yukarı bir miktara delâlet etmez. Ayrıca zekât olarak verilecek olan bir koyunun sayısında da ar-tıklık ve eksiklik kabul edilemez. Ancak Hanefîler, zekâtın teşrîindeki yoksulların ihtiyacına cevap verilmesi gayesinden hareketle, zekât olarak verilecek koyundan amacın bizzat koyunun kendisi olduğu gibi kıymeti de olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre sâri' zekâtı fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak için farz kılmıştır. Bu maksada ise koyunun değerinin verilmesiyle de ulaşılabilir.
Hassın mecaza ihtimali bulunması konusunda da şu klasik örnek verilir: "Bir aslan gördüm" cümlesindeki "aslan" kelimesi, kesin olarak vazolunduğu mânaya yani bu isimdeki hayvana delâlet et-
mektedir. Ancak bu kelimeden mecaz yoluyla "yiğit kişi"nin de kastedil m esi ne herhangi bir engel yoktur. Fakat bu mânanın kastedildiğine dair bir delil bulunmadığı sürece bu ihtimal dikkate alınmaz ve birinci görüşe göre sırf bu ihtimal hassın kesinliğine zarar vermez. Eğer has lafız, bu mücerret ihtimali de ortadan kaldıracak şekilde kesin olursa o takdirde muhkem veya müfessere dönüşür. Ancak bu ihtimalin varlığı hakkında herhangi bir delil bulunursa has te'vili kabul eder ve hakiki anlamından çıkarılarak ona delilin gerektirdiği anlam verilebilir. Halbuki ikinci görüşe göre hakikatin mecaza ihtimalinin bulunması ilk baştan onun kesinliğine zarar vermektedir.
Has lafızlarla ilgili kurallar. İslâm hukukunun aslî kaynakları olan Kur'an ve hadis metinleri yorumlanırken dil gerçeğinin göz ardı edilemeyeceğini göstermektedir. "Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara -emredildikleri şeyleri- açıklasın" (İbrahim 14/4) mealindeki âyet, her peygamberin kendi toplumunun lisanıyla gönderildiği realitesini ifade etmektedir. Bu sebeple naslann ve ifade ettikleri hükümlerin kapsamlarıyla İlgili has, âm ve bunun tahsisi konulan klasik fıkıh usulü kitapları içerisinde veya müstakil eserler halinde, modern hukuk metodolojilerin-deki konuyla ilgili tartışmalarla kıyaslanamayacak kadar geniş ve ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir. Meselâ günümüze ulaşabilen ilk usul kitabı olma özelliğini hâlâ koruyan Şafiî'nin er-Risâle's\nde beyan, has ve âm konuları eserin İlk ve en önemli bahislerinden birini teşkil ederken Karâfî'nin el-ıİkdü'l-manzûm ti'l-huşûş ve'l-'umûm (Mekke 1983) adlı hacimli eseri yalnız has ve âm konularını incelemektedir. Bu konu etrafında yapılan tartışmalar, diğer hukuk sistemleri için de kanun yapma ve yorumlama faaliyetleri esnasında faydalanılabilecek hukukî tefekkür mahsulleridir (ayrıca bk. ÂM; TAHSİS).
BİBLİYOGRAFYA :
Lİsânü'l-ıArab, uhşş"md.; Tehânevî. Keşşaf, I. 423-424; II, 1483-1484; Tâcü'l-'arûs, "hâs" md.; Kâmüs Tercümesi, II, 1167; Wensinck, el-Mu'cem, "h.şş" md.; Dârimî. "Zekât", 4; ibn Mâce. "Zekât", 13; Tlrmİzı". "Zekât". 4; Şafiî, er-Risâle, Kahire 1399/1979, s. 21-73, 213; Ces-sâs, el-Fuşûl fı't'uşûl (nşr. Uceyl Câsim en-Ne-şemî), Kuveyt 1405/1985, 1, 40-419; Debûsî. Takoîmü'l-editte, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 690, vr. 46-b; Ebü'l-Hüseyin el-Basrî. el-Mu'te-
HAS
med. I, 14, 201-316; Bâd. //ıfcâm(Türkî), s. 48, 172, 190-230; Cüveynî. el-Burhan, I, 356-439; a.mlf., el-Kâfıye fı'l-cedel (nşr. Fevkıyye Hüseyin Mahmûd), Kahire 1979, s. 50; Pezdevî. Ken-zü'l-vüşül. I, 26-33, 79-101, 291-314; II, 2-33; III, 111; Serahsî, et-üşûl, I, 14-132; II, 82-84; Gazzâlî. el-Menhûl, s. 146, 162; a.mlf., el-Mûs-taşfâ, II, 32-35, 63-68, 163, 185; Kelvezânî. et-Temhîd fi uşûti'l-fıkh {nşr Müfîd M. Ebû Amşe). Cidde 1406/1985, 11, 177-188; Alâeddin es-Se-merkandî, Mizânü'l-uşût (nşr. M. Zekî Abdül-ber). Katar 1984, s. 297-301; Fahreddin er-Ra-zî. el-Mahşûl, 1/2, s. 520-522; 1/3, s. 5-213, 541-544; Âmidî. el-lhkâm, II, 181-313; III. 3-7, 155-157; İbnü'l-Hâcib. Muhtaşarü'l-MüntehA, Beyrut 1983,1. 171-185; Beyzâvî, Minhâcü'l-uüşûl fi ma'rifeti Hlmi'l-uşül [İsnevî. Nihâyetü's-sûl içinde), Beyrut, ts. (Âlemül-Kütüb). II, 312-321, 374-400; Şehâbeddin el-Karâfî, et-lsttğnâ fi ah-kâmi't-istisnâ (nşr. Tâhâ Muhsin), Bağdad 1982, s. 160-161,232-233; a.mlf.. ei-'/kdü'l-man^ûm fi'l-huşûş ue'l-'umûm (neşre hazırlayan Ahmed Sırrü'l-Hatem Abdullah, doktora tezi. 1404/1983). Mekke Câmiatü Ğmmi'l-kurâ; İbn Teymiyye, el-Müseuuede ft uşûli'l-fıkh, Kahire 1983, s. 105, 510; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü'I-esrâr, I, 30-33, 79; II, 109-203, 286; III, 111; Sadrûşşerîa. et-Tautîh, I, 32-38, 98-122; Süblâ. CemVl-ce-uâmi\ 1,462-516; İsnevî, Mİhâyeta's-sûl, Beyrut, ts., (Âlemül-Kütüb). II, 312-321, 374-400; İbn Emîrü'l-Hâc. et-Takrîr, I, 82; İbnü'n-Neccâr. Şerhu'l-Keukebi'l-münîr (nşr. Muhammed ez-Zühaylî- Nezîh Hammâd). Dımaşk 1982, III, 104; Emîr Pâdişâh, Teysîr, I, 194, 247, 331; İbn Abdüşşekûr, Müsellemü'ş-şübût. I, 360; Hasan b. Muhammed el-Attâr. HâşiyetüVAUâr ", MMLA, XII (1960), s. 161-169; Doğan Aksan. "Türk Anlam Bilimine Gi-riş-Anlam Değişmeleri". TDAYBelleten (1966). s. 176-184; Hâmid Sâdıkel-Kuneybî. "et-Ter^v-vurü'd-delâlî fî lügati11-fukahâ1", Mecelletü'l-Müstimi't-mu'âşır, XLI1, Safat 1405/1985, s. 73-88; Ahmed Muhammed Kaddûr, "Fi'd-delâ-le ve't-tetavvurü'd-delâlî", MMLAÖn, XXXVI (1988), s. 100-143; İbrahim Kâfi Dönmez, "el-•Urf fi'l-fıkhi'l-İsIâmî", Mecelletü MecmaHHk-hi't-İslâmi, İV/4, Cidde 1988, s. 3297-3329; Uceyl Câsim en-Neşemî. "el-Lafeü'1-hâş ve tatbîkatüh", Mecetletü'ş-Şert'a, XVI, Kuveyt 1990, s. 77-135. m
ffll Ferhat Koca
267
HAS
HAS
Osmanlılar'da
padişaha, hanedan mensuplarına,
yüksek devlet görevlilerine ait
şahsî mülk, arazi, yıllık gelir
ve dirlikler için kullanılan bir terim.
L J
Arapça bir kelime olan hâs Osmanlı idarî terminolojisine has veya hassa (çoğulu havas) şeklinde girmiştir. Kelime ilk defa Gazneli Devleti'nde hükümdarın saray hizmetlerini tanımlamak amacıyla (Muhammed b. Hüseyin el-Beyhaki, s. 235. 253). daha sonra da Büyük Selçuklu Devleti'nde sultanın malları için kullanılmış (Nizâmülmülk. s. 170. 198), hükümdara mahsus dirliklere has denilmiş ve bu tabir Anadolu Selçuklu Devleti'ne de İntikal etmiştir. Hârizmşahlar ve Mısır Mem-lüklü devletleri zamanında sultanın mallarına bakmakla görevli memura nâzırü'l-hâs (Kaikaşendî. IV, 30). İlhanlı Devleti'nde incû, bazan da hâss-ı incû denilmekteydi (Uzunçarşılı. MedtıaL s. 190. 362). Osmanlı Devleti'nde bostâniyân-ı hâssa, doğanciyân-ı hâssa, mehterân-ı hâssa gibi sultan ve saray hizmetinde olanlarla sultanın, hanedan mensuplarının, vezir, beylerbeyi, sancak beyi, defterdar gibi yüksek devlet memurlarının yıllık geliri en az 100.000 akçeye varan şahsî mülkleri, arazileri ve dirliklerini ifade eden bir anlam kazanmıştır (hâss-ı |havâss-ıl hümâyun, hâss-ı mîr-i mîrân. hâss-ı mîrli-vâ, hâss-ı defterdâr-ı hazîne gibi).
İlk has topraklarına I. Bayezid devri (1389-1403) kayıtlarında rastlanması (BA. 7D. nr. 1/1 m., s. 331-332), bu müessesenin daha önceki dönemlere gitmesi ihtimalini kuvvetlendirmektedir. İL Murad zamanında timar, hasları da içine alan genel bir terim olarak kullanılmış, subaşı dahil beylere ait tımarlara has denilmiştir. Meselâ Arnavutluk'ta vilâyet su-başılanndan bazılarına verilen tımarlar 40-50.000 akçelik olduğu halde bunlar has olarak gösterilmiştir {Hiçti835 Tarihli SûKt-i Defter-i Sancak-ı Aruanid, s. XXIII-XXIV). Aynı durum Fâtih Sultan Mehmed devri metinlerinde de görülür. Meselâ No-voberdo Subaşısı Kasım Bey'in haslarının geliri 85.175 akçedir, fakat has olarak tanımlanmaktadır (HadzMbegicf v.dğr., I. 135). M. Tayyip Gökbilgin de Fâtih zamanında timar ve has kelimelerinin eş anlamlı olarak kullanıldığına işaret etmiştir {Edirne ue Paşa. Uu&st. s. 74).5
Haslar padişah haşlan (hâss-ı şâhî. ha-vâss-ı hümâyun), vezirlerle diğer yüksek
268
devlet memurlarına verilenler (havâss-ı vüzerâ. havâss-ı mîr-i mîrân vb.), hanedana mensup hanımlara "paşmaklık" adıyla tahsis edilenler ve tekaüt hasları olmak üzere dört gruba ayrılır. Bunların dışında nâdir olarak "arpalık hasları" tabirine de rastlanır (Hammer, 11, 244-245).
Padişah hasları şehirlerde alınan bir kısım resimlerden, mukâtaa gelirlerinden, birçok köyün, mezraanın hâsıllarından, bâc-ı ubûr, âdet-i ağnam, gümrük, cizye ve cemaat gelirlerinden oluşmaktadır. Fâtih Kanunnâmesi'nde yer alan, "Bana yarar has defterdarlarım her kimde bulsalar, gerek vüzerâmda ve gerek gayride, ellerinden alıp yerine benim haslarımdan bî- hâsıl olanları vereler" kaidesinin XVI. yüzyılda da uygulandığını tahrir defterlerindeki kayıtlar göstermektedir. Meselâ 1S18'de Mardin'de beylerbeyi haslarına dahil debbâğhâne, boyahane gibi küçük tesislerin gelirleri birkaç yıl sonra padişah haslarına ilhak edilmiştir. Aynı durum başka sancaklarda veya bey-lerbeyiliklerde de görülür. Böylece hâss-ı atik ve hâss-ı cedîd tabirleri ortaya çıkmıştır. Hâss-ı cedîdlerin geliri pek çok yerde hâss-ı atiklerin üç katı civarındadır. 1619'da Vezir Mustafa Paşa ve Vezir Dâvud Paşa emekliye ayrıldıklarında 1.200.000 akçelik hasları havâss-ı hümâyuna ilhak edilmiş, kendilerine 250.000 akçe tekaüt hasları verilmiştir (BA, KK, nr.3065,s. 108-110. 124-127). Aynı tarihlerde emekliye ayrılan Bâbüssaâde Ağası Mehmed Ağa'nın tekaüt hasları ise 102.910 akçe olup bunun eski bir usul olduğu belirtilmiştir (BA, KK, nr. 3065, s. 57). XVII. yüzyıl başlarında bazı ufak arazi gelirleri de padişah haslarına katılmıştır. Şâhincibaşı Arslan Ağa'nın "10.000 akçe yazar arpalık hasları" buna bir örnektir (BA, KK. nr. 3064, s. 2). Bunun sebebi, yılda 300-400.000 filori irsaliyesi olan Halep gibi bazı kalemlerin gelirlerinin onda bire düşmesi, IH. Murad zamanında vezir sayısının çok artması yüzünden onlara ancak padişah haslarından ayrılan kısımların has olarak tahsis edilebilmesi neticesi havâss-ı hümâyun varidatının azalması, vezirlerin de kendi haslarının düşük gelirlerini havâss-ı hümâyuna ilhak ettirerek onların geliri yüksek olanlarının kendilerine mal edilmesini sağlamaları olmuştur {Hırzü't-mülûk, s. 177).
Fâtih Kanunnâmesi'nde vezirlere 1.200.000. beylerbeyi I erin e 800.000-1.200.000, defterdarlara 600.000 akçelik haslar verilmesi hükme bağlanmıştır. Lutfî Paşa. veziriazamın haslarının 1.200.000 akçelik olduğunu yazmaktadır
{Âsafnâme, s. 14). 1618'de veziriazam, ikinci vezir ve sadâret kaymakamlığı görevlerinde bulunanların hasları 1.200.000 akçe civarındadır. 1619'da Sadrazam Kara Mehmed Paşa'nın haslarının geliri ise 1.800.000 akçeye yakındır (BA, KK, nr. 3065, s. 10-17, 20-26, 39-41). Beylerbeyi hasları (hâss-ı mîr-i mîrân) XVI. yüzyılda her vilâyette aynı miktarda değildir. Di-yarbekir beylerbeyileri Behram Paşa ile (1568de) Kuyucu Murad Paşa'nın(1595-te) haslarının toplam geliri 1.200.670 akçedir (BA, Timar Rûznâmçe Defteri, nr. 12. s. 942-943; nr. 176, s. 195-196), Farklı tarihlerde aynı yerde birbirine yakın miktarda gelirlerin varlığı, beylerbeyi haslarının muayyen bir şekilde tutulmaya çalışıldığının göstergesi kabul edilebilir. Bu miktarlar Van'da 1.200.000 [a.g.e., nr. 10, s. 361-363), Anadolu'da 1.001.392, Dul-kadır-eli'nde700.240(a.g.e, nr. 14, s. 862-868), Rum beylerbeyliğinde 700.240 akçedir {a.g.e., nr. 4, s. 704-707). Bu rakam-lardaki 670, 1392 ve 240 gibi küsurlar "ziyade" olarak belirtilir. Haslar genel olarak yuvarlak rakamlı gelirlere sahiptirler. Umar ve zeametlerde de ayrılamayan küçük miktardaki gelirler ziyade olarak bırakılmakta, bu durum kayıtların yanlarındaki açıklamada belirtilmektedir. Aynı şekilde sancak beyi hasları da farklı miktarlardadır. Meselâ 1455'te Bosna sancak beyi ve aynı zamanda serhad beyi olan İshak Bey oğlu îsâ Bey'in haslarının yıllık geliri toplamı 763.000 (Sabanovid, s. 7). Bosna'nın Kanunî Sultan Süleyman devri başlarındaki sancak beyi hassı miktarı İse 739.000 akçeydi. Rumeli beyler-beyiliğinde yıllık has geliri 100.000 akçe olan sancaklar da vardı (Barkan, İFM, XV, 303). Rumeli ve Anadolu beylerbeyilikle-rindeki müsellem ve piyade sancakları gelirleri ise 81.000 ile 18.000 akçe arasındadır (a.g.e., XV, 304-306). Barkan'ın yayımladığı listede Doğu Anadolu'daki birçok livanın hâkimlerinin haslarının ne kadar olduğu belirtilmemekteyse de timar rûznâmçe defterlerinde bunlara ait miktarlar bulunmaktadır; meselâ 1579 başlarında Nahcıvan hâkimi iken Bitlis'e dönen Şeref Han'a Bitlis'e ait 260.000 akçelik haslar tahsis edilmiş, bu rakam başka hasların da ilâvesiyle aynı tarihte 505.564 akçeye (BA. MD, nr. 32, s. 276). Kasım 1595'te deyeni eklerle (terakki) 1.41 S.272 akçeye yükseltilmişti (BA, Ti-mar Rûznâmçe Defteri, nr. 176, s. 559-563). 1568'de Mihrani sancak beyi Mehmed Bey'in haslarının geliri ise ancak 131.Sl7akçeye ulaşmaktaydı (a.g.e.t nr. 12, s. 919-920). Beylerbeylerin haşlan-
Dostları ilə paylaş: |