BEKTAŞÎ VE ALEVÎ KÜLTÜRÜNÜN YAZILI KAYNAĞI OLARAK FÜTÜVVETNAMELER1
(FUTUWWATNAMES AS BEKTASHİ AND ALAWİ CULTURE’S WRİTTİNG SOURCE)
Mehmet Saffet SARIKAYA2
Özet
Fütüvvet teşkilâtının bir yansıması olarak literatürümüze giren Fütüvvetnameler, Ahiliğin adâb, töre ve erkânını didaktik bir metotla açıklayan, teşkilât mensuplarının el kitapları olarak XIII-XVI. yüzyıl Anadolu’sunun dinî ve kültürel tarihi için önemli bilgiler ihtiva eden birincil kaynaklardandır.
Ahilik, kurumsal ilişkilerle birlikte inanç motifleri, merasim erkân ve adabı açısından daha sonra Alevîliği teşkil edecek zümreleri kesin olarak etkilemiş, onlara prototip olmuştur. Ahilikle Bektaşiliğin pirlerinden itibaren ilişki içinde olmaları ve Ahi teşkilatının XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren münhasıran meslek loncalarına dönüşmesi, fütüvvet geleneğinde bulunan bazı unsurların benzer kültür çevreleri tarafından devam ettirilmesine yol açmıştır. Burada en fazla etkilenenler Bektâşî çevreleri ve Alevî ocakları olmuştur. Bu devamlılığın yazılı göstergesi ise, büyük çoğunluğu kütüphanelerimizde yazmalar halinde bulunan Fütüvvetnamelerdir.
Bu bağlamda makalede Fütüvvetnamelerin tarihi ve kültürel değeri, içerikleri ve Bektaşi-Alevî kültüründeki yeri bazı yazma ve basılı Fütüvvetname nüshaları dikkate alınarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Fütüvvetname, Alevilik, Bektaşilik, Kızılbaşlık.
Abstract
Futuwwatnames, enter in our literatures as a reflection of Futuwwa organization, are the first source books which explain with didactic methots Akhism’s custom and rituel, and contain important informations for XIII-XVI. th century Anatolia’s religious and cultural history
Akhism, in term of institutional relations, belief patterns, ceremony, custom and rituel, had affected groups which will çonstitute Alawism certanly and had been prototype them. The relation of Akhism and Bektashism since their “pir”s (spiritual guide) and transformation of Akhi organisation since XV. Centur’s second part to çraft guild exclusively, caused to be maintained some factor’s in the futuwwa custom by similar cultural groups. In here, Bektashi groups and Alawi family had been most affected. Written indication of this continuity, are Futuwwatnames the wast majority of which in our libraries as writting,
In this sense, in this article, Futuwwatname’s historical and cultural walue, their contents and places in Alawi and Bektashi culture will be examined as taking into account writting and printed Futuwwatname editions.
Key words: Futuwwatname, Alawism, Bektashism, Qizilbashiyye.
Giriş
Fütüvvetname adından da anlaşılacağı gibi fütüvvete dair hususların ele alınıp açıklandığı klasik tasavvufî risalelerdir. Fütüvvet II/VIII. yy’da tasavvufa benzer bir anlam kümesine sahip olarak kullanılmaktaydı (Çağatay, 1953: 62-66). Zamanla sufî, fetaya göre daha kapsamlı bir kullanıma sahip olmuş, fütüvvet tasavvuf içinde bir makam olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (es-Sühreverdi: 94; İbnü’l-Arabi: II, 231-235). Fütüvvet sahibi gençler bir araya gelerek Araplar arasında fityan, ayyar, şuttar, Farisiler arasında civanmerd, Türkler arasında ise ahi gruplarını oluşturmuşlardır. Halife en-Nasır li-dinillah Bağdad fityanını kontrol edebilmek için onlara katılmış, lider seviyesine yükselerek onları düzenli gruplara dönüştürmüş, kural ve erkânı belirlemiş, hilafet makamını kullanarak diğer ülkelerdeki benzeri örgütlenmeleri kendisine bağlamıştır. Bu bağlamda fütüvvet, Türkiye’de Ahi Evren önderliğinde Ahilikle bütünleşmiştir.
Ahi kelimesi her ne kadar İbn Batûta tarafından Arapça “ahî/kardeşim” kelimesiyle özdeşleştirilerek, kurumun sosyal yapılanmasındaki dayanışmacı yapıyla uyumlu bir şekilde “kardeşlik” anlamıyla karşılanmışsa da kelimenin Divân-ı Lügat-i Türk ve Kutadgu Bilig gibi eserlerdeki kullanımı onu doğrudan Türk bir menşe’e götürmektedir. Anadolu’da XIII. yüzyılın ilk yıllarına ait Ahi unvanlı mezar taşlarına rastlanması (Cahen, 1986: 592) bu tezi güçlendirmektedir. Türkçede “cömert”, “eli açık” gibi anlamalara gelen akı kelimesi Anadolu coğrafyasında ses kaymasıyla ahiye dönüşmüştür. Dolayısıyla göçebe kültürde önemli bir olgu olan cömertlik kavramı etrafında Türkler tarafından bir değer yumağının oluşturulmasından, belki de düzensiz bir yapılanmanın varlığından söz etmek mümkündür. Ahi Evren ise bu yapılanmayı yerleşik düzenin ana unsurunu teşkil eden esnaf ağırlıklı düzenli bir teşkilata dönüştürerek haklı olarak teşkilatın kurucusu unvanını almıştır.
XIII. yüzyıl Türkiye’sinde halkın büyük çoğunluğunu kucaklayan Ahilik, kendisinden sonra oluşumunu tamamlayan Bektâşîlik ve Alevîlikle aynı kültür çevresine mensuptur. Bu itibarla Ahilik, kurumsal ilişkiler yanında inanç motifleri ve merasim erkân ve adabı açısından da daha sonra Alevîliği teşkil edecek zümreleri kesin olarak etkilemiş, onlara prototip olmuştur. Diğer yandan Ahiliğin kendisine özgü yapısı müntesiplerine farklı tarikatlarda mürit olma imkânı vermiştir. Bu durum, fütüvvet geleneğinin tasavvufla ilişkisiyle de örtüşerek çeşitli tarikat çevrelerinin kendilerine özgü Fütüvvetnameler kaleme almalarına yol açmıştır.
Konuyu Bektaşilik bağlamında değerlendirirsek, Ahi Evren ve Hacı Bektaş Veli’nin şahsında başlayan ilişki kurumsal olarak da devam etmiştir. XVI. yüzyıla kadar yazılan bazı hacimli önemli Fütüvvetnameler, içerikleri bakımından çeşitli dini motifler, merasim adap ve erkân vb. unsurlarla bu devamlılığı açıkça göstermektedir. Öte yandan münhasıran Bektaşiler tarafından kaleme alınan Fütüvvetnameler de dikkat çekicidir. Bu eserler, Köprülü’nün ifadesiyle, dinî-ahlakî motiflere sahip içerikleriyle yazıldıkları dönemin ve coğrafyanın dinî tarihine ışık tutan ilk el kaynaklar (Köprülü, 1947: 445-446) olma özelliğini korumaktadırlar. Günümüzde ise Alevilikle ilgili kimlik tanımlamalarında, tarihi kökeni iredeleyen “keşifçi” tanımların içeriğini doldurulması bağlamında önemleri bir kat daha artmıştır. Bunların farklı Alevi çevrelerde yer alması ve XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar tarihlenmesi, fütüvvet geleneğinin Alevi zümreler arasında ne kadar güçlü ve devamlı olduğunu göstermektedir. Makalede konumuz açısından önemli bazı Fütüvvetnameler tanıtılıp, Bektaşilikle ilgili inanç motiflerine işaret edilecektir.
Bazı Önemli Fütüvvetnameler
Bugün başta İstanbul olmak üzere Türkiye’deki kütüphanelerde kayıtlı irili ufaklı yüz yirmi civarında Fütüvvetname nüshası bulunmaktadır. Bunlardan yazarı bilinen mükerrer nüshalar dikkate alınırsa yüz civarında eserden bahsetmek mümkündür. Özel kütüphanelerde bulunanlarla bu sayı daha da artacaktır. Bununla birlikte Fütüvvetnamelerde verilen malûmat genellikle birbirinden nakildir. Eser sahipleri, fütüvvet-ahi çevresinde bilinen kaynakların pek dışına çıkmazlar. Anlatılan kıssaların tarihi realitesiyle ilgilenmezler; hatta mitolojik/efsanevî rivayetlere yer verirler. Nakledilen sözlerin sıhhatine bakılmaz. Hadislerin eksik veya yanlış yazıldığını; bazen ayetlerde de benzer hatalar yapıldığını görmek mümkündür. Bütün bunlara rağmen Fütüvvetnameler, neşir çalışmaları, mukayeseli çalışmalar, özellikle İran ve Türkî Cumhuriyetlerdeki örnekleriyle karşılaştırmaların yapılması bağlamında araştırmacılar için bakir bir alan olarak durmaktadır. Burada konumuzla ilgili müellifleri bilinen Fütüvvetnamelere işaret ettikten sonra doğrudan Bektaşiliği ilgilendiren Fütüvvetnameleri tanıtacağız.
Tespit edilen en eski Türkçe Fütüvvetname XIII. yüzyılın ortalarında Yahya b. Halil b. Çoban el-Burgâzî tarafından yazılmıştır. Çeşitli kütüphanelerimizde yazmaları bulunan eserin bilinen en eski nüshası, 923/1517 istinsah tarihli Ali Emîrî kitapları arasında bulunan nüshadır. Eser bu nüsha esas alınarak Gölpınarlı tarafından neşredilmiştir (bkz. 1953-54: 111-149). Eserin mukaddimesinde müellif, “Rum ehlinin Türkçeden başka dil bilmediği için eserini Türkçe kaleme aldığını” belirtir. Fütüvvetname mukaddimeden sonra on yedi bâba ayrılır. Yiğit, ahi ve şeyh tarifleri yapılıp, Hz. Ali’ye “feta” denilmesinin sebebi açıklanır. Kur’an’da feta denilen kimselere dair kıssalar nakledilir. Fütüvvetin tarifi verilir, fütüvvete giremeyenler sıralanır. Fütüvvet ağacı tasvir edildikten sonra, ahide bulunması gereken vasıflar zikredilir. Terbiyenin ahisine, ahinin terbiyesine karşı vazifeleri ve fütüvvetin kısımları açıklanır. Sofra çıkarma, sohbet etme, hizmet etme ve semâ etmenin adabı ve erkânı açıklanır. Görgü kurallarıyla ilgili 124 edep sıralandıktan sonra Gazi Yusuf b. Eyyub (öl. 613/1216)’a kadar fütüvvet silsilesi sayılır. Son olarak fütüvvete intisap töreni anlatılıp tıraş olmanın delili açıklanır.
Tespit edilen en eski manzum Türkçe Fütüvvetname de Şeyh Eşref b. Ahmed (öl. IX/XV. asrın ilk yarısı ?)’in eseridir. Eser Orhan Bilgin tarafından neşredilmiştir. Müellif hakkında fazla bilgi yoktur. Naşir, müellifin meşhur Eşrefoğlu Rûmî (öl. 874/1469)’nin babası olduğunu tahmin etmektedir (Bilgin, 1992: V-VI). Mesnevî tarzıyla 444 beyt olarak yazılan eser bir ilmihâl niteliğindedir. Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kapıları onar makamlarıyla birlikte ayrı ayrı izah edilmiştir. Kur’an ahlâkının yaşanmasına işaret edilerek tevazu, takva, taat gibi esaslar açıklanmıştır. Eser tasavvuf geleneğindeki dört kapı kırk makam anlayışını devam ettirmesi bakımından önemlidir.
Bunlardan sonra yine Gölpınarlı tarafından neşredilen Seyyid Hüseyin b. Seyyid Gaybî (IX/XV. asrın üçüncü çeyreği ?)’nin Fütüvvetnamesi gelir (1955-1956: 73-126). Müellif, Şîî metinler arasında yer alan ve Alevî çevrelerde de iyi bilinen Hutbetü’l-Beyân ve Nad-ı Ali’ye şerhler yapmış ve büyük ihtimalle Safevî mürididir (Sarıkaya, 2004: IX-XIV). Seyyid Hüseyin’in eseri kendisinden önce yazılan Fütüvvetnamelere göre bariz Şîî unsurlara sahip olduğu için dikkate değerdir. Eserde mukaddimeden sonra, fütüvvet sahibi peygamberler çeşitli kıssalarla Hz. Peygamber’e kadar anlatılır. Hz. Ali’nin şedd kuşanması Gadîr-i Hum vakıası içinde nakledilir. Hz. Ali ve Selmân’ın belini bağladığı on yedi kişi sayılır. Helva pişirmenin senedi ve adabından bahsedilir, fütüvvet silsilesi sayılır. Sonra fütüvvet erkânı açıklanır. Mahfilin toplanarak nîm-tarîk, sahib-i tarîk, yol ata ve yol kardeş edinme törenlerini anlatılır. Şeddin bağlanma şekillerinden tarif edilir. Sonra derecesine göre fütüvvet ehlinin sıfatları sıralanır. Fütüvvete alınmayanlar ve fütüvvetten düşüren haller zikredilir. Eser, sual-cevap ve edepler faslıyla sona erer.
Türkçe Fütüvvetnameler arasında en fazla nüshasına rastlanan, fütüvvet erkânı ve merasimi hakkında oldukça zengin malûmatı ihtiva eden Seyyid Muhammed b. Seyyid Alâuddin el-Hüseyin er-Razavî (931/1514’den sonra?)’nin “Miftâhu’d-Dekâik fî Beyâni’l-Fütüvve ve’l-Hakâik”dir (er-Razavî: 4a). Eser Rahşan Gürel tarafından Razavî’nin Fütüvvet-namesi başlığıyla Marmara Üniv. SBE. 1992’de doktora tezi olarak çalışmıştır. Çalışmada eserin beş nüshası kullanılarak bir metin inşasına gayret edilmiştir. Çalışma henüz neşredilmemiştir. Fütüvvetname’nin mukaddimesinde müellif, eserin muhtevasından bahseder. Buna göre; fütüvvetdârlar arasında söylenen ve işlenen erkân kaleme alınmıştır. Tevbe almak, yol atası ve yol kardeşi edinmek, şedd kuşanmak, şeddin şartları, erkânı, şakirdi revân etmek, helvay-ı cefnenin senedi, erkânı, pişirilmesi, paylaştırılması, bir şehirden diğer şehre götürülmesi, mahfil ehlinin birbirinden hak talep etmesi gibi meseleler anlatılır. Bunun dışında, fütüvvet kısımları, dereceleri, fütüvvete alınmayan kimseler ve kişiyi fütüvvetten düşüren haller, fütüvvet ehlinin vasıfları, fütüvvet sahibi peygamberler ve Hz. Ali’nin şedd kuşanması Gadîr-i Hum vakıası çerçevesinde anlatılır. Eser, sual-cevap faslıyla bitirilir.
Ankara İl Halk Kütüphanesi’nde bulunan bir Fütüvvetname nüshası da fütüvvetin Bektâşîliğe tesirini bariz olarak gösterir. Tıraş erkânı ile başlayan eser, hırkanın tavsifi, Hz. Ali’nin hırka giymesi ve şedd kuşanması, şedd bağlama şekilleri, erkân-ı tarikat, vacibât-ı tarikat, beyân-ı tarikatı açıkladıktan sonra çeşitli tercümanları nakledip sual-cevap faslı ile sona erer (Fütüvvetname: 32b-56a).
Konumuz açısından dikkati çeken önemli bir eser “Fütüvvetname-i Ca’fer Sâdık”tır. Bilinen tek nüshası Hacı Bektaş İlçe Halk Ktb., 101’de kayıtlı eserin mikrofilmi Milli Ktb., MFA, A 4713’de kayıtlıdır. Eser tarafımızdan yayınlanmıştır (Sarıkaya, 2008). Bu adlandırma biçimiyle eser, Alevî kültüründe sıklıkla gördüğümüz Ca’fer-i Sâdık Buyruklarını da çağrıştırmaktadır. Nitekim eser, yer yer Buyruklarla örtüşen bir içeriğe sahiptir. Çeşitli verilerden, eserin Hacı Bektaş Zaviyesi’ne bağlı (muhtemelen de zaviye yakınında görevli) bir şeyh veya halife tarafından derlendiğini söylemek mümkün görünmektedir. Eserin içeriğinden XVI. yüzyıldan sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Mecmu’a niteliğindeki eser “Fütüvvetname-i İmam Ca‘fer-i Sâdık” risâlesiyle başlar (1b-32b). Bektaşilikteki âdab ve erkânı esas alan, Tarikatın on iki erkân (47a-48a), Üç sünnet yedi farz3 (48a-50b), Der beyan-ı hâssa-i nâd-ı ‘Ali (50b-56a), Risâle-i reşâd sual-cevab (56a-57b) risâleleriyle devam eder, dualar, tercümanlar ve gülbanklar (58a-64b) ile tamamlanır. Eserin tamamı aynı yazı çeşidiyle ve aynı kişi tarafından kopya edilmiştir. Öyle ki risâleler arasındaki geçişte bazı yerlerde (örn. 32b) satır başı bile yapılmadan metin devam ediyormuş gibi satır arasında risâlenin adı verilmiştir. Mecmuanın kimi yerlerinde yapılan açıklamalardan, bu risâlelerin bir bütün olarak algılandığı, mecmuanın tarikat için bir el kitabı, bir erkânname gibi görüldüğü anlaşılmaktadır.
Eser tıraş erkânıyla başlar, Hz. Ali’nin belinin bağlanması, mekan olarak Gadîr-i Hum zikredilmeksizin hemen tamamen ve kısmen özetlenerek Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnamesi’ne uygun olarak anlatılır. Taş ile tığ hakkında çeşitli yorumlarda bulunulur. Hz. Âdem ve Hz. Şit ile ilgili kıssalar nakledilir. Fütüvvet silsilesi sıralanır ve şeddin bağlanma şekilleri açıklanır. Fakrname-i Ca‘fer-i Sâdık risâlesinde tıraş, tac ve hırka giymenin adabı anlatılırken saç, sakal, bıyık ve kaşların nasıl tıraş edileceği ve bu esnada okunacak duaların nakledilmesi (44a-45a) çıhâr darb (dört tıraş) esasına bağlı olan Kalenderîleri hatırlatmaktadır. Üç sünnet ve yedi farzın sıralandığı risâlede ise farzların ifâ edilmemesinden doğan cezalar arasında Hacı Bektaş Dergâhı adına kesilen cezalara yer verilmesi ve çeşitli tercüman metinleri eserdeki açık Bektaşî unsurlardır. Dolayısıyla eserin bir Bektaşî Fütüvvetnamesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte farzların ifâ edilmemesinden doğan cezalar arasında gaziler için de pay alınması Ahilikle ilişkisinin tamamen kopmadığına işarettir. Başka bir deyişle bu eser, birincil derecede Bektaşîlikle ilgili olmasına rağmen Bektâşilik-Ahilik ilişkisi hakkında açık ipuçları taşımakta; Ahi teşkilatının lonca ve gediklere dönüştüğü dönemlerde bile iki zümre arasındaki ilişkilerin devamlılığını göstermektedir.
Kızıl Deli Sultan Ocağı bağlılarından Bektaş Bey adlı biz zatın özel bir kütüphanesinde yer alan Fütüvvetname nüshası da konumuz açısından ilginç görünmektedir.4 Baş tarafı eksik eseri ilginç kılan şey, fütüvvetin tanımıyla ilgili kısımda Şeyh Safî’nin fütüvvet tanımını vermesidir. Bu bağlamda eserin Safevî uzantılı Kızıbaşlarla ilgili olması muhtemeldir. Her sayfasında 25 satırın yer aldığı 176 varaklık bir mecmua niteliğindeki eserin son sayfa derkenarında 29 Rebiulevvel 1087/11 Haziran 1676 tarihi istinsah tarihini göstermektedir. Fütüvvetname’nin bitiminde Ramazan 1086/1675, 57a’da ‘Işkname’den önce Şevval 1086/1675-76 tarihi kaydedilmiştir. Müstensih Fütüvvetname’nin sonunda adını Abbas Yazıcı olarak vermektedir. Digital ortamda fersude görünümde olan mecmuanın 177-186 arasında 1289/1872 tarihli matbu Mersiyye’nin yer alması eserin son dönemde ciltlendiğini göstermektedir. Mecmua Fütüvvetname ile başlar (2a-11b), Şeyh Safi Menakıbı ile devam eder (11b-45b, 100a-115b’de tekrar Şeyh Safi Menakıbı verilir). 45b-46b’de Evsaf-ı Hacı Bektaş Veli, 46a-57a’da Tacname, 57a-100a’da Abdulmecid b. Feriştah’ın ‘Işkname’si, 11b-118a’da Nasihatname-i Hatâyî, 118a-133a’da Meşâyihname-i Hatâyî, 133a-145b’de Delil-i budala (Defter-i aşık), 145b-165’de Menâkıb-ı Fazlullah, 165a-176a’da Kitab-ı tarikatname-i Ca’fer Sadık yer almaktadır. Eserde Hurufi metinlerinin de yer alması, bu kültürün Kızılbaşlar arasındaki yerini göstermesi bakımından önemlidir.
Eserde yer alan Fütüvvetname büyük ölçüde Burgazi’den alınmış gibi görünüyor. Metin fütüvvetin tarifiyle başlıyor. Fütüvvet ağacının tavsifi, ilmin faydası, ahlakın önemi, pir ve şeyhin gerekliliği ve şeyh-tâlib ilişkisi, Musa Hızır kıssası, şeyhin özellikleri, Yiğit-Ahi Şeyhin tarifi, şeriat ve tarikatın gerekliliği, namazın ve sadakanın önemi, ahinin kıyafetleri, dervişlik ve sufiliğin açıklaması, yiğit-ahi-şeyhin musahiplerinin yoldaşlarının açıklaması, dervişlik ve sofiliğin neliği, hakikatin açıklaması, fütüvvet ehlinin ahlakı ve fütüvvete alınmayanlara dair konuları fasıllar halinde anlatıyor.
Konuyla ilgili önemli bir Fütüvvetname nüshası da doğrudan Bektaşilik erkânıyla alakalıdır (Fütüvvetname, 1269: 1b-43b).5 Fütüvvetname-i Bektâşiyye (1b) başlığı taşıyan eser Razavî’nin eserine benzer bir mukaddime ile başlar. Müellifin adının Muhammed b. Seyyid Alaaddin el-Hüseyin Hoyî adıyla verilmesi, aynı kişiden bahsedilmesi kaydıyla Razavî’nin memleketinin Hoy olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Eserin 15a-b’sinde bir ikrar töreninin açıklamasına girişmeden önce Hünkar Hacı Bektaş Veli, vekilleri İbrahim Enveri Baba Efendi (rahmetullahi aleyh), Hz. Muhammed, Hz. Ali, İmam Cafer-i Sadık anılmaktadır. Bunu takiben müellif 16-a’da adını Muhammed Seyfüddin b. Zülfikar Derviş Ali diye vermektedir. 27-a’da eserin yazılış tarihi açıkça 21 Cemaziyelevvel 1269 (2 Mart 1853) olarak verilmektedir. İbrahim Enveri Baba’nın kimliği şimdilik meçhul olmakla birlikte eğer bir istinsah hatası ise 1267/1851’de vefat eden Edhem Baba olabilir mi? diye düşünülebilir. İ. Özmen, Derviş Ali’nin Orta Anadolu’dan olduğunu ve Feyzullah Baba’ya mensup olduğunu ifade etmektedir (1998: IV, 389). Eserin yazılış tarihinin verilmesi her halükarda işimizi kolaylaştırmakta, müellifin üslubundan Babagân kolundan, tarikat-ı nazenînden olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik Necip Asım, Bektaşi İlmihali diye adlandırıp neşrettiği eserde aynı müellifin farklı bir eserini veya bu eserin farklı bir kopyasını dikkate alarak neşretmiştir.
Eser yukarıda da dediğimiz gibi Razavi Fütüvetnamesi’ne benzer bir mukaddime (1b-2a) ile başlar. Daha sonra dört pir dört tekbirin senedi söz konusu edilip, Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in belinin bağlanması anlatılır (2a-8a). Sonra Hz. Ali’nin şedd kuşanmasına dair ayrı bir başlık açılır ve konu Razavi Fütüvvetnamesi’ne benzer bir şekilde anlatılır (8b-11a). Sonra on yedi kemerbestin Ali tarafından bellerinin bağlanması (11a-12b); Selman-ı Farisi tarafından elli beş meslek pirinin bellerinin bağlanması (12b-15a) anlatılır. 15a’dan itibaren müellifin üslubuyla Hacı Bektaş sülukuna uygun bir şekilde ikrar meydanı bütün erkânı, duaları, tercüman ve gülbanklarıyla anlatılır (15a-27a). 27b’de ikrar meydanına girecek can için hazır etmesi gereken yiyecek ve içecekler sıralandıktan sonra Aşure geleneği anlatılır (27b-29a). 29a-b’de Mustafa Fatih Baba’dan naklen Hacı Bektaş’ın soy silsilesi ve tarikat silsilesi sıralanır. 29b-34b arasında bir Bektaşi dervişinin kullandığı tac, hırka, menkûş, teslim taşı, palhenk, kamberiye, elif-i lâmend, tennure, tığbend, teber, kaşağı gibi malzameler senedleriyle birlikte sual-cevap üslubunda anlatılır. Daha sonra Semeratu’l-fuad’dan naklen tacın esrarı anlatılır (34b-36a). Sonra sırasıyla Fasl-ı sual-i dervişan (36b), Fasl-ı beyan-ı ism-i abdal (36b-37a), Fasl-ı min tarih-i seyyah-ı der beyan ba’zı fütüvvet (37a-38b), Silsile-i nesebi Hünkar Hacı Bektaş Veli (38b-39a), Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin emanetleri beyanındadır (39a-b) fasılları sıralanır. 40a-43b arasında ise muhtelif tercümanlar ve gülbanklar nakledilir.
Bize göre son üç eserin ortak yanı, esere fütüvvetle başlayıp daha sonra mensubu bulundukları ve yaşadıkları tarikat erkânıyla devam etmeleridir. Yani eserin müellifleri tarikatla ilgili gelenekleri fütüvvet geleneğine uygun olarak temellendirmekte daha sonra kendi geleneklerindeki erkân, adap ve bilinen dua, tercüman ve gülbankları sıralamaktadırlar. Bu durum fütüvvet geleneğinin Bektaşi kültür çevresinde son dönemlere kadar sürdürüldüğünü göstermektedir. Öte yandan Bektaş Bey’in özel kütüphanesinde bulunan Kızılbaşlara dair Fütüvvetname’nin Burgazi’yi kaynak olarak kullanması Bektaşî ve Alevî çevrelerinin sadece Seyyid Hüseyin ve Razavî Fütüvvetnamelerini dikkate almadıklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Fütüvvetnamelerde Görülen Bazı İnanç Motifleri
Ahilerin teşkilât mensuplarını korumak üzere uyguladıkları merasimler daha sonra Alevî ve Bektâşîler tarafından neredeyse aynı denilecek şekilde benimsenmiş ve takip edilmiştir. Bu durum ikrar verme, yol atası ve yol kardeşi edinme törenlerinde açıkça tezahür eder. Bu bağlamda merasimler esnasında kullanılan şedd, hırka, tac, vb. kıyafetler, çarub/süpürme, çerağ uyandırma, rehberlik, sakilik vb. tören hizmetleri ve diğer şeyler iki zümrenin müşterek semboller ve yorumlarla benimsedikleri motiflerdir. Bunların yanında ahi teşkilâtının iç düzeniyle ilgili (yola dair) soru ve cevaplar, tâlibe verilen nasihatler, çeşitli vesilelerle okunan dualar, tercümanlar ve gülbanklar çoğu kere sözleri bile değişmeden Alevîler ve Bektaşîler tarafından aynen dile getirilmişlerdir. Hz. Ali’nin yol pîri oluşuna bağlı olarak onun etrafında geliştirilen on iki imam, on dört masum, on yedi kemerbest, tevella ve teberra ile ilgili kabullerini, Hz. Peygamber’in miracıyla ilgili sonraları Alevî ve Bektâşî çevrelerinde geliştirilen Kırklar ile ilgili söylencenin ilk örneklerini fütüvvetnamelerde bulma imkânına sahibiz. Belki daha önemlisi her iki zümre de Hz. Muhammed, Hz. Ali, diğer peygamberler ve sahabelerle ilgili söylencelerde, olguları kendi yaşadıkları hayatla içselleştirerek ifade etmekte ve adeta onlarla hayatlarında hemhal olmaktadırlar. Bel bağlama, ikrar verme vb. merasimler bunun tipik örnekleridir. Burada makale sınırları içinde konunun örneklendirilmesi bağlamında bazı hususlara değineceğiz.
-
Fütüvvetin Tarifi
Bektaş Bey’in kütüphanesindeki Fütüvvetname’de fütüvvet şöyle tarif edilir:
“Fütüvvet, Hak Teâlâ’nın emrine, Rasulüllah’ın sünnetine uymak ve bütün müfessirler, muhaddisler, âlimler, salihler, evliya ve enbiyaların yolunu tutmaktır.
Ehli fütüvvet, insan ve hayvan cinsinden hiç kimsenin kıyamet gününde kendisinden hak dava etmediği, kendisinden incinmediği kişidir. Şeyh Safi der ki, ehli fütüvvet, kişiyi fesat işlerden men’ eyleyen iyi yola yönlendiren, kötü yolları terk ettiren kişidir.” (Fütüvvetname, 1086: 2a).
-
Hz. Ali
Gerek Ahilikte gerekse Alevî ve Bektâşîlikte tasavvufî geleneğe uygun olarak silsilelerin Hz. Ali’ye dayandırılıp onun pîr olarak kabul edilmesi Hz. Ali sevgisine açık bir vurguya yol açmıştır. Hz. Ali ve Ehl-i beyt’e gösterilen sevginin Türk kültür çevresindeki temeli, Zeydiyye ve Keysaniyye fırkası kaynaklıdır. Horasan’daki Türklerin Zeydilerle ilişkileri Hz. Ali ailesine yapılan zulümlerin öğrenilmesine, Abbasi isyanının ünlü komutanı Ebu Müslim’in faaliyetleri ve Ahmed Yesevî’nin Muhammed b.el-Hanefiyye evladından oluşu bu sevginin arka planını teşkil eder.
İlk fütüvvetnamelerde Hz. Ali’nin fetalığına/yiğitliğine dair ayetlerin nazil olduğu (Gölpınarlı, 1953-1954: 115), Hz. Peygamber’in onun fetalığına dair sözler sarf ettiği nakledilir.6 Özellikle onun kahramanlık ve şecaatini gösteren ve “Ali’den başka fetâ, Zülfikârdan başka kılıç yoktur” (Aclûnî, 1979: II, 363; Taberî, 1987: III, 116) sözü bunlar arasında önemli bir yer tutar. Alevîlik-Bektâşîlikte bu söz üzerine zülfikârnâmeler kaleme alınmıştır. Hemen her Alevî şairinde rastlayabileceğimiz bu mısralara örnek olarak Seyyid Hüseyin’den bir kıta naklediyoruz (Sarıkaya, 2004: 64):
“Hel etâ” ve “kul kefâ” ve “innemâ” Hakdan âna
“Ente minnî” dedi hakkında ânın hem Mustafâ
Pes bu ma’niden şehâdet eyledi peyk-i Hudâ
“Lâ fetâ illâ ‘Ali lâ seyfe illâ zü’l-fikâr”
Fütüvvetin Hz. Peygamber’den Ali’ye intikal ettiği kabul edilir. Hz. Ali’nin fütüvvet kuşağı/şedd kuşanması ve fütüvvet libası giymesine dair iki rivayet vardır. Seyyid Hüseyin’den önce yazılan fütüvvetnamelerde bu rivayet tuzlu su içme geleneğiyle ilgili kıssayla beraber nakledilir (Sarıkaya, 2002: 177-178). Seyyid Hüseyin, Seyyid Alauddin er-Razavî ve onlardan mülhem fütüvvetnamelerde ise Hz. Ali’nin şedd kuşanması, Gadîr-i Hum vak’ası bağlamında anlatılır. Razavî’nin anlatımı konuyla ilgili Müslim’in naklettiği hadis (Fedailü’s-sahabe, 38) esas alınarak yapılmakla birlikte Hz. Ali’nin faziletine dair rivayetlerin pek çoğu burada söylenmiş gibi nakledilmiştir (Sarıkaya, 2002: 95-100). Daha sonra şedd kuşanma töreni Hz. Peygamber ile özdeşleştirilerek onun mirac gecesi Cebrail tarafından kendisine kuşattığı kuşağı merasimle Hz. Ali’ye kuşattığı ve sahabe arasında muahat/kardeşliğin ilan edildiği anlatılır (Razavî, 11a-13b; Fütüvvetname, 1269: 8b-11a). Sonra Hz. Ali, Hz. Peygamber’in izniyle on yedi sahabenin belini bağlar ve bu olayın anısına helvâ-i cefne pişirilir, sahabeye dağıtılır ve dört büyük şehre gönderilir (Razavî, 13b-16a).
Seyyid Hüseyin, olayı biraz daha menkıbevî bir tarzda şöyle nakleder: “Hz. Peygamber minberdeyken “Ali’yi yanına çağırıp, ridasının içine aldı. Bir vücuttan iki baş olarak göründüler. Ve şöyle buyurdu: “Etin etimdir, kanın kanımdır, cismin cismimdir, ruhun ruhumdur.” (el-Belhî, 1301: 129-130). Sahabeden birisi hased ile sordu ki: “Ya Rasulallah, siz mübarek gömleğinizi çıkarın biz dahi görelim.” Rasul (sav) mübarek teninden gömleği çıkardı, cümlesi gördüler ki velînin ve nebînin cismi ikisinin bir olmuş idi. Dediler ki: “Saddık ya Rasulallah.” Tekrar mübarek gömleğini giydi.” (Gölpınarlı, 1955-1956: 80-81; Sarıkaya, 2008: 149). Alevî ve Bektâşîler tarafından da aynen kabul edilen bu rivayete dayayan “lahmike lahmî” sırrı da metinde ifade edilen Muhammed-Ali bütünleşmesidir (Aytekin, 1957: 11; Bozkurt, 2005: 13-18).
Seyyid Hüseyin ve Razavî’nin Gadîr-i Hum olayıyla ilgili anlatımları Şîî geleneğe uygundur. Ancak fütüvvet ehlinin bu hadiseden çıkardığı anlam Şîa’dan farklıdır. Onlar söz konusu rivayeti Şîa gibi hilafet meselesine bir delil olarak kabul etmemiştir. Bilakis, fütüvvet silsilesini Hz. Ali tarikiyle Hz. Muhammed’e ulaştırmak istemişler; bunu yaparken de olayı içselleştirerek kendi yaşadıkları formatta bir anlatım biçimi geliştirmişlerdir. Nitekim incelediğimiz fütüvetname nüshalarında ne imametin Hz. Ali’nin hakkı olduğu vurgulanarak ilk üç halife ta’n edilip zulüm ve gasp ile suçlanmış ne de efdal-mefdul formülünden söz edilmiştir. Bununla beraber Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den sonraki velâyeti (bkz. eş-Şeybî, 1986: I, 386 vd.) açıkça tasrih edilmiş, diğer halifelerden de yeri geldikçe söz edilmiş, onlar hayırla yâd edilmişlerdir (Sarıkaya, 2002: 91-93).
Hz. Ali’nin şahsında başlayan Ehl-i beyt sevgisinin açık bir ifadesi olan tevella ve teberra inancı Seyyid Hüseyin ve ondan mülhem fütüvvetnamelerde yer almış ve Bektâşî geleneğinde (A.Rıfat, 1293: 193-194; Sunar, 1975: 106) devam ettirilmiştir. Seyyid Hüseyin tevella ve teberra inancını sual-cevap faslında şöyle açıklar: “Tevella ve teberra her kişinin sülûkuna nisbetle değişir. Evvelâ kavl ehlinin tevellâsı emr-i ma’ruf, teberrâsı nehy-i münkerdir. İkinci fiil ehlinin tevellâsı yek-cihetliktir. Yani Âl-i Muhammed Ali eteğine yapışmış, hâlis, muhlis olanla birliğe yetişmiştir. Teberrâsı Muhammed Ali vasiyyetin benimseyip onlara düşmanlık edenlere, düşman olmaktır. Hal ehlinin tevellâsı rızâ-yı Hakka ve vuslat-ı Hakkadır, teberrâsı mâ-sivallah’dandır, hatta kendi nefsinden de uzaklaşmaktır.” (Gölpınarlı, 1955-1956: 88, 116-117).
Dostları ilə paylaş: |