MECAMİU'l-EDEB
Manastırlı Mehmed Rıfat'ın (ö. 1907) belagata dair eseri.141
MECÂMİU'I-HAKÂÎK
Osmanlı âlimi Ebû Saîd el-Hâdimî'nin (ö. 1176/1762) fıkıh usulüne dair eseri.
Tam adı Mecâmihı'hhaka'ik ve'l-ka-vâHd ve cevâmfu'r-rev&'ikve'l-ievtfid mine'1-uşûl olan ve sistematik bir fıkıh usulü kitabı tarzında kaleme alınan eser bir mukaddime, iki bolüm (bab) ve hatimeden meydana gelmekte olup her iki bölüm dört kısımdan (rükün) oluşmaktadır. Girişte usûl-i fıkhın mahiyeti, konusu ve gayesine temas edildikten sonra birinci bölümde fıkıh usulünün deliller bahsine yer verilerek sırasıyla kitap, sünnet, icmâ ve kıyas konuları rükün başlıkları altında incelenmiş, lafız ayırımları ve lafzı yorum meselelerinin kitap ve sünnetin ortak konuları olduğu belirtilip bunlar birinci rükün içinde geniş biçimde işlenmiştir. Şer'î hüküm bahsinin ele alındığı ikinci bölümde hüküm, hâkim, hükme konu olan fiil (el-mahkûm bih) ve hükmün muhatabı mükellef 142 konuları üzerinde durulmuştur. Müellifin bazı konuları fasıl 143 müstakil alt başlıklar altında işlediği görülmektedir.
Mecâmicu'l-hakâ*ik'm sonuç bölümünde 154 küllî kaide yer almaktadır. Müellif, bu kaidelerin tesbitinde İbn Nü-ceym'in el-Eşbâh ve'n-nezâ'ir adlı eserinden yararlanmış ve bazı ilâvelerde bulunmuştur. Bu bölümdeki kaideler, Bed-reddin ez-Zerkeşfnin el-Menşûr fi'l-ka-vâ'id adlı eserinde olduğu gibi her kaidenin ilk kelimesinin başlangıç harfi esas alınmak suretiyle alfabetik olarak sıralanmıştır. Bazı kaideler, Kerhî'nin er-Risâîe fi'1-uşûl'üne benzer tarzda meselelerin illetlerinin belirlenmesinde mezhep hukukçuları için yönlendirici ilkeler şeklinde düzenlenmiştir. Mecâmfu '3-hakâ'ik'ın bu bölümü, Mecelle-i Ahkâm-ı Ad-iiyye'nin küllî kaidelerle ilgili kısmının önemli kaynaklarından birini oluşturmaktadır.
Özellikle Molla Hüsrev'inMir/cöfü'J-vü-şûl, Sadrüşşerîa'nın el-Tavzîh ve Tâced-din es-Sübkî'nin Cemcu'l-cevâmic adlı kitaplarından faydalanılarak hazırlanan MecâmFu'î-hakâ'ik, Hanefî mezhebinin görüşlerini esas almakla birlikte izlediği metot açısından karşılaştırmalı bir usûl-i fıkıh eseri niteliğindedir. Kitapta genellikle Hanefî ve Şafiî mezheplerinin görüşleri arasında mukayeseler yapıldığı ve zaman zaman müellifin kendi tercihlerine de yer verdiği görülür. Konular kısa, veciz bir üslûpla ele alındığı için eser aynı zamanda bir ders kitabı özelliği taşımaktadır.
Çeşitli tarihlerde basılan MecâmiVi-hakö'ik 144 Mustafa Hulusi Güzelhisâri tarafından Menâ-ffu'd-dekcPik fî şerhi Mecâmici'l-ha-ktfik adıyla şerhedilmiştir.145 Bu eser Osmanlı medreselerinde Molla Hüsrev'in Mir'âtü'î-uşûTü yerine geçecek kadar meşhur olmuştur. Bir kısım kaynaklarda Mecâ-micu'l-hakâ'ik'\ Ebû Saîd el-Hâdimî'nin oğlu Abdullah el-Hâdimî'nin Menâffu'd-deka'ik fî şerhi Mecâmfi'I-haktfik adıyla şerhettiği 146 eserin Necîb Ayıntâbî ve Muhammed b. Mustafa el-Konevî tarafından yapılmış şerhlerinin de bulunduğu zikredilmekle birlikte 147 bu eserlere kütüphane kayıtlarında rastlanmamıştır.
MecûmFu'l-hakâ'ik'ı Şirvanlı Ahmed Hamdi Efendi Levâmiu 'd-dekâik fî ter-cemeti Mecâmii'J-haküik (İstanbul 1293) ve Hanîf İbrahim Efendi Tercüme-i Mecâmi1 fi'l~usûladıyla Türkçe'ye tercüme etmiştir.
Cevdet Paşa'nın Adliye nazırlığı döneminde açılan Mekteb-i Hukuk'ta Mecelle okutulmaya başlandıktan sonra müfredat programına ilâve edilen usûl-i fıkıh dersinde Mecâmfu 'î-haktfik takip edilmiştir. Eser aynı zamanda Sava Paşa'nın İslâm Hukuk Nazariyatı Hakkında Bir Etüd isimli kitabının temel kaynağını teşkil etmektedir.
Bibliyografya :
Ebû Saîd el-Hâdimî, Mecâmİiu'l-halçâ3ik (Güzelhisârî, Menâfi'u'd-dekâ'tk içinde), İstanbul 1273, s. 2-47; îzahu 'l-meknün, II, 430, 559; Serkîs. Mu'cem, 1, 808-809; Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etûdilrc. Baha Arıkan), Ankara 1955, [, 19, 117; II, 45, 46, 53, 54; Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, el-Fıkhü'1'lslâmî fî şeübihi'l-cedîd, Dj-maşk 1968,11, 956-957;Osman Öztürk, Osmancı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s. 118, 122; Abdülvehhâb İbrahim Ebû Süleyman. Kitâbetû'l-bahşVl-çilmî, Cidde 1403/1983, s. 459; Orhan Çeker, "Ebû Said Muhammed el-Hâdimî'nin Mecâmiu'l-hakâik Adlı Eseri", Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 8, Konya 1998, s. 43-52; Ahmet Akgündüz, "Güzelhisâri, Mustafa Hulusi", DİA, XIV, 331; Ferhat Koca. "Hadimi, Abdullah", a.e., XV, 24. Kâmil Yaşaroğlu
MECAZ
Bir ilgi ve karine ile gerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi ifade eden belagat terimi.
Sözlükte "bir yeri yürümek suretiyle geçmek, yol katetmek" anlamındaki cevz (cevaz) kökünden isim veya masdar olan mecaz kelimesi "asıl mânasından alınıp ilgili bulunduğu başka bir mânaya nakledilen lafız" demektir. Mecaz masdarı İsm-i fail anlamında "asıl mânasından başka anlama geçen lafız" veya ism-i mef ûl anlamında "asıl mânasından başka mânaya nakledilen lafız" olarak iki şekilde yorumlanmıştır. Mecaz ile hakikat hem sözlük hem terim anlamları bakımından birbirinin karşıtı durumundadır. Çünkü hakikat sözlükte "kendi yerinde duran veya sabit bırakılan nesne (kelime)" mânasına geldiği gibi terim olarak da gerçek anlamında kullanılan lafzı ifade eder. Mecazın sınırlarını ve dolayısıyla tanımını belirleyen temel unsurlar Hatîb el-Kazvînî ile tamamlanmış olup 148 ondan önceki dilcilerce yapılan mecaz tanımlarında bu unsurlar eksiktir. Buna göre mecazın tam tanımı, "hakikat mânası ile nakledilecek mâna arasında bulunması gereken bir alâka ve hakikat anlamının kastedil mesi-ne engel olan bir karinenin bulunması halinde ortak bir iletişim dilinde konulduğu anlamının dışında kullanılan lafız" şeklinde olmalıdır. Tanımdaki "ortak iletişim dilfnden maksat lügat, örf veya din dillerinden biridir.
Hakikatle mecazın belirleyicisi kullanımdır. Bir kelime yahut ifade bir kullanım içinde konulduğu anlama delâlet edip etmemesine göre hakikat veya mecaz adını alır. Meselâ "salât" kelimesinin din dilinde konulduğu (hakikat) anlamı "belli erkân ve şartlarla eda edilen ibadettir. Kelime dinî literatürde bu anlamıyla kullanılırsa hakikat, aynı literatürde "dua" anlamında kullanılırsa mecaz konumunda bulunur. Buna karşılık salâ-tm sözlükte konulduğu anlam "dua" olduğundan bu literatürde "ibadet" mânasında kullanılırsa mecaz olur.
Hakikatle mecaz lügat, din, avam örfü (günlük iletişim dili) ve havas örfü (bilim dili) kısımlarına ayrılır. Bir kelimenin bu dillerden birindeki yaygın anlamı o dildeki hakikat mânası, bunun dışındaki anlamı ise mecazi mânâsıdır. Meselâ "fiil" kelimesi lugatçıların dilinde "işlemek, yapmak, iş" anlamında kullanılmışsa lugavî hakikat, kelime çeşidi (fiil) olarak kullanılmışsa lugavî mecaz olur. Nahiv âlimlerinin dilinde "fiil" anlamında kullanılırsa havas örfü hakikati, "iş ve işlemek" anlamında kullanılırsa havas örfü mecazı olur. Aynı şekilde sıfat, izafet, istisna kelimelerinin sözlük anlamlan ile nahivcilerin dilindeki hakikat anlamlan, yine zekât, hac, iman, İslâm, küfür kelimelerinin sözlük-lerdeki gerçek anlamları ile din dilindeki gerçek anlamları ve buna bağlı olarak mecazi anlamları farklıdır.
Mecazla hakikat bir delâlet kategorisi olup lafzî delâletin kapsamına dahildir. Delâlet bir şey hakkındaki bilginin başka bir şeyin bilgisine ulaştırması demektir. İlk bilgiye "dâl" (dâll), ulaşılan bilgiye "medlul" denir. Lafızla anlamı arasındaki bilgi akışına "lafzî delâlet" adı verilir. Lafzın kendisi dâl, anlamı medluldür. Delâlet vaz'î (mutabakat), tazammunîve iltizâmı olmak üzere üçe ayrılır. Bir lafzın bir ifade ve kullanımda lügat, din veya örf dillerinden birinde konulduğu anlamı bütün unsurlarıyla belirtmesine "vaz' delâleti", bir kısmını bildirmesine "tazam-mun delâleti", konulduğu anlamla zorunlu olarak bağlı bulunduğu başka bir anlam bildirmesine "iltizam delâleti" denir.149 Cüz'îveya zorunlu anlamların tayininde zihin etkin rol oynadığı için son iki nevi aklî delâlet kategorilerinden kabul edilmiştir. Hakikat vaz'î delâletin, mecaz tazammunî, kinaye ise iltizâmî delâletin kapsamına girer.
Bir mecaz mecaz olarak kullanılan kelime (terkip), gerçek anlam, mecazi anlam, alâka ve manî' karine olmak üzere beş temel unsurdan oluşur. Mecazın gerçekleşebilmesi için hakiki anlamdan mecazi anlama nakil ve ikisi arasında alâka 150 şarttır. Alâkanın bir benzerlik olması halinde bu mecaza "istiare", benzerlikten başka bir alâka söz konusu ise "mecâz-ı mürsel" denir. İstiaredeki alâkaya "manevî ittisal", mecâz-ı mürseldekine "sûrî ittisal" adı verilir. Ayrıca mecazda nakledilen şeyin lafız veya mâna olduğu yolunda İki ayrı tez mevcuttur. Yukarıda verilen mecaz tanımına göre anlamlar sabit olup lafızlar hakiki mânalarından mecazi mânalarına nakledilmektedir. Birden çok anlama gelen müşterek lafızlar mecaz sayılmaz. Zira bu mânalardan her biri gerçek (vaz'î) olup aralarında nakil diye bir şey söz konusu değildir. Gerek mürtecel gerekse menkul özel isimlerde nakil şartı bulunmakla birlikte alâka şartı mevcut olmadığı için bunlar mecaz sayılmaz. "Kaya" anlamında cins ismi olan "hacer" kelimesini birine özel isim olarak nakletmek (menkul özel isim) mecaz sayılmaz, çünkü kelimenin gerçek anlamı olan kaya ile kendisine ad olarak nakledilen insan arasında mâkul bir alâka mevcut değildir. Karine bir iş ve meselenin anlaşılıp çözülmesine yarayan ipucu demektir. İbare içinde yer alan bir kelime veya ifade kelimenin gerçek anlamda kullanılmasına engel teşkil eden bir karine olabilir. Buna "karîne-İ lafzıyye" denir. Kullanım yerine göre akıl, örf ve durum da gerçek anlamın kastedilmesine mâni bir karine teşkil edebilir. Kelime ve ifadenin gerçek anlamı akıl, örf, durum ve bağlam (konteks) itibariyle imkânsız olabilir. Bunlara da "karîne-i ak-liyye, karîne-İ örfıyye, kârîne-i hâliyye" adı verilir.
Mecazla hakikatin tanınıp ayırt edilmesi konusunda bazı ölçüler ortaya konulmuş olup başlıcaları şunlardır: Dili kullananların ve dil âlimlerinin beyanı esastır. Lafzın ilk akla gelen veya karînesiz anlaşılan anlamı hakikat, karine ve aklî çıkarım yoluyla anlaşılabilen anlamı ise mecazdır. Hakikatin tekili, ikili, çoğulu, iştikak ve çekimi olur, mecazın olmaz. Hakikat anlamında kullanılan kelimenin çoğulu ile mecazisinin çoğulu farklı olabilir. Emr (buyruk: hakikat), çoğulu evâmir; emr (durum, iş: mecaz), çoğulu umur; ah (kan kardeşi: hakikat), çoğulu ihve, ah (din kardeşi: mecaz), çoğulu ihvan gibi. Hakikat tekit edilir, mecaz edilmez, özellikle mecazda masdarla tekit yapılmaz. Bu sebeple, "Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu" mealindeki âyette 151 yer alan konuşma fiili hakikattir. Buradaki söz konusu kelâmın mecaza yorulmasına masdar tekidi mânidir. Tekit hakikat-mecaz ayırımında en iyi belirleyicilerden biridir. Hakikatte kıyas geçerli, mecazda ise geçersizdir. Bu sebeple, "Köye sor" 152 mecazına kıyasla sahibini kastederek meselâ, "Kilime sor" denemez. Bir kullanımda aklen imkânsız olana isnat varsa bu isnat mecazdır. Meselâ. "Rabbin geldi" ifadesi 153 mecazdır, çünkü rabbe "gelme" eylemi isnat edilmiştir, halbuki zât-ı ilâhiyyenin beşerî ölçüler dahilinde gelmesi aklen İmkânsızdır.
Bir düşüncenin hem hakikat hem mecazla anlatımının mümkün olması durumunda genelde hakikat konumundaki ifade kullanılır. Ancak telaffuz, vezin, kafiye, secî, edebî sanat yönlerinden ve maksadı anlatma bakımından üstünse mecazi ifadeye gidilir. Ayrıca üç yaran sebebiyle mecazi ifadelere yönelme olduğu ve onların hakikate tercih edildiği belirtilmiştir. Bunlar ittisâ' (anlam genişlemesi, kelime haznesinde artış), tekit ve teşbihtir.154
Hakikat asıl, mecaz onun bir fer'idir. Bu sebeple her mecazın bir hakikatinin bulunması zorunludur. Hakikat metbû, mecaz ona tâbi bir mâna. hakikat melzum, mecaz ona ekli bulunan (lâzım) bir anlamdır. Bu durum mecazı kinayeden ayıran en önemli noktalardan biridir.
Mecazların oluşumuyla ilgili olarak kabul görmüş teoriye göre, diller ister insanlar tarafından ister ilâhî bildirim neticesinde ortaya konulmuş olsun ilkönce nesne ve olaylar gerçek mânalarıyla ifa-delendirilmiştir. Sonraki zamanlarda insanlar bazı nesne ve olaylarda üstün vasıflar gözlemiş, bunlarla kendilerine benzeyen, fakat daha zayıf niteliğe sahip bulunan diğerleri arasında ilgiler kurmuştur. Aynı şekilde somut varlıklara ait isim, fiil ve anlamlar soyutlarınkinden önce ortaya çıkıp iletişim alanında yerlerini almıştır. Çünkü duyu alanına giren varlıkların özellik ve nitelikleri hafızada soyut olanlara göre daha belirgin ve güçlü bir yer tutar. İlerleyen zamanlarda insanlar somut varlıkların güçlü ve belirgin nitelikleriyle soyut varlıkların zayıf ve belirsiz nitelikleri arasında ilgiler kurup benzerlikler tesbit etmişlerdir. Böylece nesne ve olayların gerçek anlamlarının yanında mecazi mânaları teşekkül etmiştir. Artık "aslan" denilince bilinen yırtıcı hayvan anlamının yanında "korkusuz, cesur ve yiğit insan" anlamı, "ay" denilince parlak gök cisminin yanı sıra "parlak yüzlü kadın" anlamı oluşmuştur. Zamanla bu mecazi anlamların artmasına paralei olarak dillerin zenginleşmesinde mecaz en etkin rolü üstlenmiştir.155
Belagatla onun teşbih, mecaz, istiare gibi nevileri, insan aklının nesne ve olaylar arasında tesbit ettiği çeşitli semantik alâkaların ifadesi olduğundan evrenseldir, dil ve edebiyatların ortak ürünüdür. Aristo'nun belagat ve hitabete dair eseri olan Retorik'inde mecazın en önemli türü olan istiare ile teşbih konusunda yorum ve tahlile dayalı ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.156 Sözü edilen eserin incelenmesinden Aristo'dan çok önce belagat, teşbih, istiare ve mecaz gibi konuların bilinmekte olduğu anlaşılmaktadır.157
İslâm âleminde mecaz ve hakikat üslûplarının İlk farkedilişi Kur'an metnindeki mecazi ifadeler hakkında ve kelâm âlimleri arasında görülür. Mu'tezile ke-lâmcıları, muhtelif âyetlerde yer alıp Allah'a yaratılmışlara özgü nitelikler nisbet eden ifadeleri mecazi yoruma tâbi tutmak suretiyle zât-ı ilâhiyyeyi bunlardan tenzih etmeye çalışmışlardır. Aklî mecaz üslûbuna ilk dikkat çeken âlim Hasan b. Muhammedb. Hanefiyye'dir.(ö. 100/ 718 |?|). İbn Hanefiyye, er-Risâle ü'r-red cale'I-Kaderiyye adlı eserinde Kur'an'da Allah'a ait bir fiilin sebep alâkasıyla mahlûka isnat edildiğine işaret etmiş ve bunun aklî / isnadî bir mecaz üslûbu oluşturduğunu belirtmiştir. 158
Tesbitlere göre mecaz üslûbunu ilk yorumlayan ve bu konuda terim ortaya koyan dil âlimi Sîbeveyhi'dir (ö. 180/796). Sîbeveyhi mecazi üslûplar için "el-ittisâ" fi'1-kelâm, el-îcâz ve'1-ihtisâr" terimlerini ortaya koymuş, mecaz üslûbunun ifadedeki temel fonksiyonunu açıkça belirtmiştir. Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Me'âni'l-Kur'ân'ında mecaz üslû-bundaki ifadeler için "el-icâzet" terimlerini kullandığı gibi değişik alâkalarla oluşmuş aklî ve mürsel mecaz ifadelerini ve istifham üslûbunun bazı mecazi anlamlarını (I, 23. 50, 202) doğru olarak yorumlamıştır. Mecâzü'l-Kur^ân adlı eseriyle mecaz terimini ilk kullanan kişinin Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsennâ (ö. 209/824) olduğu kabul edilmekle birlikte kaynaklar onun çağdaşları Kutrub ve Ferrâ'nm da zamanımıza ulaşmayan Mecâzü'l-Kur'ân adlı eserlerinden söz eder. Ebû Ubeyde belagat, anlam bilimi, lügat ve nahiv yönlerinden izah, tefsir ve te'vil edilmesine ihtiyaç duyulan her türlü tabir ve ifade tarzı için mecaz tabirini kullanmaktadır; bu bir bakıma te'vil ve tefsir karşılığıdır. O. hazif mecazı için "muhtasar mecaz" tabirini ortaya koymuş 159 ve Kur'an'daki müşâkele örnekleri için mecazi te'viller yapmıştır.
Mecazı belagat çerçevesinde İlk farke-den âlim Câhiz'dir. Câhiz mecazı, "dili konuşanların bir tevessüu olarak gerçek anlamı dışında kullanılan lafız" şeklinde anlamış ve teşbih, istiare gibi beyân ilmi nevilerini mecaz kapsamında görmüştür. İbn Kuteybe istiareyi "bir şeyi sebebi, mücaviri veya müşâkilinin adıyla isimlendirmek" şeklinde tanımlayarak mürsel mecazla karıştırdığı gibi bazı beliğ teşbih, aklî mecaz, müşâkele ve kinaye örneklerini de istiare saymıştır.160 Mecazın karşıtı olarak "hakikat" ve "asi" terimlerini ilk defa kullanan Müberreddir.161
Hakikatin tanımını ilk yapan ve hakikatle mecazı bir arada ilk zikreden müellif İbn Cinnî'dir (ö. 392/1002). İbn Cinnî, anlam derinliği, pekiştirme, benzetme ve abartı özellikleri sebebiyle mecaza yönelme olduğunu, karine ve delilsiz mecaza gidilemeyeceğini, dilde mecazların varlığının en güçlü kanıtının onda tekit üslûbunun yaygın biçimde kullanılması olduğunu, zira tekit üslûbuna yanılma ve mecazi anlama yorma ihtimalini önlemek için başvurulduğunu ifade etmektedir. İbn Cinnî iyice düşünüldüğü takdirde, "Zeyd oturdu" gibi olağan sözlerin bile mecaz olduğunu, genelin anılarak özel bir oturma nevinin kastedildiğini belirtir. Ayrıca gerek Mu'-tezile'yi gerekse İbn Kuteybe'yi, mecazı edebî ve estetik bir üslûp tarzı değil Allah'ı yaratılmışlara özgü niteliklerden tenzih etme vasıtası olarak görmelerinden dolayı eleştirir.162
İbn Reşîk el-Kayrevânî mecazı "bir şeye mücavirinin veya sebebinin adını vermek" şeklinde tanımlayarak istiare ve mürsel mecaz ayırımında ilk adımı atmıştır. Sonraki belâgatçılar onun tanımındaki birinci şıkka istiare, ikincisine mürsel mecaz demişlerdir. Abdülkâhir el-Cürcânî mecaz, istiare, teşbih ve temsil konularına geniş yer ayırmış, ilk defa derin yorumlar ve tahliller getirmiş, lugavî ve aklî mecaz taksimini ilk defa o yapmış, birçok istiare türünü keşfetmiş, mecazda lafzın değil anlamın nakledildiğini savunmuştur. Cürcânîtasrihî-meknî, aslîtebaî istiare türlerini kesin çizgilerle ayırdığı gibi mürsel mecaz tabirinin ortaya konulmasına da ön ayak olmuştur.163 Ziyâeddin İbnü'1-Esîr mecazın karinesi hakkında İlk defa açık ve anlaşılır izahlar ortaya koymuştur. Tâceddin es-Sübkî aklî mecaza "mülâbese mecazı", Süyûtî "terkipte mecaz" adlarını da vermişlerdir. Sekkâkî aklî mecazı istiâre-i mekniyye kapsamında görerek ona beyân ilminde yer vermiş, Kazvînî ise isnada dayalı mecaz olduğundan aklî mecazı "isnatla mecaz" adıyla isnat bahsinde ele almıştır. Kazvînî, "gündüzü sâim, gecesi kâim" gibi örneklerde teşbihin iki tarafının da zikredilmiş olduğuna dayanarak Sekkâkî'nin aklî mecazı istiâre-i mekniy-yeden saymasını eleştirmiştir. Mecazın akıl değil lügat meselesi olduğunu ileri süren Yahya el-Alevî mecâz-ı aklîyi lugavî mecazın mürekkeb nevinden sayar.
Bir kelime veya terkibin lügat anlamının nakline dayanan mecaza "lugavî mecaz" denir. Bir eylemin ilgilisinden ilgisiz olana nakil ve İsnat edilmesiyle oluşan mecaza da "aklî (isnadî) mecaz" adı verilir. Mecaz denince ilk akla gelen lugavî mecaz olup müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır. Kelimenin aslî anlamından başka mânaya nakledilmesine dayalı müfred mecaz da istiare ve mürsel mecaz nevilerine ayrılır. Alâkası sadece benzeşme (müşabehet) olan müfred mecaza istiare, alâkası değişik (serbest) olana da mürsel mecaz adı verilir. Abdülkâhir el-Cürcânî'nin bir ifadesinden esinlenerek mürsel mecaz terimini ilk ortaya koyan belâgatçının Sekkâkî olduğunu söylemek mümkündür. Kendisinden önceki müellifler onun çeşitli alâkalarını açıklamışlardır. Mürsel mecaz için otuzdan fazla alâka tesbit edilmiştir. Parçayı anıp bütünü kastetmek(cüz'iyyet) ve tersi (külliyyet), sebebi anıp müsebbebi kastetmek (sebebiyyet) ve tersi (müsebbebiyyet), bir yeri anıp içindekileri kastetmek (mahalliyyet) ve tersi (hâlliyyet), bir şeyi anıp onunla zıd-dini kastetmek (zıddıyyet), bir şeyle civarında olanı ifade etmek(mücvere), bir şeye önceki durumunun (kevn-i sabık) veya daha sonra alacağı durumun (kevn-i lâ-hik) adını vermek, ibareye kelime katmak (ziyade mecazı) veya ibareden kelime düşürmek (hazif noksan mecazı) gibi.164 Ayrıca bazı hazif icazları mecaz türünden sayılır. Her hazif mecaz kapsamına girmez. Hazif sebebiyle kelime gerçek anlamı dışında bir anlamda kullanılıyorsa bu tür hazif mecaz kapsamına girer.
Aklî mecaz, fiili veya fiilimsiyi bir İlgiyle söz sahibine göre gerçek olmayan failine isnat etmektir. Gerçek faile yapılan isnat ise aklî hakikattir. Bu tür mecaza, özne-yüklem irtibatına dayalı olarak aklın tasarrufuyla oluştuğu için aklî mecaz adı verildiği gibi isnadî, hükmî, terkibi, nisbî mecaz, isnatta mecaz, mecazi isnat, ispatta mecaz, terkipte mecaz, cümlede mecaz, mülâbese mecazı gibi isimler de verilmiştir. Aklî mecazın en meşhur alâkaları şunlardır:
1. Zamâniyye: Fiili (fiilimsiyi) zamana isnat etme;
2. Mekâniyye: Mekâna isnat etme;
3. Sebebiyye: Sebebe isnat etme:
4. Fâiliyye: Meçhul fiili veya ism-i mefûlü faile isnat etme;
5. Mef ûliyye: Malûm fiili veya ism-İ faili mefûle isnat etme;
6. ÂIiyye; Fiili aletine isnat etme;
7. Cinsiyye: Ferdin yaptığı fiili cinse, kavme isnat etme;
8. Masdariyye: Fiili failine değil masdarına isnat etme;
9. Mücâvere (musahabe): Fiili gerçek failine değil onun yakınına isnat etme. Aklî mecaza bir düşünceyi abartıyla vurgulama, Özlü anlatım, hayal ve tasvir zenginliği gibi amaçlar için başvurulur.165
İsnadın hakiki veya mecazi sayılmasında sözü söyleyenin inancı da belirleyici bir faktördür. "Doktor hastaya şifa verdi" cümlesini şifayı veren Allah olduğuna, doktorun buna sebep teşkil ettiğine inanan kimse söylerse mecazi isnat, böyle düşünmeyen biri söylerse hakiki isnat olur. "Bizi ancak zaman helak etmekte" 166 âyetindeki isnat onu söyleyen dehriyye inancına uygun olduğundan hakiki, realiteye göre ise mecazidir. Kur'an'da ve özellikle akaidi ilgilendiren hadis metinlerinde mecaz ifadelerinin bulunup bulunmadığı hususu selef âlimleriyle kelâmcılar arasında tartışmalıdır.167
Bibliyografya :
Tehânevî, Keşşaf,I, 208-217, 330-334; Eflâtun, Phaidros (trc, Hamdi Akverdi), İstanbul 1943, s. 93-109; Aristotales, /?etori/c(trc. Mehmet H. Doğan}, İstanbul 1995, s. 158, 168-193, 196; Sîbeveyhi. Kitâbü Sîbeveyhi (nşr. Abdüs-selâm M. Hârûn], Kahire 1977,1, 53, 98, 169; II, 11 vd.;Yahyâ b. Zİyâd el-Ferrâ, Me'âni'l-Kur'ân, Beyrut 1980, 1, 15, 23, 50, 202; 11, 15-16; İli, 270-271; Ma'mer b. Müsennâ, Mecazü'l-Kur-Jân(nşr. Fuat Sezgin], Beyrut 1401/1981, 1, 279; 11, 96; İbn Kuteybe. Te'uîlü müşkili'l-Kur'ân (nşr. Seyyid Ahmed es-Sakr], Kahire 1393/1973, s. 135-155; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ebü'l-Fazl İbrahim - Seyyid Şehhâte), Kahire 1376/1956,1, 45, 79, 118. 188; ][!, 1170; İbn Cİnnî. el-Haşa'iş (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (Dârü'l-kitâbil-Arabî), II, 442, 447-457; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü.'ş-Şın.â'aieyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha], Beyrut 1404/1984, s. 295-338; Abdülkâhir el-Cürcânî, Deiâ'ilü'i-Fcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir], Kahire 1384, s. 288, 293-303, 462;a.mlf-, Esrârü'i-belâğa (nşr. M. Ab-dülmün'imel-Hafâcî), Kahire 1396/1976, I], 233-252; Ebû Zeyd el-Kureşî; Cemhere (Hâşi-mî),l, 113, 139; Ebû Ya"küb es-Sekkâkî, Miftâ-hu'l-'ulûm (nşr Naîm Zerzur|, Beyrut 1403/ 1983, s. 358-402; Ziyâeddin İbnü"l-Esîr, el-Me-şe/ü's-sâ]i'r(nşr. Ahmed el-Havfî- BedevîTabâ-ne], Kahire, ts. [Dâru nehdati Mısr), 1, 105-112; II, 284; Şürûhu't-Teihîş, Beyrut, ts. (Dârü's-sii-rûr), IV, 2-20; Abdülvâhid b. Abdülkerîm ez-Zem-lekânT, el-Burhânü'l-kâşif can fcâzi'l-Kufân, Bağdad 1394, s. 98; Hatîb el-Kazvînî, el-îzâh fi 'ulûmi'l-belâğa (nşr. M. Abdülmünim ei-Hafâ-cî), Kahire 1400/1980, s. 392-455; Yahya b. Hamza el-Alevî, et-Tırâzü'l-mütezammin li-esrâ-ri't-belâğa, Beyrut 1402/1982,1,46-63, 77-103; Teftâzânî, el-Mutaouel, İstanbul 1309, s. 348-349; Zerkeşî. el-Burhân, il, 254-255; Süyûtî, ef-MîızhirflSılCımi'l-lıığa ueenuaHhâ(nşr. M. Ahmed Cadelmevlâ v.dgr.), Kahire, ts. (Dâru ihyâi'l-kütübi'l-Arabiyye), 1, 355-368; Brockelmann, GAL SuppL, II, 571; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Ta-rîhu âdâ.bİ't-cArab, Kahire 1954, 1, 180; J. van Ess, Anfange Mu.slimisch.er Theologİe, Bey-routh 1977, s. 105, 108-109; Abdülazîm İbrahim M. el-Mut'inî, el-Mecâz fı'l-luğa ue fi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1405/1985, tür.yer.; M. Bedri Abdülcelîj, el-Mecâz ve eşeruhû fi'd-dersi'l-luğaüî, Beyrut 1406/1986, tür.yer.; Ab-dülfettâh Besyûnî, cİlmü.'l-beyân, Kahire 1408/ 1987, s. 136-240; Mahmûd Sa'd. Mebâhişii'l-beyân cinde'l-uşû.liyyîn ue'l-belâğıyyîn, İskenderiye 1989, s. 35-110; Bekrî Şeyh Emîn, ei-BeiâğatCı't-'Arabİuye, Beyrut 1990, II, 71-75; Hikmet Akdemir, Kur'an-i Kerim'de Mecazın Varlığı Problemi", Harran Ünİuersitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, Şanlıurfa 1998, s. 59-90. İsmail Durmuş
Fıkıh.
Belagatın bir dalını teşkil eden ve bir anlamı değişik yollarla ifade etmenin usul ve kurallarından bahseden beyân ilminin konusu olmakla birlikte -nasların anlaşılması ve irade beyanlarının yorumundaki etkisi dolaysıyla- bazı fıkıh usulü eserlerinin lafız bölümlerinde de ele alman mecaz, "bir karine ve alâkaya binaen hakiki mânasının dışındaki bir anlamda kullanılan lafız" şeklinde tanımlanır.168 Fukaha metoduna göre kaleme alınan usul kitaplarında lafzın vazolunduğu mânada kullanılıp kullanılmadığına göre yapılan ayırım içerisinde incelenen mecaz, "lafzın vazedildiği mânada kullanılması" anlamına gelen "hakikatin zıddı olduğu gibi yine aynı ayırım içinde yer alan, fakat başka bir açıdan yapılan sarih- kinaye nitelemesindeki kinayeden de farklıdır.169
Fıkıh usulü müellifleri de Arap diliyle ilgili eserlerde olduğu gibi hakikat ve mecaz kelimelerinin sözlük ve terim anlamlarına, maksadın anlatılmasında lafızların gerçek mânasında kullanılması asıl olmakla birlikte- bunları mecazi anlamda kullanmaya yönelten maddî (lafzî) ve manevî sebepler bulunduğuna temas ederler; bir lafzın mecazi anlamda kullanıldığına hükmedebilmek için varlığı gereken karinelerden, mecazi anlama geçişi sağlayan alâka (münâsebe, ittisal) çeşitlerinden, hakikat ve mecazı ayırt edici ölçülerden 170geniş biçimde söz ederler. Bu arada mecazi anlam taşıyan her kelimenin bir de hakiki anlamı bulunması gerektiği halde her hakikatin bir de mecazi mânasının bulunmasının zorunlu olmadığına dikkat çekerler.171 Bu terminolojinin nasların anlaşılması ve irade beyanlarının yorumundaki rolüne şunlar örnek gösterilebilir: Kur'ân-ı Ke-rim'deki "boyun azadı" ifadesinde 172 kölenin bir cüzü olan "boyun" (rakabe) kelimesi zikredilmiştir. Bununla gerçek anlamın kastedilmesinin mümkün olmadığı ve boyun İle köle arasında cüz'îlik-küllîlikilişkisi bulunduğu dikkate alınarak bu ifadeyle köle azadının kastedildiği sonucuna ulaşılır. Benzerlik dışında bir alâka sözkonusu olduğu için bu bir mecâz-i mürseldir. Buna karşılık beldenin savunmasında kahramanlık gösterip şehid düşen bir kimsenin çocukları lehine yapılan vasiyette o şehidden -isim verilmeden- "aslan" diye söz edilmişse kastedilen kişiyle aslanın hakiki anlamı arasında -cesaret açısından- benzerlik ilişkisi bulunduğu için bu bir istiaredir.
Mecazın hükmü konusunda usuldüler öncelikle, mümkün olduğu sürece sözün hakiki mânasına yorulması ve mecaza gidilmemesi gerektiğine ve hakikatle mecazın çatışması durumunda hakikat anlamının tercih edileceğine dikkat çekerler.
Çünkü hakikat asıl, mecaz ise onun halefi ve fer'i niteliğindedir. Buna karşılık sözün hakikat mânasında alınmasının imkânsız olması durumunda, "Kelâmın i'mâli ihmalinden evlâdır" ve "Ma'nâ-yı hakîkî müteazzir oldukta mecaza gidilir" kurallarında belirtildiği üzere 173 mecaz anlamına göre yorumlanması gerekir. Bu durumda mecazın aynen hakikatte olduğu gibi umumi veya hususi olması, hakiki anlamının buna dahil olup olmaması arasında fark yoktur. Meselâ bir kimse, "Filânın evine girmem" diye yemin ettiği zaman kural olarak bu ifadeye anılan kişinin mülk, icar veya ariyet yoluyla kullandığı bütün evlerinin ve yemin eden kişinin de yalınayak, ayakkabılı, yaya veya binitli şekilde her türlü girişinin dahil olduğu kabul edilir.
Eğer lafzın bir kullanılan hakiki, bir de bilinen mecazi anlamı bulunsa onun mutlak biçimde ifade edilmesi Ebû Hanîfe'ye göre sadece hakiki anlamını kapsar, mecaz anlamını içine almaz; Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan'a göre ise -mecazın umumu göz önüne alındığında- bu iki mânayı da kapsar. Meselâ bir kimsenin yaşça kendisinden büyük olan kölesi için, "Bu benim oğlumdur" demesi halinde Ebû Hanîfe'ye göre bu ifade hüküm açısından hakiki anlamına göre yorumlanır ve o kölenin hürriyetine kavuşturulduğu sonucuna ulaşılır. Zira Ebû Hanîfe'ye göre mecaz hükmün değil cümlenin ifade edilmesinde ve konuşulması sırasında hakikatin halefidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan'a göre ise yukarıdaki cümlenin hakiki-sarih anlamının gerçekleşmesi aklen imkânsız olduğu için kölenin azat edildiğine hükmedilmez.174
Bir lafzın hakiki ve mecazi mânalarının birleştirilip birleştirilemeyeceği (cem') konusu fıkıh ve dil bilginlerince geniş bir şekilde tartışılmıştır. Arap dilcilerinin çoğunluğu ile Hanefî usulcüleri, Mu'tezile'-den bir grup ve bazı Şafiî âlimleri, bir kelimenin aynı anda hem hakiki hem mecazi anlamında kullanılmasını iki zıt arasını birleştirmek gibi imkânsız bir iş olarak görmüşlerdir. Buna göre, "Aslanı gördüm" ifadesiyle aynı anda hem bilinen vahşi hayvanın hem de cesur insanın kastedil-mesi mümkün değildir. Bazı Şâfıîve Mutezile âlimleri ise birtakım durumları istisna etseler de- hakikatle mecazın cem'i-ni caiz görmüşlerdir. Buna karşılık bir lafzın hakiki anlamını da bünyesinde barındıracak şekilde mecazi mânada kullanılmasının (umûmü'l-mecâz) caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Meselâ Nisa sûresinin 23. âyetinde "ümm" kelimesine mecazen "asıl" (kök) anlamı verilerek erkeğin usulünü teşkil eden kadınlarla evlenmesinin haram olduğu sonucuna ulaşılırken kelimenin hakiki anlamı olan "anne" de (kişiyi doğuran kadın) bunun kapsamına dahildir.175
Öte yandan özellikle bazı Şafiî, Mâlikî ve Zâhirîler'in, "Kelâmda asıl olan hakikat olmaktır ve mecaz hakikate karşı koyamaz" ilkesinden hareketle mecazın zaruret sebebiyle başvurulan bir kullanım olduğunu ileri sürerek Kur'ân-ı Kerîm'de mecaz bulunmadığı sonucuna varmaları isabetli bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Zira kelâmda asıl olan hakikat olmakla beraber mecaz da bir kelâm türüdür ve onun kullanımında herhangi bir zaruret yoktur. Ayrıca lafızların hakiki anlamlarını konuşmaya muktedir nice fasih ve beliğ kişiler zaruret ve ihtiyaç bulunmadığı halde mecazla konuşmuş, Kur'an dilinin en fasih dil olmasına ve Allah'ın her türlü acziyetten ve zorunluluktan münezzeh bulunmasına rağmen Kur'an'-da da birçok mecazi ifade yer almıştır.176
Bibliyografya :
Tehânevî, Keşşaf, I, 208-223; Cessâs. el-Fu-şûl fı'l-uşûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Kuveyt 1414/1994, 1, 46-50, 359-370; EbÛ'l-Hû-şeyin el-Basrî, el-Mu'temed fi uşûli'l-fıkh (nşr, Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, 1, 16, 30-38; Bâcî. Ihkâmü'l-fuşûl fîatıkâmi'l-uşûl (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1986, s. 187; Ebû İshak eş-Şîrâzî. Şerhu't-Lüma' (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, 1, 170-175; Pezdevî, Kenzü'l-vüşûl, II, 40-51, 62, 83; Şemsüleimme es-Serahsî, el-üşûl(nşr. Ebü'I-Ve-fâel-Efgânî),Haydarâbâd 1372-»Beyrut 1393/ 1973, !, 170-187; Gazzâlî. el-Müstaşfa, Bulak 1324, I, 341-345; Alâeddin es-Sem erkandı, Mî-zânü'l-uşûl[nşi. M. Zeki Abdülber), Katar 1404/ 1984, s. 367-393; Fahreddin er-Râzî. ei-Mahşûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyaz el-Alvânî), Riyad 1399/ 1979, 1/2, s. 462-467; Sadrüşşerîa. et-Tauzîh fî halli ğauâmizi't-Tenkih. (Teftâzânî, et-Teluîh içinde]. Kahire 1377/1957, I, 69-97; Ibnö'1-Hü-mâm. e£-7aftrîr(İbn Emîru Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr içinde), Bulak 1316, M, 38; İbn Nüceym. el-Eşbah ue'n-neza'ir (nşr. M. Mutî' el-Hâfız], Dımaşk 1403/1983, s. 150; Şevkânî, İrşâdü'l-fuhûl{nşr. Ebû Mus'ab M.Saîdel-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 48-59; Mecetle,md. 60, 61;Hay-reddin Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1971, s. 145-151; Mahmûd Sa'd, Mebâhişü'l-beyân 'inde'l-uşûliyyîn ue'l-belâğıyyin, İskenderiye 1989, s. 45-96; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 79-81, 140; W. Heinrichs, "On the Genesis of the Ha-cjiqa-Majâz Dichotomy", SU, LIX (1984), s. 111-140; a.mlf., "Contacts between Scriptural Hermeneutics and Literary Theory in islam: The Case of Majaz", Zeitschrift für Geschİchte der Arabisch-lslamİschen Wissenschaften, VII, Frankfurt 1991-92, s. 253-284; Hikmet Akdemir, "Kur'an-L Kerim'de Mecazın Varlığı Problemi", Harran üniversitesi ilahiyat Faküitesi Dergisi, IV, Şanlıurfa 1998, s. 59-90. Ferhat Koca
Türk Edebiyatı.
Mecaz, Türk belagatında kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın olanıdır. Bu konuyla ilgili olarak kelimelerin anlam bakımından üç farklı özelliği vardır.
1. Asıl anlam. Bir kelimenin karşıladığı ilk kavramdır. Osmanlı belagat kitaplarında buna "ma'nâ-i hakîkî ma'nâi aslî" denilmiş, dil bilgisi terimleri Türkçe-leştirildiğinde "öz anlam, temel anlam, düz anlam" gibi terimler kullanılmıştır. "Göz" kelimesinin organ adı olarak kullanılması kelimenin hakiki mânasındadır. "Su kaynağı, su menbaı" yerine kullanılması da böyledir. Lafzı aynı, mânası farklı bu tür kelimelere "lafz-ı müşterek el-fâz-ı müştereke" denilir. 177
2. Yan anlam. Kelimenin asıl anlamı dışında kullanım sırasında kazandığı ikinci derecedeki anlamıdır. Buna "ma'nâ-i tâli" denildiği gibi daha sonra "türeme anlam, üreme anlam, kullanış anlamı" gibi adlar da verilmiştir. Terazi kefesini kastederek "göz" denildiğinde kelimenin yan anlamı ifade edilmiş olur.
3. Mecazi anlam. Kelimenin asıl ve yan anlamlarının dışında ilişki ve benzerlik yoluyla başka bir kavramı ifade etmek üzere kazandığı anlamdır. Belagatta bunun için "ma'nâ-i mecazî" yanında "mecazi mâna" denildiği gibi "iğreti anlam, imgesel anlam, değişmece anlamı, de-ğişmeceli anlam" gibi Türkçeleştirilmiş ifadeler de kullanılmıştır.178 "Gözü doymaz" veya "aç gözlü" deyimlerindeki "göz" mecazi anlamdadır.
Mecaz, kelimenin lafzı ile mânası arasındaki alâka üzerine kurulmuş edebî sanatların en çok rağbet edilenidir. Belagatın, bir maksadı değişik yollarla anlatmanın usul ve kaidelerinden bahseden kolu olan beyân ilminde lafızla mâna arasındaki alâkanın niteliklerinden biri de kelimenin hakiki mânası dışında kalan anlamlarının delâlet ettiği mefhumlarla ilgilidir. "Delâlet-i akliyye" denilen lafız -mâna ilişkisinde hakikatten ayrılma söz konusu olduğu için mecazda esas olan
anlaşılır bir müphemiyettir. Yani kelimenin hakiki mânası ile mecaz anlamı arasında bir taraftan bir ilginin, diğer taraftan gerçek mânasının anlaşılmasına "karîne-i mania" denilen aklî bir engelin mevcudiyeti lâzımdır. Bu ise sözün gerçek anlamında kullanılmadığının delilidir. Bu delil bazan ibarenin içinde yer alır, ibarede bulunmadığı durumlarda ise sözün bağlamından (siyak ve sibak) anlaşılır veya hissedilir. Bu bakımdan mecaz, "arada bir karîne-i mania bulunması şartıyla bir kelime veya ibarenin hakikatin dışında bir mânaya delâleti veya nakli" olarak tarif edilmiştir. Nitekim, "Onun otomobili uçuyor" cümlesindeki "uçmak" kelimesi, otomobilin uçması mümkün olmadığı için -burada delâlet-i akliyye ile bir karîne-i mania bulunduğundan- gerçek anlamının dışında ve mecaz delaletiyle kullanılmıştır. "Gözü açık" deyiminin "becerikli", "kulağı delik" tabirinin ise "olan bitenden haberdar" mânasına kullanılmasında da aynı özellikler vardır. Mecazlar söze güzellik, canlılık ve etkinlik katar; konuşanın ifade etmek istediğinin daha kuvvetle anlaşılmasına imkân tanır; muhatabın kavrayışını arttırdığı gibi ona estetik bir duygu ve heyecan verir.
Türkçe'de zengin kullanım alanı bulunan mecazın tarifi, tasnifi ve genel özelliklerine ait teorik bilgiler Arap belagatından aktarılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında belagat konusunda Türkçe kitaplar yazılıncaya kadar bu husustaki bilgiler Arapça, Farsça eserlerden faydalanılarak daha çok Arapça Örnekler üzerinde ve özellikle âyetlere dayanılarak işlenmiştir. Belagat konularına bütün klasik kadrosuyla yer veren ilk Türkçe kitaplar olan Ahmed Hamdi'nin Beîâgat-ı Lisân-ı Osmânfsi ile (İstanbul 1293) Ahmed Cevdet Paşa'nın Belâgat-ı Osmdniyye'sinde (İstanbul 1298) ve bunlardan önce aynı konulan kısmen ele alan çeşitli eserlerde bu klasik muhteva Türkçe olarak tekrarlanmış ve Türkçe örneklerin yanında yer yer âyet ve hadislere de uygulanmıştır. Bu uygulamanın Mecâmiu'ledeb (istanbul 1308) gibi sonraki eserlerde Arapça, Türkçe ve Farsça örneklerle daha da zenginleştirildiği, ayrıca âyet ve hadisler üzerinde sürdürüldüğü görülmektedir.
Tanzimat'tan sonra belagat konusunda kaleme alman ve iki farklı muhtevada gelişip düzenlenen eserlerden birinci grup eski belagat anlayışını takip etmiş, ikinci grup, eski anlayışı göz ardı etmeden Batı
retoriğinden de faydalanarak daha serbest bir şekilde konuları işleyip geliştirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa birinci grubun, Recâizâde Mahmud Ekrem de ikinci grubun en önemli temsilcisi olmuştur. Bu sebeple Türk edebiyatında mecazı bu iki anlayış doğrultusunda ele almak gerekir.
Ahmed Cevdet Paşa, konuyu hakikat ve mecaz kavramlarına dair bir girişin ardından "Mecâz-ı Aklî" ve "Mecâzı Mür-sel" başlıkları altında incelemiştir.179 Bu yaklaşım tarzı, Türkçe belagat kitaplarının en eskilerinden olan İsmail Ankaravî'nin Miftâhu'l-belâga'smda da küçükfarklı-lıkfarla mevcuttur.180 Mecazın aklî ve lugavî olarak ikiye ayrılması, luga-vînin ise istiare ve mecâz-ı mürsel şeklinde taksimi genel bir yaklaşım tarzıdır. Ayrıca mecaz denildiğinde umumiyetle mecâz-ı mürselin anlaşılması gerektiği hususunda bir görüş birliği bulunmaktadır. Türkçe belagat kitaplarında mecazların klasik anlayışa göre dört kısımda ele alındığı görülmektedir. Bunlar, kelime veya lafızların bir münasebetle sözlük mânası dışında kullanılmasından kaynaklanmışsa "lugav, bir fiil asıl failinden başkasına isnatla gerçekleştirilmişse "aklî", "örfî" 181 ve "şerT olarak adlandırılmıştır. "Toprak" kelimesinin "mezar" mânasında kullanılması lugavîye. bir hasreti ifade etmek maksadıyla, "Memleket toprağı gözümde tütüyor" ibaresinde örfîye, namaza delâlet eden "salât" kelimesiyle dua kastedildiği zaman şeîye, "Ağustos buğdayları iyice sararttı"; "Nehirler aktı"; "Bu çeşmeyi Sultan Ahmed yaptı" örneklerinde olduğu gibi zamana, mekâna, sebebe bağlanarak yapılanları ise aklî mecazlara örnektir. Bu anlayış, ayrıntıda bazı farklılıklar bulunsa da Ahmed Cevdet Paşa'nın etkisi altındaki yazarlarda biraz genişletilerek tekrarlanmıştır.
Mecazın klasik anlayışın dışında uzak-yakın her ilgiye açık olarak zihnî bir kavram oluşu, üslûpla alâkası vb. yönlerden geliştirilmesi ve başlı başına bir edebî hüviyet kazanması, Recâizâde Mahmud Ekrem'in muhtevası bakımından Türk belagatında bir merhale sayılan Ta'lîm-i Ede-biyyâi 182 adlı eseriyle olmuştur. Klasik bir belagat kitabı olmamanın verdiği imkânla yazar mecaz bahsini, kitabın "Mâna yahut Fikir-Lafız yahut Üslûb" başlıklı ilk kısmının üçüncü faslı olan "Tezyînât-ı Üslûb-Envâ-ı Mecaz" bölümünde ele almıştır. Burada hakikatmecaz kavramları üslûp meselesiyle birleştirilerek "üslûb-ı ha-kîkî-üslûb-ı mecazî" konuları ele alınmış, bu vesileyle temas edilen mecaz konusu da "Mecâz-ı Tahayyülî" ve "Mecâz-ı Tebliğî" başlıkları altında yeni bir bakışla incelenmiştir. Recâizâde iyi kullanıldığında fikirlerin vuzuh ve kuvvetini, parlaklığını arttıran bir ifade tarzı olarak ele aldığı mecâz-ı tahayyülîyi istiare, isti-âre-i temsîliyye, teşbih, mecâz-ı mürsel. ta'riz ve kinaye, tevriye ve telmih, tezat ve mukabele, edeb-i kelâm, teşhis ve intak, müşâkele, îhâm ve mübalağa olarak sıralar; bunların mecazla yahut mecazi üslûpla alâkalarını izah ederek bu genişlikte ele alınması gerektiğini ileri sürer. Nitekim bunların ilk dördü klasik belagat kitaplarında da mecaz bahsinde ele alınmıştır. Mecâz-ı tebliğinin ise üslûpta iltifat, istifham, nida, kat', terdîd. rücû. aks, tekrir ve tedriç sanatlarının kullanılmasıyla gerçekleşeceğini belirterek her birini ayrı ayrı açıklar.183
Ta'Hm-i Edebiyyât'm tesiri altında yazılan eserlerin konuyu ele alışlarında da bu genişlik görülmektedir. Nitekim Recâizâde'nin talebelerinden olan ve eserini ona ithaf eden Reşid Bey.184 Mekteb-i Sultanî için ders kitabı olarak hazırladığı Nazariyyât-ı Edebiy-ye adlı eserini (İstanbul 1328) muhtevasına getirdiği birçok yenilikle klasik belagat tasnifine göre hazırlamış, ancak mecaz bahsini meânî konulan içinde işlemiştir. Reşid Bey'in tariflerindeki dikkat çekici farklılık meânîyi, "üslûbun mânaya ait olarak belagat dediğimiz ahval ve meziyyâtından bahis olan kısım" şeklinde tarif etmesi olmuş, "Burada meânî kelimesine Arap'ın ilm-i meânîsiyie ilm-i beyânını, hatta bedîini cemeden bir vüs'at-i ma'nâ verilmiştir" kaydını düşmüş, mecazı "belagatın usûl-i husûsiy-yesi" içinde inceleyerek Recâizâde'den daha geniş bir çerçevede ele almıştır.
Türk edebiyatında mecaz başlı başına bir edebî unsur olmaktan çok mecâz-ı mürsel, istiare, teşbih, kinaye, teşhis ve intak gibi ona bağlı edebî sanatların ortaya çıkmasına yardımcı olmuş görünmektedir. Günümüzde ise bu sanatların divan edebiyatını anlama dışında yeni Türk edebiyatı için pek önemi olmadığı söylenebilir. Sadece birçok deyimin mecâz-ı mürsel esası üzerine kurulup kalıp-laştığı görülmektedir.
Bibliyografya :
İsmâi! Rusûhî Ankaravî, Miftâhu'l-betâga ue misbâhu'l-fesâha/tetanbul 1284, s. 81-87; Re-câizâde Mahmud Ekrem, Ta'İİm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, I, 216-324; Dİyarbekirli Said Paşa, Mîzânü'l-edeb, İstanbul 1305, s. 145-273; Ah-med Cevdet[Paşa], Belâgat-ı Osmâniyye,İstanbul 1298, s. 113, 115-120, 122-130; Manastırlı Mehmed Rifat, Mecâmiu'l-edeb, İstanbul 1308, s. 246-256; Reşid [Ahmed Reşid Rey]. Nazariy-yât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, I, 174-291; Tâ-hirülmevlevî. Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 96; Tunca Kortantamer, "Die Rhetorischen Elemente in der Klassichen Türkischen Literatür", Die Islamische Welt Zmischen Mittelal-Lerund fieuzeit{e
Dostları ilə paylaş: |