Bir devriMİn anatomiSİ Kadri Çelik


Şia'nın, Hz. Alî'nin (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a)



Yüklə 3,6 Mb.
səhifə53/74
tarix03.05.2018
ölçüsü3,6 Mb.
#50098
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   74

Şia'nın, Hz. Alî'nin (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a)

vasıysi ve halifesi olduğuna dâir delilleri.


Şia'nın, Hz. Alî'nin (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a) en yakım, sevgili kızı Fâtıma'nın (a.s) zevci, gözbebekleri İmâm Hasan ve Huseyn'in (a.s) babası, dînini te'yid eden, İslâmın ilk izhâr eyleyen, onun terbiyesi altında yetişen, canım ona feda etmeyi en büyük şeref bilen zât olmasından gayrı, onun hilâfeti hakkında, yâni Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a) sonra, araya bir başkası girmeksizin onun halîfesi ve vasıysi olduğuna dâir âyet-i kerîmelerle hadîs-i şeriflerden delilleri de yardır.

Hz. Peygamber (s.a.a) davete memur oldukları vakit XXVI. Sûre-i Celîlenin (Şuarâ1) "Ve en yakınlarını inzâr et" mealindeki 214. âyet-i kerîmesi inince, Abdulmuttalib oğullarını, amcaları Ebû-Talib'in (a.s) evine davet etmişler, kırk kişiyi aşan davetlilere yemek yedirmişler, sonra da onlara İslâmi tebliğ et­mek istemişler, fakat Ebû-Leheb, söyleyecekleri sözlere engel ol­muştu. Ziyafet bir daha tekrarlanmış, aynı hâl tekerrür etmişti. Üçüncü defasında Hz. Rasûl (s.aa.), "Ey Abdulmuttalib oğullan" buyurmuşlardı; "Arab kavmi içinde benim size geldiğim işten da­ha iyi bir memuriyetle kavmine gelmiş bir genç bilmiyorum; ben size, dünyâ ve âhiretin hayriyle geldim; Allah, sizi çağırmama be­ni memur etti; hanginiz bu işte benim vezirim olacak?" Hz. Alî (a.s), yaş bakımından davetlilerin küçüğü olduğu hâlde, "Ey Allah'ın Peygamberi" buyurmuştu; "Ben, bu işte senin vezirin olu­rum." Bu söz üzerine Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), ellerini Alî'nin omuzlarına koyup "Gerçekten de" buyurmuşlardı; "İçinizde bu, benim kardeşimdir, vasıymdir, halifemdir; artık onu dinleyin ve ona itaat edin."

Davetliler, Hazretin bu emrine karşı gülerek Ebû Tâlib'e (a.s), "sana Alî'yi dinlemeni, ona itaat etmeni buyurdu demişler­di (Tabakaat; 1. kısım, s. 124; Kenz'ül-Ummâl; C. VI, s. 392, 397; Seyyid Şeref üd-Dîn Abd'ül-Huseyn-i amilî; El-Murâcaat, VI. ba­sım; Necef-i Eşref- 1383 H. 1963; S. 144-146).

XX. Sûre-i Celîlenin (Tâhâ), Hz. Musa'nın (Âlâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyh'isselâm), kardeşleri Harun Peygamber'in (A.M) kendisine vezir edilmesini, onunla güçlendirilmesini dilediğini bildiren 29-32. âyet-i kerîmeleri nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a), "Allâh’ım, beni kardeşim Alî ile güçlendir; onu bana vezîr et" diye dua etmişlerdir. (Er-Riyâd'un-Nadara; C. II, s. 136), Suyûti de bunu, "E'd-Dürr'ül-Mensûr"da zikreder. "Kenz'ül-Ummâl'de, Hz. Peygamber'in (s.a.a), Alî'ye (a.s), "Razı değil mi­sin ki Yâ Alî, sen benim kardeşimsin; vezîrimsin; borcumu öde­yensin; vaadimi yerine getirensin. Ben hayattayken seni seven, sözümü tutmuştur; benden sonra, sen hayattayken seni seven ki­şinin ömrünü Allah imâna ermiş olarak îmanla sona erdirir. Sen­den sonra, sen hayattayken seni seven kişinin ömrünü de iman üzere ve îmanla bitirir ve onu, korku gününde emîn eder. Sana buğzederek ölen kişiyse küfür üzere ölür; İslâm’da, işlediği işler­den dolayı da onu soruya hesâba çeker" buyurduğu bildirilir ki bu hadîsi, Tabarânî de İbn Ömer'den tahrîc eder (VI; s. 155). "El-İsâbe"de, Enes b. Mâlik'in, "Rasûlullâh'tan (S.M) birşey soracağımız vakit Alî'yi, yahut Selmân'ı, yahut da Sabit b. Muâz'ı aracı yapardık; onlar, Hz. Rasûl'e daha fazla söz söyleyebilirlerdi" dedi­ği, Nasr suresi inince Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Alî'nin üstünlüğü­nü bildirmek üzere "O, gerçekten de kardeşimdir, vezîrimdir, Eh­libeytimin içinde halîfemdir; benden sonra bana halef olan en ha­yırlı kişidir buyurdukları da onlar vasıtasıyle Rasûl-i Ekrem'den duyduklarımızdandır" sözünü söylediği nakledilir (c. I; Kısım: IV, s. 217).

Tebük savaşına giderlerken Alî'yi (a.s) Medine'de yerlerine halîfe bıraktıkları zaman, "Yâ Alî, razı değil misin ki sen bana, Musa'ya Harun ne menziledeyse o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yok" buyurarak XX. Sûre-i Celîledeki aynı âyetlere işaret etmişlerdi (El-Mürâcaât; s. 151-159). Ayrıca Mek­ke'de, mü'minleri, birbirlerine kardeş ettikleri, hicretten beş ay sonra gene Muhacirlerle Ensârı kardeş eyledikleri zaman da Ali'nin kendilerine, Musa'ya Harun ne menziledeyse aynı menzi­lede olduğunu ve Alî'nin, kardeşleri bulunduğunu bildirmişlerdi (Aynı; s. 160-176); bu hadîs-i şerife bu yüzden "Hadîs-i Menzile" adı verilmiştir. Hz. Rasûl-i Ekremden sonra inananların velîsidir; benden sonra o, sizin velînizdir" buyurmuşlardır (s. 171-175).

"Er-Rıyâd'ün-Nadıra" da, Hz. Peygamber'in (s.aa), Alî'ye (a.s), "İnsanlar, yedi şeyde savaşırlar, öne geçmek isterler; fakat bun­larda, Kureyş'ten bir kişi bile seninle tartışamaz: Sen, onların, Allah'a ilk îmân edenisin; Allah'ın ahdine en fazla vefa edenisin; Allah'ın emrine en fazla riâyet eyleyenisin; malı onlara en doğru ve müsavat üzere bölenisin; emrin altında bulunanlara en fazla adaletle muamelede bulunanısın; dâvalarında gerçek üzere en doğru hükmedenisin ve Allah katında en büyük meziyete sahip olanısın" buyurdukları zikredilmektedir (Fadâil'ül-Hamse; I, s. 189).

"İsâbe", Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) Alî (a.s) hakkında, "Ben­den sonra fitne olacaktır; bu oldu mu, Ebû-Tâlib oğlu Al tarafını tutun; çünkü o, bana ilk îmân edendir; kıyamette de benimle ilk musâfaha edecek odur; o, Sıddıyk-ı Ekber'dir; o, bu ümmetin Faruk'udur; o, mü'minlerin ulusudur, reisidir; mahysa münafıklar diler" buyurdukları zikredilmektedir ki bu mealdeki hadîs-i şerif, "Feyz'ül-Kadîr" ve "Kenz'ül-Ummâl"de de mevcuttur; Beyhakıy de "Sünen ul-Kürâ"sında, İbn Adiyy "Kâmil"inde bu mealdeki hadisi tahric ederler (Aynı; s. 189-190).

V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Sizin veliniz, ancak Allah'tır ve Resûlüdür ve îman edenlerdir ki onlar, namaz kılarlar ve "rükû' hâlinde zekât (sadaka) verirler. Ve kim Allah'ı ve Resûlünü ve imân edenleri velî edinirse" (onları velî tanırsa) "şüphe yok ki on­lar, Allah hizbidir ve onlardır ancak üst olacak kişiler" mealindeki 55-56. âyet-i kerîmelerindeki "Velî" de Hz. Alî'dir (a.s). Velî, yardımcı, dost, damat, arkadaş, birisine uyan, kendi­siyle uzlaşılarak, yardımlaşmaya söz verilerek dost tanınan kişi, komşu ve birinin işini yapmayı üstüne alan anlamlarınadır. Er­genlik çağına gelmeyen çocuğun babası ve anası velîsidir; onlar­dan sonra velî şer'î hâkimdir. Fahrüddîn-i Râzî, Hayber savaşın­da, sancağın Hz. Alî'ye (a.s) verilmesi, "Allah ve Resûlü onu se­ver, o da Allah'ı ve Resûlünü sever" buyrulması ve Sûre-i Celîlenin "Ey inananlar, sizden kim dîninden dönerse, Allah mut­laka bir toplum getirir ki onları sever, onlar da onu severler; ina­nanlara karşı alçalırlar onlar, kâfirlere karşıysa yücedirler, üs­tündürler onlar; Allah yolunda savaşanlar ve kınayanın kınama­sından korkmazlar; bu, Allah'ın lûtfudur, keremidir ki onu diledi­ğine verir ve Allah'ın lütfü boldur, o, her şeyi bilendir" mealindeki 54. âyet-i kerimesinde de bu vasıfların anılması, rükû' hâlinde sa­daka vereninse Alî olması dolayısıyla âyet-i kerîminin Alî hakkın­da nazil olduğunu söyler (Fadâilü'l-Hamse; I, s. 282). Nitekim 54. âyet-i kerîme dolayısıyla Buhârî'nin "Bed'ül-Halk" ve "Hayber Gazvesi" bablarında bu hadîs tahric edildiği gibi Müslim de "Sahîh"inde, Sahabenin faziletleri bölümünün Hz. Alî'ye ait kıs­mında, Beyhakıy, "Sünen"inde, Ebû-Nuaym "Hılye"sinde aynı ha­disi tahric ederler. Buhârî "Sahih"inin "Cihâd ve Siyer" bölümün­de de bu hadisi zikreder. Ahmed b. Hanbel "Müsned'inde, Neseî "Hasâis"inde, İbn Sa'd "Tabaka at’ında, İbn Abd ul-Birr Istîâb"ın da, Müttekıy "Kenz'ül-Ummâl"inde, İbn Mâce "Sahîh"inde, Bey­hakıy "Mecma'"ında ve Muhıbbüddîn-i Tabari "Er-Riyâd'ün-Nadara"sında aynı hadisi anarlar ve sancağın, Hz. Alî'ye (a.s) verildi­ğini bildirirler,

Ebû-Zerr'il-Gıfârî demiştir ki: "Allah'ın salât-ü selâmı ona ve soyuna, Rasûlullah'tan bu kulaklarımla duydum, u gözlerimle de olayı gördüm; duymadıysam sağır olayım, görmediysem kör ola­yım; buyurdular ki: Alî, inanan kişilerin reisidir, muktedâsıdır; kâfirleri öldürendir; ona yardım edene (Allah tarafından) yardım edilir; onu horlayan, (Allah tarafından) horlanmıştır, Birgün Rasûlullâh'la namazdaydık; bir yoksul geldi, birşey istedi. Kimse birşey veremedi. Alî rükû'da, elindeki yüzüğü işaret etti. O kişi, gelip parmağından yüzüğü çıkararak aldı. Hz. Rasûl (s.a.a), yüce ve ulu Allah'a yalvardı da Kardeşim Musa, senden dilekte bulun­du; Rabbim dedi, gönlümü genişlet; işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve bana ehlimden Harun'u vezir et; onunla güçlendir beni ve onu, işime ortak et de seni nok­san sıfatlardan çok-çok tenzih edelim ve çok-çok analım seni; ger­çekten de sen bizi görmektesin (Tâhâ; 25-35); ona, yâ Musa bu­yurdun, dileğini verdim (36). Allâh’ım, ben de senin kulunum, peygamberinim; benim de gönlümü genişlet; işimi kolaylaştır; eh­limden Alî'yi bana vezir et de onunla güçlendir beni buyurdu." Ebû-Zerr der ki: "Andolsun Allah'a, Allah'ın salât,ü selâmı ona ve soyuna olsun, Rasûlullâh sözünü tamamlamadan Cebrail (A.M) bu âyet-i kerîmeyi getirdi, îbn Abbâs da bu hadisi aynı tarzda rivayet etmiştir. Bu olay, bir öğle namazında olmuştu. Ebû-Bekr-i Râzî, "Kitâbü Ahkâm'il-Kur'ân"da, aynı tarzda rivayet eder; ".Tabarî de âyet-i kerîmenin, Hz. Alî hakkında nazil olduğunu söyler; Mücâhid ve Süddî'nin rivayetleri de böyledir. İmâm Muhamme'ül-Bâkır'la (a.s) Ca'fer'üs-Sâdık da (a.s) aynı tarzda rivayet etmişlerdir; Ehlibeyt bilginleri bu hususta müttefiktir. Bu hadis Abdullah b. Selâm'dan da rivayet edilmiştir; Hz. Rasûl, as­haptan, birşey dileyen kişiye, namazdan sonra, Sana birşey verdi­ler mi diye sormuşlar, o da Hz. Alî'yi göstererek Bu, elindeki gü­müş yüzüğü verdi demiş, Hz. Peygamber (s.a.a) tekbir getirerek "Kim Allah'ı ve Resûlünü velî edinirse*.." âyet-i kerîmesini oku­muşlardır; Hassan b. Sabit de, bu hususta bir şiir inşâd ederek Alî'yi övmüştür. "El-Cem'u beyn'es-Sıhâh" da, "Esbâb'ün-Nüzûl" ve "Nûr'ül-Ebsâr'la "Kenz'ül-Ummâl" de ve Alî Kuşçu'nun "Şerh'üt-Tecrîd"inde de aynı rivayet mevcuttur.

Ayet-i kerîmede, "Sizin veliniz, ancak Allah'tır ve Resûlüdür ve îmân edenlerdir ki..." diye müfred siygası yerine cemi' siygasının geçmesine gelince: Bunda, bir yandan, Hz. Alî'nin (a.s), bütün mü'minleri temsil ettiği, bütün mü'minlerin vilâyetini hâiz bulun­duğu nüktesi belirtilmekte, bir yandan da şân-ı âlîleri tebcil edil­mektedir. Aynı zamanda Arapçada bu, her hangi bir maksatla ya­pılır ve müfred yerine cemi1 sıygası kullanılır. Meselâ III. Sûre-i Celîlenin 173. âyet-i kerimesinde meâlen "Onlar, öyle kişilerdir ki onlara, insanlar, bütün halk, aleyhinizde toplandı, korkun onlar­dan dendi de bu söz onların inancını arttırdı ve Allah yeter bize, ne de güzel vekildir o dediler" buyrulmaktadır. Bu âyet-i keri­medeki "Nâs (insanlar)" bir tek kişidir. Nuaym b. Mes'ud'dur. Bu söze hiç ehemmiyet vermeyen yetmiş sahâbî Hz. Rasûl (s.a.a) ile çıktılar; onlarca bir kişinin sözüyle bütün insanların sözleri birdi ve ehemmiyetsizdi. Gene V. Sûre-i Celîlenin (Mâide) 11. âyet-i ke­rimesinde meâlen, "Hani bir topluluk size el uzatmayı kurmuştu da Allah onların ellerini sizden çektirmişti" buyrulmaktadır. "Topluluk" diye anılan, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (S.M) sûi kasıt niyetiyle gelen Amr b. Veheb'il-Cumahî, diğer bir rivayete göre Du'sûr'du; yâni bir kişiydi; fakat bu bir kişi, bütün müşrikleri temsil ediyordu. "Size" diye anılan da: yalnız Rasûl-i Ekrem'di (s.a.a); fakat bütün mü'minler, imanda, onunla müttehiddi; bütün mü'minleri kendileri temsil etmekteydiler. III. Sûre-i Celîlenin 61. âyet-i kerimesinde de "Oğullarımız, kadınlarımız, biz" diye anılanlar, İmam Hasan ve Huseyn (a.s) Hz. Fâtıma (a.s) ve Rasûl-i Ekrem'le (s.a.a) Alî'dir (a.s); Hz. Rasûl (s.a.a) Necrân Hıristiyanlarıyla mübâheleye, yalnız Ehlibeytini, yâni Fâtıma, Hasan, Huseyn ve Alî'yi alıp gitmişlerdi. Ayet-i kerîmedeki "Oğullarımızdan maksat, Hasan ve Huseyn'dir (a.s); "Kadınlarımızdan maksat, Sıddıyka-i Kübrâ Fâtımat'üz-Zehrâ'dır (a.s); "Biz" den maksat da kendileri ve Nefs-i nefisleri mesabesinde bu­lunan Emir'ül-Müminin Alîdir (a.s), Hz. Alî (a.s), bu âyet-i kerîmeyi ikinci Halifenin, kendisinden sonra halife tâyini için kurduğu şûra ehline de İmâm-i hüccet için hatırlatmışlardır (mübâhele için Sahîhu Buhâri'den, Sünenü Tirmizi'den, Zemahşerî, Fahr-ı Fâzi ve Taban tefsirlerinden, Suyûtî'nin "E'd-Dürr'ül-Mensûr"iyle Vâhidî'nin "Esbâb'ün-Nüzûl"ünden naklen "Fadâü'ül-Hamse"ye bakınız; I, s. 245-250)

Hâsılı, âyet-i kerimede "Velî" olarak önce Allah ve Resûlü, son­ra namaz kılarken rükû'da sadaka veren, yâni Alî (a.s) anıldığı­na göre, komşu, dost, arkadaş, ahiddaş, damat anlamlarını ver­meye imkân yoktur; "Velfnin anlamı ancak veliyy-i emrdir, vilâyet de dîn ve dünyâda, Rasûlullah'tan sonra ümmet üzerinde vilâyet-i mutlakadır.

Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) bir çok defalar çeşitli münâsebetlerle "Alî bendendir, ben Alî'denim; o, benden sonra her mü'minin velîsidir"; "Alî'nin eti, etimdendir, kanı kanundandır", yâni o, nü­büvvetten başka her hususta beni temsil eder, onun buyruğu, be­nim buyruğumdur; mü'minlerin emiri odur buyurmuşlardır (Ay­nı, s. 337-346). Fakat Şia, bütün bunlardan başka, Hz. Alî'nin (a.s) Emîr'ül-Mü'minin ve Rasûlullâh'tan sonra onun vasıysi, ha­lifesi, mü'minlerin veliyy-i emri olduğunu bilhassa Gadir Humm'daki tebhyğleriyle kabul eder.

Hz. Peygamber'in (s.a.a), kendilerinden sonra mü'minleri kendi başlarına bırakmalarına imkân düşünülemez.

Şia'ya göre "Andolsun ki size, sizden, içinizden öyle bir pey­gamber gelmiştir ki bir sıkıntıya düşmeniz, pek ağır gelir ona; si­ze pek düşkündür o, mü'minleri esirgeyendir; rahimdir" âyet-i kerimesiyle tavsif buyurulan (Tevbe, 128) Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), mü'minleri, kendilerinden sonra kendi başlarına bırakmaları, onların ayrılığa düşmelerine razı olmaları, kendilerinden sonra üm­metin, din ve dünya işlerinde veliyy-i emri olacak kişiyi bildirme-meleri mümkün değildir; kaldı ki Allah da buna rızâ göstermez ve dinin esâsı, Allah'ı rızâsıdır ve emrine itaattir.

Gadir-u Humm olayı

Hz. Peygamber (s.a.a), Veda Haccından dönerlerken V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Ey Peygamber", Ey insanları hidâyete davete memur olarak gönderilen, "Sana Rabbinden indirilmiş olan emri bildir; bunu ifâ etmezsen, O'nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah seni insanlardan korur; şüphe yok ki Allah kâfir kavme, doğru yolu buldurmak hususunda basan vermez" mealindeki 67. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bu sırada kafile, Mekke'yle Medine arasında, Cuhfe vadisindeki Gadir Humm denen su birikintisi­nin kıyısına gelmişti; Zi'1-Hiççe ayının onsekizinci perşembe günü öğle çağıydı ve orası çeşitli yerlere gidecek yolların birleşim yeriy­di.

Hz. Resûli Ekrem (s.a.a) bineklerinden indiler. İleriye gidenle­rin geri dönmeleri, geride kalanların gelip yetişmeleri için münâdilerin seslenmelerini emir buyurdular. Oradaki ağaçların altına bir çadır kurdurdular. Halk tamamıyla toplanınca oraya deve, hamutlarından üç basamak bir minber düzdürdüler. Son hacları olan ve "Vida" yâni vedalaşma, "Kemâl" yâni olgunluk, "Belâğ" yâni bildiriş, "Temam" ve "İslâm" haccı adlarıyla anılan bu haçta yüz yirmi dört binden fazla kişi vardı. Hava pek sıcaktı. Bu yüzden sahabe, giydikleri elbisenin bir kısmını başlarına al­mışlar, bir kısmını ayaklarının altına sermişlerdi. Namaz kılındı; namazdan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) minberi teşrif buyurdular. Allah'a hamd-ü senadan, ondan yardım istedikten sonra birliğine, kendi peygamberliklerine şahâdet edip "Ey insanlar" buyurdular; "Allah bana ömrümün sana geldiğini, yakında dâvetine icabet edeceğimi, varlık yurdundan göçeceğimi bildirdi. Ben de sorumlu­yum, siz de sorumlusunuz; ne dersiniz?"

Sahabenin hepsi, "şahâdet ederiz ki" dedi; "Sana emredileni tebliğ ettin; savaştın, öğüt verdin; Allah sana hayırla karşılık ver­sin."

Hz. Peygamber (s.a.a), "Allah'tan varlığına, birliğine, Muhammed'in, onun kulu ve resûlü olduğuna, cennetin, cehennemin, ölü­mün, sonra dirilmenin gerçek olup kıyametin kopacağına ve bun­da şüphe olmadığına şahâdet eder misiniz?" buyurdular.

Ashap "Evet, şahâdet ederiz" diye bağrışınca Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Allah'ım, şâhid ol" buyurdular. Sonra dediler ki:

"Ahirete göçmekte ve havzın kıyısına varmakta hepinizden ön­de bulunacağım; siz de havuz kıyısında bana ulaşacaksınız. Ha­vuzumun genişliği San'â ile Busrâ(*) arası kadardır; kıyısında gü­müşten ye yıldızlar kadar kadehler var. Buna ulaşacağınız zaman sizden, iki değer biçilmez şeyi soracağım; onlarla nasıl geçindiniz diyeceğim."

Bir rivayete göre birisi, Ey Allah'ın resûlü, o iki değer biçilmez şey nedir diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.a), "O iki değer biçilmez şeyin büyüğü, yüce ve ulu Allah'ın kitabıdır; bir ucu Allah'ın (Kudret) elindedir; öbür ucu sizin elinizde (Allah'a, Allah rızasına ulaşmak için bir vasıtadır size. III. Sûre-i Celîlenin 103. âyet-i ke­rimesinin meali). Ona yapışın da sapmayın, değiştirmeyin onu. Öbürü de benim Ehlibeytimdir. Lütuf sahibi ve her şeyden haberdâr olan, bu ikisinin havuz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını haber verdi bana. Bu ikisinde size nasıl halef ve halife olurum, bakın da görün" buyurdular.

Ondan sonra, "Bilmez misin ki ben, inananlara nefislerinden evlâyım" (onların veliyy-i emriyim) buyurdular. Hepsi birden, Evet yâ Rasûlallah dedi. Sonra, "Bilmez misin ki" buyurdular. "Ben her inanan erkek ve kadına, nefsinden evlâyım?" Evet cevâbını alınca evvelce yanlarına çağırdıkları, minberde sağ yan­larına aldıkları Hz. Alî'nin (a.s) elini tutup kaldırdılar; bir dere­cede ki halk, ikisinin de koltuklarının beyazlığını gördü.

"Ben kimin mevlâsı isem, Alî, onun mevlâsıdır" buyurdular. Sonra mübarek ellerini açıp "Allahım" buyurdular, "Ona dost ola­na dost ol, ona düşman olana düşman ol; ona yardım edene yar­dım et, onu horlayanı horla; nerde olursa olsun, gerçeği onunla beraber kıl." (İbn Hacer'den, Vâhidi'nin "Esbâb'ün-Nüzul"ünden, Zehebî'nin "Telhîs"inden, Neseî'nin "Hasâis"inden naklen "El-Murâcaât"; VI. basım, Necef-i Eşref-1383 H. 1963; s. 202-206); or­da bulunanların bunu, bulunmayanlara bildirmesini de emir bu­yurdular.

Bu tebliğden sonra V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Bugün dîninizi ikmâl ettim sizin; nimetimi tamamladım size; din olarak size İslâmi seçtim ve hoşnud oldum, razı oldum" mealindeki 3. âyet-i kerîmesi nazil oldu (Ebû-Nuaym'in "Nuzûl'ül-Kur'ân"ında, Sa'lebî Tefsiriyle başka kitaplarda bu âyet hakkında verilen bilgi için ay­nı kitabın 206-214. sahifelerine bakınız). Bu âyet-i kerimenin ini­şinden sonra, başta Ebû-Bekr ve Ömer Hazretleri olmak üzere

(*) San'â, Yemen ülkesinin merkez şehridir. Busrâ, Şam'a bağlı Havran kasabalarından biridir.

sahabe, Hz. Ali'yi tebrik ettiler; Ömer, "Kutlu olsun, sana ne mut­lu ey Ebâ-Tâlib oğlu" dedi. "Bugün benim ve her erkek ve kadın mü'minin mevlâsı oldun."

Hassan b. Sabit, bu olayı, bir şiir inşad edere övdü ki meali şu­dur:

"Peygamber (s.a.a), Gadîru Humm'da herkese hitaben dedi ki: Peygamberiniz kim? Hepsi, senin Rabbin dedi, Mevlâmız sen de Peygamberimizsin; bu hususta isyan edemeyiz. Peygamber, kalk yâ Alî buyurdu, benden sonra İmâm olarak halka doğru yolu gös­termek üzere seni seçtim; senden razı oldum; kimin mevlâsı isem bu, onun mevlâsıdır; özünüz doğru olarak uyun ona. Peygamber, orda, Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol diye dua etti."

Hz. Peygamber (s.a.a) "Hassan" buyurdular. "Dilinle bize yar­dım ettikçe Rûh'ül-Kudüs'ün yardımıyla güçlen."

Bu hitabta, Hassan'in sonraki haline dâir de bir tenbih ve ih­tar vardı.

Hassân'ın şiirini, Suyûtî (vefatı, 911 H. 1505) dâhil olmak üze­re onbirden fazla Ehl-i Sünnet bilginiyle Şia'dan yirmi altı bilgin rivayet etmiştir (Ayetullah merhum Ahmed'ül-Emini: El-Gadir fı'1-Kitâbı ve's-Sünneti ve'1-Edeb; c. II, 2. Basım; Tehran-1372 H. s. 34-41).

Gadir Humm hadisini İbn Mâce, Tirmizi, Neseî gibi Ehl-i Sünnet tarafından kitabları altı sahih hadis kitaplarından sayı­lan muhaddislerle Hanbelî mezhebinin İmâmı Ahmed b. Hanbel ve kitaplarına güvenilen Hâkim, Hatib-i Hârezmî, Muttekıyy-i Hindî de dâhil olmak üzere hicri 11. yüzyıldan (IX. M) XIII. yüzyı­la kadar gelen (XIX. M) hadis bilginlerinden otuzu aşan muhaddis, Sa'lebi, Vahidi, Kurtubî, Kaadî Beyzâvî, Fahr-i Râzi de dâhil, ondörtten fazla müfessir, Belâzürî, İbn Kuteybe, Tabarî, İbn Abd'ül Birr, İbn Kesir, İbn Hallikân, Suyûtî gibi yirmi dört tarihçi, Ebû-Bekr-i Bâkıllâni, Seyyid Şerif-i Cürcâni, Teftâzânî, hatta Alî Kuşçu gibi yirmi yedi kelâmcı, kitaplarına almışlar, ashaptan yüz on, tabiinden seksen dört, hicretin II. yüzyılında (VIII M) yaşa­yan elli altı, III. yüzyılında (IX. M) yaşayan doksan iki, IV. yüzyı­lında (X. M) kırk üç kişi, çeşitli yollarla bu hadîsi rivayet etmişler, çağımıza dek hadis, tefsir, Manâkıb, târih, lügat, hattâ münase­bet düşünce edebiyat kitablarına alanların sayısı dört yüze yak­laşmıştır. Bütün bu andığımız kişiler, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizdendir (Hac Seyyid Muhammed Takıyy-i Vahidî'nin "El-Gadîr tercemesi "İnâyet'ül-Emîr Tercemet'ül Gadîr"ine bakınız; Tehran-1340 Ş. C. l, s. 23-26, 40-177).

Ayrıca Hz. Ali (a.s) bu hadisi, ikinci halifenin vefatından son­ra toplanan Şûrada Üçüncü Halifenin zamanında mescidde, yir­miyi aşan sahâbiye karşı ve Kûfe'de iki kere irâd etmişler, bu ih-ticaclarından birinde sahabeden, ondördü Bedir ashabından ol­mak üzere oduz kişi tanıklıkta bulunmuştur. Talha'ya karşı ve Sıffın savaşında gene bu hadisi anmışlardır; bu hadisle Ehlibeyt­ten ihticâc edenler de olmuştur (Aynı; C. II; s. 2-48; El-Murâcaât, s. 61 ve devamı, 202-222).



Yüklə 3,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   74




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin