Bir hutbelerinde buyuruyorlar ki:
"Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'in ashabından olup onun dinini koruyanlar bilirler ki ben, bir ân bile Allah'ın emrini reddetmediğim gibi Resûlünün emrini de reddetmedim. Erlerin, yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde, Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı, onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh'ın başı, vefat ettiği zaman benim göğsümdeydi; ağzının suyu akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm, O'nu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. O'na hayatında da, memâtında da benden daha yakın, halifeliğine layık kim var?" (Aynı, s. 78).
Birinci bölümün sonunda Gadîr-i Humm olayından bahsetmiştik. Emir'ül-Müminin'in (a.s) ashabından olup İmâm Muhammed'ül-Bâkıri (a.s) imamet zamanına (95 H. 713) yetişen Süleym b. Kays'il Hilâlî'nin rivayetine göre, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonra Mescid-i Nebî'de bu olayı delil getirmişler, Şûrâ'da gene bunu anmışlar, Osman hazretlerinin zamanında Mescid'de, hicrî 35'te (655) Rahbe günü, bir yıl sonra Cemel savaşında Talha'ya karşı ve Sıffîn savaşında Gadîr-i Humm hadisiyle ihticacta bulunmuşlardır. İmâm Hasan (a.s), Muâviye'yle barış günü, İmâm Huseyn (a.s) Muâviye'nin son zamanlarında, Abdullah b. Ca'fer b. Ebû-Tâlib, Muâviye'yle barış günü, İmâm Huseyn (a.s) Muâviye'nin son zamanlarında, Abdullah b. Ca'fer b. Ebû-Tâlib, Muâviye'nin meclisinde yüzüne karşı, Ammâr, Sıffîh günü, Asbaa b. Nübâte, Muâviye'nin yanında, Kays b. Sa'd gene Muâviye'ye karşı, Emevilerden Ömer b. Abd'ül-Aziz (101 H. 719), Abbas oğullarından Me'mûn (218 H. 833), hilâfeti zamanında bu hadisi, birçok sahâbînin, tabiinin, birçok kişinin huzurlarında, çoğunun şahâdetiyle bildirmişlerdir (Allah derecâtını alî etsin, Ebd'ül-Huseyn Ahmed ul-Emînî' nin "El-Gadîru fi 1-Kitâbi v's-Sün-neti v'l-Edeb" adlı muhalled eserinin I. cildine bakınız; 3. Basım; Beyrut-Lübnan; 1387 H. 1967; s. 5-213).
Hz. Emîr'ül-Mü'minin, (a.s) Üçüncü halifeden sonra hilâfet makamına geçince, Muâviye'ye yazdıkları mektubta. "Ebû-Bekr'e, Ömer'e, Osman'a beyat edenler, onlara beyat ettikleri gibi bana da bey'at ettiler. Orada bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu bey'ati reddetmesi mümkün değil. Meşveret ancak Muhacirlerle Ensâr'a ait. Onlar toplandılar da birine uydular, ona imâm dediler mi bu rızâyı gösterir (*.). Onların yaptıkları işe razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bid'ate uymak suretiyle verdikleri hükümden çıkmak, çıkanı, çıktığı şeye bırakmaktır..." buyurduğu için Nehe'ül-Belâğa Tercemesi ve Şerhi; s. 307) âdeta ilk üç halifenin hilâfetlerini ve hilâfette ümmetin re'yini ve meşveretini kabul tarzında anlamak isteyenler bu mektuba dayanmışlardır. Halbuki Emîr'ül-Müminin (a.s), bu mektuptaki sözleriyle, Muâviye'nin ve onun fikrinde bulunanların kabul ettikleri düşünceyi, reiy ve meşveretle, yahut icma'la hilâfetin tahakkuk edeceğine inananların inançlarını dile getirmekte, Muâviyeyi o yoldan ilzam etmeyi istemektedir. Oysa Şam Valisi, kararını çoktan vermiş, gemi azıya almış Osman hazretlerine yardım etmemiş, öldürülmesine sebep olmuş, kanını istemek bahanesini ele geçirmişti; artık kurduğunu yapma fırsatını bulmuştu; Emîr'ül-Mü'minin (a.s) bunu biliyorlardı; fakat bu mektuplarıyla, reiy, meşveret ve icmâ' kanâatini güdenlerin kanâatlerini de çürütmek, böylece hücceti tamamlamak istiyorlardı. Emîr'ül-Mü'minin'in" bu mektuplarına cevap olarak Muâviye'nin gönderdiği mektuba verdikleri cevaptaki sözleri, gerçeği tamamıyla aydınlatmaktadır. Muâviye, mektubunda kendi soyunu-boyunu övmüş, Emîr'ül-Mü'minîn'in, halîfelerin hilâfetlerini zorla kabul ettiğini yazmıştı. Hazret- Muâviye'ye verdikleri cevapta, kendilerini ve Ehlibeyti şöyle tavsif ediyorlar:
"Biziz, Rabbimizin seçtiği kişiler; O'nun lütfuna mazhar olan-
(*) Bazı nüshalarda, "Allah'ın razı olduğunu gösterir" tarzındadır; ancak sahih nüshalarda, yazdığımız gibidir. (Ca'Fer Sübhânî; Rehberî-i Ümmet; Tehran -Kitab-Hâne-i Sadr Yayımı; 1354-1359; S. 84).
lar, insanlarsa bize uymak suretiyle, bizim vâsıtamızla seçilmişler, lütfuna mazhar olmuşlardır. Peygamber bizden, yalanlayan sizden; âlemlerde kadınların hayırlıları bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki üstünlük pek çok; sizdeki aşağılıklara son yok" (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 314-315; Şerhi; 317-318).
Aynı mektupta buyuruyorlar ki:
"Deve gibi bey'ate sürüklendiğimi söylüyorsun; Allah'ın ebedî-ezelî varlığına Andolsun ki kınamak, yermek isterken övdün beni; rüsvây etmek isterken beni, rüsvây ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe inancında işkil bulunmadıkça mazlum oluşu, Müslümana bir noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; çünkü sen, söz dinlemezsin, duymazsın zâten; hakkı tasdik etmezsin sen; fakat söz sırası geldi de söyledim ben." (Aynı; s. 315).
Görülüyor ki Emîr'ül-Mü'minin (a.s), hilâfet meselesinde kendilerini mazlum saymaktadırlar. Cenâb-ı Fâtımat'üz-Zehrâ'yı (a.s) defin sırasında Rasûlullâh’a (s.a.a) hitapları, bunu daha fazla açıkladığı gibi (Aynı; s. 162) "Şıkşıkıyye Hutbesi" gerçeği büsbütün meydana koyar (Aynı; s. 168-17000) (*)
(*) Bu hutbenin, Seyyid Radiy tarafından uydurulduğunu söyleyenler, büyük bir yanılmaya düşmüşlerdir. Çünkü Seyyid Radiy, 359 hicrîde (969-970) doğmuş, 406'de (1015) Bağdad'da ebediyete göçmüştür. Seyyid Radiy'nin vefatından
yüzyetmiş altı yıl önce vefat eden (230 H. 844) Hafız Yahya b. Abdülhamid'i Hımmâni ve yüz altmış yıl önce vefat eden Ebû-Ca'fer Dı'bil'il-Huzzâi (246 H.860), doksan dört yıl önce vefat eden Ebû-Âhmed Abd'ül-Azîz'il-Celûdiyy'il-Bısrî
(332 H. 943), kırk altı yıl önce vefat eden Süleyman b. Ahmed'it-Tabarânî (360 H. 970), yirmi dört yıl önce vefat eden Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâh'il-Askerî (382 H. 992), çağdaşı olup ondan on dört yıl sonra vefat eden Kaadıy Abd'ül-
Bârr'il-Mü'tezili (415 H. 1024), kitaplarında, çeşitli yollarla bu hutbeden bahset işlerdir. Ebû Ca'fer Ahmed b. Hâlid'il-Berkıy (274 H. 887), "Kitabul-Mahâsini ve'l-Adâb"ında, İbrahim h. Muhammed'is, Sakafiyy'ıl-Kûfi (283 H. 896), "Ki-
tab'ül-Gaarâf'mda, EM-Alî Muhammed b. Abd ul-Vehhâb'il-Cübâi (303 H. 915- 916), Abdullah b. Ahmet b. Mahmud'ü-Ka'bî (319 H. 931), "Kitab'ül-İnsâf'ında bu hutbeyi zikretmişlerdir. Ebû-Ca'fer Muhammed b. Abdurrahmân'ir-Râzi, bu
hutbeyi kitabına almıştır. Seyyid Rdaiy ile çağdaş olan Ebû-Ca'fer Muhammed b. Alî b. Huseyn b, Musa b. Bâbeveyh'il-Kummi (Şeyh Saduk)da (381 H. 991), "Şıkşıkıyye Hutbesi"ni, "İlel'üş-Şerâyı"' ve "Maâni'İ-Ahbâr"ında, iki senetle İbn-
Abbas'tan tahric etmektedir. Ebû-Abdullah Muhammed b. Nu'mân (Şeyh Müfid 413 H. 1022), "Kitâb ul-İrsâd"ında, Şeyh'ül Taife Ebû-Ca'fer Muhamed b. Ha-san'it-Tûsî (460 H. 1068), "Emâli"sine bu hutbeyi almıştır. Seyyid Radiy'nin çağından sonra da "Lisân ül-Arab" sahibi Ebû'1-Fadl Cemâlüddin'e (711 H. 1311) ve "Kaamûs" sahibi Firûzâbâdi'ye kadar (816:817 H. 1413-1414) onbeş bilgin, bu hutbeden bahsetmektedir (El-Gadîr; C. IIİ, İkinci Basım; s. 82-85;,İmtiyaz Alî
Hân'il-Arşi. İstinâdü Nehc'il-Belâga Şeyh Azizullâh'it, Utâridi'nin önsözüyle; ikinci basım Tehran-1393 H.S. 20-22; Şerhi için "Nehc'ül-Belâga Tercemesi veşerhi; s. 170-175).
.
Emîr'ül-Mü'minin (s.a.a), bir hutbelerinin sonlarında, Ehlibeyti ve kendilerini tavsif buyururlarken diyorlar ki:
"O'nun soyu, sırrına sahiptir. O'nun buyruğu, onlardan öğrenilir. Bilgisinin heybesidir onlar; kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin dağlandır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur; eli-ayağı titrerse, onlarla dincelir, dertten kurtulur... Bu ümmetten hiç kimse, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve âlihî Sellem'in soyuyla kıyaslanamaz; boyuna onların nimetlerine ulaşan kişiyle hiç bir zaman, onlar eşit olamaz. Onlar, dinin temelleridir, tam inanın direği, ileri giden, döner, onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar da murada erer. Onlarındır vilâyet hakkının özellikleri elbet; Onlarındır vasıyyet ve veraset. Şimdi hak, ehline döndü, yerine geldi, sahibini buldu" (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; 34).
Hutbenin sonundan anlıyoruz ki Emir'ül-Mü'minin (a.s), bu hutbeyi, Osman hazretlerinden ve kendilerine bey'at edildikten sonra îrâd buyurmuşlardır. Hutbede, "Ben ilmin şehriyim, Alî, kapısıdır; ilmi isteyen, kapıya gelsin" Cami'; I, s. 90), "Alî ilminin heybesidir" (II, s. 55), "Biz Ehlibeytiz; bizimle hiçbir kimse kıyaslanamaz" (Künûz; II, s. 183), "Her peygamber'in bir vasiysi ve vârisi vardır; Alî benim vasıym ve vârisimdir" hadisleri ve diğer hadisler de ihtar edilmektedir (Aynı; s. 148).
Emîr'ül Mü'minin'in hutbelerinde, hitabelerinde, bu husûsları açıklayan pek çok sözler vardı; biz bu kadarını yeter buluyoruz. Emîr'ül-Mü'inin, ümmetin imamını da, Nehrevân savaşından sonra îrâd ettikleri bir hutbede şöyle anlatıyorlar:
"İmâm, bir hekimdir ki ilâcıyla hastalarını dolaşır durur; yaralarını, merhem koyup sarar; gereken yaraları dağlayıp yakar, bereleri onarır, hastalara ilaç sunar; kör gönülleri, sağır kulakları söylemez dilleri iyileştirir; sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi yalımlarıyla yalımlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşlan andıran, kayaları hatırlatan gaflete düşmüş, hayrete uğramış kişileri, ilâcıyla iyileştirmek için arar, bulur." (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 261).
Hâsılı İmâm, tek sözle, Peygamber1 den (s.a.a) sonra ümmetin Din ve Dünya işlerinde tek muktedâsıdır.
Dostları ilə paylaş: |