"Mevlâ" sözünün anlamları.
Hadîs-i Şerifteki "Mevlâ" sözünün Türkçede karşılığı evvelce de kısaca değindiğimiz gibi "Rab", yâni besleyip geliştiren, terbiye edip yetiştiren, "amca, amcaoğlu, oğul, kızkardeşoğlu, sahip ve mâlik, köle, birinin izinden giden, ortak, ahiddaş, arkadaş, komşu, bir yere gelip konaklayan, ihsan eden, nimet veren, efendi, dost, yardımcı, bir işte tasarruf, tedbir ve vilâyet sahibi anlamlarına alabiliriz.
Şia'ya göre, bu hadis-i şeriften, "Ben kimi seversem Alî de onu sever, kimin yardımcısıysam Alî de onun yardımcısıdır" gibi bir anlamın çıkarılmasına imkâ ve ihtimâl verilemez. Çünkü böyle bir söz, herhangi bir münâsebetle, bir veya birkaç kişiye, rastgele, her hangi bir yerde söylenebilir. Halbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.a), bu tebliği, son hacları olduğunu da bildirdikleri Vida' haccından dönerlerken, V. Sûre-i Celîlenin 67. âyet-i kerîmesiyle Rabbinden kendilerine inzal edileni bildirmeleri emrini aldıktan sonra ifâ buyurmuşlardır. O sıcakta geri kalanları çağırttıp, ileri gitmiş olanları döndürüp huzurlarında toplamışlar, bütün bulunanlar tarafından görülmesini sağlamak için minber kurdurmuşlar, İslâmın direği olan namaz kılındıktan sonra minberi teşrif buyurup ashabından, Allah'ın birliğine, kendilerinin risâletlerine, âhiretin gerçekliğine, cennetin, cehennemin varlığına şahâdet etmelerini istemişler; hepsi de şahâdet ettikten sonra Allah'ı, bu şahâdete tanık tutmuşlardır. Ashabtan kendileri hakkında ne düşündüklerini sorup onların bu hususta da güzel şahâdetlerine Allah'ı işhad buyurmuşlar, ömürlerinin sona erdiğini sandıklarını bildirmişler, iki paha biçilmez şeyle, Kur'an-ı Mecid ve Ehlibeytiyle ümmeti içinde kalacaklarını, kendilerini bu ikisinin temsil edebileceğini, kıyamete dek bunların birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyleyip "Ben kimin mevlâsı isem, Alî, onun mevlâsıdır" hükmünü vermişler, Alî'yi (a.s), elinden tutarak kendi yanlarında, ashaba göstermişler, böylece bu beyandan sonraki dualarıyla da onun, kendilerinin halifeleri, vasiyleri ve mü'minlerin emiri ve veliyy-i emri olduğunu ilân eylemişler, bunu, orda bulunanların, bulunmayanlara bildirmeleri de emretmişlerdir.
Kur'ân-ı Mecîd'in 33. Sûre-i Celîlesinin (Ahzâb) 6. âyet-i kerimesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a), inananlar üzerinde, onlardan ziyâde tasarruf, tedbir ve vilâyetleri olduğu bildirilmektedir ki Hz. Peygamber (s.a.a), "Bilmez misiniz ki ben, inananlara nefislerinden evlâyım ve bilmez misin ki her inanan erkek ve kadına da, onların nefislerinden evlâyım" sorularıyla bunu hatırlatmışlardır. Aynı sûrenin 36. âyet-i kerîmesindeyse meâlen, "Allah ve resûlü, bir işe hükmetti mi, erkek, kadın, hiç bir inananın o işi istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur ve kim, Allah'a ve Peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir" buyrulmaktadır; Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) sorularıyla, aldıkları şahâdetle, o şahâdete Allâhu Teala'yı da tanık tutmakla bütün ümmete bu âyet-i kerîmeleri de ihtar buyurmuşlardır.
Bu toplantıdan, bu iblâğdan sonra ashabın Hz. Alî'yi (a.s) kutlamaları, V. Sûre-i Celîlenin (Mâide) 3. âyet-i kerîmesinin inişi de bunu, büsbütün açıklar. Nitekim Ahmed b. Hanbel, "Müsned"inin I. Cüz'ünde bu hadîs-i şerifi Abdurrahman b. Ebî-Leylâ'l-Ensârî'den rivayet edip tahrîc eylerken Hz. Alî'nin (a.s), Küfe'de bu hadisi sordukları, olayı gözleriyle görüp kulaklarıyla duyanların tanıklık etmelerini istedikleri zaman, Bedir ashabından on kişinin kalkarak Rasûlullâh'ın (s.a.a) Gadîr-u Humm günü, "Ben, inananlara nefislerinden evlâ değil miyim ve zevcelerim onların anaları değil mi?" diye sorduklarını, yâni XXXIII. Sûre-i Celîlenin 6. âyet-i kerîmesini hatırlattıklarını, ashabın şahâdetinden sonra, "Ben kimin mevlâsı isem Alî, onun mevlâsıdır" buyurduğuna tanıklık ettiklerini, Abdurrahman'ın, sanki şimdi bile onları görüyorum dediğini de kaydeder (El-Mürâcaat; s. 210).
Şîa, bu yüzden o günü 18 Zi'1-Hiccet'il-Harâm gününü bayram saymış, Ehlibeyt İmamları, o günün kutlu bir gün olduğunu buyurmuşlar, çağımıza dek o gün, Ehlibeyt muhibleri tarafından kutlana gelmiştir. (İnâyet'ül-Emir Terceme-i El-Gadîr; II, s. 196 ve devamı).
Hz. Peygamber'in (s.a.a) irtihâllerinden sonraki olaylar
Usâme Ordusu.
Hz. Peygamber (s.a.a), henüz bu fâni âlemdeyken sahabe arasında ayrılıklar başlamıştı. Kur'ân-ı Mecid, Rasûlullâh'a (s.a.aS.M) itaat edenin Allah'a ve Resûlüne itaat emrettiği (III, 32), emir sahibi olana itaati de buna izafe eylediği hâlde (IV, 59) Zeyd oğlu Usâme’nin, ordu kumandanı yapılmasına itiraz edenler olmuştu; oysa ki onu Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) hicretin onbirinci yılı Saferi-nin bitimine dört gün kala çağırmışlar, "Babanın şehid olduğu yere yürü, onlarla savaş" buyurmuşlar, Şam ülkesine gidecek orduya kumandan tâyin etmişlerdi, itirazları duyan Hz. Peygamber (s.a.a), rahatsız oldukları hâlde mescide gidip, önce de babasına itiraz edildiği, Usâme’nin de babası gibi bu işe ehli olduğunu söylemişlerdi. Usâme, Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen sancakla Medine'nin dışına çıkmış, şehre bir fersahlık yer olan Cürufta ordugâh kurmuştu. Muhacirlerle Ensârın ululan bu orduya katılmaya memur olmuşlar, fakat ordu bir türlü toplanamamıştı. Herkes sanki Hz. Peygamber'in (s.a.a) rahatsızlıklarının sonunu bekliyordu. Ordugâhta toplanan azınlık da Hz. Peygamber'in vefatları üzerine Medine'ye döndü ve ordu, ancak Ebû-Bekr'in bey'at işi tamamladıktan sonra gönderilebildi (Tabakaat, Uyûn'ül Eser, Ensâb'ül-Eşrâf, Târihu Ya'kuubî, Tehzib, Kenz'ül-Ummâl, Müntehabâtu Kenz, Telhîsu Maâlimi Dâr'il-Hicre'den ve îbn Esîr Târihinden naklen Seyyid Murtaza'l-Askerî'nin "Abdullah b. Sebe' ve Gavgaa-yı Sakıyfe"si; tarafımızdan Türkçeye "Abdullah b. Sabâ masalı; Bir Yalancının Düzmeleri" adıyla tercemesi; İst. 1974; s. 52-55 ve aynı sahifenin notları. "100 soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarîkatlar" adlı eserimiz; İst. Gerçek Yayınevi-1969; s. 25-26).
Yazılamayan Vasiyet-nâme.
Hz. Peygamber (s.a.a), hastalıkları esnasında bir vasiyet yazdırmak istemişlerdi. Sahâbe-i Kiram bu hususta da, Hz. Rasûlullâh'ın (s.a.a) huzurlarında bu vasiyetin yazılıp yazılmamasına dâir tartışmaya başlamışlardı. İçlerinde, Hz. Peygamber'in, hastalık dolayısıyla bu sözleri söylediklerini sananlar bile olmuştu ve Cenâb-ı Peygamber (s.a.a), bu vasiyetin yazılmasından vazgeçmişlerdi (Sahîhu Buharı; Cihâd bölümü, Cevâiz ve Vefd bahisleri; Mısır-1327 H. C. II, s. 122; Sahihu Müslim; Mısır-1344; V, 75; Müsned; Kahire-1313 ve 1368-1375 basımları; c. I, s. 293; Tabakaat, Beyrut-1376-1377 ve Leiden basımı; K. 2, 37 ve diğer kaynaklar).
Dostları ilə paylaş: |