“Gerçekten böyle bir şey yapmak istiyor musun?”
“Neden olmasın? Biz arkadaş değil miyiz?”
O günden sonra benim de yeni bir pantolonum olmuştu. Bu güzel pantolonu, sabah ben, öğleden sonra Nafiz giyiyordu. Hiç kimse de bu durumun farkında değildi. Çünkü farklı devrelerde ve sınıflardaydık.
Soğuklar iyice başlamıştı. Bir cuma günü Şakir Abim geldi. Öğlen sonu onunla çarşıya çıkıp, hazır satıcılardan eski ve siyah bir ceket aldık. Hiçbir yırtığı yoktu. Onu da terzi Mehmet Usta’ya götürdük. Mehmet usta ceketi de bana göre düzenledi. Ceketi giyince çok sevindim. Zira, artık utanacak bir durumum kalmadı. İş bitince abim, terziye para teklif etti. Ama o para kabul etmedi. Biz de teşekkür edip, terzihaneden ayrıldık.
Aradan uzun bir zaman geçmiş ve birinci karne vakti gelmişti. O zaman iki defa ara karne veriliyordu. Herkes gibi ben de birinci karnemi aldım. Arkadaşlarımın çoğunun, üçer, beşer zayıfı vardı. Benim ise sadece müzik dersim zayıftı. Bu yüzden arkadaşlarım beni kutluyor, “Müzik dersten sayılmaz.” diyorlardı. Buna ben de inanıyor, mutlu oluyordum.
Karnemi elime alıp, herkese gösterircesine sallayarak Veli’me imzalatmaya gittim. O, çarşıda bir yazıhanede oturuyordu. Yanında da lüks giyimli adamlar vardı. Ben sevinerek karnemi ona uzattım. O, karnemi iyice inceledikten sonra, bana “ulan! Bu zayıf neyin nesi? Bir daha zayıf alırsan, seni ayağımın altına alır ezerim” diye bağırdı. Ben o lüks adamların yanında ufacık oldum. Neyse ki, Dede abi karnemi imzalayıp verdi de daha çok küçülmekten kurtuldum. Süt dökmüş bir kedi gibi oradan uzaklaştım. Uzaklaşırken de “Demek ki daha çok çalışmam gerekiyor.” diye düşünüyordum.
Köy ağasının oğlu Nafiz’le arkadaşlığı iyice ilerlettik. Bu sebeple ben, çok kere Nafiz’in kaldığı evde yatıyordum. Çünkü o, koca bir evde tek başına kalıyordu. Ev iki katlı ve tarihi bir yapıydı. Sahibi ise bir köy ağası idi.
Nafiz’in bana yaklaşmasının nedenini yavaş anladım. O, beni yanına çekmek istiyordu. Bu düşüncemi bir gezinti sırasında doğruladı. Ve “Yusuf, senin eşyaları benim eve taşıyalım. Bildiğin gibi ev kocaman ve her oda boş. Üstelik çok da sakin bir yer. Burada istediğin kadar da ders çalışabilirsin. Ayrıca bana da bir yoldaş gerek.”
Nafiz arkadaşın teklifini hoş karşıladım. Bir pazar günü de ikimiz bir olup, eşyalarımı Nafiz’in evine taşıdık. Ayrıca, buraya taşınarak bir nevi terfi de etmiş oluyordum. Zira, önceki kaldığım yerde “idare” denen bir ışıtma aracı kullanılıyordu. Burada ise gaz lambası vardı. Gaz lambası ışığında ders çalışmak çok daha güzeldi.
Nafiz’le birlikte çok güzel ders çalışıyorduk. Ama, bir perşembe günü aç kaldık. Ne benim abim geldi, ne de Nafiz’in babası geldi. O gece aç yattık. Açlık yüzünden o gecenin çok zamanını uykusuz geçirdik. Uzun gece sabah oldu. Sabah erkenden uyandık. Nafiz, ocağa hemen çay suyu koydu. Ne yazık ki, evde ne ekmek vardı, ne de cebimizde para vardı. Her hafta abim veya Nafiz’in babası geliyor, gelirken de yeterince yufka ekmek getiriyorlardı. O da bize bir hafta yetiyordu. Çaydanlık fokur fokur kaynarken, biz kara kara düşünüyorduk. Çünkü yiyecek ekmeğimiz yoktu. Ekmeğe nasıl ulaşacaktık? Uzun uzun düşündükten sonra bir karara vardık: bir fırına gidip borca ekmek istemek. Ama bu işi kim yapacaktı? Neticede “Kura çekelim, kime çıkarsa fırına o gitsin” dedik. Ne garip, fırına gitmek bana düştü. Bunun üzerine zoraki olarak ekmek aramaya çıktım. Fırınları bir bir dolaşıyor, onların önünden bir ileri ,bir geri geçiyordum. Taze taze çıkan o mübarek ekmekler ne de güzel kokuyordu. Fırınların önünde yarım saat kadar dolandım. Fakat bir türlü ekmek isteyemedim. Sonunda ekmeksiz ve karnım guruldayarak eve döndüm. Nafiz’e de “Ekmek vermediler.” dedim.
O gün bir cuma günüydü. Ben, aç acına okula gittim. Fakat, dersler bir türlü bitmiyordu. Ben ise açlıktan ders dinleyemiyordum. En son “çık” zili çaldığında koşarak dışarı çıktım. Kapıda ise, abim, gülerek beni bekliyordu. Onunla birlikte eve doğru yürüdük. O, önce eve uğramış ve Nafiz’in karnını doyurmuş, sonra da beni almaya gelmişti. Yolda yürürken biraz sohbet ettik. O, gelmesi gerektiği gün nüfusta kayıtlı olduğumuz ilçeye gitmiş ve askere gitmek için karar aldırmış. Ben de ona sitemle;
“Abi, askere gitmek için niçin acele ettin?”
“İsmail Abim geçen yıl Kore’de şehit oldu. Ben de Kore’ye gidip abimin intikamını alacağım.”
“Abi, ya sen de şehit olursan ben ne yaparım?”
“Yusuf, ben de uzun uzun seni düşündüm. Eğer ben askere gidersem sen ortada kalacaksın. Bu yüzden, senin öğretmen okulu sınavına girmeni istiyorum.”
“Abi, ama ben bu okulu çok seviyorum.”
“Peki, orta okulu bitirdin. Liseyi nasıl okuyacaksın? Yüksek okullara kim gönderecek? Bu yüzden, senin için en hayırlısı, öğretmen okuluna gitmen. Orda devlet seni okutur.”
“Olur abi. Nasıl istersen öyle olsun.”
Bu konu karara bağlandıktan sonra, önce eve gidip karnımızı doyurduk. Ardından da Milli Eğitime gidip, öğretmen okulu sınavlarına girmem için müracaat ettik.
İşimiz bitince abimle vedalaştık. O, köye doğru yol alırken, ben melül, mahzun olmuştum. “Ya, Şakir Abim Kore’de ölürse, ben ne yaparım? Yoksa ben de mi Kore’ye giderim?” diye garip, garip düşünüyordum. Bu nedenle de ayaklarım ne yöne götürürse, o yöne doğru gidiyordum. Fakat, ansızın kolumdan bir tutan oldu. Dönüp baktığımda bir sınıf arkadaşım olduğunu gördüm.
Derdimi ona da anlattım. O, beni elinden geldiğince sakinleştirdi.
İçim buruk bir şekilde okula devam ediyordum. Bu arada öğretmen okulu sınavı da gelip çatmıştı. Nasıl olmuşsa öğretmen okulu sınavına gireceğim haberini öğretmenlerim duymuştu. Bunlardan, Hasan Yenay, Sanber Ç., Fevzi Çulhaer, Ahmet Şen vs. öğretmen okuluna gitmemi kesinlikle istemiyorlardı.
“Yusuf, olmaz böyle şey. Seni bu sınava sokmayız” diyorlardı.
“Öğretmenim başka çarem yok” diyorum.
“Seni biz okuturuz.” diyorlardı.
Ben ise tüm bu ısrarlara rağmen, bir cumartesi günü Türkçe sınavına girdim. Fakat az sonra öğretmenim Fevzi Çulha gelip, sıramın üstüne oturdu. Türkçe’den bir kelime bile yazdırmadı. Sınav kağıdım üzerinde sadece adım ve soyadım yazılıydı. Kısacası bomboş bir sınav kağıdı verdim.
Cumartesi sınavında sadece beyaz bir kağıt vermek zorunda kalmıştım. Pazar günü de matematikten sınav vardı. Sınav salonuna girip gösterilen yere oturdum. Az sonra sorular yazdırılıp, sınav başladı. Hayret! Öğretmenlerimden kimsecikler yoktu. Ben de matematik sorularının tümünü yaptım. Yine de bu durum abimin değil, öğretmenlerimin istemi yönünde gelişiyordu.
Böyle olunca da öğretmen okuluna gitme olayı bitiyordu. Köye gidip de abimin karşısına çıkamazdım. Öyleyse, okul sonu şehirde kalıp, bir işte çalışmalıydım. Onun için de hemen iş aramaya başladım.
Son sınıfta okuyan Mete Yavuz adında bir abi vardı. Bir gün yanıma geldi
“Yusuf, iş arıyormuşsun. Ben, okul bittikten sonra gazoz çıkaracağım. İstersen birlikte çalışırız. Olmaz mı?”
“Mete Abi, ben gazoz çıkarma işinden anlamam ki.”
“Çok kolay. Hem de sen gazoz çıkarmayacaksın ki. Gazozu ben çıkaracağım. Senin yapacağın iş başka.”
“Peki abi. Beni düşündüğün için çok teşekkür ederim.”
Mete abi çok iyi bir insandı. Fakat, onun küçük kardeşi hayli yaramazdı. İsmetle aynı sınıfta okuyorduk. Ama hiç de iyi geçinemezdik. O, iki yıllık olmasına rağmen, hiç iyi not almazdı. Benim notlarım iyi geldikçe hırçınlaşır ve zengin çocuğu olduğu için benimle alay ederdi. Bu sebeple aramız hiç iyi olmazdı.
Okul kapandıktan sonra, Uludağ adında bir gazoz çıkarmaya başladık. Benim görevim, verilen ölçülerde şerbet hazırlamak, İsmetin görevi şişeler kasalamak, Mete Abi’nin görevi de gazoz çıkarmaktı. Gazozu çıkarıp, halka sunduk. Havalar sıcak olduğu için kasalar tez boşalıp, geri dönüyordu. İş yerine geri dönen boş şişeleri yıkamak için de bir elemana ihtiyaç oluyordu. Bu iş içinde Yurdakul adında bir öğrenciyi işe aldık. Mete Yavuz’un başkanlığında dört öğrenci uzun bir süre çalıştık. Çünkü, piyasaya sunduğumuz gazoz çok iyi tutulmuştu. Oldukça da iyi para kazanıyorduk. Ne var ki, benim ayrılmam gerekiyordu. Zira, abimin askere gitme zamanı gelip çatmıştı. Bu yüzden, Mete Abim ve arkadaşlarımla vedalaşıp, köye döndüm.
Köyde, o kocaman ve bomboş baba evinde kalıyordum. Gündüzleri ise abimin dükkanına gidip, ona yardım ediyordum.
Bir gün, evimizin yanındaki ulu çam ağacının dibinde “Hürriyeti Seçtim” adında bir kitap okuyordum. Yanıma çok güzel giyimli ve yakışıklı bir abi geldi.
“Günaydın, delikanlı.” dedi.
“Günaydın, abi.”
“Yusuf Karakaş adında bir delikanlıyı arıyorum. Onu nerede bulabilirim?” dedi.
Bu soru üzerine, kalbim hızlı hızlı çalışmaya başlarken “o çocuğu ne yapacaksın abi?” dedim.
“Ben Düziçi Öğretmen Okulu’ndan geliyorum. O çocuk öğretmen okulu sınavını kazanmış. Onu bulursam sınavı kazandığını müjdeleyeceğim.” dedi.
“O çocuğu nerede bulacağınızı bilmiyorum abi.”
“Ama, buralarda bulabileceğimi söylemişlerdi.”
“Bilmiyorum abi. Belki, ilerdeki evlerde olabilir.” dedim.
Adam yanımdan uzaklaşınca ne yapacağıma karar verdim. Hemen köyden kaçacaktım. Çünkü, öğretmenlerimin beni okutacağına kesin olarak inanıyordum. Üstelik, şehirde para kazanacak işim bile vardı.
Hemen hazırlık yaptım ve acil ihtiyaçlarımı alıp, kimseye gözükmeden, köyden kaçtım. İkindi zamanı da okuduğum şehre geldim.
Mete Abi ile yine gazoz çıkarmaya başladık. Burada yine bir hayli para kazandım. Fakat, içimde büyük bir korku vardı. Bu sebeple Mete Abiden yine izin alıp, ilkokulu bitirdiğim köye kaçtım. Çünkü, abimin gelip, beni şehirde kolayca bulacağını biliyordum.
İlkokulu bitirdiğim köyde Kel Hasan denen bir ağa vardı. Ben ilkokuldayken beni çok severdi. Doğruca onun evine gittim. Onun işini yapıp okumak için para kazanıyordum. Ne var ki, burada da korktuğum başıma geldi.
Köyde beni arayan adam, bizim dükkana varmış. Olayı abime anlatmış. Bunun üzerine, abim de şehre gelmiş. Durumu Milli Eğitim Müdürüne anlatmış. Sonrada bir araba tutuş ve Milli Eğitim Müdürünü de yanına alarak beni aramaya çıkmış. Sonunda elleriyle koymuş gibi, gelip beni buldular. Hemen kolumdan tutup, arabaya aldılar. Hiç vakit geçirmeden hep birlikte şehre doğru yola koyulduk. Hem gidiyorduk hem de bana öğüt veriyorlardı. Milli Eğitim Müdürü Hilmi Bey, hem bana kefil oluyor, hem de tüm masrafımı çekecek oluyordu. Neticede iki kişi bir olup beni kandırdılar.
İkinci gün, abim beni erkenden kaldırdı. Kahvaltıdan sonra hemen milli eğitim müdürünün evine gittik. Burada Müdür Hilmi Bey, bana bir miktar para verdi. Ardından bir vasıtaya bindirip, sağlık raporu almam için tam teşekküllü hastanesi olan bir şehre gönderdiler.
Gönderilen şehre geldiğim zaman çok korktum. Çünkü her yer bana yabancıydı. Üstelik de nasıl rapor alınacağını bilmiyordum. Rapor alma işleminin nasıl olacağını öğrenmek için, önce hastaneye gittim. Orda bu işlemin nasıl yapılacağını öğrendim. İkinci gün de işlemlere başladım.
Rapor alma işlemini bir türlü bitiremiyordum. Buna karşın param bitmek üzereydi. Bunun üzerine kara kara düşünmeye başladım. Bundan böyle, gece kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Rapor alma işine bir gün ara verip, kalacak bir yer aramaya başladım. O gün sonunda aradığım yeri buldum. Bulduğum yer;
“Yeni istasyon” denen bir yerdi. Zira bura, hem tenha hem de güvenli bir yerdi. Çünkü burası hiç boş kalmıyordu.
İstasyonun önüne güzel bir bahçe kurulmuştu, içi de tertemizdi. Üstelik istasyon, gece sabaha dek hareketli bir yerdi. Öyle olunca da benim için uygun bir yatakhaneydi. Ayrıca , bahçe etrafında ağıl gibi yükselmiş ve tıraş edilmiş bir bitki kümesi vardı. Bu durum da benim siper almam için çok iyi bir etkendi.
Gündüzleri işimi takip ediyor , geceleri de gelip yatıyordum. Gazete eskileri toplayıp, hem başımın altına yastık yapıyor ve hem de geceleri çiğ yağmasın, sivrisinek yemesin diye üzerime örtüyordum. Trenlerin geliş gidişi, yolcuların inip binmesi beni uyutmuyordu; ama yine de yatıyordum işte. Ayrıca bu süre zarfında param da çok azaldı. O yüzden günde sadece bir simitle idare ediyordum.
Gündüzleri aç dolaşmaktan, geceleri kuru toprakta yatmaktan usanmıştım. Neyse ki günün birinde sağlık kurulu toplanmış ve sağlam olarak raporumu imzalamışlardı. Böylece de “bugün git, yarın gel” işim bitmişti.
Bundan böyle yeni bir kovalamaca başlıyordu. En zoru ise köyüme geri dönmekti. Zira bir kefil bulup, senet yaptırmak gerekiyordu.
Cebimde sadece üç, dört simit alacak param vardı. Bu parayı vasıtaya versem aç kalacaktım, vermesem köyüme dönemeyecektim. Fakat, üstü açık kamyonlar çok ucuza götürüyormuş. Ben de bir kamyon aramaya başladım. Sonunda yükünü almış, gitmeye hazır bir kamyon buldum. Şoförden izin alıp, kamyonun üstüne bindim. Toz ve duman üstünde uzun bir yolculuktan sonra köyümüzün bağlı olduğu ilçeye geldim. Kamyon durup, üzerinden indiğim vakit kendimi tanıyamadım. Tozdan bir boz ayıya dönmüştüm. Sadece gözlerim parlıyordu.
O gün, mutlaka köye varmalıydım. Zira, okulun istediği güne çok az zaman kalmıştı. Ayrıca bir adam bulup, yüklem senedini yaptırmam gerekiyordu. Öyle olunca da zamanla yarışmalıydım. Bu nedenlerden ötürü hemen yola çıktım. Köye geldiğim vakit ay pırıl pırıl parlıyordu. Neredeyse gece yarısı olmak üzereydi. Sabah olunca derdimi abime anlattım. O ise, kefilden, yüklem senedinden hiçbir şey anlamıyordu. Yalnız, yakın bir köyde “Çil Recep” adında biri varmış. O adamın böyle şeylere aklı iyi çalışırmış. Abimle birlikte hemen o adama gittik. Adamın yanına geldiğimizde öğlen olmak üzereydi.
Maşallah, maşallah. Çil Recep’in ne kadar çok kız çocuğu vardı öyle. İnanın “sayarken şaşırdım” desem yeridir.
Çil Recep, hoşça karşıladı bizi. Ne de olsa aklı başında bir insandı. Bu adam, onbeş, yirmi köyün tekel bayiliğini yapıyormuş. Bu nedenle de devlet adamlarıyla iyi tanışırmış.
Biraz sohbet ettikten sonra abim:
“İrrecep Emmi, Yusuf öğretmen okulu sınavını kazandı. Orada okuması için, hükümet kefil istiyor. Ben askere gideceğim için kefil olamıyorum. Acaba, bize iyilik yapıp sen kefil olur musun?”
İrrecep Emmi bir süre düşündü. Bir müddet sonra da:
“Aslanım, sen bana okuyacağına dair kesin bir söz veriyor musun?”
“vallahi ve billahi okurum İrrecep Emmi.” dedim.
O da, bu kesin sözü verdiğim için:
“Peki öyleyse. Yarın sabah çok erkenden buraya gel” dedi.
İrrecep Emmi’min kefil olmayı kabul etmesi benden çok abimi mutlu etmişti. Çünkü, benim okumamı en çok o istiyordu.
İrrecep Emmi’den kesin söz aldıktan sonra kalkıp, köye geldik. Ben gereken hazırlıklarımı yaptım ve akşam vakti erkenden yattım. Büyük abim beni ve Şakir Abi’mi erkenden uyandırdı. Biz de karanlıkları yararak yürüdük. Şafak vakti İrrecep Emmi’nin evine geldik. O da kalkmış abdest alıyordu. Biz hep birlikte namaz kılarken, Hürü Teyze de kahvaltı hazırlıyordu. Namazdan sonra bir sofranın etrafına toplandık ve büyük bir leğene koyulmuş çorbayı yarışırcasına kaşıkladık. Biz çorba içme yarışı yaparken İrrecep Emmi’min oğlu Mennan da atı hazırlıyordu.
Yemeğin bitiminde yola koyulmak için hemen hazırlandık. Önce abimin elini öptüm. O da bana para verdi. Bu arada Mennan da atı, binek taşının önüne çekmişti. Ata, önce İrrecep Emmim bindi, sonra da beni terkisine aldı. O iyi insanla birlikte şehrin yolunu tuttuk.
At, çok güzel yol alıyordu. O nedenle şehre erken geldik ve hemen bir notere gittik. Noter de bir kefil daha istedi. Bunun üzerine İrrecep Emmi kefil aramaya gitti. Kısa bir süre sonra yanında bir adamla geldi. Kefiller hazır olunca noter de kısa bir sürede işlemi bitirdi. Sonra da kefillere imzalatıp, bir nüshasını bana verdi. Ben de yüklem senedimi, sağlık raporumu ve ilkokul diplomamı bir araya getirip küçücük,tahta valizimim içine koydum. Sıra İrrecep Emmi’me ve tanımadığım o, ikinci kefile teşekkür etmeye gelmişti. Hemen ikisinin de ellerinden öptüm. İrrecep Emmi de hem beni öptü hem de on lira para çıkarıp verdi. İrrecep Emmi’min bu davranışı ise beni daha çok mutlu etti.
Bu resmi işlerimi bitirdikten sonra gazozhaneye, Mete Abi’min yanına gittim. Akşama dek orda kaldım. Akşam da evlerine varıp yattım.
Sabahleyin Milli Eğitim Müdürü Hilmi Bey’in yanına gittim. Ondan, okula gidiş, geliş yollarını öğrendim. O:
“Yeni istasyona varacaksın. Gişeden YARBAŞI’na bir bilet alacaksın. Tren Yarbaşı’nda durduğunda hemen ineceksin. Sonra da ordaki memurlardan, öğretmen okuluna nasıl gidileceğini soracaksın. Okulun yolunu öğrendikten sonra derhal okula varacaksın. Hazırladığın evrakları okul müdürüne verip, kaydını yaptıracaksın.”
“Her hangi bir terslik olmaz mı efendim?”
“Senin evrakların tamam. Öyle olunca da hiçbir terslik olmaz. Bu konuda hiç kafanı yorma.”
Sayın Hilmi Bey’e çok çok teşekkür ederek yanından ayrıldım.
Önüme dikilen tüm setleri yıka yıka yürüyordum. Bundan sonra önüme çıkacak setleri bilmiyor ve yoluma devam ediyordum.
Şehirde bir köprü vardı. İllere giden tüm vasıtalar bu köprüden geçerdi. Ben de bir vasıtaya binebilmek için o köprüye gittim. Orada bir kamyona el kaldırdım. Kamyon durdu ve şoför beni yanına aldı. Zira yalnız muavini vardı. Kamyonla o tozlu yolları yararak büyük şehre geldik. Okumak için yola çıktığımı öğrenen şoför, benden para almadı. Ben de ona saygı ile teşekkür ettim.
Sağlık raporu almak için geldiğim bu şehri iyi biliyordum. O yüzden doğruca istasyona gittim. O istasyon bana, birçok gece kucağını açmıştı.
İstasyona gelince “müracaat” yazılı yere vardım. Oradaki kişiye “Yarbaşı’na hangi saatlerde tren var?” diye sordum. Görevli kişi de “Bir tren akşam yedide, bir tren de sabah sekizde var. Akşam treni, gece yarısı oraya varır, sabah treni de öğlen vakti Yarbaşı’na varır.” dedi.
“Tamam bana yarın için bir bilet ver abi.”
“Yeğenim, bileti şimdi almana gerek yok. Yarın erken gel ve biletini al.”
“Peki. Olur abi.”
İstasyondan ayrılıp, akşamın olmasını bekledim. Akşam olunca da istasyona gelip ve her zamanki yattığım yerde yattım. Fakat, sivrisinekler beni parçalamak için can atıyordu. Onlarla savaş yüzünden bir türlü uyuyamıyor, sabahın olması için can atıyordum. Uzun bir savaştan sonra sabah oldu, o azgın kurtlar da başımdan gitti.
Sabahın erken vakti gişeye gidip, biletimi aldım. Benim için, meçhule giden treni beklemeye başladım. Saat sekiz sıraları acı acı çalan tren istasyona geldi. kimileri biniyor ve kimileri iniyordu. Görevlilere sorarak ben de o trene bindim.
Trende polis kılıklı birileri gelip, sık sık bilet soruyorlardı. Onlar, trende görevli kişilermiş. Görevlilere Yarbaşı’nda indirmelerini rica ettim. Onlar da kesin söz aldıktan sonra trende uyumuşum. Tren Yarbaşı’na gelene dek.
Ne kadar ve kaç saat uyumuşum bilmem. “Tak, tak.” Görevli adam “Burada ineceksin, sonra da okuluna gideceksin. Okul buraya çok uzakta değil.” dedi. Ben de emre uyup trenden indim.
Elimde küçük bir tahta valizim vardı. Onu sallayarak, etrafta bulunan bir dükkana uğradım. Dükkandan hem yiyecek bir şeyler aldım, hem de okul hakkında bilgi. Adamcağız da okula nasıl gidebileceğimi etraflıca tarif etti. Bunun üzerine okula doğru yürüyor, yürürken de karnımı doyuruyordum. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. İyice yorulmuştum. Onun için bir yol kıyısında bulunan bir ağaç dibine oturup, bir müddet dinlendim. Kendimi iyi hissedince de yine yola koyuldum. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra okula geldim. Bu uzun yürüyüş sırasında lastik ayakkabılar ayaklarımı iyice pişirmişti. O sebeple de ayaklarımın bazı yerleri patlamıştı. Tüm bu zorlukları aşarak okula gelebildim.
Okulun büyük bir giriş kapısı, kapıda da bir nöbetçi vardı. Nöbetçiye önce bir selam verdim, sonra da:
“Ben, bu okulun sınavını kazandım. Acaba, müdürlüğü gösterebilir misiniz?” dedim. O da:
“Benimle gel. Seni, eğitim şefine götüreyim” dedi.
Nöbetçiyle birlikte yürüdük. Kısa bir süre sonra şefin odasına geldik. Nöbetçi benim isteğimi söyledi. Bunun üzerine şef, evraklarımı istedi. Evraklarımı inceledikten sonra nöbetçiye “Bu çocuğu Aral yatakhanesine ilet, yatacak bir yer göster, üzerinde parası varsa sana versin. Sen de al, emanet olarak bana getir.” dedi.
Nöbetçi beni bir yatakhaneye götürdü. Orada, bana bir ranza gösterip “Bundan sonra sen bu yatakta yatacaksın. Valizini ranzanın altına koy. Şimdi de üzerindeki parayı ver. Paranı şefe götüreyim. Sen burada iyice dinlen. Birazdan ben gelirim ve birlikte yemeğe gideriz” dedi.
Akşam olmak üzereydi. O yüzden, ben fazla dinlenmeden, nöbetçi abi geldi. Benim elimden tutup yemekhaneye götürdü. Burası çok büyük bir bina idi. Bin beşyüz , iki bin kişi burada yemek yiyebilirmiş. İşin en güzel yanı ise bu büyük binayı ağabey öğrencilerin yapmış olması.
İkinci gün şefin dairesine gittim. Şef, hem yakışıklı ve hem de iri yarı bir adamdı. Masasında “Sırrı Özerdem” yazıyordu. Bana “Sen okulumuzun 137 numaralı öğrencisisin.” dedi.
Artık öğretmen okulu öğrencisiydim. Böylece yeni bir hayata başlıyordum. Fakat, içim garip duygularla doluydu. Acaba, bundan böyle önüme hangi engeller çıkacak diye kafa yoruyordum...
Okula kayıt işim bittikten sonra çevreyi dolaşmaya başladım. Henüz okul açılmamıştı. Hatta bir süre de zaman vardı. Ben de zamanımı değerlendirmek istiyordum.
İşe okul binalarından başladım. Sıra ile yatakhaneleri ve öğretmen evlerini dolaştım. Tüm binalar çok güzel yapılmıştı. İşin en güzel yanı okul binalarını , öğretmen evlerini ve tüm yatakhaneleri bizden önce okuyan abiler yapmışlardı. Ellerine sağlık. Ne de güzel planlamışlar. Yaparak, yaşayarak öğrenimin en güzel örneklerini vermişler ve bu eserleri ulusumuza armağan etmişler. Selam olsun onlara.
Okul çevresini dolaşma işim bittikten sonra tepelere doğru tırmandım. Biraz uzakta , bir tepenin üstünde 4-5 katlı bir bina gördüm. Uzaktan çok güzel görünüyordu. Merakla oraya doğru yöneldim. Çağıl çağıl akan suları, yollara doğru meyvelerini salındırmış bahçeleri geçtim. Bir hayli yürüdükten sonra güzel görünen o binaya ulaştım. Çok harika bir bina idi. Böyle güzel bir yapıyı hiç görmemiştim. Merakla bu yapının etrafını dolaştım. Etrafta hiç kimse yoktu. O altı katlı bina bomboştu. Derhal merdivenleri tırmandım. Her katta geniş geniş odalar, salonlar vardı. Ne var ki, hepsi de boştu. Kaderine ağlar gibiydi.
Bu güzelim binanın altıncı katına çıkmışken, Düziçi ovasını, okulun bulunduğu yeri ve tüm güzellikleri seyrettim. Çünkü, her yer ayağımın altında gibiydi.
Bu binayı yapmak için öyle bir yer seçmişler ki, sanki cennet köşelerinden bir yer. Sağında ve solunda çağıl çağıl akan sular ve suların can verdiği meyve bahçelerini, önünde ise, binaya bütün güzelliğini seren Düziçi , öğrencilerin eseri olan pırıl pırıl okul binaları ve mağrur mağrur tepeden bakan , kaderine terkedilmiş büyük bir bina . Yazık . Yarın lime lime dökülüp yok olacak.
Tarihi sırtında taşıyan bu binada ne kadar kaldım bilmiyorum. Hüzün dolu olarak, ağır ağır aşağıya indim. Yavaş yavaş bu binaya doğru gelen, saçı sakalı birbirine karışmış pri fani bir adama rastladım. O’na selam verip, elinden tutarak biraz yukarı çektim. Adam çok yorulmuştu. Onu uygun bir yere oturttum. Bilgi almak için ben de yanına oturdum. Adamın ismi “Nasıf” mış. Ondan bina hakkında bilgi istedim. İhtiyarın gözleri dolu dolu oldu. Bu arada da cebinden tabakasını çıkartıp , bir sigara sardı, ardından çakmağını, taşını ve kavını çıkarttı. Kavı taşın üstüne koyup, çakmakla pat çat bir iki vurdu. Ateşlenen kavı sigarasının ucuna yerleştirdi. Sigarasından derin derin çekmeye başladı. Nihayet sigara iyice tutuşmuştu.
O, sigaranın dumanını ciğerlerine dolduruyor, çıkarken de anlatıyordu.
“Oğul , bu binaya ‘Alman binası’ derler. Onlar burayı kolej olarak yapmışlar. Padişahlık döneminde hükümetle iyi geçiniyorlarmış. O yüzden bu güzel yeri seçip , bu muhteşem binayı yapmışlar. Burada senelerce çocuk okutmuşlar. Cumhuriyet kurulup, padişahlık yıkılınca, çekip ülkelerine gitmişler. Yıllar yılı bu bina ve etrafındaki yapılar boş durdu. Bir zamanlar hükümetimizin Köy Enstitüsü adında yeni sistem okullar açmak istediğini duydum. Bu yapıların boş durduğunu gördükçe içim sızlıyordu. “Burada hazır okul var” demek için valiliğe gittim. Orada durumu anlattım. Vali ve Milli Eğitim Müdürü ile birlikte buraya geldik. Onlar , binayı ve burayı çok beğendiler. Sonrada durumu hükümete bildirdiler. Netice olarak, bu binalar sayesinde Düziçi Köy Enstitüsü burada açıldı.
Dostları ilə paylaş: |