Okula gelir gelmez dostlarımın yanına koştum ve bol bol kitap okudum.
Kitaplar gerçekten çok iyi dostum. Kimseye sırrını vermiyorlar bana da hiç darılmıyorlardı.
Bu iyi dostlarımla haşır neşir olurken, bir gün okulumuz açıldı. Ben de arkadaşlarımla birlikte derslerime devam ettim. Boş zamanlarımı ise sadece kütüphanede geçiriyordum. Çok zaman akşam yemeğine bile gitmiyordum. Çünkü, edebiyat öğretmenim kütüphaneye yemek getiriyor ve birlikte yiyorduk.
Edebiyat öğretmenim tabldottan akşamları hangi tür yemek çıkacağını biliyordu. Benim de bazı yemekleri sevmediğimi biliyor ve o akşam evden yemek getiriyordu.
O yıl ders yılı ortalarına doğru gelmiştik. Bir gün edebiyat öğretmenleri hazırlıksız konuşma müsabakası düzenlemişler. O akşam yemek sonunda yemekhane salonunda toplandık. Yapılan konuşmaları değerlendirmek için de edebiyat öğretmenlerinden oluşan bir jüri oluşturmuşlardı. Konuşma süresi sadece bir dakikaydı.
Jürideki öğretmenler hep büyük sınıflardan öğrenci çağırıyor, bizde konuşmaları takip ediyorduk. Bu arada bir isim okundu. Konuşma yerine kimse çıkmadı. Bir daha , bir daha okundu. Yine çıkan olmadı. Bunun üzerine jürideki erkek öğretmen ayağa kalkıp “Yusuf Karakaş!” diye bağırdı.
Bu çağırış üzerine ayağa kalktım. Fakat olduğum yerde bir iki kere sendeledim. Neticede kendimi biraz toparlayarak, müsabaka alanına vardım. Ama ben hazırlıksız konuşma yarışmasına katılmak için adımı yazdırmamıştım. O yüzden jüriye:
“Ben müsabakaya katılmak için adımı yazdırmadı efendim” dedim. Jüri üyeleri birbirine baktıktan sonra Melahat Hanım:
“Yarışmaya katılmak istemiyor musun?” dedi.
Ben de hayır efendim diyecektim ki edebiyat öğretmeni benden önce davranıp:
“Yusuf hazırlıksız konuşmaya katılacak.” dedi.
O anda ne yapacağımı şaşırdım ve heyecandan titriyordum. Salonda, bin beş yüz-iki bin kişi vardı. Onlara göz ucuyla şöyle bir baktım. Heyecanım bir kat daha arttı. Anlaşılan benim adımı edebiyat öğretmenim yazdırmıştı. Bu sebeple artık kaçış yolu yoktu.
Jüri üyeleri heyecanımı fark etmişti. Hemen öğretmenim devreye girdi ve;
“Yusuf senin ismini ben yazdırdım. Eminim müsabakayı kazanacaksın. Sakin ol boşuna heyecanlanma çocuğum.” dedi.
Onlar da biraz bekledikten sonra, Melahat Hanım:
“Hazır mısın Yusuf?” dedi.
“Kravat hakkında konuş bakalım.”
Hoppala ? Kravat hakkında kaç kelime konuşulur ki? Biraz düşündüm. Bu arada derin derin nefes aldım.
“Hadi başla.” Komutuyla da kravat hakkında abuk sabuk bir şeyler konuşmaya çalıştım. Gerçekten ne konuştuğumun farkında değildim. Bir dakika bitmiş olmalı ki:
“Gidip oturabilirsin.” dediler.
Ben yerime oturunca arkadaşlarım beni tebrik ettiler. Fakat benim hala kafam uğulduyordu.
Benden sonra epeyce arkadaş çağırıp konuşturdular.
Yarışmaya katılanların konuşması bitince müsabaka sona erdi. Yarışma sonucunu öğrenmek için koca salonda çıt çıkmıyordu. Uzun bir süre sessizce bekledik. Gözümüz jüri üyelerindeydi. Puanlama bitmiş olmalı ki, kıdemli öğretmen Melehat Hanım yavaş yavaş ayağa kalktı.
Melehat Hanım: kısa boylu, beyaz tenli, kumral saçlı, şişmanca, şişmanlığı nedeniyle yusyuvarlak, tekerlek yüzlü, konuşması bir tuhaf, konuşurken dili ağzına sığmıyormuş gibi yapan bir öğretmendi. O diliyle:
“Çocuklar şimdi size yarışmayı kazanan arkadaşlarınızı açıklayacağım” dedi.
Ortalıkta çıt yoktu...
“Yusuf Karakaş, ayağa kalksın bakalım. Çocuklar, hazırlıksız konuşma birincisi Yusuf Karakaş olmuştur” dedi.
Etraftan büyük bir alkış sesi yükseldi. Ben ise heyecandan ikinci kez sendeliyordum.
Öğretmen kazananları sahneye çağırdı ve ödül olarak da birer kitap hediye etti. Benim ödülümü ise ders öğretmenim verdi. Kitabı verirken de tekrar tekrar tebrik etti. Ben de dilimin döndüğünce jüri üyelerine teşekkür ettim.
O gece çok mutlu olarak yatakhaneye geldim. Çünkü, bir hiç olan ben , bir ödül kazanıyordum. Bu beni sevinçten uçuruyordu. Hele de benden önce üç büyük sınıfın olması ve onları yara yara birinci olmak çok önemliydi. Ama bu ödülü bana edebiyat öğretmenim ve kütüphane veriyordu. Bu sebeple ben de her ikisini de daha çok sevmeye başladım.
İkinci gün pazardı. Sabah geç kalkma hesabı yaparak mutlu bir uykuya daldım. Ama hesabım tutmadı. Çünkü, birileri yorganımı çekip beni uyandırdı. Beni uyandırana kızmayı planlayarak başımı kaldırdım. Fakat o nöbetçi öğretmendi. Ona bir türlü kızamadım ve de iyice kızardım. Çünkü çok utanmıştım. O da:
“ Hadi kalk edebiyat öğretmenin seni çağırıyor.” dedi.
“Öğretmenim nerede efendim?”
“O evinde seni bekliyor.” dedi.
Bunun üzerine acele kalkıp elimi yüzümü yıkayıp giyindim. Sonrada akşamki ödülün hazzı ile de gidip öğretmenin kapısını çaldım. O zaten hazırmış. Hemen kapıyı açtı.
“Günaydın efendim, beni istemişsiniz.”
“Hadi içeri gel, sabah kahvaltısını birlikte yapalım.”
“Peki efendim.” dedim ve içeri girdim.
O sabah öğretmenimle birlikte kahvaltı yaptık. Ondan sonrada sık sık yemeğe çağırır oldu. Şöyle ki o nöbetçi öğretmen olduğu zaman, ben yemek yerken masama gelir, hangi yemeklerden hoşlanmadığımı sorardı. Hoşlanmadığım yemekler çıktığı vakit beni yemeğe çağırtırdı.
Öğretmenim evde yalnız kalıyordu. Evde kimsenin olmayışı ise onu devamlı kütüphaneye getiriyordu. Kitaplar benim en iyi arkadaşım olduğu için dersler biter bitmez kitaplığa koşuyor, öğretmenim gelmeden kitaplığı açıyor ve havalandırıyordum. Hem kitaplar, hem de öğretmen haz dolu olarak zamanımı çalıyorlardı. Bir gün başımı kaldırıp baktığımda eylem bitmiş ve ders yılı sona ermişti. Kafam karıştı, içim burkuldu. Yine yaz gelmiş, benim için yine meçhul bir zaman başlamıştı. Okul harçlığımı kazanacak bir iş ya bulacaktım ya da bulamayacaktım?
Hiç kimse benim bir öksüz olduğumu bilmiyordu. Bir zengin çocuğu gibi para harcıyordum. Üstelik okulun da sivri öğrencisi olmuştum. Tüm bunlardan ötürü hemen tatile çıkıp kendime bir iş bulmalıydım.
Yine bir bilinmeze doğru yola çıkacağım için kütüphane arkadaşım, yani edebiyat öğretmenimle vedalaşıp hemen tatile çıktım. Tatilimi geçireceğim yer , yaz ayları adeta ölü şehir oluyordu. Çünkü yaz sıcağı çok fazla olduğu için, durumu iyi olan halk serin yörelere, yaylalara göçüyorlardı. Bunun yanı sıra köylerden gelenler de hem sıcaktan kaçmak için hem de köylerindeki işleri yapmak için köylerine dönüyorlardı. Bu durum benim hoşuma gidiyordu. Çünkü, bağ ve bahçelerdeki çardaklar hep boş kalıyor benim de gece kalacak yer sorunum ortadan kalkıyordu. Geriye sadece yemek işi kalıyordu. Açlığımı gidermek için de çarşıdan sadece ekmek alıyordum. Zira bahçeler meyve dolu oluyordu.
Karnımı doyurduktan sonra hemen çarşıya çıkıp iş arıyordum.
Bir sabah umutsuzca yola çıktım. Yürürken “Avareyim bu gece. Benim olsan, bana gelsen bu gece.” adlı Hint şarkısını mırıldanarak yürüyordum. Karşıma orta okuldan çok sevdiğim bir arkadaşım İsmet Özdemir çıktı. O :
“Günaydın Yusuf.” dedi. Ben de:
“Günaydın İsmet.” dedim.
İsmet’le bir süre yürüyerek sohbet ettik. Sohbet sonu İsmet:
“Yahu Yusuf, avare avare ne dolaşıyorsun? Herkes yaylaya gitmiş, sen Turaç gibi burada kalmışsın.”
“Vallahi İsmet doğru söylüyorsun. Ben yaylaya hem gitmedim, hem de gidemedim.”
“O da ne demek? Hem gitmedim , hem de gidemedim?”
“Hiç sorma ahbap. Ben bir iş bulup çalışmak istiyorum. Günlerdir bir iş bulamadım. “Avareyim” şarkısını da bu yüzden söylüyorum.”
“Sen nasıl bir iş arıyorsun?”
“İş olsun da nasıl olursa olsun.”
“Bak sen işe? Yahu Yusuf biz de bir adam arıyorduk. Bizim biçer döver var. Onun girdisini, çıktısını yazacak. Biçer döver nereye giderse adam da oraya gidecek.”
“İsmetçiğim. Bu iş tam bana göre bir iş. Bunu bana ayarla, sana ömür boyu minnet duyarım.”
“Çabuk ol öyleyse. Hemen abimin yanına gidelim.”
“Abin nerede ki ?”
“Çarşıda, bir arkadaşının yanında. Biraz hızlı gidelim da kaçırmayalım. Eğer yetişemezsek bir daha bulamayız.”
İsmet’in bu isteği üzerine hızlı hızlı yürüdük ve kısa bir sürede adamın yanına geldik. İsmet’in abisi oradaydı, arkadaşıyla birlikte kahve içip, sohbet ediyordu.
İsmet’le ikimiz ayakta bir süre bekledik. Biz beklerken adam da kahvesini bitirip, bizim yanımıza geldi ve hep birlikte oradan ayrıldık.
Birlkte yürürken İsmet de benim durumumu abisine anlattı.Ona, ortaokulda birlikte okuduğumuzu ve de çok sevdiği bir arkadaşı olduğumu söyledi. Bunun üzerine abisi;
“Peki öyleyse, olur. Hem de tahsilliymiş. Bizim için daha iyi olur .” dedi.
Adam hemen soförü çağırıp,”Yalçın, yarın gelirken bu delikanlıyı da al, getir.” dedi.
Bu karardan sonra İsmet ve abisine çok teşekkür ettim. Onlar arabalarına binip giderken, söförle ben şehirde kaldık.
Şoförü çok iyi tanıyordum.Çünkü, onunla aynı yörede kalıyorduk. Adı Yalçın olduğu halde biz ona “Boynu Eğri” derdik.
Gerçekte de Yalçın abinin boynu sağ tarafa doğru eğriydi. Bu sebeple de tam olarak karşıya bakamazdı.
İsmet Özdemir:kısa boylu, şişmanca, inat saçlı ve ela gözlü bir arkadaşımdı. Onlar üç erkek kardeşti. Babaları ölünce iş, büyük abinin üstüne kalmış. Büyük kardeşi adı Halil Halis, ortancanın Necmi ve en küçüğün ise İsmet’ti. Her üçü de sevimli ve sempatik insanlardı.
Halil Bey ve İsmet gittikten sonra şehirde bir süre dolaştık. Öğle vakti gelince Boynu Eğri beni evine götürdü. Birlikte yemek yedik. Evde bir müddet dinlendikten sonra çarşıya çıktım. Çünkü tanımadığım bu evde sıkılıyordum. Ben çıkarken Yalçın, “Akşam mutlaka gel. Evde birlikte yatar, sabah erkenden de çiftliğe gideriz.” diyordu.
Yalçın’ın babası yoktu. Yaşlı bir annesi vardı. İki katlı ve yarısı yıkık bir
evde kalıyorlardı. Yalçın’ın annesi kocasından kalan maaşı ve biricik yavrusu Yalçın ile geçinip gidiyordu.
Yalçın’ların evinden ayrıldıktan sonra geceleri kaldığım eve geldim. Kitaplarımı ve giysilerimi topladım. Zorla taşıdığım tahta valizimin içine koydum. Akşam olunca da Yalçın Abi gile getirdim.
O geceyi Yalçın abi gilde geçirdim. Boynu Eğri’nin annesi benim yatağımı dama hazırlamıştı. Hem heyecan, hem de sineklerin saldırısı beni uyutmadı. Çünkü teyze bana cibinlik vermemişti.
Teyze bizi sabah erkenden kaldırdı. Biz de hemen giyinip, arabaya bindik ve süratle çiftliğin yoluna koyulduk. Çiftlikte bir masanın etrafına sıralanarak, hazırlanmış olan sabah kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı yaparken, “Masaya niçin çatal koymamışlar ?” dedim. Bu sorum üzerine herkes bana güldü ve “ Sen hiç elinle zeytin, peynir yemedin mi ?” deyip benimle alay ettiler. Mecburen ben de yağlı zeytin ve peyniri elimle yemeye başladım.
Yemekten sonra işbaşı yapmak için harekete geçtik. İçlerinden uzun boylu ve zenci gibi esmer biri elimden tutup, “Sen benimle gel.” dedi. Onunla biraz yürüyüp, biçerdöverin yanına geldik.
Bu, uzun boylu adam biçerin şoförüymüş. Adı da Necati Karaman’mış. Biçerin yanına gelince eğilip, bir sandık açtı. Sandığın içinden bir alet çıkararak, bir yağ tenekesinin yanına gitti. Tenekenin içindeki yağı o aletin içine bastı ve bana, “Bak aslanım, bu yağ pompası ve tenekedeki de gres yağı. Her sabah benim yaptığım bu işi yapacaksın.” deyip, biçerin muhtelif yerlerini yağladı. Sonra da, “Anlamadığın bir durum olursa bana sor.” dedi.
Makinenin yağlama işi bitince de benzin ve suyunu koydu. Artık makine iş yapmaya hazırdı. Biz de ustayla birlikte oturup, güneşin doğmasını ve ekinin ıslaklığını kurutmasını bekledik.
Biz beklerken H. Halis bey geldi. “Necati, ben biçere iş aramaya gidiyorum. İş bulduğum zaman size bildiririm. Siz de bu çevredeki işi bitirip, gelirsiniz. Olmaz mı? ” dedi.
Ağa, bize direktif verdikten sonra arabasına binip, iş aramaya gitti. Biz de güneşin doğmasını ve havanın ısınmasını bekledik.
Necati Bey birkaç gün ağanın işinde, bir süre de komşuların işlerinde çalıştı. İşin bitimine doğru da bize “Şehre bir gidin bakalım ağadan haber var mı?” dedi.
Bunun üzerine Yalçın, arabayı çalıştırdı. Birlikte şehre gittik. İlk iş Yalçınlara uğradık.
Yalçın’ın annesi bize hiddetle “Oğlum nerede kaldınız? Ağadan telgraf geldi. Al şu telgrafı.” diye bağırdı.
Ben telgrafı alıp okudum. Ağa, Narlı istasyonuna yakın bir yerde, Ördekdede köyünde iş bulmuş. “Oradaki işi bitirince buraya gelin” diyordu. Yarıca nasıl gelebileceğimizi de tarif ediyordu.
Telgrafı okuduktan sonra tren istasyonuna gittik. Biçerdövere bir vagon kiralayıp, hemen çiftliğe döndük. Fıçıları ve yataklarımızı pikaba yükledik. Necati usta da biçerin bakımını yaptı. Sonra da istasyona doğru yola çıktık.
İstasyonla çiftlik arası epeyce uzaktı. İki saat sonra istasyona gittik. Biçeri kiralanan vagona yükleyip, biz Narlı istasyonunda bekleyip, biçeri orda teslim alacağımızı, işlerin ona göre yapılmasını istedik.
Adamlar işlemleri yapıp, belgemizi verdikten sonra, “tren kaç saat sonra Narlı’ya gelir” diye sorduk. Trenin geliş saatini öğrendikten sonra arabamıza binip yola çıktık. Alman Pınarı, Dumanlı Dağlar, Fevzi Paşa, Kömürler, Eloğlu ve Narlı istasyonu.
Narlı’da 4-5 saat bekledik. Bu arada epeyce dinlendik. Merakla trenin gelmesini beklerken, o da kuf kuf istasyona geldi. Biz de görevlilere evrakı verip, biçeri teslim aldık. Biçer trenden indirilirken de yanımızda bir adam belirdi. O’nun adı “Hamu” ymuş. Sanırım “Hamza” demek istiyormuş. Zira Türkçe konuşmayı doğru dürüst beceremiyordu.
O, yarım Türkçesiyle bizlerin ismini sordu. İsmimizi öğrendikten sonra da “ Ben sizleri beklirem. Köyümüze şu yoldan gidacak.” dedi.
Adamı arabaya alıp, gösterdiği yöne doğru yola çıktık. Necati usta da biçerle bizi takip etti. Kısa bir süre sonra da Ördekdede köyüne geldik. Köy, bir dağ eteğinde, ovayla dağın kesiştiği yerde kurulmuştu. Çok güzel bir manzara arz ediyordu.
Köye geldiğimiz gün istirahat ettik. Sonraki gün de işe başladık. Burada uzunca bir süre çalıştık. Çünkü, her ailenin biçilecek, oldukça fazla ekini vardı. Bu yüzden bir hayli uğraştık. Bu arada köy ağasına , H. Halis Bey’den bir telgraf geldi. O , Ankara’nın Bala ilçesinde iş ayarlamış.” İşiniz biter bitmez buraya gelin.” diyordu.
O yörenin işi bitince yine Narlı’ya geldik. Önce yapıldığı gibi yine biçeri vagona yükleyip, biz de arabayla yola çıktık.
Yalçın Abi çok güzel araba kullanıyordu. Hele araba da yeni olunca yol dayanmıyordu. Ankara’ya trenden daha önce varacağımız için, yolda boynu bükük gile uğradık. Geceyi orda geçirdik. Yalçın’ın annesi sabah olmadan kaldırıp, bizi yola çıkardı. Ama biz acele etmek istemiyorduk. Çünkü, Necati ustada trenle gidiyordu.
Ben yolda bir süre uyumuşum. Uyandığım vakit Konya Ovasın’da yol alıyorduk.
Konya’nın o büyük ovası ve uzun süren yolculuk Yalçın abi’nin uykusunu getirmiş olmalı ki, ansızın şarampole girdi. Bereket versin direksiyonla oynamamıştı. Araba da şarampolü geçip ovaya girdi. Bu arada Yalçın abi de dua okuyarak toparlandı. Adam sapsarı olmuş ve çok korkmuştu. Çünkü, büyük bir tehlike atlatmıştık.
Yalçın abi, put gibi dikilip, biraz dinlendi ve:
“Yusuf, geçmiş olsun.”
“Sağ ol, sana da geçmiş olsun Yalçın abi.”
“Allah’tan direksiyonu kırmadım.”
“Ne olurdu ki.”
“Eğer, direksiyonu yola doğru kırsaydım en az üç dört takla atardık. Sonra da hem biz, hem de araba paramparça olurdu.”
“Abi o zaman üçümüze de geçmiş olsun.”
“Üçüncü kim Yusuf?”
“Kim olacak? Bizi taşıyan arkadaş.”
Benim bu konuşmam Yalçın Abi’nin yüzünü güldürdü ve;
“Haklısın Yusuf. Araba bizim en iyi arkadaşımız. O olmasa bu yollar biter mi?”
Biz bu konuşmalarla korkumuzu üzerimizden atmaya çalışırken, yoldan geçen araçlar da durup, bize “ geçmiş olsun ” dileğinde bulunuyorlardı.
Bu konuşmalardan ve Yalçın Abi’nin kendini toparlamasından sonra yeniden yola çıktık. O, arabayı daha dikkatli ve ağır kullanıyordu. Bu sebeple Ankara’ya vaktinden daha geç geldik.
Ankara’ya geldikten sonra ilk iş olarak istasyona gittik. Fakat tren daha gelmemişti. Bunun üzerine Yalçın Abi: “Yusuf gel seni Gençlik Parkına götüreyim” dedi.Yalçın Abi’yle birlikte Gençlik Parkı’na gittik. Orada hem eğleniyor, hem de sıra ile istasyona gidip istasyonu yokluyordu. Uzun bir bekleyiş sonunda tren, istasyona geldi. Biçeri vagondan indirdikten sonra da bir müddet Ankara’yı dolaştık.
Ankara’yı dolaşıp, karnımızı doyurduktan sonra tekrar işbaşı yaptık. Necati usta biçerle, biz de arabayla yola çıktık. “ Hani kaplumbağa sürati” derler ya, biz de biçerdöver süratiyle giderken Bala’ya ulaştık. Arabayı uygun bir yere park edip, Halis Bey’in verdiği adresi aradık. Bala küçük bir yer olduğu için adresi hemen bulduk.
Adreste bulduğumuz kişi çok zengin biri, üstelik de milletvekiliymiş. Kendimi çok şanslı sayıyordum. Çünkü yaşamımda ilk defa bir milletvekili görüyordum. Adam, babacan biriydi. O, ağalık falan taslamıyor çok sevecen davranıyordu. Yalçın Abi vekilimizin adını sordu. Adam, “adım Dağıstan Binerbay” dedi. Gerçekten, hem adam güzeldi, hem de adı güzeldi. Bu isimden o kadar hoşlandım ki, bu ismi defterimin bir köşesine yazıp , hiç unutmamaya karar verdim.
( DAĞISTAN Binerbay )
Dağıstan Bey’in çok geniş bir arazisi vardı. Ne var ki, ekini iyi olmamıştı. O yıl bahar mevsimi kurak geçmiş. Ama gene de biçilebilecek her yeri biçtik.
Buradaki işimizi bitirip, Haymana Ovası’na geçtik. Burada ekinler çok güzeldi. Necati Usta ekinle uğraşırken ben buradaki yaşlılarla konuşuyordum. Onlar bana, Yunan savaşını anlatıyor ve anlatırken de ağlıyorlardı. Çünkü olayı anlatırken savaş anını yeniden yaşıyorlardı. Neticede buranın işini de bitirip, Haymana yöresinden tatlı anılarla ayrıldık.
Haymana’dan sonra İkizce’ye geçtik. Burası küçük, güzel ve tertemiz bir yerleşim birimidir. Yöre halkının çoğunluğu göçmen. Herkes evinin önünde bir kuyu açtırmış. Tarladan gelen ürünü kuyulara doldurup, ağzını kapatıyorlar.
İkizce’nin orta yerinde yöreye hayat veren bir kaynak su vardı. Ayrıca suyun etrafında büyük dut ağaçları vardı. Belli ki su, onlara da hayat vermişti. İşi olmayanlar, yorulup dinlenmek isteyenler bu ağaçların koyu gölgesinde oturuyorlardı. Burası en çok köy gençlerinin mekanı, zira köy kızları, mutlaka su almaya pınara gelir.
Bir gün Necati Usta’dan izin alıp pınara gittim. Pınarda biraz temizlenip, uygun bir yere oturdum. Fakat, köy gençlerinden oldukça korkuyor ve heyecanlanıyordum. “Ya döverlerse.” diyordum.
Ben bir ağacın gölgesinde, korku dolu bir halde dinleniyordum. Karşı evden bir kız çıktı. Gıcır gıcır ses çıkaran kovalarıyla pınara geliyor, yaklaştıkça da güzelleşiyordu. Tanrım, o yaklaştıkça bana da bir şeyler oluyordu. Kalbim cereyana kapılmış gibi çırpınıyor, beynim de kalbimden gayrı bütün organlarımı durduruyordu. “Yarabbi! Bu ne güzel bir yaratık. O’nu göklerden mi indirdin?” diye kekeledim.
Kızcağız pınara gelip, kovaları yere koydu. Sonra da şöyle bir bakıp, gülümseyerek selam verdi.
O’nun selam vermesi , sanırım kibar olmasındandı. O, elinde getirdiği kovaları doldurup, kalbimi de kendine takıp yavaş yavaş oradan ayrıldı. Ne var ki ben, lal olmuş, o güzel kızın selamına bile karşılık verememiştim.
Aradan bir süre geçti. Bir akımın durdurduğu organlarım yeniden çalışmaya başladı. İşte o zaman kendi kendime, “ey deli Yusuf, şu kirinle, pasağınla, böyle bir cennet kızına tutulmak neyine senin?” dedim. Fakat bir iki satırla da içimdeki depremi aktardım.
İKİZCE’de bir kız gördüm
O kız cennetin kadını
Tanrım semadan indirmiş
Sormadım O’nun adını
Şöyle bir bakıp gitti
Kalbime kan yakıp gitti
Eğildi bir selam etti
Beynime koydum tadını
Deli olma Bay Karakaş
Olmaz melekten arkadaş
İkizc’de gördün bir düş
Bir daha anma adını
İkizce’de kaldığımız zamanlarda ara sıra kaytarıp pınarın başına geldim. Su için bir çok kadın geldi ama, o kız bir daha gelmedi. Herhalde Felek onu cennetten bir kereliğine getirip ve sonra da geri götürmüştü.
İkizce de epeyce uğraş verip, burada ki işi de bitirmiştik. O yüzden buradan da ayrılma hazırlığına başladık. Necati Usta biçere ben de pikaba binip yola çıktık. Pikap vücudumu gittiği yere götürürken, kalbimi İkizce’de bırakıyor gibiydi.
İkizce’den ayrılırken hem kalbimi hem de kafamı orada bırakmış olmalıydım. Bu yüzden ne kadar yol gittiğimizin farkında değildim. Necati ve Yalçın Usta güzel bir şehirde durdular. Bu şehir Konya ovasının Kulu ilçesiymiş. Bir gece dinlenip yeniden işe başladık. Ne var ki bahar yağmuru olmadığı için ekinler bodur kalmıştı. Bu da biçer döverin çok hoşuna gidiyor, yalayıp, yutuyordu.
Biçerdöverin açgözlülüğü ve Necati Usta’nın maharetiyle Kulu’daki işimizi de bitirdik. Çünkü, iki aydır, kir, pas içindeydik.
Kulu da bir gün dinlenip, etrafı gezdik. İkinci günde yola çıktık en yakın istasyona gittik. Orada bir vagon kiralayıp, biçeri yükledik. Biçerin, bekleyeceğimiz istasyona ne zaman geleceğini öğrenip, biz de yola çıktık. Ancak, trenin geleceği vakitte istasyonda olmak için ağır ağır yol alıyorduk. Bu sebeple, güzel gördüğümüz yerlerde durup, dinleniyorduk. Böylece uzun süren bir çalışmanın yorgunluğunu atıyorduk.
O gün, akşama yakın Y. Kemal’in “Her sineğe bir alıcı kurt” olan Çukurova’sına geldik. Hiç vakit geçirmeden istasyona gittik. Kısa bir bekleyişten sonra tren de geldi. Bir telaşla, bir aceleyle biçeri, vagondan aldık. Zira, çiftlik uzaktı, akşam oluyordu. O yüzden hemen yola çıktık. Yalçın Abi önden ağır ağır giderken, Necati Abi de arkadan biçeriyle son sürat geliyordu. Bu, bir kaplumbağa ve tavşanın yarışına benziyordu. Tahminen iki saat sonra bu yarış bitiyor ve Halis Bey’in çiftliğine gelerek iki yarışçı da yarışı kazanıyordu.
Halis Bey’in evinde o akşam, hep birlikte yemek yedik. Bu yemek aynı zamanda son yemeğimiz oluyordu. Zira, artık yapacak işimiz kalmamıştı.
Yemek faslı bitince, H. Halis bey, herkese hakkettiği parayı verip “Çocuklar hakkınızı helal edin.” dedi. Ücretten memnun olduğumuz için de hepimiz ona teşekkür ettik.
Bu konuşmalardan sonrada Yalçın Abi ayağa kalkıp herkesle vedalaşmaya başladı. Bana da “Hadi Yusuf , artık gidiyoruz.” dedi. Bunun üzerine ben de ayağa kalkıp, çiftlikte kalanlarla vedalaştım. Sonra da gecenin geç vaktinde Yalçın Abi’yle yola çıktık. Altımızdaki araba da tozlu yolları yara yara bizi Yalçın Abiler’e getirdi. O yaylaların mis gibi gecelerinden sonra çok sıcak ve sinekli gecelere geliyorduk.
O gece Yalçın Abiler’de kaldım. Ama ne var ki sıcak yakıyor, sinek yiyordu. Ayrıca sıcak ikinci bir azizlik yapıyordu. İnsanı sıkıp, suyunu çıkarıyordu. Yatak ve çamaşırlar suya batırılmış gibi ter oluyordu.
Ben, okul harçlığımı bolca kazanmıştım. Bu sebeple birkaç gün şehirde kalıp, sonra da köyüme gitmek istiyordum. Bu düşüncemi uygulamak için o gün akşama kadar tarihi yerleri, kaleleri ve manastırları gezdim. Akşam olunca da Yalçın Abiler’e gidip eşyalarımı aldım. Eşyalarım çok ağırdı. Konaklaya konaklaya her zaman kaldığım yere, Reşit arkadaşımın çardağına geldim. Çardağı boş sanarak gelmiştim. Fakat çardakta bir yatak vardı. Buna rağmen eşyalarımı çardağa bıraktım. Bahçenin meyvelerini özlemiştim. Çardaktan inip, biraz meyve topladım. Onları tulumbada yıkayıp yedikten sonra çardağa çıkıp yattım.
Çardakta yatağın oluşu kararımı değiştirmedi. Sabah erkenden kalkıp köyüme gitmeyi planladım.
Çardağın havası bir hayli serindi. Hem yorgun oluşum ve hem de çardağın serin olması, o gece iyi bir uyku uyumamı sağladı. Bu da iyice dinlenmiş olmam demekti.
O sabah erkenden kalkıp, çardaktan indim. Tulumbanın başına gelerek bol su içip, elimi, yüzümü yıkadım. Sonra da çardağa çıkıp, eşyalarımı topladım. Kitaplarımı ve eşyalarımı içine doldurduğum, o büyük tahta valizimi elime aldım. Yavaşça inerken, yataktaki adam:
“Yusuf, sabahın köründe nereye gidiyorsun.” dedi.
Geri dönüp bu soruyu sorana baktım. Reşit Abi’min abisi Mehmet abi, yataktan hafifçe doğrulmuş ve gülerek bana bakıyordu.
“Köyüme gideceğim Mehmet Abi.”
“Yusuf, senin bu fikrini beğenmedim.”
“Niye beğenmedin abi? Köyden başka gidecek yerim mi var ?”
“Hayır, öyle demek istemedim. Bak, ben burada yalnızım. Çardak da müsait. İkimiz birlikte kalsak iyi olurdu.”
Dostları ilə paylaş: |